D
DABBE: Yük ve binek hayvanı.
DÂHİL: İç; içere; içeri girmiş
DÂHİLEN: İçenden; içten.
DAHİLÎ: İç ile ilgili; içe, içeriye mensup
DALÂL, DALÂLET: Doğru yoldan sapma.
DÂL: Yolunu şaşırmış insan demektir..
DÂLLE: Kaybolmuş, yerinden uzak düşmüş, yitik hayvan demektir.
DAMIA: Başta veya yüzde meydana getirilmiş bir küçük yara olup, kendisinden, akmayan, göz yaşı kadar bir kan çıkmış bulunur.
DÂMIĞA: Başa veya yüze isabet eden bir yara olup, bu yara ile ümmü'd-dimağ denilen deri yırtılmış ve dimağ yaralanmış, olur.
Bu yaradan sonra, âdeten, hayatın devam etmesi kabil olmadığından, bu aslında secce (= yara) değil, kati demektir.
DAMİYE: Başa veya yüze isabet edip, kendisinden göz yaşı kadar kan çıkan ve akan yara demektir.
DARB: Dövmek, vurmak.
DARBE: Vuruş, vurma, çarpma.
DARBEN: Vurarak, döverek, çarparak.
DÂR-IADL: Bir veliyyü'l-emrin riyaseti, adaleti ve hâkimiyeti dâiresinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi demektir.
DİR-İBAĞY: Bağîlerin idaresi ve hâkimiyeti altında bulunan bir İslâm Beldesi demektir.
DÂR-İEMÂN: İslâm Ordusu tarafından fetholu-nup, içinde ehl-i zimmet ikâmet ettirilen beldedir. Böyle bir belde. İslâm hükümetinin himâyesi ve hâkimiyeti altında bulunacağından, dâr-ı İslâm'a mülhaktır. (= İlhak olunmuş, sonradan katılmış demektir.)
DÂR-İ HARB: Müslümanlarla, aralarında müvâ-dea ve müsâîeha (= barış ve sulh) bulunmayan gayr-i muslimlerin ülkesidir.
DÂR-I İSLÂM: Müslümanların eli altında ve hakimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki, mûslümanlar buralarda emn ve emân içinde yaşarlar.
DÂRV'R-RİDDE: Mürtedlerden (= İslâm dîninden dönenlerden) meydana gelmiş bir taifenin istîla ederek, hâkimiyetleri, altına almış bulundukları yerlerdir.
DÂR-İ ZİMMET: Müslümanların ahd ve emâm-ra, himayesini kabul etmiş olan gayr-i müslimlere mahsus yerlerdir.
Bir vakitler idâri muhtariyet verilmiş olan bazı eyâletler, bu kabileden olan yerlerdi.
DA'VÂ;
DA'VÂ: Lügatte: Duâ, talep, niyaz, temenni, nida ve rağbet gibi mânâlara gelir. Bir kimsenin, münazaa hâlinde, bir şeyi kendi nefsine izafe etmesine (meselâ:' 'Bu maî benimdir.'' demesine) de DA'VÂ denir.
Istılahta DA'VÂ: Bir kimsenin, bir başkasından, hâkimin huzurunda, bir hak talep etmesi demektir. Bir başka tarife göre DA'VÂ: Bir kimsenin, başkasının elinde veya zimmetinde bulunan bir şeye hak sahibi olduğunu iddia etmesidir. Meselâ: Bir kimsenin: "Şu şahsın elinde bulunan, şu mal benimdir." demesidir.
Da'vâ'nın çoğulu, DEÂVTdır. İDDİA: Lügatte: TedânT (= Birbirini def etme; itişme, kakışma; kendini koruma) mânâsına gelir. Istılahta İDDİA: Bir kimsenin, bir şey hakkında ''şöyledir.'', meselâ:''O şey benimdir.'' diye zu'm (= zan) etmesi ve da'vâda bulunmasıdır.' Bu zu'm (~ zan) isabetli (= hak) olabileceği gibi bâtıl da (isabetsiz de) olabilir.
MÜDDEÎ: Da'vâcı. Bir şeyi da'vâ eden şahıs. Bİr hakkın kendisine ait olduğunu, hâkimin huzurunda, talep eden kimse. Da'vacı, dilerse, bu talebini terkedebilir.
Halk arasında, müddeî diye, iddia ettiği şey hakkında, delili olmayan kimseye de denir. Çünkü, böyle bir kimse, delil getirmedikçe, hâkim tarafından da müddeî diye anılır. Delil getirince ise muhîk adını alır.
MÜDDEÂ ALEYH: Da'vâlı. Aleyhinde da'vâ açılan şahıs.
Kendisinden, hâkimin huzurunda, bir hak taieb edilen şahıstır ki, bu şahıs, bu talebi terkedemez ve husûmete (= hasımlığa, da'vâlaşmaya) mecburdur. Da'vâlı, iki kişi olursa, kendilerine müddeâ aley-hima; ikiden fazla olurlarsa, müddeâ aleyhim denir. Müddeî ile müddeâ aleyh'e (= da'vâcı ile da'vâlı'-ye), mütedâiyân da denilir. MÜDDEA: Müddînin (= da'vâcımn), da'vâ ettiği şey. İddia olunmuş şey. Da'vâ olunun şey. Meselâ' Bir kimse, bir şahıstan, yüz bin lira alacağı olduğunu irîdia etse; bu durumda, bu yüz bin lira müddeâ olmuş oku.
MÜDDEÂ BİH: Müddeâ anlamında kullanılan bir lafızdır.
DA'VET: Bir kimseyi, yemeğe veya başka bir şeye çağırmak mânâsına gelir.
Da'vet: Ziyafet, ahd, yemin, paymangibi mânâlara da gelir.
Dİ'VE: Nesep İddiasında bulunmak demektir.
DAI: Da'vet edici. Bir kimseyi bir şeye sevk ve te$ vik eden kimse demektir.
DUA: Söz; okumak.
Allahu Teâlâ'ya niyaz ve ibtihâlde (= yalvarıp yakarmada) bulunmak, dergâh-ı Ulûhiyetinden hayır ve rahmet ricasında bulunmak demektir.
DEF-İ DA'VÂ: Da'vâlı tarafından, da'vâcının da'-vâsmı bertaraf edecek bir da'vâ ortaya konması demektir.
Aslında def tâbiri, bir şeyi zor kullanarak öteye savmak, bertaraf etmek mânâsına gelir.
DEIY; Nesebi, başkasından sabit oluduğu hâlde, diğer bir şahıs tarafından tebennî olunan, yani: Ev-lâd edinilen çocuk demektir ki; bu çocuk, o şahsın evlâdı olmuş olmaz.
ED'IYÂ: Evlad edinilen çocuklar, evlâtlıklar anlamına gelir. DEIY kelimesinin çoğuludur
MVTEBENNÎ : Evlâd edinmiş olan kimse demektir.
MÜTEBENNÂ: Deıy yâni evlâd edinilen çocuk anamında kullanılır.
DELALET: Söylenilen bir sözün, nasıl bir mânâya mevzu olduğunu bilen kimseler tarafından anlaşılmasıdır.
DELÂLET lafzı, alâmet ve bir şeyin varlığına veya yokluğuna nişane anlamında da kullanılır.
DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE: Bir lafzın, vaz' olunduğu mânânın tamâmına delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, tam mâhiyeti, olan hayvan-ı nâtık'â (= konuşan hayvan'a) delâlet etmesi gibi....
DELÂLET-İ TAZAMMUNİYYE: Bir lafzın, vaz olduğu mânânın bir cüz'üne delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, sadece hayvana ve sadece nâ-tık'a (= konuşana) delâlet etmesi gibi...
DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE: Birlafzın, vaz olunduğu mânânın lâzımına delâlet etmesidir. Meselâ: İnsan lafzın;::, ilim ile kitabete kabiliyetinin bulunduğuna delâlet etmesi gibi... Yani bu kâ-biliyet, insanın mânâsının tamâmı veya cüz'ü değil; belki mâhiyetinin lazımıdır.
DÂL Bİ'L-İBÂRE: Delâlet-i Mutâbıkiyye veya Delâlet-i Tazammuniyye yahut de Delâlet-i Dtizâmiye ile sevk edildiği mânâya ibaresi ile delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Zekat, müslümanların fakirlerine verilir; hiç bir zengine verilemez." ibaresi; zekâtın, yalnız muslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutâbıkiyye İle delâlet eder; zengin bulunan Zeyd'e ve Amr'e verilemeyeceğine de, delâlet-i tazammuniyye İle delâlet eder; zekât hususunda fakirlerin babalarından sabit olacağına delâlet-i ütizânüyye ile bi'1-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlûdün leh olması, nesebin kendisinden sabit olmasını müstelzimdir.
DAL BI'D-DELÂL'E: Asıl vaz' olunduğu mânânın lâzımına, aralarındaki müşterek ve Iügât baKi-mından anlaşılır bir illet vasıtasıyle delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Anana babana öf deme." sözü: ebeveyne karşı "öf diye şeamet (= usanç) göstermenin yasak olduğuna; ibaresi ile delâlet ettiği gibi; döğme-nin, sövmenin yasak olduğuna da delâlet-i iügaviyesiyle delâlet eder. Çünkü "öf demekte ezâ vardır. Bu eza, bu "öf demenin yasakhğı için rey ve kıyâs yoluyla değil, belki lügatin delaletiyle hirillettir.
Ve bu illet döğmede de, sövmede de ziyadesiyle vardır. Bunun içindir ki, be müşterek iUet dolayısıyla "öf demek yasak olduğu gibi, dövmek ve sövmek de yasaktır ile zenginler arasında fark bulunduğuna ise, delâlet-i iltizâmiyye İle delâlet eder.
DÂL Bİ'L-İŞÂRE: Üç nevi delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine (yani: Söylenince asıl mak-sudolmayan bir mânâya) delâlet eden lafızdır. Meselâ: "Allahu Teâlâ bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibaresi, bey' (= satış) ile ribâ (= faiz) arasında fark bulunduğunu beyân için sevkolunmuş-tur.Bundan asıl murad budur.
O hâlde bu ibare, bey' ile ribâ arasında fark bulunduğuna, delâleti- mutâbikiyye ile delâlet ettiği gibi; bey'in helâl, ribânın ise haram olduğuna yine delâlet-i mutâbıkiyye ile bi'1-işâre delâlet etmiş olur. Bir malın Zeyd'e verilmesini (veya verilmemesini) isteyen bir kimseye karşı:' 'Bu malı hiç bir şahsa vermem." sözü de, bu malın, Zeyd'e de verilmeyeceğine delâlet-i tazammuniyye ile bi'1-işâre delâlet eder. "Evlâdın nafakaları, mevlûdün leh üzerinedir." İbaresi de, çocukların neseb
DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Şer'an muhtâcün ilevh olan bir lâzım'a delâlet eden lafızdır.
Diğer bir tarife göre DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Vaz' olunduğu mânâdan mukaddem isbâtına şer'an lüzum ye ihtiyaç bulunan bir medlule delâleteden ibaredir. Meselâ: Bîr Bmse, diğer bir şahsa hitaben: "Köle-
ni, şu kadar liraya benim nâmıma azâdet." deyip, o şahıs da azâd etse; bu köle, o kadar lira karşılığında, emreden şahıs nâmına azâd edilmiş olur. Çünkü, bu söz ile "köleni, şu kadar liraya bana sat ve sonra onu, benim nâmıma azâd et." denilmiş olur. "Köleni azâd et." emri,bir muktezîdir. Bu kölenin satılması ise muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça, öyle bir emrin mânası hükümsüz kalır. Artık, öyle bir emrin sıhhati için, önceden bu muktezânın vücûdune (= bulunmasına) lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh o emir, bu muktezâya bi'1-iktizâ delâlet etmektedir.
DELÎL-İ İKNÂÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DELÎL-İ İLZÂMÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DEM: (Hac'da) koyun ve keçi cinsinden olan kurbana dem adı verilir.
DERB: Lügatte: Büyük sokak, mahalle, kale kapısı ve herhangi bir geniş kapı gibi mânâlara gelir, örfen DERB: Derbend yani, dâr-İ harbin girişi demektir ki, böyle bir yer, dâr-i İslâm ile dâr-ı harb arasında bir hatt-ı fasıl meydana getirir.
DİRAB: Derbler yani tampon bölgeler demektir.
DEVERAN: Bir şeyin, diğer bir şeye vücûden ve adâmen (yani, varlık ve yokluk bakımından) bağlı bulunmasıdır.
Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca, mükellefiyet de mevcut olur; bunlar madun (= yok olunca ise, mükellefiyet de bulunmaz.
DEYR: Hıristiyanların mâbedlerine verilen bir isim. Klişe.
EDYAR: Deryrler, klişeler.
DELİL
DELÎL: Kendisene, sahih bir nazarla bakıldığında, bir haberi matluba vâkıf olma imkânı hâsıl olan bir şeydir.
Meselâ:
"Emânetleri sahiplerine iade etmek, dînen lâzım mıdır?" suâli bir haberi matlûbu hâvidir. "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder..." (Nisa / 58) âyeti- kerimesi de bu hususta bir delildir.
Bu delile iyi bir şekilde bakınca, emâneterin, sahiplerine iade edilmelerinin lüzumuna muttali oluruz.
EDİLLE: Delîl'in çoğuludur; yani: Deliller: İşâretler, kılavuzlar, rehberler; herhangi birda'vâyı isbat etmeye yarayan şeyler demektir.
DELÂİL de, deliller demektir.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller.
EDÎLLE-İ ASLİYYE: Şer'î hükümlerin çıkani-masmda İlk baş vurulan (kitap, sünnet, icmâ ve kı-yâs gibi) delillerdir.
EDİLLE-İ TALÎYE: Örf, âdet, teamül, istishâb, asıl ve ameİ, maslahat-ı mürsele, kâide-i külliye, âsâr-ı sahabe, âsâr-i kibâr-ı tabiîn gibi delillerdir.
EDİLLE-İ ERBA: Şer'î hükümlerin çıkarılmasında baş vurulan ve kitap, sünnet, icma ve kıyâs-ı fuka-hâ'dan ibaret olan, dört delil demektir.
EDİLLE-İ AKLİYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ KAVİYYE: Sağlam ve güçlü deliller,
DELİL: Yol gösteren, kılavuz; şahit, belge, tanık; beyyine, bürhân.
DELÎL-i AKLÎ: Akılla, düşünülerek bulunan delîl
DELÎL-İ NAKLÎ: Nakle, üstâddan işitmeye dayanan delil.-
DEYN
DEYN: İstikraz, istihlâk, iştira ve kefalet gibi bir sebeple.bir şahsın uhtesinde, zimmetinde sabit olan şey demektir.
Meselâ: Borç alınan bin lire, bîr deyn olduğu gibi, istihlâk edilen herhangi bir veznî veya keylî şey de, sahibine karşı o müstehlikin zimmetinde sabit bir deyndir.
Keza, bir akdin karşılığı olduğu hâlde meydanda mev-cud bulunmayan şu kadar lira veya adediyyâttan şu kadar yumurta deyn olduğu gibi, meydanda mevcut olan paranın ve misliyyattan bir şeyin (meselâ: Bir yığm buğdaym) ifrazdan evvel, belirli bir miktarı da deyn kabilindendir.
DAİN: Borç veren; alacaklı şahıs demektir.
MEDYUN: Borç almış oan; borçlu şahıs demektir.
DEYN-Î MUACCEL: Derhâl verilmesi lâzım, gelen borç demektir.
Peşin para ile satın alınan bir malın, zimmete teal-luk eden bedeli gibi....
DEYN-İ MUACCEL: Bir müddete kadar tecil (ve tehir) edilmiş borçtur.
Bir sene müddetle borç olarak verilen para gibi....
DEYN-i HÂL: Muaccel (= vadeli) iken, müddeti sona erip, vâdesi hülûl eden (yani ödeme zamanı ge-îen) borçtur.
DEVN-i GAYR-Î SAHÎH: Ödenmeden veya hakikaten yahut hükmen ibra olunmadan dahî sakıt olan (= düşeh, ortadan kalkan) borç demektir.
DEYN-İ LÂZIM-I SAHİH: Ödenmedikçe yanut hakîkaten veya hükmen ibra olunmadıkça, sakıt olmayan borç demektir.
HAKÎKATEN DEYN: Borç alman para veya icâre bedeli gibi borçlardır.
HÜKMEN DEYN: Misliyle veya kıymetiyle mazmun (= ödenmesi lâzım) olan borç demektir, Gasbedilen veya bey'i fâsid İle satın alınıp, ele de alman bir mâl bu kabildendir.
DUYÛN: Deynler (= borçlar) demektir.
GARIM: Dâin yani alacaklı anlamındadır.
GUREMA: Alacaklılar anlamına gelir.
MEDIN: Medyun yani borçlu anlamındadır.
İDÂNE: Borç vermek demektir.
İSTİDÂNE: Borç almak anlamına gelir.
DİN: Lügatte: Tâat, âdet, yol, alâmet, şaivcezâ, mükâfat gibi anlamlan ifâde eder.
Istılahta DİN: Allahu Teâlâya kulluk yolu demektir.
MÜTEDEYYİN: Dindar kimse demektir.
DİYANET: Emânet, istikâmet, itaat ve dini hükümlere riâyet etmek demektir.
Dinler iki kısma ayrılır:
1-) HAKÎKİ DİNLER: Bunlar, büyük peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan ilâhî dinlerdir.
Bunlara, ulviyetlerinden dolayı SEMAVİ DİNLER de denilir.
Semavî dinlerin sonuncusu ve ekmeli yüce İslâm Dİ-ni'dir.
2-) BÂTIL ve MUHARREF DİNLER: Bunlar, insanlar tarafından uydurulup ortaya konmuş veya önceleri hak din İken daha sonra insanlar tarafından tebdil ve tağyir edilmiş (= değiştirilmiş ve baş-kalaştırılmış) olduğu için, ilâhi din olmak mâhiyetinden mahrum bulunan dinlerdir, İslâm dininin haricindeki bütün dinler bugün bâtıl ve muharref dinlerdendir.
İSLÂM DÎNİ: Bütün Peygamberlerin sonuncusu, efdali ve eşrefi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin, Allahu Teâlâ tarafından, bütün insanlık âlemine tebliğ eimeye memur edildiği hükümleri, bütün beşeriyete yöneliktir ve kıyamete kadar bakîdir.
DWE: Henüz doğmuş veya henüz anasının rahminde bulunan bir çocuk hakkında: "Bu, bendendir." veya: "Bu, benim çocuğumdur." diye ikrar ve itirafta bulunmak demektir.
DÎ'ÂNÜ'S-SALTANA: İslâm hükümetinin idarî, askeri ve mâlî işlerine ait malûmat ve kayıtlan ihtiva eden defterler ve siciîlât'tan müteşekkil vesikalar demektir.
Dîvân, ilk defa Hz. Ömer (R.A-)'m halifeliği sırasında meydana getirilmiştir.
Dîvân dört kısma ayrılır:
1-) DÎVÂNÜ'L-CÜYÛŞ: İslâm mücâhidlerinin adlarını, neseplerini, ırklarını, kabilelerini ve her birine. İdaresine yetecek miktarda vİrelecek, atıyyeleri ve yapacakları görevleri muhtevi sicillerdir.
EHL-I DÎVAN: Dîvânü'İ-cüyûşe kayıtlı bulunan islâm mücâhidi demektir.
2-) DÎVÂN-I AMAL: Kayıtlan; hukuka, şehirlerin, kasabaların, mezraların ve diğer yerlerin ahvâline, bunların nasıl fethedildiğine dair malumatı ihtiva eden siciller demektir.
3-) DIVAN-IUMMAL: Devlet memurlarının tayinlerine, azillerine ve hâl tercümelerine dair siciller demektir.
4-) DÎVÂN-I İSTİFA: Betü'l-mâlın varidat ve masraflarını (~ gelir ve giderlerini) ihtiva eden sicillerdir.
DİVÂN-I MEZÂLİM: Halk arasında meydana gelen bir kısım cürümler ve yolsuz hareketler hakkında zecren ( = zoraki) bazı idâri ve siyâsî tetbir almaya izinli ve yetili olan memur bulundukları müesseseye verilen isimdir.
DİYET: Bir cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe (= kendisine karşı cinayet işlenen şahsa) veya vârislerine bir nevi tazminat mahiyetinde ödenmesi icâbeden maldır.
Diğer bir tarife göre DİYET: Kati suretiyle vuku bulan cinayetlerde, maktulün nefsine karşılık, uzuvlarda vâki olan cinayetlerde ise yaralanan veya kesilen uzva karşılık olmak üzere cânî veya cânî ile âkilesi üzerine lâzım gelen, muayyen miktardaki mâl demektir.
DİYÂT: Diyeî'İn çoğuludur: yani: Diyetler demektir.
XTTİDA: Bir cinayetin velisinin, kısas icra ettirerek, bu şekilde intikam olmaya kalkışmayip, diyet olmakla iktifa etmesi demektir.
MEN ALEYBİ'D-DİYE: Diyet ödemesi lâzım gelen şahıs demektir.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet almaya hak sahibi olan kimse demektir.
DİYET-İ KÂMİLE: Katledilen bir şahsın nefsi-"ne bedel olarak, cânîden veya cani ile birlikte onun
âkilesinden alınan tam diyet demektir.
DİYET-İ MUGALLAZA: Sibh-i amd suretiyle vuku buîan bir katiden dolayı verilmesi lâzım gelen diyet demektir.
DUHÛL: Lügatte bir yere girme; içeri girme: bir şeyin içine girme gibi anlamlar ifâde eden bu kelime, nikâh ıstılahında: kocanın, karışma mükârenet ve mücâmaatta bulunması demektir. Zifaf hâli anlamına da kutlanılır.
MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrüp olunan kadm demektir.
GAYR-İ MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrübte bulunulmamış olan kadm demektir. [4]
DÂHİL: İç; içere; içeri girmiş
DÂHİLEN: İçenden; içten.
DAHİLÎ: İç ile ilgili; içe, içeriye mensup
DALÂL, DALÂLET: Doğru yoldan sapma.
DÂL: Yolunu şaşırmış insan demektir..
DÂLLE: Kaybolmuş, yerinden uzak düşmüş, yitik hayvan demektir.
DAMIA: Başta veya yüzde meydana getirilmiş bir küçük yara olup, kendisinden, akmayan, göz yaşı kadar bir kan çıkmış bulunur.
DÂMIĞA: Başa veya yüze isabet eden bir yara olup, bu yara ile ümmü'd-dimağ denilen deri yırtılmış ve dimağ yaralanmış, olur.
Bu yaradan sonra, âdeten, hayatın devam etmesi kabil olmadığından, bu aslında secce (= yara) değil, kati demektir.
DAMİYE: Başa veya yüze isabet edip, kendisinden göz yaşı kadar kan çıkan ve akan yara demektir.
DARB: Dövmek, vurmak.
DARBE: Vuruş, vurma, çarpma.
DARBEN: Vurarak, döverek, çarparak.
DÂR-IADL: Bir veliyyü'l-emrin riyaseti, adaleti ve hâkimiyeti dâiresinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi demektir.
DİR-İBAĞY: Bağîlerin idaresi ve hâkimiyeti altında bulunan bir İslâm Beldesi demektir.
DÂR-İEMÂN: İslâm Ordusu tarafından fetholu-nup, içinde ehl-i zimmet ikâmet ettirilen beldedir. Böyle bir belde. İslâm hükümetinin himâyesi ve hâkimiyeti altında bulunacağından, dâr-ı İslâm'a mülhaktır. (= İlhak olunmuş, sonradan katılmış demektir.)
DÂR-İ HARB: Müslümanlarla, aralarında müvâ-dea ve müsâîeha (= barış ve sulh) bulunmayan gayr-i muslimlerin ülkesidir.
DÂR-I İSLÂM: Müslümanların eli altında ve hakimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki, mûslümanlar buralarda emn ve emân içinde yaşarlar.
DÂRV'R-RİDDE: Mürtedlerden (= İslâm dîninden dönenlerden) meydana gelmiş bir taifenin istîla ederek, hâkimiyetleri, altına almış bulundukları yerlerdir.
DÂR-İ ZİMMET: Müslümanların ahd ve emâm-ra, himayesini kabul etmiş olan gayr-i müslimlere mahsus yerlerdir.
Bir vakitler idâri muhtariyet verilmiş olan bazı eyâletler, bu kabileden olan yerlerdi.
DA'VÂ;
DA'VÂ: Lügatte: Duâ, talep, niyaz, temenni, nida ve rağbet gibi mânâlara gelir. Bir kimsenin, münazaa hâlinde, bir şeyi kendi nefsine izafe etmesine (meselâ:' 'Bu maî benimdir.'' demesine) de DA'VÂ denir.
Istılahta DA'VÂ: Bir kimsenin, bir başkasından, hâkimin huzurunda, bir hak talep etmesi demektir. Bir başka tarife göre DA'VÂ: Bir kimsenin, başkasının elinde veya zimmetinde bulunan bir şeye hak sahibi olduğunu iddia etmesidir. Meselâ: Bir kimsenin: "Şu şahsın elinde bulunan, şu mal benimdir." demesidir.
Da'vâ'nın çoğulu, DEÂVTdır. İDDİA: Lügatte: TedânT (= Birbirini def etme; itişme, kakışma; kendini koruma) mânâsına gelir. Istılahta İDDİA: Bir kimsenin, bir şey hakkında ''şöyledir.'', meselâ:''O şey benimdir.'' diye zu'm (= zan) etmesi ve da'vâda bulunmasıdır.' Bu zu'm (~ zan) isabetli (= hak) olabileceği gibi bâtıl da (isabetsiz de) olabilir.
MÜDDEÎ: Da'vâcı. Bir şeyi da'vâ eden şahıs. Bİr hakkın kendisine ait olduğunu, hâkimin huzurunda, talep eden kimse. Da'vacı, dilerse, bu talebini terkedebilir.
Halk arasında, müddeî diye, iddia ettiği şey hakkında, delili olmayan kimseye de denir. Çünkü, böyle bir kimse, delil getirmedikçe, hâkim tarafından da müddeî diye anılır. Delil getirince ise muhîk adını alır.
MÜDDEÂ ALEYH: Da'vâlı. Aleyhinde da'vâ açılan şahıs.
Kendisinden, hâkimin huzurunda, bir hak taieb edilen şahıstır ki, bu şahıs, bu talebi terkedemez ve husûmete (= hasımlığa, da'vâlaşmaya) mecburdur. Da'vâlı, iki kişi olursa, kendilerine müddeâ aley-hima; ikiden fazla olurlarsa, müddeâ aleyhim denir. Müddeî ile müddeâ aleyh'e (= da'vâcı ile da'vâlı'-ye), mütedâiyân da denilir. MÜDDEA: Müddînin (= da'vâcımn), da'vâ ettiği şey. İddia olunmuş şey. Da'vâ olunun şey. Meselâ' Bir kimse, bir şahıstan, yüz bin lira alacağı olduğunu irîdia etse; bu durumda, bu yüz bin lira müddeâ olmuş oku.
MÜDDEÂ BİH: Müddeâ anlamında kullanılan bir lafızdır.
DA'VET: Bir kimseyi, yemeğe veya başka bir şeye çağırmak mânâsına gelir.
Da'vet: Ziyafet, ahd, yemin, paymangibi mânâlara da gelir.
Dİ'VE: Nesep İddiasında bulunmak demektir.
DAI: Da'vet edici. Bir kimseyi bir şeye sevk ve te$ vik eden kimse demektir.
DUA: Söz; okumak.
Allahu Teâlâ'ya niyaz ve ibtihâlde (= yalvarıp yakarmada) bulunmak, dergâh-ı Ulûhiyetinden hayır ve rahmet ricasında bulunmak demektir.
DEF-İ DA'VÂ: Da'vâlı tarafından, da'vâcının da'-vâsmı bertaraf edecek bir da'vâ ortaya konması demektir.
Aslında def tâbiri, bir şeyi zor kullanarak öteye savmak, bertaraf etmek mânâsına gelir.
DEIY; Nesebi, başkasından sabit oluduğu hâlde, diğer bir şahıs tarafından tebennî olunan, yani: Ev-lâd edinilen çocuk demektir ki; bu çocuk, o şahsın evlâdı olmuş olmaz.
ED'IYÂ: Evlad edinilen çocuklar, evlâtlıklar anlamına gelir. DEIY kelimesinin çoğuludur
MVTEBENNÎ : Evlâd edinmiş olan kimse demektir.
MÜTEBENNÂ: Deıy yâni evlâd edinilen çocuk anamında kullanılır.
DELALET: Söylenilen bir sözün, nasıl bir mânâya mevzu olduğunu bilen kimseler tarafından anlaşılmasıdır.
DELÂLET lafzı, alâmet ve bir şeyin varlığına veya yokluğuna nişane anlamında da kullanılır.
DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE: Bir lafzın, vaz' olunduğu mânânın tamâmına delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, tam mâhiyeti, olan hayvan-ı nâtık'â (= konuşan hayvan'a) delâlet etmesi gibi....
DELÂLET-İ TAZAMMUNİYYE: Bir lafzın, vaz olduğu mânânın bir cüz'üne delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, sadece hayvana ve sadece nâ-tık'a (= konuşana) delâlet etmesi gibi...
DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE: Birlafzın, vaz olunduğu mânânın lâzımına delâlet etmesidir. Meselâ: İnsan lafzın;::, ilim ile kitabete kabiliyetinin bulunduğuna delâlet etmesi gibi... Yani bu kâ-biliyet, insanın mânâsının tamâmı veya cüz'ü değil; belki mâhiyetinin lazımıdır.
DÂL Bİ'L-İBÂRE: Delâlet-i Mutâbıkiyye veya Delâlet-i Tazammuniyye yahut de Delâlet-i Dtizâmiye ile sevk edildiği mânâya ibaresi ile delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Zekat, müslümanların fakirlerine verilir; hiç bir zengine verilemez." ibaresi; zekâtın, yalnız muslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutâbıkiyye İle delâlet eder; zengin bulunan Zeyd'e ve Amr'e verilemeyeceğine de, delâlet-i tazammuniyye İle delâlet eder; zekât hususunda fakirlerin babalarından sabit olacağına delâlet-i ütizânüyye ile bi'1-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlûdün leh olması, nesebin kendisinden sabit olmasını müstelzimdir.
DAL BI'D-DELÂL'E: Asıl vaz' olunduğu mânânın lâzımına, aralarındaki müşterek ve Iügât baKi-mından anlaşılır bir illet vasıtasıyle delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Anana babana öf deme." sözü: ebeveyne karşı "öf diye şeamet (= usanç) göstermenin yasak olduğuna; ibaresi ile delâlet ettiği gibi; döğme-nin, sövmenin yasak olduğuna da delâlet-i iügaviyesiyle delâlet eder. Çünkü "öf demekte ezâ vardır. Bu eza, bu "öf demenin yasakhğı için rey ve kıyâs yoluyla değil, belki lügatin delaletiyle hirillettir.
Ve bu illet döğmede de, sövmede de ziyadesiyle vardır. Bunun içindir ki, be müşterek iUet dolayısıyla "öf demek yasak olduğu gibi, dövmek ve sövmek de yasaktır ile zenginler arasında fark bulunduğuna ise, delâlet-i iltizâmiyye İle delâlet eder.
DÂL Bİ'L-İŞÂRE: Üç nevi delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine (yani: Söylenince asıl mak-sudolmayan bir mânâya) delâlet eden lafızdır. Meselâ: "Allahu Teâlâ bey'i helâl, ribâyı haram kılmıştır." ibaresi, bey' (= satış) ile ribâ (= faiz) arasında fark bulunduğunu beyân için sevkolunmuş-tur.Bundan asıl murad budur.
O hâlde bu ibare, bey' ile ribâ arasında fark bulunduğuna, delâleti- mutâbikiyye ile delâlet ettiği gibi; bey'in helâl, ribânın ise haram olduğuna yine delâlet-i mutâbıkiyye ile bi'1-işâre delâlet etmiş olur. Bir malın Zeyd'e verilmesini (veya verilmemesini) isteyen bir kimseye karşı:' 'Bu malı hiç bir şahsa vermem." sözü de, bu malın, Zeyd'e de verilmeyeceğine delâlet-i tazammuniyye ile bi'1-işâre delâlet eder. "Evlâdın nafakaları, mevlûdün leh üzerinedir." İbaresi de, çocukların neseb
DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Şer'an muhtâcün ilevh olan bir lâzım'a delâlet eden lafızdır.
Diğer bir tarife göre DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Vaz' olunduğu mânâdan mukaddem isbâtına şer'an lüzum ye ihtiyaç bulunan bir medlule delâleteden ibaredir. Meselâ: Bîr Bmse, diğer bir şahsa hitaben: "Köle-
ni, şu kadar liraya benim nâmıma azâdet." deyip, o şahıs da azâd etse; bu köle, o kadar lira karşılığında, emreden şahıs nâmına azâd edilmiş olur. Çünkü, bu söz ile "köleni, şu kadar liraya bana sat ve sonra onu, benim nâmıma azâd et." denilmiş olur. "Köleni azâd et." emri,bir muktezîdir. Bu kölenin satılması ise muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça, öyle bir emrin mânası hükümsüz kalır. Artık, öyle bir emrin sıhhati için, önceden bu muktezânın vücûdune (= bulunmasına) lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh o emir, bu muktezâya bi'1-iktizâ delâlet etmektedir.
DELÎL-İ İKNÂÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DELÎL-İ İLZÂMÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DEM: (Hac'da) koyun ve keçi cinsinden olan kurbana dem adı verilir.
DERB: Lügatte: Büyük sokak, mahalle, kale kapısı ve herhangi bir geniş kapı gibi mânâlara gelir, örfen DERB: Derbend yani, dâr-İ harbin girişi demektir ki, böyle bir yer, dâr-i İslâm ile dâr-ı harb arasında bir hatt-ı fasıl meydana getirir.
DİRAB: Derbler yani tampon bölgeler demektir.
DEVERAN: Bir şeyin, diğer bir şeye vücûden ve adâmen (yani, varlık ve yokluk bakımından) bağlı bulunmasıdır.
Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca, mükellefiyet de mevcut olur; bunlar madun (= yok olunca ise, mükellefiyet de bulunmaz.
DEYR: Hıristiyanların mâbedlerine verilen bir isim. Klişe.
EDYAR: Deryrler, klişeler.
DELİL
DELÎL: Kendisene, sahih bir nazarla bakıldığında, bir haberi matluba vâkıf olma imkânı hâsıl olan bir şeydir.
Meselâ:
"Emânetleri sahiplerine iade etmek, dînen lâzım mıdır?" suâli bir haberi matlûbu hâvidir. "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi emreder..." (Nisa / 58) âyeti- kerimesi de bu hususta bir delildir.
Bu delile iyi bir şekilde bakınca, emâneterin, sahiplerine iade edilmelerinin lüzumuna muttali oluruz.
EDİLLE: Delîl'in çoğuludur; yani: Deliller: İşâretler, kılavuzlar, rehberler; herhangi birda'vâyı isbat etmeye yarayan şeyler demektir.
DELÂİL de, deliller demektir.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller.
EDÎLLE-İ ASLİYYE: Şer'î hükümlerin çıkani-masmda İlk baş vurulan (kitap, sünnet, icmâ ve kı-yâs gibi) delillerdir.
EDİLLE-İ TALÎYE: Örf, âdet, teamül, istishâb, asıl ve ameİ, maslahat-ı mürsele, kâide-i külliye, âsâr-ı sahabe, âsâr-i kibâr-ı tabiîn gibi delillerdir.
EDİLLE-İ ERBA: Şer'î hükümlerin çıkarılmasında baş vurulan ve kitap, sünnet, icma ve kıyâs-ı fuka-hâ'dan ibaret olan, dört delil demektir.
EDİLLE-İ AKLİYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ KAVİYYE: Sağlam ve güçlü deliller,
DELİL: Yol gösteren, kılavuz; şahit, belge, tanık; beyyine, bürhân.
DELÎL-i AKLÎ: Akılla, düşünülerek bulunan delîl
DELÎL-İ NAKLÎ: Nakle, üstâddan işitmeye dayanan delil.-
DEYN
DEYN: İstikraz, istihlâk, iştira ve kefalet gibi bir sebeple.bir şahsın uhtesinde, zimmetinde sabit olan şey demektir.
Meselâ: Borç alınan bin lire, bîr deyn olduğu gibi, istihlâk edilen herhangi bir veznî veya keylî şey de, sahibine karşı o müstehlikin zimmetinde sabit bir deyndir.
Keza, bir akdin karşılığı olduğu hâlde meydanda mev-cud bulunmayan şu kadar lira veya adediyyâttan şu kadar yumurta deyn olduğu gibi, meydanda mevcut olan paranın ve misliyyattan bir şeyin (meselâ: Bir yığm buğdaym) ifrazdan evvel, belirli bir miktarı da deyn kabilindendir.
DAİN: Borç veren; alacaklı şahıs demektir.
MEDYUN: Borç almış oan; borçlu şahıs demektir.
DEYN-Î MUACCEL: Derhâl verilmesi lâzım, gelen borç demektir.
Peşin para ile satın alınan bir malın, zimmete teal-luk eden bedeli gibi....
DEYN-İ MUACCEL: Bir müddete kadar tecil (ve tehir) edilmiş borçtur.
Bir sene müddetle borç olarak verilen para gibi....
DEYN-i HÂL: Muaccel (= vadeli) iken, müddeti sona erip, vâdesi hülûl eden (yani ödeme zamanı ge-îen) borçtur.
DEVN-i GAYR-Î SAHÎH: Ödenmeden veya hakikaten yahut hükmen ibra olunmadan dahî sakıt olan (= düşeh, ortadan kalkan) borç demektir.
DEYN-İ LÂZIM-I SAHİH: Ödenmedikçe yanut hakîkaten veya hükmen ibra olunmadıkça, sakıt olmayan borç demektir.
HAKÎKATEN DEYN: Borç alman para veya icâre bedeli gibi borçlardır.
HÜKMEN DEYN: Misliyle veya kıymetiyle mazmun (= ödenmesi lâzım) olan borç demektir, Gasbedilen veya bey'i fâsid İle satın alınıp, ele de alman bir mâl bu kabildendir.
DUYÛN: Deynler (= borçlar) demektir.
GARIM: Dâin yani alacaklı anlamındadır.
GUREMA: Alacaklılar anlamına gelir.
MEDIN: Medyun yani borçlu anlamındadır.
İDÂNE: Borç vermek demektir.
İSTİDÂNE: Borç almak anlamına gelir.
DİN: Lügatte: Tâat, âdet, yol, alâmet, şaivcezâ, mükâfat gibi anlamlan ifâde eder.
Istılahta DİN: Allahu Teâlâya kulluk yolu demektir.
MÜTEDEYYİN: Dindar kimse demektir.
DİYANET: Emânet, istikâmet, itaat ve dini hükümlere riâyet etmek demektir.
Dinler iki kısma ayrılır:
1-) HAKÎKİ DİNLER: Bunlar, büyük peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan ilâhî dinlerdir.
Bunlara, ulviyetlerinden dolayı SEMAVİ DİNLER de denilir.
Semavî dinlerin sonuncusu ve ekmeli yüce İslâm Dİ-ni'dir.
2-) BÂTIL ve MUHARREF DİNLER: Bunlar, insanlar tarafından uydurulup ortaya konmuş veya önceleri hak din İken daha sonra insanlar tarafından tebdil ve tağyir edilmiş (= değiştirilmiş ve baş-kalaştırılmış) olduğu için, ilâhi din olmak mâhiyetinden mahrum bulunan dinlerdir, İslâm dininin haricindeki bütün dinler bugün bâtıl ve muharref dinlerdendir.
İSLÂM DÎNİ: Bütün Peygamberlerin sonuncusu, efdali ve eşrefi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin, Allahu Teâlâ tarafından, bütün insanlık âlemine tebliğ eimeye memur edildiği hükümleri, bütün beşeriyete yöneliktir ve kıyamete kadar bakîdir.
DWE: Henüz doğmuş veya henüz anasının rahminde bulunan bir çocuk hakkında: "Bu, bendendir." veya: "Bu, benim çocuğumdur." diye ikrar ve itirafta bulunmak demektir.
DÎ'ÂNÜ'S-SALTANA: İslâm hükümetinin idarî, askeri ve mâlî işlerine ait malûmat ve kayıtlan ihtiva eden defterler ve siciîlât'tan müteşekkil vesikalar demektir.
Dîvân, ilk defa Hz. Ömer (R.A-)'m halifeliği sırasında meydana getirilmiştir.
Dîvân dört kısma ayrılır:
1-) DÎVÂNÜ'L-CÜYÛŞ: İslâm mücâhidlerinin adlarını, neseplerini, ırklarını, kabilelerini ve her birine. İdaresine yetecek miktarda vİrelecek, atıyyeleri ve yapacakları görevleri muhtevi sicillerdir.
EHL-I DÎVAN: Dîvânü'İ-cüyûşe kayıtlı bulunan islâm mücâhidi demektir.
2-) DÎVÂN-I AMAL: Kayıtlan; hukuka, şehirlerin, kasabaların, mezraların ve diğer yerlerin ahvâline, bunların nasıl fethedildiğine dair malumatı ihtiva eden siciller demektir.
3-) DIVAN-IUMMAL: Devlet memurlarının tayinlerine, azillerine ve hâl tercümelerine dair siciller demektir.
4-) DÎVÂN-I İSTİFA: Betü'l-mâlın varidat ve masraflarını (~ gelir ve giderlerini) ihtiva eden sicillerdir.
DİVÂN-I MEZÂLİM: Halk arasında meydana gelen bir kısım cürümler ve yolsuz hareketler hakkında zecren ( = zoraki) bazı idâri ve siyâsî tetbir almaya izinli ve yetili olan memur bulundukları müesseseye verilen isimdir.
DİYET: Bir cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe (= kendisine karşı cinayet işlenen şahsa) veya vârislerine bir nevi tazminat mahiyetinde ödenmesi icâbeden maldır.
Diğer bir tarife göre DİYET: Kati suretiyle vuku bulan cinayetlerde, maktulün nefsine karşılık, uzuvlarda vâki olan cinayetlerde ise yaralanan veya kesilen uzva karşılık olmak üzere cânî veya cânî ile âkilesi üzerine lâzım gelen, muayyen miktardaki mâl demektir.
DİYÂT: Diyeî'İn çoğuludur: yani: Diyetler demektir.
XTTİDA: Bir cinayetin velisinin, kısas icra ettirerek, bu şekilde intikam olmaya kalkışmayip, diyet olmakla iktifa etmesi demektir.
MEN ALEYBİ'D-DİYE: Diyet ödemesi lâzım gelen şahıs demektir.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet almaya hak sahibi olan kimse demektir.
DİYET-İ KÂMİLE: Katledilen bir şahsın nefsi-"ne bedel olarak, cânîden veya cani ile birlikte onun
âkilesinden alınan tam diyet demektir.
DİYET-İ MUGALLAZA: Sibh-i amd suretiyle vuku buîan bir katiden dolayı verilmesi lâzım gelen diyet demektir.
DUHÛL: Lügatte bir yere girme; içeri girme: bir şeyin içine girme gibi anlamlar ifâde eden bu kelime, nikâh ıstılahında: kocanın, karışma mükârenet ve mücâmaatta bulunması demektir. Zifaf hâli anlamına da kutlanılır.
MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrüp olunan kadm demektir.
GAYR-İ MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrübte bulunulmamış olan kadm demektir. [4]
Konular
- Baş Yarma
- 9- CİNAYETİ EMRETMEK VE SABİLERLE İLGİLİ MES'ELELER
- 10- CENÎN (= ANA KARNINDAKİ BEBEK)
- 11- YOL ÜZERİNE DUVAR, HELA VE BENZERİ ŞEYLER YAPILMASINDAN DOLAYI MEYDANA GELEN CİNAYETLER
- 12- HAYVANLARIN İŞLEDİĞİ VEYA HAYVANLARA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
- 13- KÖLELERİN CİNAYETLERİ
- 1- Kölenin Cinayeti Ve Efendisinin Onun Fidyesini Verip Vermemekte Muhayyer Olması
- 14- KÖLELERE KARŞI İŞLENEN CİNAYETLER
- 15- KASÂME (= YEMİNLEŞME)
- 16- ÂKILELER
- 17- CİNAYETLER HUSUSUNDA ÇEŞİTLİ MES'ELELER
- FIKIH ISTILAHLARI
- A
- B
- C
- D
- E
- G
- H
- I
- İ
- K
- L
- M
- N
- O
- Ö
- P
- R
- S