SEKİZİNCİ MESELE:
Mekruhların gerçek anlamda yerleşebilmesi için ne haramlarla ne de mubahlarla eşit tutulmamaları gerekir.
Haramlarla eş tutulmamalıdır; çünkü eğer mekruh haram mesabesinde tutulursa o zaman onun haram olduğu inancı doğar ve belki zamanla bilmeyen kimseler için o şeyi terketmek vacip halini alır.
İtiraz: Bu hususun beyanı için mekruhun işlenmiş olması gerekir. Halbuki o, yasaklanmış şeyler kapsamındadır.
Cevap: Beyan durumu daha güçlüdür. Bazen kesin yasak bile, üstün bir maslahat varsa işienebiîmektedir. Meselâ, zina eden kimsenin suçu gerçekten işleyip işlemediğinin tesbiti için ona çeşitli sorular yöneltilmesi bu kabildendir. Hadiste geldiği üzere, Hz. Peygamber zina ikrarında bulunan kimseye çeşitli sorular yönelttikten sonra 'Sen onu şey[93] ettin mi?" diye kinâyesiz açıkça o fiilin ismini zikretmiştir.[94] Halbuki aynı sözün beyan sadedinde olmaksızın zikredilmesi mekruh ve âdaba aykırıdır. Ancak burada, hükmün ortaya çıkması için açıkça söylenmesi gerekmektedir ve beyan yönü daha güçlü olmaktadır. Dolayısıyla üzerine terettüp edecek şey hoşgörülür ve bağışlanır. Burada da durum aynıdır. Hz. Âişe'nin, Rasûlullah jile birlikte yaptığı şeyi yani guslün gerekmesi için sünnet mahallinin girmesinin yeterli olduğunu haber vermesine baksanız a! Keza Hz. Peygamber'in Ümmü Se-leme'ye "Benim de öyle yaptığımı haber verseydin ya[95] buyurması da böyledir. Burada Hz. Âişe'nin bildirdiği, Hz. Peygamber'in bildirmesini istediği şeyler, ayıp şeyler olup, beyan sadedinde olmadığı zaman söylenmesi yasaktır. Daha önce, ihramlı olduğu halde İbn Abbâs'ın cimâdan bahseden recez söylediği geçmişti.[96] Beyan sadedinde olduğu zaman, bu gibi şeylerde bir beis görülmemektedir.
İkincisine yani mekruhların, mubahlarla eş tutulmaması kısmına gelince; mekruhlar devamlı surette işlenir ve onlardan kaçınılmaz ise, o mekruhların mubah oldukları inancı doğar ve bilmeyenlere göre onun hükmü mekruhluktan mübahlığa dönüşür. Bunun beyanı, değiştirme ve uygun bir şekilde te'dib (zecr) yoluyla olur.[97] Özellikle de sünnet edinilebilecek mekruhlar karşısında bu tavır daha belirgindir. Bunlar, mescitlerde ve dinî amaçlı toplantı ve derneklerin olduğu, çoğunluk halkın bir arada bulunduğu yerlerde işlenen mekruhlardır.[98] İşte bu noktadan hareketledir ki İmam Mâlik, Rasûlullah'ın mescidinde herhangi bir mekruh işleyen kimseye karşı çok şiddetli tepki gösterirdi. Hatta o, sevap kasdı ile mubah işleyen kimselere dahi sert çıkardı. Nitekim birinde, sıcaktan ridasını Önüne koyan bir kimsenin te'dib edilmesini emretmişti.
Fasıl:
Buraya kadar geçen meselelerden hem fikıh (furû') hem de usûl ile ilgili kaideler doğar: .
Bunlardan biri şudur: Mendup olan bedenî ibadetlerden herhangi birini kendisi için iltizam edinen bir kimsenin, eğer gözlerin kendi üzerinde olduğu bir kimse ya da benzeri biri ise câhillerin, o ibadetin vacip birşey olduğunu zannedecekleri şekilde devamlılık göstermesi uygun değildir. Aksine böyle birinin bazı vakitlerde o ameli terketmesi ve böylece onun vacip olmadığının bilinmesi uygun olur. Çünkü tekrarlanmakta olan vaciplerin özelliği, o şeyin iltizam edilmesi ve ihmal edilmeksizin sürekli olarak vaktinde yapılmış olmasıdır. Nitekim mendubun Özelliği de, sürekli yapılmamasıdır. Eğer devamlı yapılacak olursa, o zaman vacip için sözko-nusu olan Özelliği kazanmış olacağından yanlış değerlendirmelere meydan verecek, belki zamanla kendisi de o mendubu vacip kabul edecek ve bu şekilde devam edecek, sonunda da sapıtacaktır.
Aynı durum şu hususlarda da geçerlidir:
1. İbadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifasının iltizam edilmesi.
2. Bir başka ibadetin ya da ibadet olmayan başka bir unsurun eklenmesi sebebiyle, bu hallerde bulunmayan mânâların ortaya çıkması.
3. Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şeklin seçilip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilnıesi.
4. Bazı mubahların, belli bir gerekçe olmaksızın meşru hükmün terk olduğu intibaını verecek şekilde terkedilmesi.
Bu noktadan hareketle Hz. Ömer, minberde secde âyetini okumuş, sonra insanlarla birlikte secde etmişti. Bir başka defasında yine okumuştu. Yerine yaklaştığında, insanlar secde etmek üzere hazırlandılar, fakat Hz. Ömer secde etmedi: "Allah Teâlâ, bunu bize yazmamıştır; ancak dilersek yapmamız hali müstesna" dedi.
İmam Mâlik'e, abdest alınırken besmele çekilmesi soruldu. O: "Hayvan boğazlamak mı istiyor?" diye takılarak, soruya verilecek cevabın sanki bu konuda güçlü bir talep olduğu şeklindeki beklentisine tepki göstermiş oldu.Yine Hz. Ömer'den abdest hakkında: "Ha sağımızdan başlamışız, ha solumuzdan başlamışız, bizce önemli değil" dediği nakledilmiştir. Halbuki her şeyde sağdan başlamak müstehaptır.
Birinci kısma yani ibadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifâsının iltizam edilmesine örnek olarak, İmam Mâlik'in namazda kıyamda iken ayakların hiç oynatılmamasma gösterdiği tepkiyi verebiliriz.
İbadet olmayan başka bir unsurun ibâdete eklenmesine örnek, Mâverdî'nin naklettiği secdeden kalktıktan sonra alnın silinmesi ile Hz. Ömer'in ihtilam olduğunda elbisesini değiştirmeyip yıkamayı tercih etmesi ve "Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" demesidir.[99]
Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şekli seçip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilmesine örnek olarak da, İmam Mâlik'ten nakledilen E334] şu olayı gösterebiliriz: Ona abdest alınırken bir kere yıkanmasının hükmü sorulmuştu: "Hayır, abdest ikişer ikişer veya üçer üçer (yıkamakla) olur" diye cevap verdi. Halbuki hem abdestte hem de gu-sülde belli bir sayı değil de, istenilen organların iyice yıkanmış olması (isbâğ) esas kabul edilmişti. el-Lahmî bunu şöyle izah eder: "Bu bir ihtiyat ve koruma şeklidir. Çünkü sıradan biri, örnek olan kimseyi birer kere yıkayarak abdest alır halde görünce, kendisi de aynı şeyi yapacaktır. Belki bir kerede organlarını tam olarak yıka-yamayacak, bu yüzden abdestsiz namaz kılma durumuna düşecektir"
Bu gibi örnekler çoktur.
Bütün bunlar, insanların yanında yaptığı zaman ve o fiili işleyene başkalarının uyabileceği ihtimalinin bulunması halinde söz konusudur. Böyle olmaz da kişi kendi başına, kimsenin görmeyeceği şekilde ve yaptığı şeyin de dindeki hükmü ne ise ona itikat ederek işlemesi durumunda bir sakınca yoktur. Nitekim müteahhir âlimler Şevvâl'den altı gün oruç tutma hakkında, kim bunu kendi kendine onun sahih olacağına itikat ederek tutarsa, bu sahih olur, demişlerdir. Keza İmam Mâlik bir kere yıkanarak alınan abdest hakkında: "Bunu, ancak abdest ahkâmını bilen bir kimse için caiz görürüm" demiştir. el-Lahmî'nin izahı, kişinin kendisine tâbi olunmayacağı bir yerde yapması halinde bir sakınca olmayacağını ve onun mezhep üzere hareket etmiş olacağını göstermektedir. Çünkü İmam Mâlik'in abdest hakkındaki aslı, bir sayı tahdidinin bulunmadığı, asıl maksadın organların tam olarak yıkanmış olması şeklindedir. Ama bir kere yıkamayı iltizam eder ve o şekli hiç terket-mez ise, o zaman bunun insanların gözü önünde olması uygun olmaz. Çünkü devamlı olarak insanların gözü önünde öyle yapacak olursa, muhtemelen bilgisiz insanlar onun vacip veya matlup, ya da terki caiz olmayan birşey olduğunu zannedeceklerdir. Halbuki şer'an o öyle değildir. Dolayısıyla izhar etmesi durumunda mutlaka o kişinin, o şekli devamlı olarak iltizam etmediğini göstermesi, iltizamı halinde de onu izhar etmemesi gerekecektir. Bu, Deliller bölümünün evvelinde zikredilen şart[100] üzere olacaktır.
İtiraz: Bu, daha önce ortaya konan amellerin devamlılığına yönelik Şâri'in kasdına ters düşer. Hz. Peygamber bir amel işlediği zaman onu iyice ortaya kordu.
Cevap: İtiraz varid değildir. Çünkü devamlılık vasfı, hiç terke-dilmeyen birşey hakkında kullanıldığı gibi, çoğunlukla yapılan şey hakkında da kullanılır. Dolayısıyla birşeyin bazı vakitlerde terkedilmiş olması, onu devamlılık vasfından çıkarmış olmaz. Nitekim biz, sahabenin kurban kesmeyi bazı vakitlerde terketmeleri hakkında, onların kurban kesme konusunda müdavim olmadıklarım söylemiyoruz. Şu halde devamlılık vasfının sahih olabilmesi için, asla terk durumunun olmaması şart değildir; şart olan lügat bakımından ism-i fail kalıbının kendisine hakikat anlamda kullanılması sahih olabilecek ölçüde çoğu zaman o şeyi yapar olması veya ekseriyettir.
Sûfiyye, seyrü sülükte, vacip olmayan bazı şeyleri iltizam etmiş, hatta işleme konusunda vacip ile mendup; terk konusunda da mekruhla haramı eşit tutmuşlardır. Dahası terk konusunda bir çok mubah ile mekruhları dahi eşit kabul etmişlerdir. Bu tarz, onların gidişatlarının esası olmuştur. Özellikle de ruhsatların alınmasını terketmişlerdir. Zira onların tuttukları yolun gereklerinden biri de, sâlik için - -seyrü sülük halinde olması hasebiyle ruhsatlara kendisini kaptırmaması ve diğer insanlar için gerekli olmayan şeyleri iltizam edinmesidir. Onlar tarikatlarını, kendileri ve müritleri arasında sırlarını saklamak ve hiçbir şekilde onları izhar etmemek, seyrü sülük için üstlenmiş oldukları vazifeler ve mücâhede halleriyle halvete çekilmek üzere kurmuşlardır. Çünkü bunlar kendilerini görüp de maksatlarını anlayamayacakların; vacip olmayanı vacip, caiz olanı caiz değil veya matlup sanmalarından ya da kendi hallerine muttali olanların haklarında kötü zanna düşebileceklerinden korkmuşlardır. Dolayısıyla bu konuda onları suçlamamak gerekir. Nitekim onlar vecd hallerine ait sırlarını sakladıkları için de kınanmazlar. Zira onlar, bu esasa[101] dayanmaktadırlar. Onlardan bazılarının ya kendilerine galebe çalan bir vecd halinden dolayı, ya da bazılarının görüşlerini sahih başka bir esas üzerine bina etmeleri sebebiyle bu aslı ihlâl etmeleri yüzünden, bir yanda ulemâdan pek çoğunun onlara karşı suizan beslemesi kapısı açılırken, Öbür taraftan da cahillerin onların maksatlarını anlayamamaları, kas-tetmemiş oldukları şeyi anlamaları kapısı aralanmıştır. Bunların hepsi de mahzurludur. [102]
Haramlarla eş tutulmamalıdır; çünkü eğer mekruh haram mesabesinde tutulursa o zaman onun haram olduğu inancı doğar ve belki zamanla bilmeyen kimseler için o şeyi terketmek vacip halini alır.
İtiraz: Bu hususun beyanı için mekruhun işlenmiş olması gerekir. Halbuki o, yasaklanmış şeyler kapsamındadır.
Cevap: Beyan durumu daha güçlüdür. Bazen kesin yasak bile, üstün bir maslahat varsa işienebiîmektedir. Meselâ, zina eden kimsenin suçu gerçekten işleyip işlemediğinin tesbiti için ona çeşitli sorular yöneltilmesi bu kabildendir. Hadiste geldiği üzere, Hz. Peygamber zina ikrarında bulunan kimseye çeşitli sorular yönelttikten sonra 'Sen onu şey[93] ettin mi?" diye kinâyesiz açıkça o fiilin ismini zikretmiştir.[94] Halbuki aynı sözün beyan sadedinde olmaksızın zikredilmesi mekruh ve âdaba aykırıdır. Ancak burada, hükmün ortaya çıkması için açıkça söylenmesi gerekmektedir ve beyan yönü daha güçlü olmaktadır. Dolayısıyla üzerine terettüp edecek şey hoşgörülür ve bağışlanır. Burada da durum aynıdır. Hz. Âişe'nin, Rasûlullah jile birlikte yaptığı şeyi yani guslün gerekmesi için sünnet mahallinin girmesinin yeterli olduğunu haber vermesine baksanız a! Keza Hz. Peygamber'in Ümmü Se-leme'ye "Benim de öyle yaptığımı haber verseydin ya[95] buyurması da böyledir. Burada Hz. Âişe'nin bildirdiği, Hz. Peygamber'in bildirmesini istediği şeyler, ayıp şeyler olup, beyan sadedinde olmadığı zaman söylenmesi yasaktır. Daha önce, ihramlı olduğu halde İbn Abbâs'ın cimâdan bahseden recez söylediği geçmişti.[96] Beyan sadedinde olduğu zaman, bu gibi şeylerde bir beis görülmemektedir.
İkincisine yani mekruhların, mubahlarla eş tutulmaması kısmına gelince; mekruhlar devamlı surette işlenir ve onlardan kaçınılmaz ise, o mekruhların mubah oldukları inancı doğar ve bilmeyenlere göre onun hükmü mekruhluktan mübahlığa dönüşür. Bunun beyanı, değiştirme ve uygun bir şekilde te'dib (zecr) yoluyla olur.[97] Özellikle de sünnet edinilebilecek mekruhlar karşısında bu tavır daha belirgindir. Bunlar, mescitlerde ve dinî amaçlı toplantı ve derneklerin olduğu, çoğunluk halkın bir arada bulunduğu yerlerde işlenen mekruhlardır.[98] İşte bu noktadan hareketledir ki İmam Mâlik, Rasûlullah'ın mescidinde herhangi bir mekruh işleyen kimseye karşı çok şiddetli tepki gösterirdi. Hatta o, sevap kasdı ile mubah işleyen kimselere dahi sert çıkardı. Nitekim birinde, sıcaktan ridasını Önüne koyan bir kimsenin te'dib edilmesini emretmişti.
Fasıl:
Buraya kadar geçen meselelerden hem fikıh (furû') hem de usûl ile ilgili kaideler doğar: .
Bunlardan biri şudur: Mendup olan bedenî ibadetlerden herhangi birini kendisi için iltizam edinen bir kimsenin, eğer gözlerin kendi üzerinde olduğu bir kimse ya da benzeri biri ise câhillerin, o ibadetin vacip birşey olduğunu zannedecekleri şekilde devamlılık göstermesi uygun değildir. Aksine böyle birinin bazı vakitlerde o ameli terketmesi ve böylece onun vacip olmadığının bilinmesi uygun olur. Çünkü tekrarlanmakta olan vaciplerin özelliği, o şeyin iltizam edilmesi ve ihmal edilmeksizin sürekli olarak vaktinde yapılmış olmasıdır. Nitekim mendubun Özelliği de, sürekli yapılmamasıdır. Eğer devamlı yapılacak olursa, o zaman vacip için sözko-nusu olan Özelliği kazanmış olacağından yanlış değerlendirmelere meydan verecek, belki zamanla kendisi de o mendubu vacip kabul edecek ve bu şekilde devam edecek, sonunda da sapıtacaktır.
Aynı durum şu hususlarda da geçerlidir:
1. İbadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifasının iltizam edilmesi.
2. Bir başka ibadetin ya da ibadet olmayan başka bir unsurun eklenmesi sebebiyle, bu hallerde bulunmayan mânâların ortaya çıkması.
3. Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şeklin seçilip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilnıesi.
4. Bazı mubahların, belli bir gerekçe olmaksızın meşru hükmün terk olduğu intibaını verecek şekilde terkedilmesi.
Bu noktadan hareketle Hz. Ömer, minberde secde âyetini okumuş, sonra insanlarla birlikte secde etmişti. Bir başka defasında yine okumuştu. Yerine yaklaştığında, insanlar secde etmek üzere hazırlandılar, fakat Hz. Ömer secde etmedi: "Allah Teâlâ, bunu bize yazmamıştır; ancak dilersek yapmamız hali müstesna" dedi.
İmam Mâlik'e, abdest alınırken besmele çekilmesi soruldu. O: "Hayvan boğazlamak mı istiyor?" diye takılarak, soruya verilecek cevabın sanki bu konuda güçlü bir talep olduğu şeklindeki beklentisine tepki göstermiş oldu.Yine Hz. Ömer'den abdest hakkında: "Ha sağımızdan başlamışız, ha solumuzdan başlamışız, bizce önemli değil" dediği nakledilmiştir. Halbuki her şeyde sağdan başlamak müstehaptır.
Birinci kısma yani ibadetin, illâ da belli bir keyfiyet üzere ifâsının iltizam edilmesine örnek olarak, İmam Mâlik'in namazda kıyamda iken ayakların hiç oynatılmamasma gösterdiği tepkiyi verebiliriz.
İbadet olmayan başka bir unsurun ibâdete eklenmesine örnek, Mâverdî'nin naklettiği secdeden kalktıktan sonra alnın silinmesi ile Hz. Ömer'in ihtilam olduğunda elbisesini değiştirmeyip yıkamayı tercih etmesi ve "Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" demesidir.[99]
Mubahın çeşitli şekillerde ifâsı mümkün iken illâ da içlerinden bir şekli seçip, hep o şekil üzere devamlılık gösterilmesi ve diğer şekillerin terkedilmesine örnek olarak da, İmam Mâlik'ten nakledilen E334] şu olayı gösterebiliriz: Ona abdest alınırken bir kere yıkanmasının hükmü sorulmuştu: "Hayır, abdest ikişer ikişer veya üçer üçer (yıkamakla) olur" diye cevap verdi. Halbuki hem abdestte hem de gu-sülde belli bir sayı değil de, istenilen organların iyice yıkanmış olması (isbâğ) esas kabul edilmişti. el-Lahmî bunu şöyle izah eder: "Bu bir ihtiyat ve koruma şeklidir. Çünkü sıradan biri, örnek olan kimseyi birer kere yıkayarak abdest alır halde görünce, kendisi de aynı şeyi yapacaktır. Belki bir kerede organlarını tam olarak yıka-yamayacak, bu yüzden abdestsiz namaz kılma durumuna düşecektir"
Bu gibi örnekler çoktur.
Bütün bunlar, insanların yanında yaptığı zaman ve o fiili işleyene başkalarının uyabileceği ihtimalinin bulunması halinde söz konusudur. Böyle olmaz da kişi kendi başına, kimsenin görmeyeceği şekilde ve yaptığı şeyin de dindeki hükmü ne ise ona itikat ederek işlemesi durumunda bir sakınca yoktur. Nitekim müteahhir âlimler Şevvâl'den altı gün oruç tutma hakkında, kim bunu kendi kendine onun sahih olacağına itikat ederek tutarsa, bu sahih olur, demişlerdir. Keza İmam Mâlik bir kere yıkanarak alınan abdest hakkında: "Bunu, ancak abdest ahkâmını bilen bir kimse için caiz görürüm" demiştir. el-Lahmî'nin izahı, kişinin kendisine tâbi olunmayacağı bir yerde yapması halinde bir sakınca olmayacağını ve onun mezhep üzere hareket etmiş olacağını göstermektedir. Çünkü İmam Mâlik'in abdest hakkındaki aslı, bir sayı tahdidinin bulunmadığı, asıl maksadın organların tam olarak yıkanmış olması şeklindedir. Ama bir kere yıkamayı iltizam eder ve o şekli hiç terket-mez ise, o zaman bunun insanların gözü önünde olması uygun olmaz. Çünkü devamlı olarak insanların gözü önünde öyle yapacak olursa, muhtemelen bilgisiz insanlar onun vacip veya matlup, ya da terki caiz olmayan birşey olduğunu zannedeceklerdir. Halbuki şer'an o öyle değildir. Dolayısıyla izhar etmesi durumunda mutlaka o kişinin, o şekli devamlı olarak iltizam etmediğini göstermesi, iltizamı halinde de onu izhar etmemesi gerekecektir. Bu, Deliller bölümünün evvelinde zikredilen şart[100] üzere olacaktır.
İtiraz: Bu, daha önce ortaya konan amellerin devamlılığına yönelik Şâri'in kasdına ters düşer. Hz. Peygamber bir amel işlediği zaman onu iyice ortaya kordu.
Cevap: İtiraz varid değildir. Çünkü devamlılık vasfı, hiç terke-dilmeyen birşey hakkında kullanıldığı gibi, çoğunlukla yapılan şey hakkında da kullanılır. Dolayısıyla birşeyin bazı vakitlerde terkedilmiş olması, onu devamlılık vasfından çıkarmış olmaz. Nitekim biz, sahabenin kurban kesmeyi bazı vakitlerde terketmeleri hakkında, onların kurban kesme konusunda müdavim olmadıklarım söylemiyoruz. Şu halde devamlılık vasfının sahih olabilmesi için, asla terk durumunun olmaması şart değildir; şart olan lügat bakımından ism-i fail kalıbının kendisine hakikat anlamda kullanılması sahih olabilecek ölçüde çoğu zaman o şeyi yapar olması veya ekseriyettir.
Sûfiyye, seyrü sülükte, vacip olmayan bazı şeyleri iltizam etmiş, hatta işleme konusunda vacip ile mendup; terk konusunda da mekruhla haramı eşit tutmuşlardır. Dahası terk konusunda bir çok mubah ile mekruhları dahi eşit kabul etmişlerdir. Bu tarz, onların gidişatlarının esası olmuştur. Özellikle de ruhsatların alınmasını terketmişlerdir. Zira onların tuttukları yolun gereklerinden biri de, sâlik için - -seyrü sülük halinde olması hasebiyle ruhsatlara kendisini kaptırmaması ve diğer insanlar için gerekli olmayan şeyleri iltizam edinmesidir. Onlar tarikatlarını, kendileri ve müritleri arasında sırlarını saklamak ve hiçbir şekilde onları izhar etmemek, seyrü sülük için üstlenmiş oldukları vazifeler ve mücâhede halleriyle halvete çekilmek üzere kurmuşlardır. Çünkü bunlar kendilerini görüp de maksatlarını anlayamayacakların; vacip olmayanı vacip, caiz olanı caiz değil veya matlup sanmalarından ya da kendi hallerine muttali olanların haklarında kötü zanna düşebileceklerinden korkmuşlardır. Dolayısıyla bu konuda onları suçlamamak gerekir. Nitekim onlar vecd hallerine ait sırlarını sakladıkları için de kınanmazlar. Zira onlar, bu esasa[101] dayanmaktadırlar. Onlardan bazılarının ya kendilerine galebe çalan bir vecd halinden dolayı, ya da bazılarının görüşlerini sahih başka bir esas üzerine bina etmeleri sebebiyle bu aslı ihlâl etmeleri yüzünden, bir yanda ulemâdan pek çoğunun onlara karşı suizan beslemesi kapısı açılırken, Öbür taraftan da cahillerin onların maksatlarını anlayamamaları, kas-tetmemiş oldukları şeyi anlamaları kapısı aralanmıştır. Bunların hepsi de mahzurludur. [102]
Konular
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- BEŞİNCİ FASIL
- MÜCMEL[1] VE MÜBEYYEN (İCMAL VE BEYAN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE:
- YEDİNCİ MESELE:
- SEKİZİNCİ MESELE:
- DOKUZUNCU MESELE:
- ONUNCU MESELE:
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONIKINCİ MESELE:
- İKİNCİ TARAF
- TAFSİL ÜZERE DELİLLER
- (Kitap, Sünnet, İcmâ ve Re'y)
- KİTAP (KUR'ÂN)
- BİRİNCİ MESELE:
- İKİNCİ MESELE:
- ÜÇÜNCÜ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ MESELE:
- BEŞİNCİ MESELE:
- ALTINCI MESELE: