K
KA'HE
KA'BE: Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık 11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğinde, taştan yapılmış, dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.
Ka'be-i Muazzamayı, Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, yaklaşık olarak mîladdan 2000 yıl kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri, her sene hac mevsiminde yenilenen siyah bir örtü ile örtülmektedir.
KA'BE'NİN KISIMLARI
A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:
1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin doğudaki köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.
2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki köşesidir.
3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki köşesidir.
5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki köşesidir.
B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım daire şeklindeki duvara HATİM denir.
Hatim ile Beytu'Dâh arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMAİL veya HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak, buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'be de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, inşaat malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım binanın dışında bırakılmıştır.
Hz. İsmail ile annesi Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be, Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.
C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan kısmına MÜLTEZEM denir.
D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır. flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konulmuştur.
Tavafa başlarken ve her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının, mümkün olursa Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.
F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı altından yapılmış oluktur.
Altın oluk, Hatîm'in karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.
KABUL: Bir tasarrufu yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur. Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu kadar liraya sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın aldım." veya, sadece: "Kabul ettim." demesi gibi...
KABÎH: Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.
FİİL-İ KABÎH: Ayıp iş, yakışıksız davranış.
VECH-İ KABÎH: Çirkin yüz.
KA'DE
KA'DE; (Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak demektir.
Bir namazda iki defa oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise, KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.
KADI
KADI: Hâkim. Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î hükümlere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili; devlet başkanı) tarafından tâyin edilen kimse demektir.
HAKİM: Kadı Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir mânâ ifâde eder.
Çünkü bikini unvanı kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.
KADİ'L-KUDÂT: Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan kimse.
KAZASKER: Batiye sınıfının en yükseğinde bulunan şahıs.
KADÎM: Eski; eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= başlangıcım) bilen hiç kimsenin bulunmadığı şey demektir.
Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hilafını (= zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bulunduğu hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda kadîm teamüle riâyet olunur.
KAİDE: Bir çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu kat'î ve küllî bir hüküm demektir. Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cümlesi küllî bir kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî mânâlarına göre hükmederiz.
KAVÂİD: Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.
KÂİF: Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüpheleri araştıran ve takip eden kimse denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa, bir özellik sayesinde, nesepleri ilhak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep yönünden hangi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.
KÂFE: Kâif in çoğuludur.
KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.
Karabet İki kısma ayrılır:
1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' arasındaki akrabalıktan ibarettir.
2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar da iki kısma ayrılır:
a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılan akrabalık demektir. Kardeşlerin, amcaların, dayıların akrabalığı gibi...
b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..
KARÂBET-İ EB: Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir. Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..
KARÂBET-İ UM: Anne ve büyük anneler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir.
Ana bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları gibi...
KARİNE: Bir şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.
KARİNE: Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılmasına ve çözülmesine yarayan hâl, ip ucu, amare anlamına da gelir.
KARÎNE-İ KÂTTA: Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.
Meselâ; Bir şahsın, elinde bir bıçakJa, bir evden çıktığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri görülünce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...
KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei demektir.
KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tüccarın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak bu işle meşgul olması gibi,..
KARÂİN: Karîne'nin çoğuludur.
KARZ: Ödünç vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.
Bir kimsenin, nükût veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa vermesine de karz denir.
İKRAZ da, ödünç vermek demektir.
MUKRİZ: Ödünç alan şahıs demektir.
MÜSTAKRİZ: Ödünç olan şahıs demektir.
TEKÂRÜZ: İki şahsın birbirlerinden ödünç almaları demektir.
KİRAZ ve MUKARRAZA kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.
KAPİAT: Bir yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz demektir.
KANEVAT ve KANA kelimeleri, kanat kelimesinin çoğuludur.
MlKASÂME: Bu kelime, lügatte: Yüz güzelliği anlamına gelir.
KASÂME: Kasem gibi yemin mânâsında da kullanılır.
KSÂM: Yemin etmek demektir.
İslâm Hukukunda KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= katilin) bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri demektir.
KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
KAT'-I TARÎK: Yol kesicilik demektir.
dâr-i islâm'da, müslûmanlann veya zimmöerin mallarını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir takım kimselerin veya kuvvet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.
KÂTT-I TARİK: İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan şahıs demektir.
MAKTÛUN ALEYH: Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.
MAKTÛUN LEH: Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.
MAKTÛUN FÎH: Yol kesme olayının cerayan ettiği yer demektir.
MlKAT'-IUZV
KAT(-I UZV: Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf etmek demektir.
Meselâ: El ve ayak gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri yolmak, kat' sayılır.
KÂTP-I UZUV: Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf eden şahıs demektir.
MAKTÛ'U'L-UZUV: Bir uzvu kesilmiş olan kimse demektir.
UZV-İ MAKTU: Kesilmiş bulunan bir uzuv demektir.
KAZÂ
KAZA: Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme; vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder. Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hükümdür." veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şahsın, bir kimseyi, bir şer'î hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.
Kazâ'nın diğer mânâ ve tarifleri de şöyledir.
KAZA: Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden takdir edilen şeylerin, vukua gelmesi anlamına da gelir.
KAZA: Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir kadı'nin idaresi altında bulunan yer mânâlarını da ifâde eder.
KAZA: Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.
KAZA; İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir. KAZA: Kaymakamlık; üçe.
SİLKİ KAZA: Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.
ECEL-İ KAZA: Bir kaza neticesinde meydana gelen ölüm.
TAHT-I KAZA: Bir kadı'mn idaresi altında olan...
EZKAZA: Kaza olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.
KAZA: Tehlike.
KAZA: Hâdise, Vukuat
AKZİYE: Kazâ'nın çoğuludur; yani kazalar demektir.
KAZÂ-İ HACET: Abdest bozma.
KAZÂ-İ FİİLÎ: Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı hüküm demektir.
KAZA-I İLZAM: Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle hükmettim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.") İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun bih'i (= hakkında hüküm verilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.
KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anlamındadır.
KAZÂ-İ KAVLÎ: Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri söyleyerek bildirdiği hüküm demektir.
KAZÂ-İ TERK: Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.
KAZAEN: Kaza olarak; kaza suretiyle; bilmeyerek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ; kazârâ.
KAZA: Emir ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ: Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.
KAZF: Lügatte: Atmak demektir.
Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, ta'yir (= sucunu yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, sövme) maksadiyle zina isnâd etmek demektir.
KÂZİF: Bir kimseye zina isnâd eden şahıs demektir.
MAKZÛF: Kazfediliniş yani kendisine zina isnadında bulunulmuş kimse demektir.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazfin meydana geldiği yer demektir.
KAZF-İ SARİH: Bir kimseye karşı, seraheten zina fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...
KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.
Bir kadına hitaben: "Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...
KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların] ifade eder.
KÜFÜV: Nazîr ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir. Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının, şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bulunması demektir.
KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akrabalık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık demektir.
KASM: Bir kocanın, gücünün yettiği şeylerde, sohbet ve dostulk için gece kalma gibi hususlarda, zevceleri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye riâyet etmesi demektir.
KEFFÂRET
KEFFÂRET: Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâle, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.
Cenâb-t Hakkın bazı kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye affetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFFRET denilmiştir.
Nitekim, işlenilmiş günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani affetmeye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.
KEFFÂRÂT: Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.
İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= yasak), diğer taraftan ise mübâh olan bazı hareketlerden dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.
Keffâretler bir cihetten ibâdet, bir cihetten de ukubet (= ceza) mâhiyetindedirler. Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-) KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldürmelerden) dolayı verilecek diyetlerden başka îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.
2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını veya yansı gibi şayi bir cüz'ünü yahut rakabe gibi şahsiyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine, nikâhı müebbeden haram olan bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: ".... anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir." diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı İle cima etmesi helâl olmaz.
Keffâret-i zıhar da, köle azâd etmek; buna güç yetmiyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muktedir olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine getirilmiş olur.
3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd etmesinden; buna muktedir değilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç tutmasıdan; buna da gücü yetmiyorsa, altmış fakire bir sabah, bir akşam olmak üzere yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği gibi, kendisinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine gelmiş olur.
4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine riâyet etmeyip hânis olan (= yani, yaptığı yemini bozan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.
Keffâret-i Yemin şu şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman veya gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on fakiri, sabahlı, akşamlı doyorur veya on fakire, orta halde birer parça libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir değilse, üç gün, peşpeşV- oruç tutar.
5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak, saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir.
Bu oruçta tevâlî şart değildir. Yani bu oruç, ayrı ayrı günlerde de tutulur.
KerBret-i cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir.
KATI
KATL: Cesetten, ruhu ayıran ve gideren, müessir bir fiilin adıdır.
Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar ermesinde, âdeten müessir olan fiilin İsmidir.
KATİL: Bir hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış bulunan kimse demektir.
MAKTUL: Bir kimse tarafından öldürülmüş bulunan hayat sahibi kimse demektir.
KATİL: Kelimesi, maktul anlamında kullanılır.
KAVÂME: Rükû'dan kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar durmaktır.
KAVED: Genellikle kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında kullanılır.
Katilin boyununa ip takılarak, kısâs'm uygulanacağı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved denilmiştir. -
KAİD: Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.
KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının irad ve ilzam ettiği şeyi iltizam etmek demektir.
Meselâ: "Irâd edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi gibi....
KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
KEFALET
KEFALET: Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkında, zimmeti zimmete zam etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= talep edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek, o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt etmektir.
KEFALET kelimesi yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimelerdendir.
KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete, KEFALET Bİ'L-VECH de denir.
KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etmeye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye kefil olmak demektir.
Kefalet bi't-Taleb, borçluyu ihzar (= hazır etme huzura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile müşterektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir; Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp, kısas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.
KEFALET Bİ'L-MÂL; Hariçte mevcut veya zimmette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır. Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:
1-) KEFALET Bİ'L-AYN
2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de, kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, kendisinden istifâde edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.
KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) kendisine geri vermeye ve teslim etmeye veya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim etmeye kefil olmaktır. . Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:
1-) Kefalet bi'l-Mâl
2-) Kefalet bi'n-Nefs.
Derek ve derkç lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak) anlamına gelir.
KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna, KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna kefilim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o borca, ben zâminim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben veririm." denilmesi gibi...
KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân şahsın borcuna veya şahsına; filân malın teslimine fî'l-hâl (= bu anda, hemen, şimdi) kefil olmak gibi....
KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı zamandan itibaren kefil olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak demektir.
KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapılan kefalettir.
Bİr kimsenin borcunu, filân vakitte ödemek üzere kefil olmak gibi..
Yahut, Kefâlet-i Müeccele; Muayyen bir müddetten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;
"Filânın borcunu edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi... Bu durumda kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olunamaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi, bu mütâ-lebeyi tehir içindir.
Hatta:' 'Ben, bir ay sonra kefilin; ondan sonra kefaletten beriyim." denilse bu durumda asla kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.
KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.
"Filânın borcunu ödemeye veya şahsını teslim etmeye, bu günden şu güne kadar kefilim.'' şeklinde yapılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail olur.
KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dolayı kefil olan şahsan, diğer bir şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.
KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edilmesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.
KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak yapılan kefalettir.
Bu şart müteâref (= herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref olmazsa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.
Meselâ: Bir kimse, dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu kabul ederse; bu kefalet sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan kimseye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile ki, filân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih olduğu hâlde, bu şart muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in gücünün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (= geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durumda, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o kimse, kefaleti iltizam etmiş olur.
KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak demektir.
KEFÂLETEN: Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.
KEFİL Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten kaçındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi; birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.
Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başkasının zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN, GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.
KEFFÂRET: Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.
KELÂ: Ot yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök ve dallar arasındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldiği için, fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.
KERAHAT: Mekruh Maddesine bakınız.
KERÂHİYET
KERÂHİYET: (Lügatte) Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması demektir. Kerahet de bu mânâdadır.
KENÎSE: Bu kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir isimdi. Sonraları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için kullanılmaya başlanmıştır.
KENÂİS: Kenîse'nin çoğuludur.
KENZ
KENZ: Define demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan kenz (= define) üç kışıma aynin;
1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya müslümanlara aid olduğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defineler demektir.
2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.
3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşımayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu anlaşılmayan meskukat ve diğer definelerdir.
KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
KEYLÎ: Mekîlât Maddesine bakınız.
KEYLİYYÂT : Mekîlât Maddesine bakınız.
KISAS
KISAS: Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir kelime olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve o şeyin mislini (= benzerini) getirmek demektir.
Cûrm ile ceza arasında mümâselet (= benzeme, andırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim olmuştur. Buna göre ıstılahta KISAS: Seran, katili, makul mu-
kabilinde öldürmek veya mecruh yahut maktu (= yaralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)
KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= katledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi mukabilinde öldürmek demektir.
KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya kesen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
KrSÂSEN KATL: Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.
KISÂSEN: Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.
MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edilmesi îcâbeden şahıs demektir.
MUKTASSUN MİNH: Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.
KISMET
KISMET; Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüşmek, bölüştürmek demektir.
Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile; uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, metre ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisseler belirlenir ve sahiplerine verilir.
KISMETLER:
A-) KISMET-İ AYAN
B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:
1-) KISMET-İ CEMİ
2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye ayrılırlar. ŞÖyleki:
1-) KISMET-İ CEMİ
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
2-) KISMET-İ TERRİK
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
Simde bunların her birini hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:
KISMET-İ ÂYÂN: Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.
KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâyin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim şekli, kıyemiyatta cereyan eder.
Bu durumda, taksim edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur. Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli vakitlerde nöbetleşerek ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.
KISMET-İ CEMİ': Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asıllarının) parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen kısımlarında cem edilmiş
(= toplanılmış) olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyunu, onar onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durumda, her bir ortağın otuz koyunun her birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.
KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= ortak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edilmesi demektir.
Buna, KISMET-İ FERD de denir.
Meselâ: İki kişinin yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...
KISMET-İ RIZÂ; Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.
Bu taksim, ya ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.
KISMET-İ KAZA; Ortaklardan bazılarının talebi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksim demektir.
KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşmandan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda, gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması demektir.
KISMET-İ MÜLK de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.
KISSÎS Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımından reisleri.
KIYÂS
KIYÂS: Bir şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, o hükmün ictihâdî illetini hâiz olduğu için diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.
Bunun İctihâden illeti ise keyliyet (= ölçekle ölçülür olma) ile cinsiyettir.
Bu illet de, pirinç ve danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedilir ki, bu bir kıyâs mes'elesidir. :
MÂHSÜN ALEYH: Kıyâsta asıl olan hüküm demektir.
MÂKIS: Kıyâs'ta fer' demektir.
Kıyâs-ı fukahâ, cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki olduğundan, bu işlem mantıktaki temsil kabilinden sayılır.
İLLET-İ KIYÂS: Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile (= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu bir ribâ-dır; haramdır.
Bu haram hükmünün ictihâdî illeti, arpadaki cinsiyet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye olarak satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çünkü, arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bulunurlar.
Bu durumda arpa asıl, dan da fer'i olmuş olur.
İLLET: Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey anlamına gelir.
Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.
KEV; Köle ve câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına göre KIN: Müdebber gibi alınıp satılması caiz olmayan köle demektir.
KISMET-İ ÎDÂ; Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde, muvakkaten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet mallan, yeniden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.
KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.
MUKÂTİL: Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen savaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse demektir.
HYEMÎ; Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından birbirinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.
KTYEMİYYAT: Kıyemi olan şeyler demektir.
KIYMET
KIYMET: Değer demektir. Bu kelime, aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi mânâlan da ifâde eder.
KAİMEN KIYMET: Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaçlann bulunduklan yerin kıymeti, önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı kıymet biçilir. Bu iki kıymet arasındaki farka bakılır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen kıymeti olmuş olur.
Meselâ: Bir arsanın kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da on milyon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş olur.
MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıymeti anlamındadır.
NÂBÎTEN KIYMET: Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.
MAKLÛAN KIYMET: Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sökülmesinden) sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen kıymetinin beşte biri kadar olmuş olur.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma yahut söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.
Meselâ: Bir binanın maklûan kıymeti iki milyon lira, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse, bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş olur.
MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına gelir.
ZÎ-KIYMET: Kıymetli, değerli.
KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.
KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edilen değer; fiat.
KTYMET- MEVZUA: Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.
KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.
KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa kendi öz değeri.
KİRA: Ücret mânâsına geldiği gibi icâre (= kiraya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir. Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.
İKTİRÂ: Bir şeyi kira ile tutmak demektir*:
MUKRÎ: Bir şeyi kira İle tutan şahıs demektir.
MUKÂRÎ: Ev veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.
KİRAB: Bir yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.
KİRDAR: Bir kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi mülkünden naklederek tarla hâline getirmek İçin, o arazinin çukur ve yank yerlerine doldurduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR denilmektedir.
KİNAYE: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır. Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan hakikatler birer kinaye oludğu gibi, daha müteâref olmayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse, karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et." dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.
KSSB: Bir arazinin, tarla hâline getirilebilmesi için çukurlarına doldurulan toprak demektir.
KİSVE: Libas, elbise, giyilecek şey demektir.
KİSRÂ: Eski İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen hükümdarlar da bu lakapla anılmışlardır.
EKÂSİRE-İ ACEM: İran kisrâlan yanı İran hükümdarları demektir.
KİTAH
KİTAB: Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey demektir.
Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fasıllardan meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır. Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.
KİTÂBULLAH: Kur'ân-ı Kerim
EHL-İ KİTÂB: Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı Kerîme îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İncil'e, Tevrad'a ve Zebur'a bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.
KİTABET r= MÜKÂTEBE)
Kitabet (= Mükâtebe): Bir köle ile efendisi arasında, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir. KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulundurma cihetinden hâlen (= hâlde, hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;
KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muayyen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan yani şartlarını cami mükâtebedir.
KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar verilmek ve bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi' sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz. Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.
KİTABET
KİTABET: Bir efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek) tarikiyle cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmaktır. Bu sayede köle, kendi hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.
MÜKÂTEB: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan köle,
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan câriye.
MÜKÂTİB: Memlûkünü (= kölesini veya cariyesini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım bulunduran kitabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak ödenecek şeyin, cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.
KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu kadar dirhem gümüş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.
KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım kendisinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demektir. Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur (= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya ölü hayvan gibi mal sayılmayan, bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bâtıl bir kitabettir.
.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altındaki bir yetime ait bulunan bir memlüku (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi caizdir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlamak demektir.
Bu kitabet de caizdir. Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti reddedebilirler.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlûkünü (= köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene kabilinden olduğu İçin caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir. Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.
KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kısmını (meselâ yansını veya üçte birin).... kitabete bağlamaktır.
KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştereken (= ortaklaşa) mâlik bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe demektir.
Kirâat: (Namazda) Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.
KİTABİ: Eses itibariyle semavî bir dîne, Allah tarafından indirilmiş bir kitaba itikad etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.
KİTÂBİYYE: Kitabî tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.
EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin hey'et-i umûmîsi; kitabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.
KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.
KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana (veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k EMÂN Maddesine de bakınız.
KÜBA MESCİDİ: Medîne-i Münevvere'ye (eskiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hicret esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan mescidtir. '
Küba Mescidi, Kur'ân-ı Kerîm'de TAKVA MESCİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münevvere'de bulunduğu sıralarda, her cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.
KUBVH: Bîr şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya itaba mahal olmasıdır.
Küfür gibi.. Hür bir kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise: Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir. Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...
KUDRET: İktidar ve kuvvet demektir. Ve kudret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.
Fiite mukârin olan ve onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.
KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey yapabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.
KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin vücûbu ve zimmette devana için şarttır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla bağlıdır.
KURBET
KURBET: Yakınlık demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep olan herhangi bir güzel amel demektir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak gibi...
KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.
KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız.
IKÜRÂ: At, deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük
yüklemeye alıştırılmış öküz gibi hayvanlar demektir.
EKÂRI; Kürâ'nın çoğuludur; yani yük hayvanları demektir.
KÜFRz Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.
Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya birliğini yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resullerden herhangi birini inkâr etmek demektir.
KÂFİR: Allahu Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya Peygamberlerden herhangi birini inkar eden şahıs demektir.
EHL-İ KÜFR: Kâfirler; kâfirler topluluğu[10]
KA'BE: Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık 11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğinde, taştan yapılmış, dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.
Ka'be-i Muazzamayı, Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, yaklaşık olarak mîladdan 2000 yıl kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri, her sene hac mevsiminde yenilenen siyah bir örtü ile örtülmektedir.
KA'BE'NİN KISIMLARI
A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:
1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin doğudaki köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.
2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki köşesidir.
3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki köşesidir.
5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki köşesidir.
B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım daire şeklindeki duvara HATİM denir.
Hatim ile Beytu'Dâh arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMAİL veya HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak, buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'be de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, inşaat malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım binanın dışında bırakılmıştır.
Hz. İsmail ile annesi Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be, Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.
C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan kısmına MÜLTEZEM denir.
D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır. flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konulmuştur.
Tavafa başlarken ve her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının, mümkün olursa Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.
F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı altından yapılmış oluktur.
Altın oluk, Hatîm'in karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.
KABUL: Bir tasarrufu yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur. Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu kadar liraya sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın aldım." veya, sadece: "Kabul ettim." demesi gibi...
KABÎH: Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.
FİİL-İ KABÎH: Ayıp iş, yakışıksız davranış.
VECH-İ KABÎH: Çirkin yüz.
KA'DE
KA'DE; (Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak demektir.
Bir namazda iki defa oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise, KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.
KADI
KADI: Hâkim. Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î hükümlere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili; devlet başkanı) tarafından tâyin edilen kimse demektir.
HAKİM: Kadı Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir mânâ ifâde eder.
Çünkü bikini unvanı kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.
KADİ'L-KUDÂT: Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan kimse.
KAZASKER: Batiye sınıfının en yükseğinde bulunan şahıs.
KADÎM: Eski; eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= başlangıcım) bilen hiç kimsenin bulunmadığı şey demektir.
Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hilafını (= zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bulunduğu hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda kadîm teamüle riâyet olunur.
KAİDE: Bir çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu kat'î ve küllî bir hüküm demektir. Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cümlesi küllî bir kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî mânâlarına göre hükmederiz.
KAVÂİD: Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.
KÂİF: Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüpheleri araştıran ve takip eden kimse denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa, bir özellik sayesinde, nesepleri ilhak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep yönünden hangi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.
KÂFE: Kâif in çoğuludur.
KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.
Karabet İki kısma ayrılır:
1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' arasındaki akrabalıktan ibarettir.
2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar da iki kısma ayrılır:
a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılan akrabalık demektir. Kardeşlerin, amcaların, dayıların akrabalığı gibi...
b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..
KARÂBET-İ EB: Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir. Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..
KARÂBET-İ UM: Anne ve büyük anneler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir.
Ana bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları gibi...
KARİNE: Bir şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.
KARİNE: Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılmasına ve çözülmesine yarayan hâl, ip ucu, amare anlamına da gelir.
KARÎNE-İ KÂTTA: Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.
Meselâ; Bir şahsın, elinde bir bıçakJa, bir evden çıktığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri görülünce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...
KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei demektir.
KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tüccarın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak bu işle meşgul olması gibi,..
KARÂİN: Karîne'nin çoğuludur.
KARZ: Ödünç vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.
Bir kimsenin, nükût veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa vermesine de karz denir.
İKRAZ da, ödünç vermek demektir.
MUKRİZ: Ödünç alan şahıs demektir.
MÜSTAKRİZ: Ödünç olan şahıs demektir.
TEKÂRÜZ: İki şahsın birbirlerinden ödünç almaları demektir.
KİRAZ ve MUKARRAZA kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.
KAPİAT: Bir yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz demektir.
KANEVAT ve KANA kelimeleri, kanat kelimesinin çoğuludur.
MlKASÂME: Bu kelime, lügatte: Yüz güzelliği anlamına gelir.
KASÂME: Kasem gibi yemin mânâsında da kullanılır.
KSÂM: Yemin etmek demektir.
İslâm Hukukunda KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= katilin) bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri demektir.
KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
KAT'-I TARÎK: Yol kesicilik demektir.
dâr-i islâm'da, müslûmanlann veya zimmöerin mallarını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir takım kimselerin veya kuvvet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.
KÂTT-I TARİK: İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan şahıs demektir.
MAKTÛUN ALEYH: Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.
MAKTÛUN LEH: Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.
MAKTÛUN FÎH: Yol kesme olayının cerayan ettiği yer demektir.
MlKAT'-IUZV
KAT(-I UZV: Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf etmek demektir.
Meselâ: El ve ayak gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri yolmak, kat' sayılır.
KÂTP-I UZUV: Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf eden şahıs demektir.
MAKTÛ'U'L-UZUV: Bir uzvu kesilmiş olan kimse demektir.
UZV-İ MAKTU: Kesilmiş bulunan bir uzuv demektir.
KAZÂ
KAZA: Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme; vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder. Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hükümdür." veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şahsın, bir kimseyi, bir şer'î hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.
Kazâ'nın diğer mânâ ve tarifleri de şöyledir.
KAZA: Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden takdir edilen şeylerin, vukua gelmesi anlamına da gelir.
KAZA: Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir kadı'nin idaresi altında bulunan yer mânâlarını da ifâde eder.
KAZA: Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.
KAZA; İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir. KAZA: Kaymakamlık; üçe.
SİLKİ KAZA: Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.
ECEL-İ KAZA: Bir kaza neticesinde meydana gelen ölüm.
TAHT-I KAZA: Bir kadı'mn idaresi altında olan...
EZKAZA: Kaza olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.
KAZA: Tehlike.
KAZA: Hâdise, Vukuat
AKZİYE: Kazâ'nın çoğuludur; yani kazalar demektir.
KAZÂ-İ HACET: Abdest bozma.
KAZÂ-İ FİİLÎ: Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı hüküm demektir.
KAZA-I İLZAM: Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle hükmettim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.") İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun bih'i (= hakkında hüküm verilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.
KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anlamındadır.
KAZÂ-İ KAVLÎ: Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri söyleyerek bildirdiği hüküm demektir.
KAZÂ-İ TERK: Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.
KAZAEN: Kaza olarak; kaza suretiyle; bilmeyerek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ; kazârâ.
KAZA: Emir ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ: Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.
KAZF: Lügatte: Atmak demektir.
Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, ta'yir (= sucunu yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, sövme) maksadiyle zina isnâd etmek demektir.
KÂZİF: Bir kimseye zina isnâd eden şahıs demektir.
MAKZÛF: Kazfediliniş yani kendisine zina isnadında bulunulmuş kimse demektir.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazfin meydana geldiği yer demektir.
KAZF-İ SARİH: Bir kimseye karşı, seraheten zina fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...
KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.
Bir kadına hitaben: "Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...
KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların] ifade eder.
KÜFÜV: Nazîr ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir. Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının, şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bulunması demektir.
KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akrabalık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık demektir.
KASM: Bir kocanın, gücünün yettiği şeylerde, sohbet ve dostulk için gece kalma gibi hususlarda, zevceleri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye riâyet etmesi demektir.
KEFFÂRET
KEFFÂRET: Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâle, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.
Cenâb-t Hakkın bazı kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye affetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFFRET denilmiştir.
Nitekim, işlenilmiş günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani affetmeye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.
KEFFÂRÂT: Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.
İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= yasak), diğer taraftan ise mübâh olan bazı hareketlerden dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.
Keffâretler bir cihetten ibâdet, bir cihetten de ukubet (= ceza) mâhiyetindedirler. Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-) KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldürmelerden) dolayı verilecek diyetlerden başka îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.
2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını veya yansı gibi şayi bir cüz'ünü yahut rakabe gibi şahsiyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine, nikâhı müebbeden haram olan bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: ".... anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir." diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı İle cima etmesi helâl olmaz.
Keffâret-i zıhar da, köle azâd etmek; buna güç yetmiyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muktedir olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine getirilmiş olur.
3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd etmesinden; buna muktedir değilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç tutmasıdan; buna da gücü yetmiyorsa, altmış fakire bir sabah, bir akşam olmak üzere yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği gibi, kendisinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine gelmiş olur.
4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine riâyet etmeyip hânis olan (= yani, yaptığı yemini bozan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.
Keffâret-i Yemin şu şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman veya gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on fakiri, sabahlı, akşamlı doyorur veya on fakire, orta halde birer parça libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir değilse, üç gün, peşpeşV- oruç tutar.
5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak, saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir.
Bu oruçta tevâlî şart değildir. Yani bu oruç, ayrı ayrı günlerde de tutulur.
KerBret-i cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir.
KATI
KATL: Cesetten, ruhu ayıran ve gideren, müessir bir fiilin adıdır.
Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar ermesinde, âdeten müessir olan fiilin İsmidir.
KATİL: Bir hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış bulunan kimse demektir.
MAKTUL: Bir kimse tarafından öldürülmüş bulunan hayat sahibi kimse demektir.
KATİL: Kelimesi, maktul anlamında kullanılır.
KAVÂME: Rükû'dan kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar durmaktır.
KAVED: Genellikle kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında kullanılır.
Katilin boyununa ip takılarak, kısâs'm uygulanacağı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved denilmiştir. -
KAİD: Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.
KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının irad ve ilzam ettiği şeyi iltizam etmek demektir.
Meselâ: "Irâd edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi gibi....
KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
KEFALET
KEFALET: Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkında, zimmeti zimmete zam etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= talep edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek, o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt etmektir.
KEFALET kelimesi yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimelerdendir.
KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete, KEFALET Bİ'L-VECH de denir.
KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etmeye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye kefil olmak demektir.
Kefalet bi't-Taleb, borçluyu ihzar (= hazır etme huzura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile müşterektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir; Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp, kısas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.
KEFALET Bİ'L-MÂL; Hariçte mevcut veya zimmette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır. Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:
1-) KEFALET Bİ'L-AYN
2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de, kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, kendisinden istifâde edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.
KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) kendisine geri vermeye ve teslim etmeye veya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim etmeye kefil olmaktır. . Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:
1-) Kefalet bi'l-Mâl
2-) Kefalet bi'n-Nefs.
Derek ve derkç lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak) anlamına gelir.
KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna, KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna kefilim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o borca, ben zâminim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben veririm." denilmesi gibi...
KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân şahsın borcuna veya şahsına; filân malın teslimine fî'l-hâl (= bu anda, hemen, şimdi) kefil olmak gibi....
KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı zamandan itibaren kefil olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak demektir.
KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapılan kefalettir.
Bİr kimsenin borcunu, filân vakitte ödemek üzere kefil olmak gibi..
Yahut, Kefâlet-i Müeccele; Muayyen bir müddetten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;
"Filânın borcunu edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi... Bu durumda kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olunamaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi, bu mütâ-lebeyi tehir içindir.
Hatta:' 'Ben, bir ay sonra kefilin; ondan sonra kefaletten beriyim." denilse bu durumda asla kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.
KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.
"Filânın borcunu ödemeye veya şahsını teslim etmeye, bu günden şu güne kadar kefilim.'' şeklinde yapılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail olur.
KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dolayı kefil olan şahsan, diğer bir şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.
KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edilmesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.
KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak yapılan kefalettir.
Bu şart müteâref (= herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref olmazsa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.
Meselâ: Bir kimse, dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu kabul ederse; bu kefalet sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan kimseye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile ki, filân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih olduğu hâlde, bu şart muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in gücünün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (= geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durumda, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o kimse, kefaleti iltizam etmiş olur.
KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak demektir.
KEFÂLETEN: Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.
KEFİL Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten kaçındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi; birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.
Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başkasının zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN, GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.
KEFFÂRET: Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.
KELÂ: Ot yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök ve dallar arasındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldiği için, fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.
KERAHAT: Mekruh Maddesine bakınız.
KERÂHİYET
KERÂHİYET: (Lügatte) Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması demektir. Kerahet de bu mânâdadır.
KENÎSE: Bu kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir isimdi. Sonraları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için kullanılmaya başlanmıştır.
KENÂİS: Kenîse'nin çoğuludur.
KENZ
KENZ: Define demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan kenz (= define) üç kışıma aynin;
1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya müslümanlara aid olduğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defineler demektir.
2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.
3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşımayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu anlaşılmayan meskukat ve diğer definelerdir.
KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
KEYLÎ: Mekîlât Maddesine bakınız.
KEYLİYYÂT : Mekîlât Maddesine bakınız.
KISAS
KISAS: Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir kelime olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve o şeyin mislini (= benzerini) getirmek demektir.
Cûrm ile ceza arasında mümâselet (= benzeme, andırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim olmuştur. Buna göre ıstılahta KISAS: Seran, katili, makul mu-
kabilinde öldürmek veya mecruh yahut maktu (= yaralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)
KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= katledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi mukabilinde öldürmek demektir.
KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya kesen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
KrSÂSEN KATL: Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.
KISÂSEN: Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.
MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edilmesi îcâbeden şahıs demektir.
MUKTASSUN MİNH: Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.
KISMET
KISMET; Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüşmek, bölüştürmek demektir.
Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile; uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, metre ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisseler belirlenir ve sahiplerine verilir.
KISMETLER:
A-) KISMET-İ AYAN
B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:
1-) KISMET-İ CEMİ
2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye ayrılırlar. ŞÖyleki:
1-) KISMET-İ CEMİ
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
2-) KISMET-İ TERRİK
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
Simde bunların her birini hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:
KISMET-İ ÂYÂN: Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.
KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâyin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim şekli, kıyemiyatta cereyan eder.
Bu durumda, taksim edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur. Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli vakitlerde nöbetleşerek ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.
KISMET-İ CEMİ': Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asıllarının) parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen kısımlarında cem edilmiş
(= toplanılmış) olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyunu, onar onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durumda, her bir ortağın otuz koyunun her birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.
KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= ortak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edilmesi demektir.
Buna, KISMET-İ FERD de denir.
Meselâ: İki kişinin yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...
KISMET-İ RIZÂ; Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.
Bu taksim, ya ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.
KISMET-İ KAZA; Ortaklardan bazılarının talebi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksim demektir.
KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşmandan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda, gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması demektir.
KISMET-İ MÜLK de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.
KISSÎS Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımından reisleri.
KIYÂS
KIYÂS: Bir şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, o hükmün ictihâdî illetini hâiz olduğu için diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.
Bunun İctihâden illeti ise keyliyet (= ölçekle ölçülür olma) ile cinsiyettir.
Bu illet de, pirinç ve danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedilir ki, bu bir kıyâs mes'elesidir. :
MÂHSÜN ALEYH: Kıyâsta asıl olan hüküm demektir.
MÂKIS: Kıyâs'ta fer' demektir.
Kıyâs-ı fukahâ, cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki olduğundan, bu işlem mantıktaki temsil kabilinden sayılır.
İLLET-İ KIYÂS: Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile (= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu bir ribâ-dır; haramdır.
Bu haram hükmünün ictihâdî illeti, arpadaki cinsiyet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye olarak satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çünkü, arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bulunurlar.
Bu durumda arpa asıl, dan da fer'i olmuş olur.
İLLET: Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey anlamına gelir.
Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.
KEV; Köle ve câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına göre KIN: Müdebber gibi alınıp satılması caiz olmayan köle demektir.
KISMET-İ ÎDÂ; Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde, muvakkaten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet mallan, yeniden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.
KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.
MUKÂTİL: Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen savaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse demektir.
HYEMÎ; Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından birbirinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.
KTYEMİYYAT: Kıyemi olan şeyler demektir.
KIYMET
KIYMET: Değer demektir. Bu kelime, aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi mânâlan da ifâde eder.
KAİMEN KIYMET: Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaçlann bulunduklan yerin kıymeti, önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı kıymet biçilir. Bu iki kıymet arasındaki farka bakılır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen kıymeti olmuş olur.
Meselâ: Bir arsanın kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da on milyon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş olur.
MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıymeti anlamındadır.
NÂBÎTEN KIYMET: Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.
MAKLÛAN KIYMET: Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sökülmesinden) sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen kıymetinin beşte biri kadar olmuş olur.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma yahut söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.
Meselâ: Bir binanın maklûan kıymeti iki milyon lira, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse, bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş olur.
MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına gelir.
ZÎ-KIYMET: Kıymetli, değerli.
KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.
KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edilen değer; fiat.
KTYMET- MEVZUA: Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.
KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.
KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa kendi öz değeri.
KİRA: Ücret mânâsına geldiği gibi icâre (= kiraya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir. Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.
İKTİRÂ: Bir şeyi kira ile tutmak demektir*:
MUKRÎ: Bir şeyi kira İle tutan şahıs demektir.
MUKÂRÎ: Ev veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.
KİRAB: Bir yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.
KİRDAR: Bir kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi mülkünden naklederek tarla hâline getirmek İçin, o arazinin çukur ve yank yerlerine doldurduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR denilmektedir.
KİNAYE: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır. Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan hakikatler birer kinaye oludğu gibi, daha müteâref olmayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse, karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et." dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.
KSSB: Bir arazinin, tarla hâline getirilebilmesi için çukurlarına doldurulan toprak demektir.
KİSVE: Libas, elbise, giyilecek şey demektir.
KİSRÂ: Eski İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen hükümdarlar da bu lakapla anılmışlardır.
EKÂSİRE-İ ACEM: İran kisrâlan yanı İran hükümdarları demektir.
KİTAH
KİTAB: Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey demektir.
Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fasıllardan meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır. Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.
KİTÂBULLAH: Kur'ân-ı Kerim
EHL-İ KİTÂB: Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı Kerîme îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İncil'e, Tevrad'a ve Zebur'a bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.
KİTABET r= MÜKÂTEBE)
Kitabet (= Mükâtebe): Bir köle ile efendisi arasında, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir. KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulundurma cihetinden hâlen (= hâlde, hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;
KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muayyen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan yani şartlarını cami mükâtebedir.
KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar verilmek ve bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi' sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz. Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.
KİTABET
KİTABET: Bir efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek) tarikiyle cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmaktır. Bu sayede köle, kendi hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.
MÜKÂTEB: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan köle,
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan câriye.
MÜKÂTİB: Memlûkünü (= kölesini veya cariyesini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım bulunduran kitabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak ödenecek şeyin, cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.
KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu kadar dirhem gümüş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.
KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım kendisinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demektir. Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur (= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya ölü hayvan gibi mal sayılmayan, bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bâtıl bir kitabettir.
.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altındaki bir yetime ait bulunan bir memlüku (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi caizdir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlamak demektir.
Bu kitabet de caizdir. Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti reddedebilirler.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlûkünü (= köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene kabilinden olduğu İçin caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir. Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.
KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kısmını (meselâ yansını veya üçte birin).... kitabete bağlamaktır.
KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştereken (= ortaklaşa) mâlik bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe demektir.
Kirâat: (Namazda) Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.
KİTABİ: Eses itibariyle semavî bir dîne, Allah tarafından indirilmiş bir kitaba itikad etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.
KİTÂBİYYE: Kitabî tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.
EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin hey'et-i umûmîsi; kitabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.
KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.
KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana (veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k EMÂN Maddesine de bakınız.
KÜBA MESCİDİ: Medîne-i Münevvere'ye (eskiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hicret esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan mescidtir. '
Küba Mescidi, Kur'ân-ı Kerîm'de TAKVA MESCİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münevvere'de bulunduğu sıralarda, her cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.
KUBVH: Bîr şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya itaba mahal olmasıdır.
Küfür gibi.. Hür bir kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise: Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir. Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...
KUDRET: İktidar ve kuvvet demektir. Ve kudret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.
Fiite mukârin olan ve onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.
KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey yapabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.
KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin vücûbu ve zimmette devana için şarttır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla bağlıdır.
KURBET
KURBET: Yakınlık demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep olan herhangi bir güzel amel demektir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak gibi...
KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.
KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız.
IKÜRÂ: At, deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük
yüklemeye alıştırılmış öküz gibi hayvanlar demektir.
EKÂRI; Kürâ'nın çoğuludur; yani yük hayvanları demektir.
KÜFRz Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.
Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya birliğini yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resullerden herhangi birini inkâr etmek demektir.
KÂFİR: Allahu Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya Peygamberlerden herhangi birini inkar eden şahıs demektir.
EHL-İ KÜFR: Kâfirler; kâfirler topluluğu[10]