5- EMÂNETİN BİLİNMEMESİ (= MEÇHÛLİYETİ)

Kendisine emanet bırakılan zat Ölür ve emanet bilinmezse, bu emanet —sağlığında olan borç gibi— terekesinden alınır. Tehzîb'de de böyledir.

Bu, adam ölüp, emanetin Hali bilinmediği zamanda böyledir. Fakat, varisler emaneti biliyor ve bunların bildiğini maneti alanda bildiği halde onu açıklamadan ölmüşse, bu durumda tazminat gerekmez. Fü-sûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Şayet varis: "Ben emaneti biliyorum." der alacaklı ise bunu inkar eder ve emaneti açıklayarak:  ''Şu şu" der ve:  "Ben- onu bildim; gerçekten o zayi oldu." derse, bu söz doğrulanır.

Eğer emanet yanında olurda, "zayi oldu." der ve fakat varis hırsızı gösterebilirse, tazminat gerekmez.

Şayet, emanet alan şahıs, hırsızı gösterirse, bu durumda da ona tazminat gerekir. Hulâsa'da da böyledir.

Alacaklı ile, emanet alan şahsın varisleri ihtilaf ettiklerinde, emanet veren: "Emanet alan şahıs, emaneti bilmeyerek öldü." der; emanet alan şahsın varisleri de: "Emanet alan, ölürken emanet olan şey bizatihi duruyordu; o belirlidir; sonra da zayi oldu." derlerse, bu durumda alacaklının sözü geçerli olur.

Sahih olan da budur.

Şayet emanet alan şahsın varisleri: "Emanet alan zat, sağlığında emaneti geri verdi." derlerse, bu sözleri beyyinesiz kabul edilmez. Ve malından tazminat vacib olur.

Eğer varisler, emanet alan şahsın, onu sağlığında ödemiş olduğuna dair" beyyine ibraz ederlerse, bu durumda sözleri ve beyyineleri kabul edilir.

Emanet alan zat, emanetten habersiz öldüğünde, varisleri "ema­netin, onun sağlığında zayi olduğunu" iddia ederlerse, bu sözleri kabul edilmez. Fiisûlü'Mmâdiyye'de de böyledir.

Emanet alan zat ölmez, fakat tecennün eder ( = delirir) ve onun da malı bulunur; emanet edilen şey de istenir fakat bulunamaz, varisler de, bu   şahsın   akıllanacağından   ümit   keserlerse,   bu   durumda   onun malından, bu emaneti borçlariırlar.

Bu durumda hakim, deliren şahsa bir veli tayin eder. Bu veli, ema­neti onun malından alır ve hak sahibine verir. Zehıyre'de de böyledir.

Bundan sonra delilikten iyileşir ve "emaneti geri verdiğini" veya "yanında iken zayi olduğunu" iddia eder veya: "Ben ne olduğunu bilemiyorum."  derse ona yemin  verilir ve malına müracaat eder. Yenâbi"de de böyledir.

Bir adam, karısına bir emanet verdiğinde, bu adam ölür ve bu emaneti almış olan kadın:  "Emanet zayi oldu." veya "...çalındı." derse; onun, yeminle birlikte söylediği söz geçerli olur. Bu durumda hiç bir kimsenin yapacağı birşey yoktur.

Şayet, bu kadın: "Kocam ölmeden Önce, ben emaneti ona vermiştim." derse; yine, onun yeminle birlikte söylediği bu sözü geçerli olur. O emanet borç olur; kadın da kocasından dolayı ona varis olur. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Eğer, bu kocanın emaneti karısına verdiği, ancak sözüyle bilinirse; (şöyleki:  Adam Ölmeden önce,- ona:  "Filanın sana emanet olarak verdiği, bin dirhemi ne yaptın?" denilir; o da:  "Karıma verdim." dedikten sonra ölür; bilahare, bu durum karışma sorulunca bunu inkar ederse; ona yemin ettirilir; başka bir şey yapılmaz.

Şayet ölen zatın terekesi varsa, o zaman o borçtur; kadın da ona varistir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir müdarip: "Müdarabe malını, filana verdim." dedikten sonra..oricinp Hp vanılacak bir sev voktur. Eğer sarraf: "Bana bir şey vermedi." derse; onun, yeminle birlikte söylediği bu sözü geçerli olur. Ona karşı da, ölenin varislerine karşı da yapılacak bir şey yoktur. Hızânetu'l-Müftîn'de de böyledir.

Şayet sarraf, bir şey söylemeden önce ölür müdaribin de ona emaneti verdiği ancak onun sözüyle bilinirse; bu durumda, onun —sarrafa karşı— bu sözü tasdik edilmez. Hulâsa'da da böyledir.

Eğer müdarip sarrafa senetle vermiş veya sarraf kendisi ikrar etmiş olur; sonra da müdarip, bilahare de sarraf —bir şey açıklamadan ölürse, o zaman, bu sarrafın malından alacak olur; onu emanet bırakan şahsa karşı, yapılacak bir şey yoktur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Müdarip ölür, sarraf sağ olur ve bu sarraf: "Ben, müdaribin sağlığında, emaneti ona geri vermiştim." derse; bu durumda onun sözü geçerlidir; o yemin eder ve bir şey gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bırakılan emanetler, —bir açıklama yapılmamış olması halinde— ölüm sebebiyle tazminata çevrilirler.

Ancak, şu üç mes'elede, emanetler tazminata çevrilmezler.
1) Bir vakfın, mütevellisi Ölür; onun aldığı vakıf geliri bilinmez ve bir beyanatı da olmaz ise; ona tazminat gerekmez.
2) Hükümdar gazaya çıkar; ganimet alır; o ganimeti ganimet ehlinden bir kısmının yanma emanet bırakır ve bir beyanatta bulun­madan da Ölürse; yine tazminat gerekmez.
3) Müfaveda ortaklarından birisi ölür; elinde ortaklık malı olur; onu da açıklamaz ise; ona karşı da tazminat yoktur. Fetâvâyi Suğrâ'da da böyledir.

Yetimlerin malını teslim alan bir hakim, bir şey beyan etmeden önce ölürse; bu durumda iki cihet vardır:

Şayet hakim, o malları evine koymuş ve bu malın nerde olduğu da bilinmiyor ise, tazminat gerekir.

Eğer bir topluma verdiği halde, kime verdiği bilinmiyorsa; o zaman, tazminat yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet hakim:  "Mal benim yanımda zayi oldu." veya "Onu, yetimlere sarfeyledim."  derse; bu durumda hakime karşı tazminat arıklamadan ölürse, tazminat gerekir.

Yenâbi"de de böyledir.

Hişâm'ın Nevâdiri'nde şöyle zikredilmiştir:

Bir vasi, yanında, bir yetimin malı bulunduğu halde ölür ve bu malın nerede olduğu bilinmez; bu hususta, vasinin bir açıklaması da olmaz ise, bu mal, onun terekesinden tazmin edilir.

Şayet, vasinin, bu malı, bir insana verdiği bilinir, fakat kime verdiği bilinmezse, onu tazmin eylemez. Çünkü, vasinin yetimin malını, bir başkası vasıtasıyla korumak hakkı vardır, tbnü Rüstem'in Nevâdiri'nde, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu beyan edilmiştir:

Şayet hakim: "Yetimin malı, benim yanımda zayi oldu." veya: "Onu, yetime sarf eyledim," derse, tazminat gerekmez.

Şayet hakim, bu açıklamadan ölürse, —emanet alan şahıs gibi— onu tazmin eder. Serahsî'nin Muhiytı'nde de böyledir.

Müfâveda   ortaklarından   birine, bir adam, bir emanet bıraktığında, kendisine emanet bırakılan bu zat, bir açıklama; yap­madan ölürse, tazminat gerekir.

Şayet, sağ olan arkadaşı: "Ortağım, onu sağlığında zayi etti." derse, onun, bu sözüne inanılmaz. Zehiyre'de de böyledir.

Müntekâ'da, İmâm Muhammed (R.A.)'in şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Bir hakim, bir sabî için, bir kesede bin dirhem; diğer bir sabî için de başka bir kesede, bin dirhem alıp, ö iki keseden birisini harcar, ancak bunun hangi sabiye ait olduğunu bilmediği gibi, kalan kesenin de hangi sabiye ait olduğunu bilemezse, bu durumda geride kalan bin dirhemi, bu iki yetim arasında pay eder.

Onlardan her ikisi de büyüdüğü zaman, hakim, her birine infak edileni iddia eder ve yemin ettirir. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir adamın yanında, bin dirhem emanet bulunduğunda, iki adam gelerek, onu iddia ederler ve her birisi, "onu, kendisinin emanet bıraktığını" söyler; emanet yanında olan şahıs da: "Onu, bana biriniz emanet bıraktınız; fakat, ben hanginizin bıraktığını bilmiyorum." der; iddia edenler de o bin dirhemi aralarında pay etmek üzere anlaşma vaoarlarsa, bu anlaşma geçerli olur ve dedikleri gibi yaparlar.

Bu durumda emanet alan şahsın, o bin dirhemi, onlara vermeme hakkı yoktur. Bu şahıslar, aralarında birbirlerine yemin ettiremedikleri gibi, emanet alan şahıs da onlara yemin ettiremez.

Fakat anlaşma yapmazlar ve onlardan her biri, "o bin dirhemin, kendisine ait olduğunu iddia ederek, emanet edilen şahıstan almak isterse, bu durumda, emanet alan şahıs, onlara vermez.

Bu durumda, o iki şahıs, emaneti alana yemin teklif eder. Bu şahıs, ikisinden de almadığı hususunda ya yemin eder veya etmez. Almadığına yemin ettiği takdirde, dava düşer. Bunların, bu durumda sulh yapmaları da mümkün değildir.

Bu, İmâm Etiû Yûsuf (R.A.)'un kavline göre böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar bu durumda anlaşıp, bu bin dirhemi ortaklaşa alabilirler. Şayet, o ikisinden de almadığı husu­sunda yemin etmezse, bu bin dirhemi ikisine verir ve bunlara bin dirhem de borçlanır.

Şayet, birinden almadığı hususunda yemin etmez de, diğerinden almadığı hususunda yemin ederse; bu durumda, bu bin dirhemi, "almadığı hususunda" yemin etmediği şahsa verir. Diğerine bir şey vermesi gerekmez. Gayetu'l-Beyân'da da böyledir.

Bu durumda, emaneti alan şahıs, "birinci şahıstan almadığı hususunda yemin etmekten" kaçınınca, ikinci şahıs için bu hususta yemin etmedikçe, hakimin, bu bin dirhem hakkında hüküm vermemesi uygun olur.

Şayet hakim, emaneti alan şahıs, yeminden kaçındığı halde, önceki için hükmederse, bu hüküm bundan sonra, ikincisi için de yemin etmedikçe— yerine getirilmez. Bu durumda hakim, ikinci adam için de emaneti alan şahsa yemin ettirir. O şahıs, bundan kaçınırsa, bu bin dirhem de, aralarında pay edilir. Bu durumda, kendisine emanet bıra­kılan şahıs, ikinci bir, bin dirhemi de onlara borçlanır. Kâfî'de de böyledir.

Bu, bizim  alimlerimizin  ihtiyarıdır. Gayetü'l-Beyân'da  da böyledir.

Hüküm verildikten sonra, davalı şahıs, ikinci davacıya yemin veremez. Tebyîn'de de böyledir.

Şayet, elde mevcut olan bin dirhem hakkında, iddiacılardan her biri "benimdir." diye iddia ederler; emanet edilen zat da bu davacılar­dan birini doğrulayıp, emaneti ona teslim ederse; İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre, bu durumda ikinci zatın yemin verme hakkı yoktur.

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre bu şahıs yemin verebilir. Kâfî'de de böyledir.                                                                   

Fetâvâyi Attabiye'de şöyle zikredilmiştir:

Eğer iddiacılardan her birisi, biner dirhem emanet bırakmış olduk­ları halde, onlardan birisinin emaneti zayi olsa ve fakat, hangisinin emanetinin zayi olduğu bilinmese; onlar iddia etmedikçe dava yoktur.

Eğer onlardan her birisi, "duran bin dirhemin, kendisine aid olduğunu" iddia ederlerse, o zaman, emanet bırakılan zat, onların her-birine yemin eder.

Şayet her ikisi için de yemin ederse, o iki kişi mevcut olan bin dirhemi aralarında taksim ederler. Bu durumda onların, emanet alan şahsa karşı başka bir yolları yoktur.

Eğer ikisi için de yemin etmezse, bu iki kişi, mevcut bin dirhemi alırlar; bu şahıstan beşer yüz dirhem de alacakları olur. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Kendisine, bir cariye emanet bırakılan şahıs bir açıklama da bulunmadan ölür ve emanet bırakan zat, emanet bırakılan şahsın ölü­münden sonra, bu cariyeyi sağ olarak görürse, bu durumda emanet bırakılan şahsa tazminat gerekmez.

Şayet, cariyenin sahibi, emanet bırakılan şahsın ölümünden sonra, bu cariyeyi sağ olarak görmez ve ölenin varisleri: "Onu, geri verdi." veya: "O sağ iken, cariye öldü." yahut "...kaçtı." derlerse, bu sözleri kabul edilmez. Çünkü onlar, tazmniattan kaçmıyorlar demektir.

Bu durumda, emanet bırakan şahıs, bu cariyenin emanet bıraktığı günkü kıymetini ödetir. Muhıyt'te de böyledir.

Alım-satıma aklı erdiği halde, ticaretten men edilmiş bulunan bir sabiye (= çocuğa), bir adam, bin dirhem emanet bırakır; o çocuk da buluğa erişir ve ölür; emanet bırakılan şeyin de hali bilinmezse, bu durumda, o çocuğun malından tazminat gerekmez.

Ancak, şahitler şehadette bulunarak: "O bulûğa eriştiği zaman, emanet mal onun yanında idi." derlerse, o takdirde, —ölümü sebebiyle— tazminat gerekir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bunağın hükmü de, sabinin hükmü gibidir.

Şayet bunaklıktan kurtulduktan sonra ölür ve emanetin keyfiyyeti bilinmez ise, onun malından tazminat gerekmez.

Ancak şahitler şehadette bulunarak: "O iyileştiği zaman, emânet mal yanında idi." derlerse, o müstesnadır.

Eğer sabî izinli ise, mes'ele hali üzeredir. Şahitler şehadette bulun­madıkça emaneti tazmin eder.

Ticarete izinli olan bunak da böyledir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir  kimse,   ticaretten  men  edilmiş  bir   köleye,   bir  emanet bıraktıktan sonra, bu köleyi efendisi azad eder; azad edildikten sonra da —emanetin halini beyan etmeden— ölürse, o emanet, onun malında borçdur; ister şahitler, "azad olduktan sonra, emanet elinde vardı." desinler isterse demesinler, müsavidir.

Şayet ölürken, elinde hiç bir şeyi bulunmazsa, o zaman, efendisi onu tazmin eder.

Ancak, emanet bizatihi tanınır ve sahibine geri verilirse, o müstes­nadır. Zahîriyye'de de böyledir.

Şayet bir köleye, efendisi emanet kendisine tevdî edildikten sonra, izin verir ve bilahare de bu köle ölürse, tazminat gerekmez. Ancak, şahitler şehadette bulunarak: "O, izin aldıktan sonra da emanet mal yanında idi."  derler;  sonra da bu köle mal bırakarak ölürse, bu durumda, emanetin o maldan tazmin edilmesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir adam, diğerine kar, karpuz veya yaş üzüm emanet edip, ken­diside kaybolur; sonra da kendisine emanet bırakılmış olan şahıs ölünce, emaneti veren adam gelir ve bırakılan emanet de, o adam gelene kadar bekleyecek durumda olmazsa, bu durumda emanet edilen şey, ölenin malında borçtur. Çünkü, emanetin hali belli olmamıştır; belki de emanet bırakılan şahıs, onu telef eylemiştir. Füsûlü'l-Imâdiyye'de de böyledir.

Şayet ölen zatın varisleri, "o emanetin, emanet bırakılan şahsın yanında eridiğini"- isbat ederler veya "onun sağlığında, o emanetin bozulduğunu" belgelerlerse, bu durumda, onu terkeden ödemek lazım olmaz. Mültekıt'ta da böyledir.

Bir adam, borçlu olarak öldüğünde, yanında emanet mal veya müdarabe malı yahut vakıf geliri bulunursa, bu malın hak sahibinin kim olduğunun bilinmesi halinde, o, ona verilir. Aksi takdirde,, bu mal, ala­caklılar arasında taksim edilir.

Emanet sahibi, müdarabe sahibi ve ariyet sahibi, bize göre alacaklı­lar menzilindedirler. Mebsût'ta da böyledir.
En doğrusunu bilen Allah'u Teâlâ'dır. [9]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..