logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

Fonksiyonları

 Hz. Peygamberin iki temel görevi tebliğ ve beyan'dır. Beyan ise kendi içinde gerek prensip olarak gerekse pratik ola­rak üç şekilde cereyan eder: T e'ki d,   teybin ve teşr i’...

Sünnet Kur'an'da bulunan bir hükmü te'kid ve tasdik eder. Netice itibariyle aynı şeyi vurgulamış olduğu için o hususun muhataplar nezdinde tam bir kesinlik kazanmasını sağlar.

T e b y i n; tefsir, tafsil, tavzih, tahsis, takyîd, şerh, izah ve yorum gibi terimlerle ifade edilebilecek olan sünnetin kitabı açıklama fonksiyonu, onun te­mel vasfı ve vazifesi olmaktadır, ihtiyaca göre sözlü olarak ve fiilen yapılan açık­lamaların tamamı bu kısma girmektedir.

Teşri'; kitabın belli bir hüküm sevketmediği konularda sünnetin hüküm koyması demektir.Bu,sünnetin müstakil teşri’ kaynağı olması fonksiyonudur.
Sünnetin te'kidvetebyîn fonksiyonuna karşı çıkan hiçbir âlim yok­tur. Ancak teşri’ fonksiyonu münakaşalıdır. Kesin olan şudur ki, sünnet, her üç fonksiyonunda da asla kitaba muhalif olamaz.[9]

Sünnetin teşri’ fonksiyonu ile alakalı olarak Muaz b. Cebel Hazretleri­nin Yemen'e vali olarak giderken, Hz. Peygamberin suali üzerine, çözümünü Kitabullah'da bulamadığı meseleler olursa Sünnet'e başvuracağını belirtmesi ve Hz. Peygamberin bu cevaptan dolayı memnuniyet izhar buyurması hatırlanma­lıdır. Bu olay gösteriyor ki, Kitabullah'da bulunamayan çözümler sünnette ola­bilmektedir. Bu da Sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğunun açık ve red­dedilmez delilidir.
Zaten konuyu münakaşa eden âlimler arasındaki ayrılık, Sıbâî’nin isabetle belirttiği gibi, meselenin özünde değil, takdimde kullanılan lafızlardadır.[10]

Ayrıca bir bütün ve kavram olarak Sünnetin hüccet olduğunda kimsenin şüphesi bulunmamaktadır. Ne varki sünnet malzemeleri tek tek ele alındığı za­man hepsi için "delil olabilir" hükmü verilemediği için sünnetin delil olma ni­teliği tartışma konusu yapılmaktadır. Her hadisin Hz. Peygamber'e aidiyeti, il­mî standartlar bakımından her zaman kesinlik arzetmez. Ancak unutulmamalı­dır ki, hadis ilmine ait değerlendirmeler, dâima zevahire, şartlara ve dış bulgu­lara ve belli usullere göre yapılır. Gerçek durum her zaman doğru olarak tesbit edilememiş olabilir. Yani ilmî ölçüler bakımından sahih hükmünü vermek zorunda bulunduğumuz bir hadisin Hz. Peygamber'e ait olmama ihtimali -zayıf da olsa- vardır. Aksine “zayıf hadistir” dedimiz bir sözün de -ilmî bulgulara rağmen- Hz. Peygamberden sâdır olma ihtimali daima mevcuttur. Zaten önemli olan da hadisin Hz. Peygamber'e aidiyetidir. O'na ait olduktan sonra dünya­nın “zayıf” demesi hiç bir şeyi değiştiremez. O'na ait olmadıktan sonra da araş­tırmaların bir sözü veya hareketi O'na ait göstermesi onun sünnet olmasını sağlayamaz. Bütün gayretler işte bu a i d i y e t i doğru olarak tesbit edebilmek içindir.

Bu söylediklerimizi bir başka şekilde ifâde edecek olursak, Hadis ilmine ait değerlendirmeler nisbî ve izafîdir. Zira araştırmaya dayalı hükümlerdir. Araş­tırmanın herhangi bir yerinde yapılmış olan küçük bir hata, sonucu etkileyebi­lir. Bu sebeple de ilimde araştırma bitmez. Bugünkü bulgulara göre verilen hü­küm yarın yapılacak araştırmalara göre ufak-tefck farklılıklar arzedebilir ya da taban tabana zıd bir neticeye varabilir. Bütün bu ihtimallere açık kapı bırak­mak en doğru yoldur. Ancak asırlardır belli bir hükme bağlanmış ve aksi de isbat edilememiş malzemeden şüphe etmek için de hiçbir ilmî ve makul gerekçe gösterilemez.

Bütün bu gerçekler muvacehesinde şu ya da bu fikirlere hizmet maksadıy­la Sünnet'in hucciyyeti, fonksiyonları ve teşriî değeri gibi konularda ileri-geri laf etmek ehl-i ilmin ve insafın işi olamaz.
Peygamberlerin ve tabiî Hz. Muhammed'in bir takım fevkâlede üstün in­sanî vasıflara ve ilâhî ihsanlara sahip ve mazhar olduğunu kabul edenlerin O'na sadece bir hoparlör görevi vermeye kalkışmalarım» O'nun bir h i d â y e t rehberi olarak insanlara gönderilmiş olduğunu değerlendirmekte güçlük çekmelerini anlamak mümkün değildir. Kaldı ki "teamüle ve hukukî anlayışa göre, bir elçi onu gönderen gibi addedilir ve hatta elçinin sözü, onu memur ede­nin şahsen söylediği söz gibi kabul edilir. Bütün siyâset ve elçilik hukuku işte bu kaideye istinad eder... Bu mefhum Kur'an'da sık sık te'kid olunmuştur. "Pey­gamberin getirdiğini alın ve sizf menettigi şeyden de sakıma'* (el-Haşr (59), 7). "O peygamber kendi arzusunca konuşmaz, Onun söylediği, sadece Allah'ın vahyeyledigidir" (en-Necm (53), 3-4) "Peygambere itaat eden, muhakkak ki Al­lah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa (4), 80)
Bu âyetler Peygamberin sünnetinin Allah'ın emir ve nehyi yanında yer al­dığını göstermektedir. Şu halde sünnete müracaatı gerektiren âmil daima mev­cuttur."[11]
Getirip tebliğ eden anlamında Hz. Peygambere -mecâzen-vâzı-ı din demek bile mümkünken, onun yorumuna ve irşadına muhtaç olmadan getirdiği dini anlamak ve yaşamak nasıl mümkün olacaktır? Bu mümkün olmayınca, sünnet'in dinin kaynağı olarak hucciyyeti ve fonksiyonlarını münakaşa etmek kimseye bir şey kazandırmayacaktır.[12]