Ş
ŞADIM VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
ŞAİBE: Leke, kusur; noksan, nakısa. Kötü eser, iz.
ŞÂRİH: Bir kitabı şerh eden kimse.
ŞAKTK: Ana-baba bir demektir.
AH-İ ŞAKIK: Ana-baba bir erkek kardeş.
UHT-İ ŞAKIRA: Ana-baba bir kız kardeş.
AMM-İ ŞAKIK: Ana-baba bir amca demektir.
ŞART: Lügatte: Lâzım olan alâmet anlamına gelir.
ŞÜRÛT: Şart'ın çoğuludur; yani şartlar demektir.
ŞERAİT: Bu da şart'ın çoğuludur ve şartlar demektir.
Istılahta ŞART: Kendisinin üzerine tesir ve ifzâ (= Isâl = ulaştırma) bulanmaksızın hükmün varlığı tevakkuf eden şeydir.
Meselâ: Nikâhın sıhhati İçin, şahitlerin mevcut olması şarttır. Şahit ise, nikâha* müessir ve mufzî değildir; şahit bulunduğu hâlde nikâh akdedilmeyebilir. Fakat nikâhın sahih bir şekilde akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.
SÜRGÜN: Nefy Maddesine bakınız.
ŞART-I HAKÎKİ: Kendi üzerine, işin aslında veya şeriat nazarında bir şeyin vücûdu tevakkuf eden bir şarttır ki, bu şart bulunmayınca, o şey hakkındaki hüküm sahih olmaz. Meselâ: Nikâhta, şahidlerin bu-
lunması, bir şart-ı hakîkîdir. Yani, şahitler bulunmazsa, nikâh sahih olmaz.
ŞART-I CA'Ü: Mükellef tarafından üzerine bir tasarrufun sarahaten veya delâleten ta'lik edilmiş (bağlanmış) bulunduğu şarttır. Bu şart ya, şart edatı Ue yapılır. Şöyle ki: Bir kimsenin, karısına hitaben: "Filân yere gidersen, boş ol." demesi gibi... Bu durumda, kadın o yere gidince, talâk hükmünün şartı bulunmuş olur. Ve, bu şart tahakkuk etmedikçe, talâk da vâki olmaz.
Yahut, bu şart, şart edatı söylenmeden, şart kelimesini, içine alacak bir şekilde yapılır. Şöyle ki: Bir kimsenin, karısına hitaben "Filân yere gittiğinde benden boşsun.'' demesi gibi... Görüldüğü gibi, bu ifade de "... gidersen...." mânâsı mütezarnmmdır. Bu ikinci şekle DELÂLETEN ŞART adı da verilir. Şart-ı câ'lî'ler iki kısma ayrılır:
a-) ŞART-I TA'LÜrf: Bir cümlenin mazmununun meydana gelmelini, Diğer bir cümlenin mazmununun meydana gelmesine bağlamak demektir. Burada bağlanan cümleye muallak bi'ş-şart, kendisine bağlanan cümleye de muallakün aleyh veya sadece şart denir.
Muallakün aleyh olan şart, henüz madum olduğu hâlde, daha sonra meydana geleceği umulan bir şeyse, ta'lik keyfiyeti tahakkuk eder; aksi takdirde ta'lik tahakkuk etmez.
b-) ŞART-I TAKYİDİ: Şart edâü zikredilmeden, asıl akdi bir kayıt Ue takyid etmek demektir.
Burada, takyid edilen şeye meşrut veya mukayyed bi'ş-şart; o kayda da şart denilir. Bu şart, genellikle "üzerine" "şartıyle" lafızlanyla ifâde edilir. Ve bu şart, sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır.
ŞAVT
TAVAFTA ŞAVT: Ka'be'nin etrâfim, Hacer-i Es-ved'den başlayıp, tekrar aynı yere gelinceye kadar, bir defa dolaşmak demektir. 7 şavt, bir tavaf olur.
SA'Y'DE ŞAVT: Safâ'dan Merve'ye gidiş ve Mer-ve'den Safâ'ya dönüşlerden her biri demektir.
ŞAYİ*: Herkes tarafından bilinen; yayılmış, duyulmuş.
ŞAYİ': Taksim edilmemiş müşterek hisse.
ŞAYİ* HİSSE: Müşâ Maddesine bakınız.
ŞEBHUN: Gece baskını. Düşmana geceleyin hücum etmek ve igâre (= çapul, yağma etme) mânâlarına gelir.
Lûgât anlamı: Gayrete düşürmek, teşvik etmek demektir.
ŞEC: Bir kimsenin başını veya yüzünü ayralamak fiilidir.
ŞAC: Şecce denilen yarayı açan şahıs demektir.
MEŞCÛC: Şecce denilen yarayı alan yani bir başkası tarafından başından veya yüzünden yaralanmış bulunan kimse demektir.
ŞEC: Aslında, geminin sulan yararak denizde kayıp gitmesi demektir.
Başta veya yüzde deriyi ve eti yararak kemiğe doğru sirayet eden yaralara da, bu gibi benzerliklerden dolayı ŞECCE denilmiş olması muhtemeldir.
ŞECCE: Başa veya yüze isabet eden yara demektir.
ŞİCÂC: Şecceler demektir.
Şecceler; hârisa, dâmia, dâmiye, bâzıa, mütelâhime, simhâk, muzîha, hâsime, münakkile, âmme, dâmi-ğa isimleri ile on bir. kısma ayrlır. ! Bu kelimeler için ilgili maddelere bakınız.
H Şet (= Çift) Namazların her iki rek'atine bir şef denir.
Dört rek'atli bir namazın Önceki iki rek'atine şef-i evvel; diğer iki rek'atine ise şeF-i sânî denir.
Üç rek'atli bir namazın üçnücü rek'atine de şef-i sânî denilir.
ŞEHÂDET
ŞEHÂDET: Bir kimsenin, başka bir şahısta bulunan hakkını isbat için, şehâdet lafzıyla hâkimin huzurunda ve hasmın muvacehesinde vâki olan doğru ihbarı demektir.
Meselâ: Bir kimsenin hâkimin huzuruda: "Bu da'-vâcının, bu da'valıda, karz cihetinden, su kadar alacağı olduğuna şehâdet ederim." denilmesi gibi...
ŞAHİD: Bir kimsenin, başka bir şahısta, bir hakkının bulunduğunu, hâkimin huzurunda, bu taraflara karşı haber veren kimse demektir.
MEŞHUDUN LEH: Lehinde şehâdetle bulunulan kimse.
MEŞHUDUN ALEYH: Aleyhinde şehâdette bulunulan kimse.
MEŞHUDUN BİH: Hakkında şahitlik yapılan husus demektir.
ŞEHÂDET-İ HİSBE: Bazı hususlar hakkında, sırf Allah rızası için ve bir talep vâki olmadan gidip şahitlik yapmak demektir.
ŞEHÂDET-İ Bİ'T-TESÂMU:' Bir kimsenin halktan işittiği bir olay hakkında, mahkemede şehâdette bulunması demektir.
Meselâ, bir kimsenin, bir yerin vakıf olduğu hakkında, hâkimin huzurunda: "Ben, bu yerin vakıf olduğunu, güvenilir kimselerden işittim." demesi, bir şebâdet-i bi't-tesâmu'dur.
ŞEHÂDET Bİ'T-TEVÂTÜR: Bir hâdise hakkında, tevatür haddine ulaşan bir topluluk tarafından yapılan şehâdet demektir.
ŞEHÂDET ALE'Ş-ŞEHÂDE: Bir olay hakkında şahit olan bir kimsenin bu husustaki şahitliğine, bir başka kimsenin şehâdet etmesidir.
TAHAMMÜL-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, kendisinden hakkında şahitlik etmesi istenilecek hususu iyice ihata etmesi ve o konuda şahadeti yerine getirebilecek bir vukufa mâlik olması demektir.
EDÂ-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, muttalî olduğu birşey hakkında, mahkemede, bilfiil şehâdette bulunması demektir.
ŞEHÂDET-İ ZÛR: Yalan yere, hakikate muhalif olarak yapılan şehâdet demektir.
İŞHAD: Bir kimseyi, bir husus hakkında şahit tutmak; bir hâdiseyi, ona şehâdet edecek kimseye gösterip, hikâye etmek demektir. Buna İSTİŞHÂD da denir.
Bununla beraber İSTİŞHÂD: Şahit talep etmek anlamında da kullanılır.
NİSÂB-I ŞEHÂDET: Bir hâdise hakkında, şehâ-deÛeri makbul olacak kimselerin sayısı demektir. Meselâ: Borç hakkında nisâb-ı şehâdet iki erkek veya bir erkekle iki kadındır.
TEZKİYE-İ ŞÜHÛD: Bir hadise hakkında şahitlik yapan kimselerin, bu şehâdete ehil bulunduklarını, başka kimselerden gizli veya açıktan sorularak tesbit edilmesi demektir.
Bundan dolayı, şahitlerin tezkiyesi:
a-) Sirren (= gizli) tezkiye
b-) Alenî (= açık) tezkiye olmak üzere İM kısma ayrılır.
MÜZEKKÎ: Şahitlerin şehâdete ehil olduklarını haber veren yani onların temiz olduğunu bildiren zât demektir.
MÜZEKKÂ: Tezkiye edilmiş olan şahit demektir.
TA'DÎL-İ ŞÜHÛD: Bir hâdise hakkında şehâdette bulunan kimselerin tezkiye edilmeleri yani onların şehâdete ehil ve âdil kimseler olduklarına dâir karar verilmesi demektir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Edâ-i Şehâdette bulunacak kimselerin kebîrelerden müctenip, sağîrelere de gayr-i musir olması keyfiyetidir. Yani, şahitlik yapacak kimselerin, büyük günâhlardan kaçınan ve küçük günâhlarda İsrar etmeyen bir kimse olması hâlidir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Şahitlerin hasenatının seyyi-âtuıa galip olması, yani iyiliklerinin kötülüklerinden (sevaplarının, günâhlarından) fazla bulunması anlamına da kullanılır.
TA'N-İ ŞUHÛD: Bir olaya şahitlik eden şahısların, bu şehâdette yalancı olduklarına dair da'vâcı tarafından ortaya atılan iddia demektir.
Makbul sebeplere dayanan bir tâ'na TECRÎH-İ ŞÜHÛD da denir.
CERH-İ ŞÜHÛD: Şahidlerin fışkını ve adaletten . mahrum bulunduklarını iddia etmek ve ortaya koy-
mak demektir.
Cerh-i ^âhûd iki kısma aynlır:
1-) CERH-İ MÜCERRED: Şahide, belirli bir ilâhî hakla veya kul hakkını mutazammın olmayan bir şekilde ta'nde bulunmaktır.
Meselâ: "Bu şahitler fâsıktırlar."; "Bunlar, yalan yere yemin eden kimselerdir." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu cerh-i mücerredi, hâkime, gizlice haber verir ve şahit getirerek bu İddiasını isbât ederse; bu durumda hâkim mecruh olmuş bulunan bu şahitlerin şehâdetlerini reddeder. Bu şahitlerin önceden tezkiye edilmiş olmaları hâlinde de, bu hüküm değişmez.
2-) CERH-İ MÜREKKEB: Belirli bir İlahî hakta veya belirli bir kul hakkını mutazammın bulunan cerh'tir.
Meselâ: "Bu şahitler, bir şahsı amden katletmişlerdir." veya:' 'Bu şahitler, yalan yere şahitlik yapmak için şu kadar para almışlardır." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu cerhi, beyyine ile isbât ederse; bu şahitlerin şehkdetleri reddolunur.
FISK-I ŞÜHÛD: Şahitlerin, şehâdetlerinin kabul edilmesine manî olacak gayr-i meşru' bir ma'siyetle, kötü bir hâl ile muttasıf bulunmaları hâlidir.
RÜCU' ANİ'Ş-SEHÂDE: Bir kimsenin, yapmış olduğu şehâdetten dönmesi ve (meselâ): "Yalan yere şehâdet ettim."; "Yanlış şehâdette bulundum." diyerek şehâdetini iptal etmek istemesidir ki, görüldüğü gibi bu, isbât edilen bir şeyi nefyetmek demektir.
ŞEHÂDET Fİ'IAZİNÂYE: Bir cinayet hakkında, mahkemede vuku' bulan şehâdet demektir.
ŞEHÎD
ŞEHÎD: Allah yolunda yapılan bir muharebe esnasında yahut *hl-i bağy ile veya yolkesicilerle mukâtele sırasında haksız yere öldürülen ve bu esnada baliğ ve tâbir bulunan herhangi bifmüslüman demektir.
Bu şekilde öldürülen şahıs, hem dünya, hem de âhi-ret ahkâmı bakımından şehîd olduğundan, kendisine ŞEHİDİ HAKÎKÎ denir.
ŞEHİD-İ HÜKMÎ: Suda boğularak ölen, ateşte yanarak ölen, garib olarak ölen; tahsil yolunda ölen; zâtü'1-cenb (= satlıcan = akciğer Örtüsünün iltihâbı) gibi bir hastalıktan ölen herhangi bir müslüman da hükmî şehîd sayılır.
Bunlar, şehid sevabına nail olacakları cihetle, sadece âhirei ahkâmı bakımından şehid sayılırlar. Fakat, dünya ahkamı bakımından şehid olmadıklarından, defnedilmeden önce gasl edilirler. ŞEHÎD tâbiri, huzur anlamına gelen şuhûd'dan veya şahadetten alınmıştır.
Hak yolunda hayatım feda eden bir mücâbid, bu şerefli ölüm sayesinde Allahu Teâlâ Hazretlerinin manevî huzuruna nail olacağı veya o mücâhidin, bu şanlı ölümünde, melaike-i kiramın hazır bulunacağı cihetle, kendisine ŞEHİD unvanı verilmiştir.
Şehr-i siyam: Ramazan-i şerîf ayı
ŞEHVET
ŞEHVET: Hevâyi nefis; nefsin meyletmesi; bir şeyi sevip, ona meyi ve rağbet etmek anlamlarına gelir.
iŞi İHA da şehvet anlamında kullanılabilir.
ŞEHVET'in çoğulu ŞEHAVÂT'dr.
TEŞEHHÎ: Bir kimseden, bir şeyi peyderpey arzu ve talep etmek demektir.
ŞEHVANÎ: Pek şehvetli kimse demektir.
ŞEHİYY: Görenlerin iştihasını celbeden şey anlamına gelir.
Hürmet-i musâharayı icâbeden şehvetle dokunmak veya bakmaktan maksat, tam dokunurken veya bakarken tenasül âletinin intişar etmesi; şayet o anda münteşir ise, bunun artmasıdır. Müftâbih olan budur. Dİğer bir kavle göre, bu şehvetten maksat, bu dokunma ve bakma sırasmda, kalben vücûde gelen bir iştihâdır. Veya, bu durumda iştiha mevcud ise, bunun artmasıdır. Tenasül âletinin intişarı ve teharrü-kû şart kılınmamıştır.
ŞEKAVET: Eşkiyâlık, haydutluk. Bedbahtlık, bah-tıkaralık.
ŞEKÎK: Ana-baba bir erkek kardeş demektir ki, buna: AH LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN AH da denir.
ŞEKÎKA: Ana-baba bir kız kardeş demektir ki, buna: UHT LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN UHT da denir.
ŞERÂİR-Î VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
ŞARAP:
Şarap: İçilen mayi (= akıcı) şey.
Şarabın çoğulu eşribe (= içilen sıvı şeyler)dir.
Istılahta şarap: Sarhoşluk veren herhangi bir mayi demektir.
Hamr denilen içkiye de şarap denir, Meşûbat: İçilen şeyler demektir. Bu kelime sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaz.
ŞERİAT
ŞERİAT: Aslında şen, şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol anlamına gelir.
Daha sonra bu kelime ahkam-ı dîniyye (= dînî hükümler) anlamında kullanılmıştır. Çünkü, dînî hükümler de, insanları içtimaî ve manevî hayatın devamına sebep olan bir feyze ve yükselmeye kavuşturacak olan ilâhî bir yoldur. ŞER' lafzı, bir şeyi ortaya koyma ortaya çıkarma; açıklama anlamlarını ifâde ettiği gibi, şeriat vaz etmek anlamında da kullanılır. ŞER' kelimesi, ŞERİAT kelimesi ile eş anlamlıdır ve bu iki kelime birbirlerinin yerine de kullanılmaktadır. Istılahta ŞERİAT: Allahu Teâlâ'mn, kullan için vaz ' etmiş olduğu dini ve dünyevî hükümlerin hey'et-i mecmûasidır(= toplamıdır; tamamıdır). Bu itibarla şeriat kelimesi, din kelimesi ile eşanlamlıdır. Ve şeriat hem inanç esaslarını, hem de ibâdet, ahlâk ve muamelâtı ihtiva etmektedir. -
Bununla beraber şeriat kelimesinin, yalnız ahkâm-ı fer'iyye (yani ibâdet, ahlâk ve muamelât) için kullan nılması daha yaygındır.
Genel anlamına göre ŞERİAT: "Bir Peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun" demektir.
ŞERÂİ: Şeriatler demektir.
ŞÂRİ'İ MÜBÎN: İlâhî kanunu yani şeriatı asıl vaz eden yüce zât yani Cenâb-ı Hakk anlamında kullanılır.
ŞÂRÎ: İlâhî kanunu İnsanlara tebliğ etmiş bulunan peygamber demektir.
AHKAMİ ŞER'İYYE: İlâhî kanunun hükümleri demektir ve bu tâbirle Kur'ân'a, hadîse ve icmâa dayanan hükümler kasdedİlir. İslâm müctehidlerinin kıyâs ve ictihad yoluyla çıkardıkları hükümlere ise AHKÂM-I FIKHIYYE ve MESÂİL-İ FER'İYYE-İ AMELİYYE denir. Ancak, bunlar da şer'î esaslara dayandığı için abkâm-i şer'îyye ıtlak olunmaktadır. Dolayısiyle ahkâm-ı ftkhiyye, mesâil-i fikhiyye tâbirleri de aslında fürûata ait ve içtihada dayanan hüküm ve mes'eklerden ibaret olduğu hâlde, hem nass ve icmâa dayanan şer'î ahkâm ve mes'elelere, hem de ictihad ve kıyâsa dayanan mes'elelere ve hükümlere şâmil, umûmî bir unvan olarak kullanılmaktadır.
ŞERİAT-I GARRÂ İslâm Dini.
ŞERİÂT-I MÜHAMMEDİYYE: İslâm Dini.
ŞERİAT-I ÎSEVİFYE: Hz. İsa'nın şeriatı.
ŞERİAT-I SÂLİFE: Önceki Peygamberlerin şeriati.
ŞER'Î: Şeriate ait; şeriatle ilgili; şeriate uygun.
HÜKM-İ ŞER'Î: Şeriate uygun hüküm.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: Şer'i mahkeme. Da'-vâlara, şeriat hükümlerine göre bakan mahkeme.
ŞEYH
Şeyh:
1-) Büyük ve Ulu kişi; Yaşlı adam, ihtiyar.
2-) Âlim.
3-) Bir tekke veya zaviyede reislik eden ve müritleri
bulunan kimse.
4-) Kabile ve aşiret reisi.
Şeyh'in çoğulu meşâyih, şüyûh ve eşyâh gelir.
Şeyhayn (= iki şeyh): (Fıkıhta) Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile İmâm Ebû Yûsuf
Şeyhayn: (Tarih ve Siyer Kitaplarında) Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer.
Şeyhayn: (Hadiste) Imâm-ı İslâm-ı Buhârî ile imâm Müslim.
Şeyhayn: (Usûl'de) Fahru'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Eimme Serahsî
Şeyhu'l-İslâm: Fetva ve kadılık makamına yükselen büyük fakryhlere verilen bir ünvardır.
Bazı âlimler, resmî vazifesi olmadan da şeyhu'I-Islâm unvanını taşır. BürhanücJdin Mergînânî gibi...
Şeyhûl'-Islâm ünvânı, hicrî beşinci asırdan sonra çok kullanılmıştır.
Şeyhu'l-Islâm'lık, Osmanlılarda resmî bir makam olmuştur. İlk Şeyhu'l-İslâm Molla Şemseddin Fe-
nârî, son şeyhu'l-İslâm ise Medenî Mehmed Nuri Efendi'dir,
ŞEYHU'L-HADİS: Hadis Maddesine bakınız.
ŞİAR
ŞİAR: Alâmet, işaret, iz anlamında olan bu kelime parola mânâsında da kullanılır. Bu anlama göre ŞİAR (= Parola): Askerlerin, savaş esnasında birbirlerini tanımaları ve bilmeleri İçin kendi aralarında belirledikleri alâmet ve tâbir demektir.
Ashâb-ı Kiramın bir çok savaşlarda şiarları (= parolaları) "Emit! Emit. (= Öldür! öldür!" kelimeleri İdi. düşmanı yenmekte uğur saydıkları için bu kelimeleri şiar olarak seçmişlerdir.
ŞİBH-İAMD: Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şey ile kasden öldürmek demektir. Şibh-i amd'e ŞİBH-İ HATÂ'da denir.
ŞİRÂ: Satın almak demektir.
ŞİRB-İHÂS: Madud (= sayılan belirli) şahısların, ziraat yaptıkları yerleri sulamak için, bir akar sudaki şirb haklan (= sulama hisseleri) demektir.
Umûmun istifâde ettiği ırmaklardan su almak, şirb-i hâs kabilinden değildir.
Sayılan en çok yüzden ibaret olan şahıslar MADUD itibar olunurlar.
Aslında ŞİRB: Bir kimsenin, bir suda bulunan hissesi, nasibi demektir.
ŞİRKET
ŞİRKET: Lügatte: Ortaklık; ortak olmak anlamına gelir.
Istılâhte ŞİRKET: Bir şeyin, birden fazla kimselere mahsus obuası ve o kimselerin o şey ile imtiyaz etmeleri demektir.
Bununla beraber ŞİRKET tâbiri, böyle bir ihtisasa (= mahsus kılmaya) sebep olan şirket akdetmek anlamında da yaygın olarak kullanılır.
ŞERİK: Şirket sahiplerinden her biri yani ortak demektir.
İŞTERİK ve MÜŞÂRİK kelimeleri de, ortak anlamına gelir.
MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mâl demektir.
Buna MÂL-İ MÜŞTEREKÜN FÎH de denilir.
İŞTİRAK: Ortaklık demektir.
Başlıca şirket çeşitleri şunlardır:
ŞİRKET-İ MÜLK: Bir malın, birden çok kimseye, mülk edinme sebeplerinden biri ile muhtes olması (= ona ait bulunması) demektir.
Şirketi Mülk:
A-) İhtiyarî olan Şirket-i Mülk
B-) Gayr-i İhtiyarî olan Şirket-i Mülk olmak üzere ild kısma aynin.
Satın alma, yapılan karşılıksız bir hibeyi veya bir vasiyeti kabul etme gibi, ortakların kendi fiilleriyle sabit olan şirket, bir İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Mîras kalması veya malların bir birinden kolaylıkla aynlamıyacak bir şekilde karışmış bulunması gibi bir sebeple meydana gelmiş bulunan ve ortaklıkların fiilleriyle sabit olmayan şirket de, bir GAYRİ İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Meselâ: Bir evde veya birbirine karışmış bir miktar zâhirdef, iki/şahsuı hisse sahibi olmaları gibi... Bu şahıslar, şerik, müteşarik, ortak ve hissedar gibi lafızlarla anılırlar.
ŞİRKET-İ AKD: İki veya daha ziyâde kimseler arasında, bir akd ile (ya-ni: İcâb ve kabul ile) meydana gelen bir şirkettir. Bu şirkel, elde edilecek kârın, müşterek (= ortaklaşa) olması amacıyla kurulur.
Şirket-i Akd:
1-) ŞİRKET-İ BVÂN
2-) ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bu iki şirketten her biri de:
a) ŞİRKETİ EMVAL
b-) ŞİRKETİ ÂMÂL
c- ŞIRKET-İ VÜCÛH olmak üzere üçer kısma ayrılırlar. Şimdi, sırası ile bu şirketlere bakalım:
ŞİRKET-İ EVÂN: Ticâret gibi bir maksatla, iki veya daha fazla kimse tarafından sermâye konularak akd edilen bir şirkettir.
Bu şirkette, ortaklar arasında tem bir eşitliğin bulunması şart koşulmaz.
Meselâ: Birim sermayesi on bin, diğerin sermâyesi ise beş bin lira olabilir.
Inân: Zuhur mânâsına geldiği gibi, dizgin anlamını da ifâde eder.
Bu ortaklığın, inan ortaklığı olarak anılmasının sebebi, ya şirketin bazı mallar da zuhur etmesi veya bu şirket sayesinde ticâretin dizginin elde edilmiş olmasıdır.
ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA: Ortaklar arasında, hem sermâyenin miktarı, hem de ribhden (= kârden) hisseleri eşit bir hâlde bulunup; hiç birinin, fazla ticârete elverişli malı bulunmamak üzere akkdedilenbir şirkettir.
Imâm-ı A'zam ile imâm Muhammed'e göre, bu şirkette ortakların tasarruflarının da eşitlik özere olması şarttır, Dolayısiyle ortaklardan birinin, alıp-satabileceği bir şeyi, diğerleri de ahp-satabilmelidir. Bu duruma göre, bir müslüman, bir gayri- müslimle şirket-i müfâveda kuramaz. Çünkü, gayri- müslim, şarap ve domuz gibi alıp-satabileceği hâlde; bir müslüman, bunları alıp-satamaz. imâm Ebû Yûsuf a göre, bu şirkette ortakların tasarruflarında eşitlik şart değildir.
MÜFÂVİDÎN: Müfâveda yoluyla şirket kuran kimseler demektir.
ŞİRKET-İ EMVAL: Ortakların, ortaya sermaye olarak bir miktar mal koyup, beraberce veya ayn ayn alıp-satmalan veya bu ciheti şart koşmadan alışverişte bulunarak meydana gelecek kân, bir nisbet dahilinde, aralarında taksim etmeleri demektir.
ŞİRKET-İ A'MÂL: Ortakların, kendi amellerini i {= çalışmalarını) sermâye edinip, başkalanndan iş taahhüd ve itizâm etmeleri ve meydana gelen kazancı da aralannda taksim etmeleri demektir. Buna, ŞİRKET-İ EBDÂN, ŞİRKET-İ SANAYİ' ve ŞİRKET-İ TEKABÜL adlan da verilir.
İki mimarın, iki terzinin veya bir mimar ile bir boyacının ortak olmaları gibi....
ŞİRKET-İ VÜCÛH: Birden çok şahıslann, sermâyeleri olmadığı hâlde, itibarlariyle, veresiye mal ahp-satmalan ve ribhini (= kânnı) aralannda taksim etmeleri suretiyle kurmuş oldukları şirkettir. Buna, ŞİRKET-İ MEFÂLİS de denir.
Bu şirket, vecâhet ve itibar sahipleri tarafından kurulacağı için ŞİRKET-İ VÜCÛH; ortaklarının sermâyeleri bulunmadığı için de ŞİRKET-İ MEFÂLİS adını almaktadır.
ŞİRKET-İ İBÂHA; Mübâh olan şeyleri (yâni: El' atında bulunmayan sular, hüdâyi nâbit otlar ve av hayvanları gibi, aslında hiç bir kimsenin mülkü olmayan şeyleri) almak ve elde etmek, elde bulundurmak ile temellük hususunda, âmmenin müteşarik (= ortak = hissedar) olması demektir.
ŞİRKET-I MUDARABE: Bir taraftan sermâye, diğer taraftan emek (= say' ve çalışma) olmak üzere akdedilen bir şirket nev'idir.
Bu şirkette sermâye sahibine RABBÜ'L-MÂL; çalıdan şahsa da MÜDARİB denir.
ŞİRKET-İ CEBRİYE: Ortaklann fiilleriyle değil, başka bir sebeple meydana gelen şirkettir. Mîrâs yolu İle veya birbirlerinden ayınlması güç olan mallann, kendi kendilerine kanşmalanyle meydana gelen ortaklık gibi...
ŞİRKET-İ İHTİYÂRİYYE: Ortaklann fiilleri ile meydana gelen şirkettir.
İki şahıs tarafından müştereken alınan bir evdeki ortaklık gibi..
ŞİRKET-İ AYN: Muayyen, mevcud ve iştiraki kabil olan bir mâldeki ortaklıktan ibarettir.
İki kimsenin satın almış oldukları bir evdeki ortaklıkları gibi...
ŞİRKET-İ DEYN: İki veya daha çok kimseye ait olup, bir sebepten dolayı, bir şahsın zimmetinde sâ-bit olan alacaktaki ortaklık demektir.
İki şahsın, satmış oldukları, müşterek bir mallarının bedelinden dolalı, o malı satın alan müşterinin zimmetinde bulunan alacaklanndaki ortaklıkları gibi. Deyn-î Müşterek Maddesine bakınız.
ŞÜBHE: Sabit olmadığı hâlde sabite müşabih olan (= benziyen) şeydir.
Başka bir tarife göre ŞÜBHE: Haram mı, helâl mı olduğu yakînen bilinmeyen şey demektir.
ŞÜBHE-İ MÜLK: Bu şübhe, mahalde sabit olan bir şübhedir. Ve bu şübhe; hılle (= helâl olmayan) bir mâni bulunduğu hâlde, buna bakılmayarak, mü-cerred hürmete (= haram olmaya) münâfi görülen bir delilin mevcut bulunmasından ortaya çıkar. Buna, ŞÜBHE-İ MAHAL de denir.
Mahallin hılline dair bir şer'î hüküm şüphesi sabit olduğu için, buna ŞÜBHE-İ HÜKMİYYE de denilmiştir.
ŞÜBHE-İ AKD: Sûreteri mevcud bulunan bir nikâh akdinden meydana gelen şübhedir.
Buna, ŞÜBHE-İ NİKÂH da denir.
Meselâ: Şahidsiz olarak akdedilen bir nikâhın hıüi (= helâlliği) hakkındaki şübhe gibi...
Bu şübhe İle had sakıt olur.
ŞÜBHE-İ İŞTİBÂH: Bazı haklann ve hükümlerin cereyanından ileri gelen şübhedir.
Bu şübhe, bazen şübhe-i akd ile birlikte bulunur.
ŞÜBHE-İ İBÂHA: Bir şeyin (alınmasının) mübâh obuası hakkındaki şübhe demektir.
ŞÜF'A: Bu kelime şef kelimesinden gelmektedir. ŞEF': Lügatte, çift (tek olmayan) anlamına gelir. Namazların her iki rek'atına da bir şef denir. Bu sebeple, dört rek'atlı bir namazın Önceki iki rek'atına: Şef-i Evvel; sonraki iki rek'atına da: Şef-i Sânî denilir.
ŞEF' kelimesi, cemi ve zam mânâsını da mutazam-mındır. Çünkü, bu kelime, anlam itibariyle, birşe-yin, diğer bir şeye zam ve ilâvesini göstermektedir.
ŞEFAAT kelimesi de şef kelimesinden türemiştir. Çünkü, şefaatle bir müzâharet meydana geliyor. Şefaat edenle, hakkında şefaat olunan kimse birleşmiş oluyor. Nitekim, Peygamber (S.A.V.)'in şefaati sayesinde günahkarlar âbidler zümresine zam edilmiş ve onlarla çift bulunmuş olacaktır.
Istılahta ŞÜF'A: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan (veya bu hükümde olan bir malı), mügteriye veya mevhûbün lehe (= kendisine hibe edilen şahsa) kaça mâl olmuşsa, o miktan vererek, müşteriden veya satıcısından yahut kendisine bu şekilde hibe edilen şahıstan cebren alıp, temellük etmek demektir. Bu sebebten dolayı, şüf a sahibu, bu hakkını kullanınca, şüf a ile aldığı mal', kendi mülküne zam etmiş olur.
ŞÜF'A: MeşftV olan bir malı temellük etmek anlamında da kullanılır.
ŞEFİ' (= ŞÜF'ADAR): Satılan veya ivazla hibe edilen bir akarda şüf a hakkı bulunan (yani: O akara temellüke selâhiyeti olan) kimsedir.
Satılan bir akaAia hissesi bulunan veya kendisinin, satılan bu akara müteselsil bir akan olan kimse gibi...
MEŞFÛ': Satılmasından veya ivaz şartıyle hibe edilmesinden dolayı, kendisine şüf a hakkı taallûk eden akar demektir.
Meselâ: Satılan bir mülk dükkan hissesi, o dükkanda hissesi bulunan kimse bakımından meşfû bir mülktür.
MEŞFÛ'UN BİH: Şefi"in şüf a hakkına nail olmasına sebep olan mülk demektir.
Meselâ: Bir kısmı satılan mülk bir evde bulunup satılmayan bir hisse-i şayia gibi... Bu hisse sebebiyle, sahibinin, o satılan kısma karşı şüfa hakkı meydana gelir.
TESLÎM-İ ŞÜF'A: Şüfa hakkını kullanmayıp, bundan feragat etmek; yapılan satış muamelesine razı oimak demektir.
Şüfa hakkı, Teslim-i Şüfa ile sakıt olur (= düşer; ortadan kalkar).
TALEB-İ MÜVÂSEBE = ŞÜF'A TALEP ETMEK: Bir akarın satıldığını haber alan bir hissedarın veya halitin yahut câr-İ mülâsik'in, bu haberi aldığı mecliste, hemen şüfa talep ettiğine, delâlet eden bir söz söylemesi; mesela: "Ben, o akann şüf adarıyım." demesidir.
MÜVÂSEBE: Bir şeye hemen atılmak ve kalkışmak anlamına gelir.
Şûf a talebinin de derhal yapılması gerektiğinden, bu ismi almıştır.
CÂR-İ MÜLÂSİK: Bir akara, (mesela « Bir eve) muttasıl (= bitişik) bir akan, evi bulunan komşu demektir.
Bir akarın duvan altındaki yere ortak bulunan bir komşu ise, o akann kendisine ortak sayılarak, birinci derecede şüf adar olur. Çünkü, bir akann müşterek hissedarlan, o akara bitişik akarları bulunanlardan ehak (= daha haklı) olurlar. Ve şüfa hakkı, öncelikle bu hissedarlara ait olur. [19]
ŞAİBE: Leke, kusur; noksan, nakısa. Kötü eser, iz.
ŞÂRİH: Bir kitabı şerh eden kimse.
ŞAKTK: Ana-baba bir demektir.
AH-İ ŞAKIK: Ana-baba bir erkek kardeş.
UHT-İ ŞAKIRA: Ana-baba bir kız kardeş.
AMM-İ ŞAKIK: Ana-baba bir amca demektir.
ŞART: Lügatte: Lâzım olan alâmet anlamına gelir.
ŞÜRÛT: Şart'ın çoğuludur; yani şartlar demektir.
ŞERAİT: Bu da şart'ın çoğuludur ve şartlar demektir.
Istılahta ŞART: Kendisinin üzerine tesir ve ifzâ (= Isâl = ulaştırma) bulanmaksızın hükmün varlığı tevakkuf eden şeydir.
Meselâ: Nikâhın sıhhati İçin, şahitlerin mevcut olması şarttır. Şahit ise, nikâha* müessir ve mufzî değildir; şahit bulunduğu hâlde nikâh akdedilmeyebilir. Fakat nikâhın sahih bir şekilde akdedilmesi şahidin mevcudiyetine mütevakkıftır.
SÜRGÜN: Nefy Maddesine bakınız.
ŞART-I HAKÎKİ: Kendi üzerine, işin aslında veya şeriat nazarında bir şeyin vücûdu tevakkuf eden bir şarttır ki, bu şart bulunmayınca, o şey hakkındaki hüküm sahih olmaz. Meselâ: Nikâhta, şahidlerin bu-
lunması, bir şart-ı hakîkîdir. Yani, şahitler bulunmazsa, nikâh sahih olmaz.
ŞART-I CA'Ü: Mükellef tarafından üzerine bir tasarrufun sarahaten veya delâleten ta'lik edilmiş (bağlanmış) bulunduğu şarttır. Bu şart ya, şart edatı Ue yapılır. Şöyle ki: Bir kimsenin, karısına hitaben: "Filân yere gidersen, boş ol." demesi gibi... Bu durumda, kadın o yere gidince, talâk hükmünün şartı bulunmuş olur. Ve, bu şart tahakkuk etmedikçe, talâk da vâki olmaz.
Yahut, bu şart, şart edatı söylenmeden, şart kelimesini, içine alacak bir şekilde yapılır. Şöyle ki: Bir kimsenin, karısına hitaben "Filân yere gittiğinde benden boşsun.'' demesi gibi... Görüldüğü gibi, bu ifade de "... gidersen...." mânâsı mütezarnmmdır. Bu ikinci şekle DELÂLETEN ŞART adı da verilir. Şart-ı câ'lî'ler iki kısma ayrılır:
a-) ŞART-I TA'LÜrf: Bir cümlenin mazmununun meydana gelmelini, Diğer bir cümlenin mazmununun meydana gelmesine bağlamak demektir. Burada bağlanan cümleye muallak bi'ş-şart, kendisine bağlanan cümleye de muallakün aleyh veya sadece şart denir.
Muallakün aleyh olan şart, henüz madum olduğu hâlde, daha sonra meydana geleceği umulan bir şeyse, ta'lik keyfiyeti tahakkuk eder; aksi takdirde ta'lik tahakkuk etmez.
b-) ŞART-I TAKYİDİ: Şart edâü zikredilmeden, asıl akdi bir kayıt Ue takyid etmek demektir.
Burada, takyid edilen şeye meşrut veya mukayyed bi'ş-şart; o kayda da şart denilir. Bu şart, genellikle "üzerine" "şartıyle" lafızlanyla ifâde edilir. Ve bu şart, sahih ve fâsid kısımlarına ayrılır.
ŞAVT
TAVAFTA ŞAVT: Ka'be'nin etrâfim, Hacer-i Es-ved'den başlayıp, tekrar aynı yere gelinceye kadar, bir defa dolaşmak demektir. 7 şavt, bir tavaf olur.
SA'Y'DE ŞAVT: Safâ'dan Merve'ye gidiş ve Mer-ve'den Safâ'ya dönüşlerden her biri demektir.
ŞAYİ*: Herkes tarafından bilinen; yayılmış, duyulmuş.
ŞAYİ': Taksim edilmemiş müşterek hisse.
ŞAYİ* HİSSE: Müşâ Maddesine bakınız.
ŞEBHUN: Gece baskını. Düşmana geceleyin hücum etmek ve igâre (= çapul, yağma etme) mânâlarına gelir.
Lûgât anlamı: Gayrete düşürmek, teşvik etmek demektir.
ŞEC: Bir kimsenin başını veya yüzünü ayralamak fiilidir.
ŞAC: Şecce denilen yarayı açan şahıs demektir.
MEŞCÛC: Şecce denilen yarayı alan yani bir başkası tarafından başından veya yüzünden yaralanmış bulunan kimse demektir.
ŞEC: Aslında, geminin sulan yararak denizde kayıp gitmesi demektir.
Başta veya yüzde deriyi ve eti yararak kemiğe doğru sirayet eden yaralara da, bu gibi benzerliklerden dolayı ŞECCE denilmiş olması muhtemeldir.
ŞECCE: Başa veya yüze isabet eden yara demektir.
ŞİCÂC: Şecceler demektir.
Şecceler; hârisa, dâmia, dâmiye, bâzıa, mütelâhime, simhâk, muzîha, hâsime, münakkile, âmme, dâmi-ğa isimleri ile on bir. kısma ayrlır. ! Bu kelimeler için ilgili maddelere bakınız.
H Şet (= Çift) Namazların her iki rek'atine bir şef denir.
Dört rek'atli bir namazın Önceki iki rek'atine şef-i evvel; diğer iki rek'atine ise şeF-i sânî denir.
Üç rek'atli bir namazın üçnücü rek'atine de şef-i sânî denilir.
ŞEHÂDET
ŞEHÂDET: Bir kimsenin, başka bir şahısta bulunan hakkını isbat için, şehâdet lafzıyla hâkimin huzurunda ve hasmın muvacehesinde vâki olan doğru ihbarı demektir.
Meselâ: Bir kimsenin hâkimin huzuruda: "Bu da'-vâcının, bu da'valıda, karz cihetinden, su kadar alacağı olduğuna şehâdet ederim." denilmesi gibi...
ŞAHİD: Bir kimsenin, başka bir şahısta, bir hakkının bulunduğunu, hâkimin huzurunda, bu taraflara karşı haber veren kimse demektir.
MEŞHUDUN LEH: Lehinde şehâdetle bulunulan kimse.
MEŞHUDUN ALEYH: Aleyhinde şehâdette bulunulan kimse.
MEŞHUDUN BİH: Hakkında şahitlik yapılan husus demektir.
ŞEHÂDET-İ HİSBE: Bazı hususlar hakkında, sırf Allah rızası için ve bir talep vâki olmadan gidip şahitlik yapmak demektir.
ŞEHÂDET-İ Bİ'T-TESÂMU:' Bir kimsenin halktan işittiği bir olay hakkında, mahkemede şehâdette bulunması demektir.
Meselâ, bir kimsenin, bir yerin vakıf olduğu hakkında, hâkimin huzurunda: "Ben, bu yerin vakıf olduğunu, güvenilir kimselerden işittim." demesi, bir şebâdet-i bi't-tesâmu'dur.
ŞEHÂDET Bİ'T-TEVÂTÜR: Bir hâdise hakkında, tevatür haddine ulaşan bir topluluk tarafından yapılan şehâdet demektir.
ŞEHÂDET ALE'Ş-ŞEHÂDE: Bir olay hakkında şahit olan bir kimsenin bu husustaki şahitliğine, bir başka kimsenin şehâdet etmesidir.
TAHAMMÜL-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, kendisinden hakkında şahitlik etmesi istenilecek hususu iyice ihata etmesi ve o konuda şahadeti yerine getirebilecek bir vukufa mâlik olması demektir.
EDÂ-İ ŞEHÂDET: Bir kimsenin, muttalî olduğu birşey hakkında, mahkemede, bilfiil şehâdette bulunması demektir.
ŞEHÂDET-İ ZÛR: Yalan yere, hakikate muhalif olarak yapılan şehâdet demektir.
İŞHAD: Bir kimseyi, bir husus hakkında şahit tutmak; bir hâdiseyi, ona şehâdet edecek kimseye gösterip, hikâye etmek demektir. Buna İSTİŞHÂD da denir.
Bununla beraber İSTİŞHÂD: Şahit talep etmek anlamında da kullanılır.
NİSÂB-I ŞEHÂDET: Bir hâdise hakkında, şehâ-deÛeri makbul olacak kimselerin sayısı demektir. Meselâ: Borç hakkında nisâb-ı şehâdet iki erkek veya bir erkekle iki kadındır.
TEZKİYE-İ ŞÜHÛD: Bir hadise hakkında şahitlik yapan kimselerin, bu şehâdete ehil bulunduklarını, başka kimselerden gizli veya açıktan sorularak tesbit edilmesi demektir.
Bundan dolayı, şahitlerin tezkiyesi:
a-) Sirren (= gizli) tezkiye
b-) Alenî (= açık) tezkiye olmak üzere İM kısma ayrılır.
MÜZEKKÎ: Şahitlerin şehâdete ehil olduklarını haber veren yani onların temiz olduğunu bildiren zât demektir.
MÜZEKKÂ: Tezkiye edilmiş olan şahit demektir.
TA'DÎL-İ ŞÜHÛD: Bir hâdise hakkında şehâdette bulunan kimselerin tezkiye edilmeleri yani onların şehâdete ehil ve âdil kimseler olduklarına dâir karar verilmesi demektir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Edâ-i Şehâdette bulunacak kimselerin kebîrelerden müctenip, sağîrelere de gayr-i musir olması keyfiyetidir. Yani, şahitlik yapacak kimselerin, büyük günâhlardan kaçınan ve küçük günâhlarda İsrar etmeyen bir kimse olması hâlidir.
ADÂLET-İ ŞÜHÛD: Şahitlerin hasenatının seyyi-âtuıa galip olması, yani iyiliklerinin kötülüklerinden (sevaplarının, günâhlarından) fazla bulunması anlamına da kullanılır.
TA'N-İ ŞUHÛD: Bir olaya şahitlik eden şahısların, bu şehâdette yalancı olduklarına dair da'vâcı tarafından ortaya atılan iddia demektir.
Makbul sebeplere dayanan bir tâ'na TECRÎH-İ ŞÜHÛD da denir.
CERH-İ ŞÜHÛD: Şahidlerin fışkını ve adaletten . mahrum bulunduklarını iddia etmek ve ortaya koy-
mak demektir.
Cerh-i ^âhûd iki kısma aynlır:
1-) CERH-İ MÜCERRED: Şahide, belirli bir ilâhî hakla veya kul hakkını mutazammın olmayan bir şekilde ta'nde bulunmaktır.
Meselâ: "Bu şahitler fâsıktırlar."; "Bunlar, yalan yere yemin eden kimselerdir." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu cerh-i mücerredi, hâkime, gizlice haber verir ve şahit getirerek bu İddiasını isbât ederse; bu durumda hâkim mecruh olmuş bulunan bu şahitlerin şehâdetlerini reddeder. Bu şahitlerin önceden tezkiye edilmiş olmaları hâlinde de, bu hüküm değişmez.
2-) CERH-İ MÜREKKEB: Belirli bir İlahî hakta veya belirli bir kul hakkını mutazammın bulunan cerh'tir.
Meselâ: "Bu şahitler, bir şahsı amden katletmişlerdir." veya:' 'Bu şahitler, yalan yere şahitlik yapmak için şu kadar para almışlardır." denilmesi gibi... Meşhudun aleyh (= aleyhinde şahitlik yapılan kimse) bu cerhi, beyyine ile isbât ederse; bu şahitlerin şehkdetleri reddolunur.
FISK-I ŞÜHÛD: Şahitlerin, şehâdetlerinin kabul edilmesine manî olacak gayr-i meşru' bir ma'siyetle, kötü bir hâl ile muttasıf bulunmaları hâlidir.
RÜCU' ANİ'Ş-SEHÂDE: Bir kimsenin, yapmış olduğu şehâdetten dönmesi ve (meselâ): "Yalan yere şehâdet ettim."; "Yanlış şehâdette bulundum." diyerek şehâdetini iptal etmek istemesidir ki, görüldüğü gibi bu, isbât edilen bir şeyi nefyetmek demektir.
ŞEHÂDET Fİ'IAZİNÂYE: Bir cinayet hakkında, mahkemede vuku' bulan şehâdet demektir.
ŞEHÎD
ŞEHÎD: Allah yolunda yapılan bir muharebe esnasında yahut *hl-i bağy ile veya yolkesicilerle mukâtele sırasında haksız yere öldürülen ve bu esnada baliğ ve tâbir bulunan herhangi bifmüslüman demektir.
Bu şekilde öldürülen şahıs, hem dünya, hem de âhi-ret ahkâmı bakımından şehîd olduğundan, kendisine ŞEHİDİ HAKÎKÎ denir.
ŞEHİD-İ HÜKMÎ: Suda boğularak ölen, ateşte yanarak ölen, garib olarak ölen; tahsil yolunda ölen; zâtü'1-cenb (= satlıcan = akciğer Örtüsünün iltihâbı) gibi bir hastalıktan ölen herhangi bir müslüman da hükmî şehîd sayılır.
Bunlar, şehid sevabına nail olacakları cihetle, sadece âhirei ahkâmı bakımından şehid sayılırlar. Fakat, dünya ahkamı bakımından şehid olmadıklarından, defnedilmeden önce gasl edilirler. ŞEHÎD tâbiri, huzur anlamına gelen şuhûd'dan veya şahadetten alınmıştır.
Hak yolunda hayatım feda eden bir mücâbid, bu şerefli ölüm sayesinde Allahu Teâlâ Hazretlerinin manevî huzuruna nail olacağı veya o mücâhidin, bu şanlı ölümünde, melaike-i kiramın hazır bulunacağı cihetle, kendisine ŞEHİD unvanı verilmiştir.
Şehr-i siyam: Ramazan-i şerîf ayı
ŞEHVET
ŞEHVET: Hevâyi nefis; nefsin meyletmesi; bir şeyi sevip, ona meyi ve rağbet etmek anlamlarına gelir.
iŞi İHA da şehvet anlamında kullanılabilir.
ŞEHVET'in çoğulu ŞEHAVÂT'dr.
TEŞEHHÎ: Bir kimseden, bir şeyi peyderpey arzu ve talep etmek demektir.
ŞEHVANÎ: Pek şehvetli kimse demektir.
ŞEHİYY: Görenlerin iştihasını celbeden şey anlamına gelir.
Hürmet-i musâharayı icâbeden şehvetle dokunmak veya bakmaktan maksat, tam dokunurken veya bakarken tenasül âletinin intişar etmesi; şayet o anda münteşir ise, bunun artmasıdır. Müftâbih olan budur. Dİğer bir kavle göre, bu şehvetten maksat, bu dokunma ve bakma sırasmda, kalben vücûde gelen bir iştihâdır. Veya, bu durumda iştiha mevcud ise, bunun artmasıdır. Tenasül âletinin intişarı ve teharrü-kû şart kılınmamıştır.
ŞEKAVET: Eşkiyâlık, haydutluk. Bedbahtlık, bah-tıkaralık.
ŞEKÎK: Ana-baba bir erkek kardeş demektir ki, buna: AH LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN AH da denir.
ŞEKÎKA: Ana-baba bir kız kardeş demektir ki, buna: UHT LEHÜMA ve Lİ EBEVEYN UHT da denir.
ŞERÂİR-Î VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
ŞARAP:
Şarap: İçilen mayi (= akıcı) şey.
Şarabın çoğulu eşribe (= içilen sıvı şeyler)dir.
Istılahta şarap: Sarhoşluk veren herhangi bir mayi demektir.
Hamr denilen içkiye de şarap denir, Meşûbat: İçilen şeyler demektir. Bu kelime sarhoşluk veren içecekler için kullanılmaz.
ŞERİAT
ŞERİAT: Aslında şen, şir'a, meşrea kelimeleri, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol anlamına gelir.
Daha sonra bu kelime ahkam-ı dîniyye (= dînî hükümler) anlamında kullanılmıştır. Çünkü, dînî hükümler de, insanları içtimaî ve manevî hayatın devamına sebep olan bir feyze ve yükselmeye kavuşturacak olan ilâhî bir yoldur. ŞER' lafzı, bir şeyi ortaya koyma ortaya çıkarma; açıklama anlamlarını ifâde ettiği gibi, şeriat vaz etmek anlamında da kullanılır. ŞER' kelimesi, ŞERİAT kelimesi ile eş anlamlıdır ve bu iki kelime birbirlerinin yerine de kullanılmaktadır. Istılahta ŞERİAT: Allahu Teâlâ'mn, kullan için vaz ' etmiş olduğu dini ve dünyevî hükümlerin hey'et-i mecmûasidır(= toplamıdır; tamamıdır). Bu itibarla şeriat kelimesi, din kelimesi ile eşanlamlıdır. Ve şeriat hem inanç esaslarını, hem de ibâdet, ahlâk ve muamelâtı ihtiva etmektedir. -
Bununla beraber şeriat kelimesinin, yalnız ahkâm-ı fer'iyye (yani ibâdet, ahlâk ve muamelât) için kullan nılması daha yaygındır.
Genel anlamına göre ŞERİAT: "Bir Peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlâhî kanun" demektir.
ŞERÂİ: Şeriatler demektir.
ŞÂRİ'İ MÜBÎN: İlâhî kanunu yani şeriatı asıl vaz eden yüce zât yani Cenâb-ı Hakk anlamında kullanılır.
ŞÂRÎ: İlâhî kanunu İnsanlara tebliğ etmiş bulunan peygamber demektir.
AHKAMİ ŞER'İYYE: İlâhî kanunun hükümleri demektir ve bu tâbirle Kur'ân'a, hadîse ve icmâa dayanan hükümler kasdedİlir. İslâm müctehidlerinin kıyâs ve ictihad yoluyla çıkardıkları hükümlere ise AHKÂM-I FIKHIYYE ve MESÂİL-İ FER'İYYE-İ AMELİYYE denir. Ancak, bunlar da şer'î esaslara dayandığı için abkâm-i şer'îyye ıtlak olunmaktadır. Dolayısiyle ahkâm-ı ftkhiyye, mesâil-i fikhiyye tâbirleri de aslında fürûata ait ve içtihada dayanan hüküm ve mes'eklerden ibaret olduğu hâlde, hem nass ve icmâa dayanan şer'î ahkâm ve mes'elelere, hem de ictihad ve kıyâsa dayanan mes'elelere ve hükümlere şâmil, umûmî bir unvan olarak kullanılmaktadır.
ŞERİAT-I GARRÂ İslâm Dini.
ŞERİÂT-I MÜHAMMEDİYYE: İslâm Dini.
ŞERİAT-I ÎSEVİFYE: Hz. İsa'nın şeriatı.
ŞERİAT-I SÂLİFE: Önceki Peygamberlerin şeriati.
ŞER'Î: Şeriate ait; şeriatle ilgili; şeriate uygun.
HÜKM-İ ŞER'Î: Şeriate uygun hüküm.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: Şer'i mahkeme. Da'-vâlara, şeriat hükümlerine göre bakan mahkeme.
ŞEYH
Şeyh:
1-) Büyük ve Ulu kişi; Yaşlı adam, ihtiyar.
2-) Âlim.
3-) Bir tekke veya zaviyede reislik eden ve müritleri
bulunan kimse.
4-) Kabile ve aşiret reisi.
Şeyh'in çoğulu meşâyih, şüyûh ve eşyâh gelir.
Şeyhayn (= iki şeyh): (Fıkıhta) Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ile İmâm Ebû Yûsuf
Şeyhayn: (Tarih ve Siyer Kitaplarında) Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer.
Şeyhayn: (Hadiste) Imâm-ı İslâm-ı Buhârî ile imâm Müslim.
Şeyhayn: (Usûl'de) Fahru'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Eimme Serahsî
Şeyhu'l-İslâm: Fetva ve kadılık makamına yükselen büyük fakryhlere verilen bir ünvardır.
Bazı âlimler, resmî vazifesi olmadan da şeyhu'I-Islâm unvanını taşır. BürhanücJdin Mergînânî gibi...
Şeyhûl'-Islâm ünvânı, hicrî beşinci asırdan sonra çok kullanılmıştır.
Şeyhu'l-Islâm'lık, Osmanlılarda resmî bir makam olmuştur. İlk Şeyhu'l-İslâm Molla Şemseddin Fe-
nârî, son şeyhu'l-İslâm ise Medenî Mehmed Nuri Efendi'dir,
ŞEYHU'L-HADİS: Hadis Maddesine bakınız.
ŞİAR
ŞİAR: Alâmet, işaret, iz anlamında olan bu kelime parola mânâsında da kullanılır. Bu anlama göre ŞİAR (= Parola): Askerlerin, savaş esnasında birbirlerini tanımaları ve bilmeleri İçin kendi aralarında belirledikleri alâmet ve tâbir demektir.
Ashâb-ı Kiramın bir çok savaşlarda şiarları (= parolaları) "Emit! Emit. (= Öldür! öldür!" kelimeleri İdi. düşmanı yenmekte uğur saydıkları için bu kelimeleri şiar olarak seçmişlerdir.
ŞİBH-İAMD: Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlât-ı cârihadan sayılmayan bir şey ile kasden öldürmek demektir. Şibh-i amd'e ŞİBH-İ HATÂ'da denir.
ŞİRÂ: Satın almak demektir.
ŞİRB-İHÂS: Madud (= sayılan belirli) şahısların, ziraat yaptıkları yerleri sulamak için, bir akar sudaki şirb haklan (= sulama hisseleri) demektir.
Umûmun istifâde ettiği ırmaklardan su almak, şirb-i hâs kabilinden değildir.
Sayılan en çok yüzden ibaret olan şahıslar MADUD itibar olunurlar.
Aslında ŞİRB: Bir kimsenin, bir suda bulunan hissesi, nasibi demektir.
ŞİRKET
ŞİRKET: Lügatte: Ortaklık; ortak olmak anlamına gelir.
Istılâhte ŞİRKET: Bir şeyin, birden fazla kimselere mahsus obuası ve o kimselerin o şey ile imtiyaz etmeleri demektir.
Bununla beraber ŞİRKET tâbiri, böyle bir ihtisasa (= mahsus kılmaya) sebep olan şirket akdetmek anlamında da yaygın olarak kullanılır.
ŞERİK: Şirket sahiplerinden her biri yani ortak demektir.
İŞTERİK ve MÜŞÂRİK kelimeleri de, ortak anlamına gelir.
MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mâl demektir.
Buna MÂL-İ MÜŞTEREKÜN FÎH de denilir.
İŞTİRAK: Ortaklık demektir.
Başlıca şirket çeşitleri şunlardır:
ŞİRKET-İ MÜLK: Bir malın, birden çok kimseye, mülk edinme sebeplerinden biri ile muhtes olması (= ona ait bulunması) demektir.
Şirketi Mülk:
A-) İhtiyarî olan Şirket-i Mülk
B-) Gayr-i İhtiyarî olan Şirket-i Mülk olmak üzere ild kısma aynin.
Satın alma, yapılan karşılıksız bir hibeyi veya bir vasiyeti kabul etme gibi, ortakların kendi fiilleriyle sabit olan şirket, bir İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Mîras kalması veya malların bir birinden kolaylıkla aynlamıyacak bir şekilde karışmış bulunması gibi bir sebeple meydana gelmiş bulunan ve ortaklıkların fiilleriyle sabit olmayan şirket de, bir GAYRİ İHTİYARÎ ŞİRKET'tir.
Meselâ: Bir evde veya birbirine karışmış bir miktar zâhirdef, iki/şahsuı hisse sahibi olmaları gibi... Bu şahıslar, şerik, müteşarik, ortak ve hissedar gibi lafızlarla anılırlar.
ŞİRKET-İ AKD: İki veya daha ziyâde kimseler arasında, bir akd ile (ya-ni: İcâb ve kabul ile) meydana gelen bir şirkettir. Bu şirkel, elde edilecek kârın, müşterek (= ortaklaşa) olması amacıyla kurulur.
Şirket-i Akd:
1-) ŞİRKET-İ BVÂN
2-) ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bu iki şirketten her biri de:
a) ŞİRKETİ EMVAL
b-) ŞİRKETİ ÂMÂL
c- ŞIRKET-İ VÜCÛH olmak üzere üçer kısma ayrılırlar. Şimdi, sırası ile bu şirketlere bakalım:
ŞİRKET-İ EVÂN: Ticâret gibi bir maksatla, iki veya daha fazla kimse tarafından sermâye konularak akd edilen bir şirkettir.
Bu şirkette, ortaklar arasında tem bir eşitliğin bulunması şart koşulmaz.
Meselâ: Birim sermayesi on bin, diğerin sermâyesi ise beş bin lira olabilir.
Inân: Zuhur mânâsına geldiği gibi, dizgin anlamını da ifâde eder.
Bu ortaklığın, inan ortaklığı olarak anılmasının sebebi, ya şirketin bazı mallar da zuhur etmesi veya bu şirket sayesinde ticâretin dizginin elde edilmiş olmasıdır.
ŞİRKET-İ MÜFÂVEDA: Ortaklar arasında, hem sermâyenin miktarı, hem de ribhden (= kârden) hisseleri eşit bir hâlde bulunup; hiç birinin, fazla ticârete elverişli malı bulunmamak üzere akkdedilenbir şirkettir.
Imâm-ı A'zam ile imâm Muhammed'e göre, bu şirkette ortakların tasarruflarının da eşitlik özere olması şarttır, Dolayısiyle ortaklardan birinin, alıp-satabileceği bir şeyi, diğerleri de ahp-satabilmelidir. Bu duruma göre, bir müslüman, bir gayri- müslimle şirket-i müfâveda kuramaz. Çünkü, gayri- müslim, şarap ve domuz gibi alıp-satabileceği hâlde; bir müslüman, bunları alıp-satamaz. imâm Ebû Yûsuf a göre, bu şirkette ortakların tasarruflarında eşitlik şart değildir.
MÜFÂVİDÎN: Müfâveda yoluyla şirket kuran kimseler demektir.
ŞİRKET-İ EMVAL: Ortakların, ortaya sermaye olarak bir miktar mal koyup, beraberce veya ayn ayn alıp-satmalan veya bu ciheti şart koşmadan alışverişte bulunarak meydana gelecek kân, bir nisbet dahilinde, aralarında taksim etmeleri demektir.
ŞİRKET-İ A'MÂL: Ortakların, kendi amellerini i {= çalışmalarını) sermâye edinip, başkalanndan iş taahhüd ve itizâm etmeleri ve meydana gelen kazancı da aralannda taksim etmeleri demektir. Buna, ŞİRKET-İ EBDÂN, ŞİRKET-İ SANAYİ' ve ŞİRKET-İ TEKABÜL adlan da verilir.
İki mimarın, iki terzinin veya bir mimar ile bir boyacının ortak olmaları gibi....
ŞİRKET-İ VÜCÛH: Birden çok şahıslann, sermâyeleri olmadığı hâlde, itibarlariyle, veresiye mal ahp-satmalan ve ribhini (= kânnı) aralannda taksim etmeleri suretiyle kurmuş oldukları şirkettir. Buna, ŞİRKET-İ MEFÂLİS de denir.
Bu şirket, vecâhet ve itibar sahipleri tarafından kurulacağı için ŞİRKET-İ VÜCÛH; ortaklarının sermâyeleri bulunmadığı için de ŞİRKET-İ MEFÂLİS adını almaktadır.
ŞİRKET-İ İBÂHA; Mübâh olan şeyleri (yâni: El' atında bulunmayan sular, hüdâyi nâbit otlar ve av hayvanları gibi, aslında hiç bir kimsenin mülkü olmayan şeyleri) almak ve elde etmek, elde bulundurmak ile temellük hususunda, âmmenin müteşarik (= ortak = hissedar) olması demektir.
ŞİRKET-I MUDARABE: Bir taraftan sermâye, diğer taraftan emek (= say' ve çalışma) olmak üzere akdedilen bir şirket nev'idir.
Bu şirkette sermâye sahibine RABBÜ'L-MÂL; çalıdan şahsa da MÜDARİB denir.
ŞİRKET-İ CEBRİYE: Ortaklann fiilleriyle değil, başka bir sebeple meydana gelen şirkettir. Mîrâs yolu İle veya birbirlerinden ayınlması güç olan mallann, kendi kendilerine kanşmalanyle meydana gelen ortaklık gibi...
ŞİRKET-İ İHTİYÂRİYYE: Ortaklann fiilleri ile meydana gelen şirkettir.
İki şahıs tarafından müştereken alınan bir evdeki ortaklık gibi..
ŞİRKET-İ AYN: Muayyen, mevcud ve iştiraki kabil olan bir mâldeki ortaklıktan ibarettir.
İki kimsenin satın almış oldukları bir evdeki ortaklıkları gibi...
ŞİRKET-İ DEYN: İki veya daha çok kimseye ait olup, bir sebepten dolayı, bir şahsın zimmetinde sâ-bit olan alacaktaki ortaklık demektir.
İki şahsın, satmış oldukları, müşterek bir mallarının bedelinden dolalı, o malı satın alan müşterinin zimmetinde bulunan alacaklanndaki ortaklıkları gibi. Deyn-î Müşterek Maddesine bakınız.
ŞÜBHE: Sabit olmadığı hâlde sabite müşabih olan (= benziyen) şeydir.
Başka bir tarife göre ŞÜBHE: Haram mı, helâl mı olduğu yakînen bilinmeyen şey demektir.
ŞÜBHE-İ MÜLK: Bu şübhe, mahalde sabit olan bir şübhedir. Ve bu şübhe; hılle (= helâl olmayan) bir mâni bulunduğu hâlde, buna bakılmayarak, mü-cerred hürmete (= haram olmaya) münâfi görülen bir delilin mevcut bulunmasından ortaya çıkar. Buna, ŞÜBHE-İ MAHAL de denir.
Mahallin hılline dair bir şer'î hüküm şüphesi sabit olduğu için, buna ŞÜBHE-İ HÜKMİYYE de denilmiştir.
ŞÜBHE-İ AKD: Sûreteri mevcud bulunan bir nikâh akdinden meydana gelen şübhedir.
Buna, ŞÜBHE-İ NİKÂH da denir.
Meselâ: Şahidsiz olarak akdedilen bir nikâhın hıüi (= helâlliği) hakkındaki şübhe gibi...
Bu şübhe İle had sakıt olur.
ŞÜBHE-İ İŞTİBÂH: Bazı haklann ve hükümlerin cereyanından ileri gelen şübhedir.
Bu şübhe, bazen şübhe-i akd ile birlikte bulunur.
ŞÜBHE-İ İBÂHA: Bir şeyin (alınmasının) mübâh obuası hakkındaki şübhe demektir.
ŞÜF'A: Bu kelime şef kelimesinden gelmektedir. ŞEF': Lügatte, çift (tek olmayan) anlamına gelir. Namazların her iki rek'atına da bir şef denir. Bu sebeple, dört rek'atlı bir namazın Önceki iki rek'atına: Şef-i Evvel; sonraki iki rek'atına da: Şef-i Sânî denilir.
ŞEF' kelimesi, cemi ve zam mânâsını da mutazam-mındır. Çünkü, bu kelime, anlam itibariyle, birşe-yin, diğer bir şeye zam ve ilâvesini göstermektedir.
ŞEFAAT kelimesi de şef kelimesinden türemiştir. Çünkü, şefaatle bir müzâharet meydana geliyor. Şefaat edenle, hakkında şefaat olunan kimse birleşmiş oluyor. Nitekim, Peygamber (S.A.V.)'in şefaati sayesinde günahkarlar âbidler zümresine zam edilmiş ve onlarla çift bulunmuş olacaktır.
Istılahta ŞÜF'A: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan (veya bu hükümde olan bir malı), mügteriye veya mevhûbün lehe (= kendisine hibe edilen şahsa) kaça mâl olmuşsa, o miktan vererek, müşteriden veya satıcısından yahut kendisine bu şekilde hibe edilen şahıstan cebren alıp, temellük etmek demektir. Bu sebebten dolayı, şüf a sahibu, bu hakkını kullanınca, şüf a ile aldığı mal', kendi mülküne zam etmiş olur.
ŞÜF'A: MeşftV olan bir malı temellük etmek anlamında da kullanılır.
ŞEFİ' (= ŞÜF'ADAR): Satılan veya ivazla hibe edilen bir akarda şüf a hakkı bulunan (yani: O akara temellüke selâhiyeti olan) kimsedir.
Satılan bir akaAia hissesi bulunan veya kendisinin, satılan bu akara müteselsil bir akan olan kimse gibi...
MEŞFÛ': Satılmasından veya ivaz şartıyle hibe edilmesinden dolayı, kendisine şüf a hakkı taallûk eden akar demektir.
Meselâ: Satılan bir mülk dükkan hissesi, o dükkanda hissesi bulunan kimse bakımından meşfû bir mülktür.
MEŞFÛ'UN BİH: Şefi"in şüf a hakkına nail olmasına sebep olan mülk demektir.
Meselâ: Bir kısmı satılan mülk bir evde bulunup satılmayan bir hisse-i şayia gibi... Bu hisse sebebiyle, sahibinin, o satılan kısma karşı şüfa hakkı meydana gelir.
TESLÎM-İ ŞÜF'A: Şüfa hakkını kullanmayıp, bundan feragat etmek; yapılan satış muamelesine razı oimak demektir.
Şüfa hakkı, Teslim-i Şüfa ile sakıt olur (= düşer; ortadan kalkar).
TALEB-İ MÜVÂSEBE = ŞÜF'A TALEP ETMEK: Bir akarın satıldığını haber alan bir hissedarın veya halitin yahut câr-İ mülâsik'in, bu haberi aldığı mecliste, hemen şüfa talep ettiğine, delâlet eden bir söz söylemesi; mesela: "Ben, o akann şüf adarıyım." demesidir.
MÜVÂSEBE: Bir şeye hemen atılmak ve kalkışmak anlamına gelir.
Şûf a talebinin de derhal yapılması gerektiğinden, bu ismi almıştır.
CÂR-İ MÜLÂSİK: Bir akara, (mesela « Bir eve) muttasıl (= bitişik) bir akan, evi bulunan komşu demektir.
Bir akarın duvan altındaki yere ortak bulunan bir komşu ise, o akann kendisine ortak sayılarak, birinci derecede şüf adar olur. Çünkü, bir akann müşterek hissedarlan, o akara bitişik akarları bulunanlardan ehak (= daha haklı) olurlar. Ve şüfa hakkı, öncelikle bu hissedarlara ait olur. [19]
Konular
- D
- E
- G
- H
- I
- İ
- K
- L
- M
- N
- O
- Ö
- P
- R
- S
- Ş
- T
- U
- V
- Y
- Z
- KİTABU'L-GASB
- 1- GASBIN MANÂSI, HÜKMÜ VE GASBLA İLGİLİ DİĞER MESELELER
- Gasbın Mânâsı:
- Gasbın Şartı:
- Gasbın Hükmü:
- 2- MAĞSÛBUN, GÂSIP VEYA BİR BAŞKASI TARAFINDAN TEGAYYÜR EDİLMESİ
- 3- HELAK EDİLDİĞİ HALDE, TAZMİN EDİLMESİ GEREKMEYEN ŞEYLER
- 4- GASBDA, TAZMİNATIN MÂHİYETİ VE KEYFİYETİ
- 5- GASBEDİLEN BİR MALIN, BAŞKA BİR MALA KATILMASI VEYA KARIŞMASI