İngilizlerin Dizbağı Nişanı
İngiliz devletinin ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden herhangi biri ölmeden, yirmibirinciye verilmiyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultân Abdülaziz'e bu seyahatte verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme töreninden o dönemin İstanbul Şehreminî olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım, tabii bu raporun müsveddelerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın Avrupa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ket-meden vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini nakledelim sonra da Osmanlı Hâriciye nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen nişanı ret ve istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde kendini hissettiği kıtırı nakledelim ve devlet adamlarınin, iş beceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan efdaldir anlayışına misâl olarak gösterilebilecek vak'adan olduğunu da hatırlatmış olalım.
İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanımlarından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri Kontesi şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sırada Kral 3.Edvard, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fedakârlık kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı tamamlar bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olunur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazipleştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi başpiskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kimsenin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard, metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batıla daha yardımcı olmasını sağlıyordu.
Yine Karter nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sembolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağına dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri esnasında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a meziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur.
Sultan Aziz'in avrupa seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin önemli tarafını padişahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı, ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire şayan bir hareket kabul edilmiştir.
İşte dikiş makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine bağlı ibreyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böylece vuruşun sıkletini gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler, oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim seni! Şunlara Müslüman Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, makine dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi havada uçmuş. Bu vuruşu merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.
Avrupa seyahatinin, pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa gelmeyeceklerini ümid etmek istiyorum.
HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE
Yukarıdan beri takdime çalıştığımız İstanbul Şehremini Hafız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi dolay siy ta dünyanın dört yanından onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların civarında umumi yemek yerleri gördük. Buralarda yemek yiyecekler kendi kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizliyorlar. Buralarını belediyeler hiçbir kâr gözetmeden işletiyorlar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda temiz, doyurucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına imkan yok, çünkü kadınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri değil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efendi biraderimiz ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o bu satırları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor bunun çâresinin bulunmasını istiyoruz dediklerinde, darülfünunda hemen bayanlar için okula giriş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın kerimesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır. Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Maksat aynı olunca vasıtaların farklı olması o kadar mühim değil. Bakınız o devirde yardımlar gizlice ve alan vereni görmesin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük meydanlarında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini meydana getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.
Bizim bu satırları koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi, Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olamamışlar. Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden çözümleyemiyorlar. Halbuki kadınlara sadece onların gidebildiği Pazar kurulduğu bizim istanbul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları, Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme kurumlarını büyük şehirlerin fakir ve gariblerini günde hiç değilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabldotunda pek ucuza, sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.
İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanımlarından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri Kontesi şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sırada Kral 3.Edvard, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fedakârlık kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı tamamlar bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olunur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazipleştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi başpiskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kimsenin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard, metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batıla daha yardımcı olmasını sağlıyordu.
Yine Karter nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sembolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağına dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri esnasında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a meziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur.
Sultan Aziz'in avrupa seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin önemli tarafını padişahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı, ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire şayan bir hareket kabul edilmiştir.
İşte dikiş makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine bağlı ibreyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böylece vuruşun sıkletini gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler, oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim seni! Şunlara Müslüman Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, makine dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi havada uçmuş. Bu vuruşu merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.
Avrupa seyahatinin, pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa gelmeyeceklerini ümid etmek istiyorum.
HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE
Yukarıdan beri takdime çalıştığımız İstanbul Şehremini Hafız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi dolay siy ta dünyanın dört yanından onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların civarında umumi yemek yerleri gördük. Buralarda yemek yiyecekler kendi kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizliyorlar. Buralarını belediyeler hiçbir kâr gözetmeden işletiyorlar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda temiz, doyurucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına imkan yok, çünkü kadınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri değil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efendi biraderimiz ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o bu satırları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor bunun çâresinin bulunmasını istiyoruz dediklerinde, darülfünunda hemen bayanlar için okula giriş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın kerimesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır. Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Maksat aynı olunca vasıtaların farklı olması o kadar mühim değil. Bakınız o devirde yardımlar gizlice ve alan vereni görmesin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük meydanlarında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini meydana getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.
Bizim bu satırları koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi, Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olamamışlar. Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden çözümleyemiyorlar. Halbuki kadınlara sadece onların gidebildiği Pazar kurulduğu bizim istanbul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları, Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme kurumlarını büyük şehirlerin fakir ve gariblerini günde hiç değilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabldotunda pek ucuza, sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.
Konular
- İç Buhran
- Otluk Köyü Vakası
- Abdülazizin Hal Vakasına Doğru
- Girid'den Seraskerliğe
- Hüseyin Avni Paşa Avrupa'da
- Kadronun Lideri Midhat Paşa
- Mıdhat Paşa - Elyot Gizli Buluşması
- Doktor Kapoleon (Kapolyone)
- Hüseyin Avni Paşanın İstihbaratı
- Valide Şefkati'nin Sonucu
- Sultan Abdülaziz'in Şahsiyeti
- Taht'ın Esareti
- Diplomatik Tesbitler!
- Medrese Talebesi
- Sultan Aziz Hakkındaki Fetva
- İngilizlerin Dizbağı Nişanı
- Sultan Aziz'in Özellikleri
- Kutay'ın Kaleminden Hâl Ve Katl
- Sultan Abdülaziz'in Hanımları Ve Çocukları
- Abdülaziz Hân'ın Sadrıazamları
- Abdülaziz Hân'ın Şeyhülislâmları
- Abdüllaziz Hân'ın Muasırları
- Hâin İhanetle Geberir
- Büyük Devletlerin Deniz Staratejileri
- Henry Feliks Wood
- Abd Deniz Stratejisi
- Alman Deniz Stratejisi
- Fransız Deniz Stratejisi
- SULTAN V. MURAD HAN