4- Kefalette Müracaat

Bir kimse, başka bir kimseye: "Filan adama, benden dolayı, bin dirheme kefil ol." veya "Benden dolayı, filan şahsa, bin dirhem öde."; "Benden dolayı, bin dirhemi tazmin eyle."; "Onun, benim üzerimde olan malını ver."; "Benim yerime sen öde."; "Onun, benim üzerimde olan, bin dirhemini öde."; Benden dolayı, ona, bin dirhem ver."; "Benden dolayı,  ifâ eyle.";  "Onun,  benim üzerimde bulunan bin dirhemini, ona ver."; "Benden dolayı, ona, bin dirhem def eyle." der; emredilen şahıs da, onun bu sözünü yerine getirirse; bu zât, emredene müracaat eder. Yani, —onun adına— verdiğini, âmirden (= vermesini emreden şahıstan) geri ister.

Bu mes'eleler, el-Asl'dadır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kefil, kefil olduğu şeyi kendisinin ödediği ve kefaletinin sahih olduğu her yerde, kefili olduğu şahsa başvurur.

Ancak kefil, kendisi ödemeden, asıl borçluya müracaat edemez.

Bir kefil, kendi yanında bulunan maldan ödeme yaptığı zaman, asıl borçluya, kefil olduğu malı almak için müracaat eder; yoksa, kendi ödediği malı almak için müracaat edemez.

Meselâ: Kendisi katkıntılı dirhemleri ödediği hâlde; kefil olduğu mal, saf dirhemler olsa; bu kefil, katkmtısız dirhemler almak üzere mü­racaat eder ve alır.

Bu kefil, şayet dinarlar yerine dirhemler veya tartılan bir şeye yahut Ölçülen bir şeye kefil olduğu halde, alacaklıyla anlaşmak suretiyle, kefilolduğu şeyin yerine, aynı cinsten olmayan başka bir şey öderse; bu durumlarda da, neye   kefil olmuşsa, asıl borçludan onu ister ve alır.

Muhıyt'te de böyledir.

Amire müracaat, ancak, âmirin üzerinde bulunan borcu kabul ve ikrar ettiği, borç ikrarının da caiz bulunduğu zaman olur.

Meselâ: Mekfûîün anh (= asıl - kendisine kefil olunulan borçlu), mahcur ( = malîni kullanmaktan men edilmiş; ticâret yapması yasak­lanmış) bir sabî olur ve bu sabî, bir şahsa, "kendisine kefil olmasını" söyler; o şahıs da kefil olup, kefil olduğu şeyi de öderse; mekfûîün anh olan mahcur çocuğa müracaat edemez.

Keza, ticâretten men edilmiş bulunan bir köle, başka bir şahsa, "kendisine kefil olmasını" söyler; o da kefil olur ve bu kölenin borcunu öderse; köleye müracaat edip, kefil olduğu şeyi isteyemez.

Ancak bu şahıs, köle azâd edildikten sonra, ona müracaat edebilir.

Bir kimse, kendisinden kefil olmasını isteyen, ticâret yapmaya izinli bir sabiye kefil olur ve onun borcunu öderse; kefil olduğu şey için, bu sabiye müracaat eder. Inâye'de de böyledir.

Bir kimse, diğerine: "Ver veya tazmin et. (^ Öde veya kefil ol." dediği halde "...benden dolayı..." veya "benim üzerimde olanı..." demezse; bu durumda, kefil olan şahıs, kefil eden'şahsın ortağı ve dostu ise,  emredene  müracaat  edebilir.  Aksi  takdirde müracaat  edemez. Serahsî'nin Muhıytı'nde-de böyledir.

el-Asl'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, alış-veriş yaptığı bir sarrafa "filan şahsa, borç yerine, bin dirhem vermesini" söyler veya "...bin dirhem vermesini söylediği hâlde, "borç yerine..." demezse; bu emri yerine getiren sarraf, emredene mü­racaat ederek, bin dirhemini ister ve alır.

Bu, îmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir.
Şayet emredilen şahıs, âmirin alış-veriş yaptığı bir kimse olmadığı gibi aynı san1 atı yapan meslekdaşı da değilse; âmir:  "Ona, benden dolayı ver." demedikçe; emredilen şahsın, müracaat etme hakkı olamaz.

Yine el-Asi'da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, kendi ortağı olmayan bir şahsa: "Filan adama, bin dirhem ver." der; o şahıs da verirse; bu şâhıs, âmire müracaat edemez. Fakat bu şahıs, bin dirhemi verdiği şahsa, müracaat eder. Çünkü, bu şahıs, —kefaleti— caiz olacak şekilde vermemiştir. Fetâvâyî KâdîEsân'da da böyledir.

Bir  kimse,  hazırda bulunan bir şahıstan  dolayı,  onun emri olmadan, bin dirheme kefil olur; mekfûîün anh (=  kendisine kefil olunan kimse) de: "Gerçekten, kefaletine razı oldum." der ve bu hâl alacaklının kabul etmesinden önce vâki olursa; bu kefil, ödediği şey için, mekfûîün anh'e müracaat eder. Kefaletten Önce emreylemiş olsaydı, yine böyle olurdu.

Şayet mekfûîün anh'in rızâsı, alacaklının kabulünden sonra vuku bulmuşsa; bu durumda kefil; ödediği şeyden dolayı, mekfûîün anh'e (- kendisine kefil olduğu kimseye ~ asıl borçluya) müracaat edemez. Bu durumda, onun rızâsına itibar edilmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir köle, efendisi nâmına kefil olur; efendisi, bu köleyi azâd eder ve köle de, kefaletinden dolayı ödeme yaparsa veya bir efendi, kölesi nâmına, onun isteği üzerine kefil olur ve onu azâd ettikten sonra da, kefaletinden dolayı ödeme yaparsa;.bu durumlarda, bu şahıslardan biri,. diğerine müracaat edemez. Kâfi'de de böyledir.

Nikahlanan bir kadının kocasının evinde, —kiracı olarak— başka bir kadın oturmakta oİur; nikahlanan kadın da, o eve iner ve kiracı kadın nâmına, onun kirasını tazmin ederse; bu durumda —ister onun emri ile olsun, ister emirsiz olsun— bu kadın, kiracı kadına müracaat i edemez.

Bu, şuna benzemektedir: Bir baba, küçük oğlunun mehir bedelini Tazmin edip ödese; oğluna müracaat edip, verdiğini ondan alamaz, "azmin veya ödeme vakti şart koşulursa, bu rivayet baba hakkında mahfuzdur.

Baba, oğluna müracaat etmek şartıyle ödem yaparsa, o zaman, oğluna başvurarak, verdiği mehrin bedelini ondan alır.

Kadın hakkında da cevap budur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, bir satıcının alacağına kefil olduğunda, bu satıcı, alacağını, kefile hîbe eder; kefil ise, bu alacağı müşteriden tahsil etmiş bulunur; sonra da müşteri, aldığı bu şeyde kusur bulursa; satıcıya mü­racaat ederek, verdiği bedeli ondan alır.

Bu durumda, her ikisinin de, kefile müracaat etme hakları yoktur. gerahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Şayet kefil, elbiseyi selem yolu ile satmışsa; kıymeti için borçluya müracaat eder.

Şayet veresiye verirken, şehirde teslim etmeyi, selem sahibinin rızâsı ile, şart koşmuş olur; kefil de, şehrin hâricinde teslimde bulunursa; müslemün ileyh'e (= Malı sonradan verecek olan satıcıya) şehirde mü­racaat edebilir. Tatarhâniyye'de de böyledir,

İbnüSemâ'a'nin Nevâdiri'nde, İmâm Ebû Vûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

Bir kimse, başka bir kimseden bin dirhem alacaklı olduğunu iddia eder; müddeâ aleyh'in emriyle, başka bir şahıs da, o bin dirhemi ödedikten sonra da, müddet (= iddiada bulunan) ile müddeâ aleyh ( = kendisi hakkında iddiada bulunulan kimse) birbirlerinde alacak ve vere­ceklerinin olmadığını doğrularlar ve müddeî, aldığı şeyi, müddeâ aleyh'e verirse; ilk tazmin eden şahıs, müddeâ aleyh'e müracaat eder.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Bir şahsın, başka bir şahısta bin dirhem alacağı olduğunda; ala­caklı, borçluya "hâl-i hazırda (= hemen) veya vadeli olarak, bu bin dirhemi, başka bir şahsa ödemesini" söylerse; İmâm Ebû Yûsfu (R.A.): "Eğer, o bin dirhem, hemen alacaklıya ödenecek olduğu hâlde, me'mur bunu vadeli olarak öderse; bu durumda âmir, bin dirhemi için borçluya müracaat eder.

Âmirin bin dirhemi vadeli olur; me'mur da bu bin dirhemi, aynı şekilde vadeli öderse, bu durumda, emredenin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.

Keza, yanında bir emânet bulunur ve âmir de, "alacaklısına, bin dirhem vermesini" isterse; bu bin dirhemi verenin, o emâneti alma hakkı yoktur. Mumyt'te de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), el-AsPda şöyle buyurmuştur: Emânet bırakan kimse, o emânetin geri alınmasını temin maksa-diyle bir kefil alırsa veya malı gasbedilmiş bulunan bir kimse, gasbedilmiş bu malını almak için bir kefil alsa; bundan sonra da kefil olan şahıs, kefil olduğu malı, sahibinin yanına getirse, kefil ariyet bırakılan veya gasbedilmiş olan mala müracaat ederek, —taşımış olmasından dolayı ecr-i mislini alır. Bu istihsândır.

Burada, kefalet yerine vekâlet olsa; şöyle ki: Ödünç alan şahıs veya gâsıb, emânet alınan veya gasbedilmiş olan bu malı muîr (= ödünç olarak veren) veya mağsûbün minh'in (= kendisinden gasbedilmiş kim­senin) evine vermek üzere bir vekil tutulmuş olsa, bu da caizdir.

Ancak vekil, bu şeyi nakletmeye zorlanamaz. Kefil ise, nakle zor­lanır. Zehıyre'de de böyledir.

Ebû Süleyman, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bir kimse, diğerinin emriyle, bin dirheme kefil olduktan sonra, mekfûlün anh (= kendisine kefil olunmuş bulunulan asıl borçlu), bu kefilin huzurunda borcunu ödese; daha sonra da, alacaklı bunu inkâr ederek, bu hususta yemin de etse; bu durumda alacaklı kefilden, alacağını alır. Kefil ise, mekfûlün ahn olan borçluya müracaat eder.

Şayet kefîl, mekfûlün anh'in (= asıl borçlunun) huzurunda, ödeme yaptıktan sonra, alacaklı aldığını inkâr ve bu hususta yemin ederse; bu durumda kefil, asıl borçluya müracaat edip bir şey alamaz. Muhıyt'te de böyledir.

Bir vasi; ölenin borcunu ödemiş olursa; onun terekesine müracaat ederek, verdiğini ondan alır. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bin dirheme bir köle satan şahıs, bu bin dirhemi müşteriden alması hususunda, bir başka şahsı kefil aldığında, bu kefil, o kölenin bedelini, satıcıya nakten öder, müşteri de teslim alır; bilâhare de, kefil, müşteriye müracaat etmeden gâib olur; bundan sonra da, bir hak sahibi gelerek, müşterini elinden bu köleyi alırsa, bu durumda müşterinin, —kefil gelene kadar— kölenin bedelini almak için satıcısına müracaat etme hakkı yoktur.

Kefil ise, geldiği zaman muhayyerdir: Dilerse, ödeme yaptığı satı­cıya; dilerse, müşteriye müracaat eder. Ödediğini, bunlardan birisine tazmin ettirince, diğerine tazmin ettiremez.

Satıcı ödeme yaparsa, müşteriye müracaat edemez.

Şayet kefil, daha önce müşteriye ödetmişse, müşteri de, satıcıya müracaat ederek, ona ödetir.

Şayet, kefil peşin ödediği zaman, müşteriye müracaat etmiş son­radan gâib olmuş, bilâhare de, bir hak sahibi meydana çıkmışsa; bu durumda müşteri, satıcıya müracaat eder ve ödediği bedeli ondan alır.

Keza, bu köleye bir hak sahibi çıkmaz fakat, bu kölenin hür olduğu   meydana   çıkarsa   veya   mükâtep   veya   müdebber olduğu anlaşılırsa; yahut, satılanın câriye olması hâlinde, onun ümm-ü veled olduğu meydana çıkarsa, cevap yukarıdakinin aynıdır.        

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir kimseden, bin dirheme bir köle satın aldığında, bu müşterinin emri, ile bir kimse, bu kölenin bedeline kefil olur ve bu kefil bedeli peşinmen ödedikten sonra gâib olur; bu köle de, henüz satıcının elinde iken —yani müşteriye teslim edilmeden önce— ölürse; bu müşteri, kölenin bedeli için, satıcıya müracaat eder.

Bu durumda, kefilin müşteriye müracaat edip etmemesinde de bir fark yoktur.

Köle ölmez, ancak müşteri onda bir Kusur bulur ve —ister hakimin hükmü ile, ister hükümsüz olarak— geri verirse yahut hıyâr-ı rü'yet ( = görme muhayyerliği) sebebiyle, veya şart sebebiyle geri verirse; bu durumalrda müşteri, ödediği bedeli almak için, satıcıya müracaat eder. Kefilin ise, ona müracaat etme hakkı yoktur.                                    

Şayet bir şahıs, diğer bir şahıstan, bin dirheme, bir köle satın alır; başka bir şahıs da, müşterinin emri ile, o kölenin bedeline kefil olduktan sonra, bu kefil, satıcı ile, elli dinara anlaşma yaparsa (= sulh olursa), bu durumda kefil, müşteriye dirhemler olarak müracaat eder; dinarlar' olarak müracaat edemez.

Bu köleye bir hak sahibi çıkar, kefil de hazırda bulunmazsa; bu durumda müşteri, satıcıya baş vuramaz.

Kefilin hazır bulunması hâlinde ise, satıcıya dinar olarak başvurur.

Şayet kefil, müşteriye müracaat etmek isterse; buna hakkı olmaz.

Ancak, bu hüküm, şunun hilâfınadır: Kefil, dirhemler olarak ödeme yaparsa, o zaman, müşteriye müracaat eder..

Şayet sulh (= anlaşma) yerine, alış-veriş yapılmış olsaydı, yani kefil, elii dinarı satıcıya, bin dirheme satmış bulunsa, sonra da, bu köleye bir hak sahibi çıkmış bulunsaydı, bu alış-veriş de, sulh gibi olurdu.

İmâm Muhammed (R.A.), sulh ile alış-verişin müsâvî olmasından şunu murad, etmiştir: Hak sahibi, satıcı ile müşteri birbirlerinden ayrıldıktan sonra meydana çıkarsa; bu durumda, alış-veriş bâtıl ( = geçersiz, hükümsüz) olur. Nitekim, bu durumda sulh da bâtıl olmak­tadır.

Fakat, dirhemlere, alış-verişten sonra ve taraflar birbirlerinden ayrılmadan önce, bir hak sahibi çıksaydı; bu durumda, bu alış-veriş bâtıl olmazdı; sulh ise bâtıl olurdu.

Bu köleye, bir hak sahibi çıkmaz ancak, köle satıcının elinde iken, —müşteriye tesiim etmeden önce ölür; kefil de, elli dinarı, satıcıya, bin dirheme satar ve bu satıcı, dinarları teslim alırsa; bu durumda müşteri, dirhemler için satıcıya müracaat eder. Kefilin ise, satıcıya müracaat etme hakkı olmaz..

Bu durumda, alış-veriş yerinde sulh işlemi yapılmış olsaydı (şöyîeki; '^Cefil, satıcı ile bin dirhemi, elii dinara anlaşmış bulunsa, sonra da, bu köle müşteriye teslim edilmeden önce, satıcının elinde iken ölseydi) işte bu durum, alış-veriş mes'elesine benzerdi.

Ancak, sulh ile alış-veriş arasında şu fark vardır:

Sulhta, köleyi satan şahıs için muhayyerlik vardır: Dilerse, elli dinarı, kefile geri verir; dilerse, bin dirhemi, müşteriye öder.

Alış-verişte ise muhayyerlik yoktur. Köleyi satan şahıs, bin dirhemi iade eder.

Sulh mes'elesinde, satıcı dinarı ihtiyar ederse; bu durumda kefil, satıcıdan dinarlarını geri alır.

Satıcı, dirhemleri ihtiyar eaerse; müşteri, bu dirhemleri satıcıdan geri alır.

Şayet kefil, müşteri tarafından satıcıya, kölenin bedelini vermekle görevlendirilmiş bir me'mur olur ve bu me'mur da, satıcıya elli dinar vermiş veya elli dinara sulh olmuş bulunursa; bu caiz olur.

Şayet kefil, müşterinin emri ile kefil olmuş biri olmaz ve bu kefil, satıcıya elli dinar vererek sulh olmuş bulunursa, bu alış-veriş caiz oimaz.

Sulh, satıcının, müşteri üzerinde olan alacağı için yapılmışsa; bu sulh da bâtıl (= hükümsüz, geçersiz) olur.

Şayet sulh, müşterinin berâeti için yapılmışsa, bu sulh caiz olur.

Şayet sulh, bir şart bulunmadan, mutlak olarak yapılmışsa; bu sulh da sahih olur.

Bu köle, müşteriye teslim edilmeden önce ölür veya ona bir hak sahibi çıkar ve sulh da mutlak olarak, —bir şart söylenmeden— yapılmış bulunursa; bu durumda müşterinin, satıcıya müracaat etme hakkı yoktur. Fakat kefil, satıcıya müracaat edebilir.

Bu durumda ise satıcı muhayyerdir: İsterse dinarları, isterse dirhemleri verir. Zehıyre'de de böyledir.

Şayet borçlunun  emriyle,  onun  naibi ödeme yapmış olursa; borçluya müracaat eder. Nitekim, müracaat etmesi şart koşulmamış olsa bile, başkasının borcunun ödenmesi de böyledir. Mi'râcü'd-Dirâye'de de böyledir.

Şemsü'l-Eimme şöyle buyurmuştur:

Yukarıdaki hüküm, bu işin emirle yapılmış olması hâline göredir. İkrah 'la (= zorlanarak, tehditle) yapılmış olması hâlinde böyle değildir.

Şayet, emirde ikrah varsa, onun müracaat emrine itibar edilmez. İnâye'de de böyledir.

Müslim'in Siyeri'nde şöyle zikredilmiştir:

Harbîlerin elinde bulunan bir esîri, bunlardan birisi, esirin emri olmadan satın alırsa, bu tatavvu' olur ve satın alan şahıs, —bedeli için— esire müracaat edemez. Ve bu esirin yolu açıktır.

Şayet, bu kimse, o esîri,.kendisinin emri ile satın almışsa; kıyâs'a göre me'mur (satın alan), âmire (bu esire) müracaat edemez, İstihsân'da ise, müracaat edebilir. Ve bu durumda, esirin, onun müracaat, etmesini emretmesi ile emretmemesi de müsâvîdir.

Bu mes'ele, şuna benzemektedir: Bir kimse, başka bir kimseye: "Malından, benim ev halkıma harcama yap." veya "... Evimin yapıl­masına harcamada bulun." der; bu şahıs da harcama yaparsa; me'mur (harcama yapan şahıs), âmire (harcama yapmasını emreden şahsa), yaptığı harcama için müracaat ederek, onu ister ve alır.

Keza, bir esir, bir şahsa emrederek, fidyesini vermesini söyler ve ondan alırsa; bu durum da, satiri almayı emretme menzilindedir. Fetâ­vâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, devesini kiraya verir ve bir de kefil alır; sonra da, deveyi kiraya tutan şahıs gâib olur ve kefil onunla yük taşırsa; ecr-i misliKefalet için, devesini kiraya veren şahsa müracaat eder.

Dikiş dikmekteki kefalet de böyledir.

Kefil, hak sahibini, alacağı sebebiyle, başka bir şahsa havale ederse; hak sahibi beri olur; kefil de, borçluya müracaat eder.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavlidir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Züfer (R.A.)'e göre, bu kefilin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu, başka bir şahsa, "kefil olmasını" söyledikten sonra, diğer bir şahsa da "bu kefilin nefsine kefil olmasını" söyler; o da bunu kabul ettiği zaman, alacaklı ilk kefilin nefsini yakalarsa; bu doğru olmaz. Çünkü bu kefil, bi-nefsihî kefil olmamıştır.

Şayet bir kimse, başka bir kimseden, "kefile kefil olmasını" ister; bu ikinci şahıs da, ilk kefilin borcuna kefil olur ve alacaklı, bu ikinci kefilden alacağını alırsa; bu durumda, borcu ödeyen bu şahıs, kendisine kefil olmasını söyleyen ilk kefile müracaat eder.

Bu mes'ele, Müntekâ'da zikredilmiştir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: "Benim adıma, filan şahsa, bin dirhem hîbe et (= bağışla)" der; me'mur da, bu isteği yerine getirirse; bu bin dirhem, âmir tarafından hîbe edilmiş olur.

Bu durumda me'mur âmire de, —bu hibeyi— alana da müracaat edemez.

Ancak âmir, hîbe'ye müracaat edebilir.

Bu durumda, bin dirhemi veren şahıs, onu teberru' etmiş olur.

Şayet bu âmir: "Filan şahsa, benim adıma bin dirhem hîbe et; ben onu, gerçekten sana öderim." der, me'mur da, denildiği gibi, bu bin dirhemi hîbe ederse; bu hîbe caiz olur. Ve âmir, bu bin dirhemi, olduğu gibi, me'mura Öder. Âmirin, hîbeye müracaat etme hakkı da vardır. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet âmir: "Benden için..." veya "Benim nâmıma borç ver." der ve me'mur da verirse; bu me'mur, verdiğini almak için, amire mü­racaat eder.   .

Bu âmir: "...benim üzerimedir."; "...ben öderim." demiş olsaydı, hüküm yine böyle olurdu.

Ancak me'mur  âmirin emrettiği şahsa değil de, başka bir kimseye verirse;  bu durumda,  âmire müracaat  edemez.  Tatarhâniyye'de de böyledir.

Şayet âmir, me'mura: "Filan şahsa, bin dirhem borç ver." der ve me'mur da verirse; bu durumda, âmirin me'mura, bir şey ödemesi gerekmez. Bu mes'elede, âmirle me'murun ortak olup olmamaları da müsavidir.

Bir kimse, başka bir şahsa mal hîbe ettikten sonra, mevhûbün leh (=   kendisine hibe edilen şahıs), başka bir şahsa,  "o şahsın kendi malından, mevhûbün leh'e karşılıkta bulunmasını" söyler, o da söyleni­leni yaparsa; âmire müracaat edemez.

Ancak âmir, ona: "... Bana müracaat edip, verdiğini benden alırsın." derse; bu durumda me'mur, âmire müracaat edebilir.

Keza bir kimse, başka bir şahsa: "Benim yeminime keffâret olarak, yemek yedir."; "...Kendi malından, benim malımın zekâtım ver."; "Bana bedel olarak, bir şahsa hacc yaptır." veya "Benim zıharımdan dolayı, bir köle-azâd eyle." derse; bu durumların hepsinde de, me'mur, âmire müracaat edebilir. Fetâvâyi Kâdshân'da da böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa: "Bana, bin dirhem bağışla; filan şahıs onu, öder." der; bahsi geçen şahıs da huzurda bulunur ve:  "Evet, öderim." derse; me'murun bu bin dirhemi hîbe etmesi hâlinde, bu hîbe, ödemeyi kabul eden şatiıs adına yapılmış olur. Bu durumda hîbe bu hîbe için verilen malı, ödemeyi kabul eden şahıs borçlanmış olur. Zehiyre'de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), Câmi"de şöyle buyurmuştur:

Bir şahsa bin dirhem borcu olan bir kimse, başka bir şâhsa, "kendi malından, borçlu olduğu şahsa, bin dirhem ödemesini" söyler; me'mur da: "Borcunu ödedim; sana müracaat ediyorum." der; borçlu da, bunu kabul ve tasdik ettiği hâlde, alacaklı: "Hayır, bana bir şey ödemedi." derse; bu durumda, alacaklının yemin ederek söylediği şöz geçerli olur.

Bu takdirde me'mur hiç bir şey —almak—' için amire müracaat edemez. Âmir, me'mura inanmış olsa bile hüküm böyledir.

Keza bir kimse, borçlunun isteği ile bir mal için kefil olduktan bir müddet sonra: "Mal sahibinin malını ödedim." der; borçlu da buna inanır, ancak alacaklı bunu yalanlarsa;, yemin etmesi hâlinde, alacaklı, borçludan malını alır.

Bu durumda kefil, borçluya müracaat edemez.

Şayet âmir, me'murun ödediğine inanmaz, ancak me'mur ödemiş olduğuna beyyine getirirse; hu durumda me'mur âmire başvurarak verdiği malın mislini ister ve betyinesi de kabul edilir.

Fakat, alacaklı gâib olur (j= huzurda bulunmaz) ve âmir, me'mura: "Filan şahsın, benim üzerimde bin dirhem alacağı var; sen, köleni, —benim alacağım karşılığında— ona sat." derse; bu caiz olur.

Me'mur kölesini, o alacaklıya sattıktan sonra, aralarında ihtilaf çıkar; alacaklı: "O, köleyi bana sattı;'fakat ben teslim almadan önce, köle öldü." dediği hâlde, âmir ve köleyi satan (me'mur): "Hayır, sen onu teslim aldın." derlerse; bu durumda, yemin etmesi hâlinde, ala­caklının sözü geçerli olur.

Bu alacaklı yemin edince, bu kölenin tesüm alınmadan önce ölmüş olduğu sabit olur. Ve bu durumda da, akid bozulmuş olacağından, ala­caklı, alacağı için asıl borçluya müracaat eder.

Bu durumda me'mur ise, âmire müracaat edemez.

Şayet âmir, borçlu olduğu şahıstan, o malı aldığını inkâr eder, kefil ise, bunu isbât ederse; beyyinesi kabul edilir. Bu, gaibe yapılan ödeme olur.

Şayet âmir, me'mura: "Filan adamın, bende bulunan bin dirhem alacağı karşılığında, ona köleni vererek sulh (= anlaşma) yap." der sulh yaparlar ve sonrada, alacaklı: "Ben almadım." derse; bu mes'ele yukarıdaki mes'elenin aynısı, gibidir. Ancak, kölenin sahibi, kölenin bedeli için, âmire müracaat eder. Aiış-veriş faslında ise, alacağı sebe­biyle, âmire müracaat eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, "bir başka şahsın alacağından dolayı, bir şahsa, bor­cunu yarın ödememesi hâlinde", nefsine kefil olur ve buna iki şahit tutar; bu şahitlerin şehiideti üzerine, alacaklı kefile, "—borcu— ödemesini" söyleyince de,; borçlu ve kefil, bu borcu inkâr eder ve iş mahkemeye düşer; hâkim de, şâhidlerin şehâdetlerine dayanarak, "kefilin, malı —birgün geçtiği halde— ödemediğine" hükmedip bu malı, kefilden alır, alacaklıya verirse; kefil, asıl borçluya müracaat eder. Kefil, asıl borçluya müracaat edemiyeceğini zannetmekte olsa bile, —bu durumda,— müracaat edebilir.

Keza, bunların aralarında kefalet bulunmaz, ancak, hâkim onu yalanlarsa, yine kefil, asıl borçluya müracaat edebilir. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye, bin dirhem veya bir köleyi emânet bıraktığında; emânet bırakan şahıs, "enaânet olarak bıraktığı şeyi, bor­cunun yerine ödemesi" hususunda, emâneti bıraktığı şahsa izin verir veya alacaklısı ile bu köle karşılığında sulh (.= anlaşma) yapmasına izin verir; o şahıs da: "Öyle yaptım." dediği hâlde, alacaklısı bu şahsı yalanlar ve esas borçludan alacağını alırsa; bu durumda, borçlu, kendi­sine emânet edilmiş bulunulan şeyi, tazmin eder. (= öder.)

Fakat, kölenin sahibi, borçluya "köleyi, borcunun yerine sat­masını' söyleyip, buna izin verir; o da: "Sattım ve teslim ettim." der; alacaklı ise, onu yalanlar ve bu hususta yemin de ederse; emânet bırakan şahıs, borçluya müracaat edemez. Kâfî'de de böyledir.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu şahıs, başka bir adama:  "Bu şahsın, bende alacağı olan bin dirhemi sen ver; ben,  sana öderim." der; me'mur da:  "Verdim." deyince, âmir ona inanır, alacaklı ise yalanlarsa; alacaklının sözü geçerli olur.Bu durumda me'mür,âmire müracaat edip, bin dirhemini ister.

Şayet, borçlu olan şahıs, bu me'mura: "Filan adama, bin dirhem öde; onun, bende bin dirhem alacağı var; ben, onu sana öderim." der; me'mur da: "Verdim." deyince, âmir bunu tasdik ettiği halde alacaklı yalanlar ve bu hususta yemin ederse; alacağını almaya müracaat etmesi hâlinde, me'mur, âmire müracaat edemez.
Şayet âmir de, alacaklı da, me'murun vermiş olduğunu iddia ettik? leri halde, me'mur verip ödediğine dâir beyyine ibraz ederse, bu durumda me'mur âmir'e müracaat eder. Alacaklı da, âmire müracaat eder. Önceki mes'elede de, sonraki mes'elede de borçlu, alacaklının alacağından berî olur. Muhiyt'te de böyledir. [19]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..