Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti

İslamcı bir yayın politikası olan Beyan ül Hakk gazetesinin yukarıdaki görüşleri hakikati pek güzel ortaya sermektedir. Siyonizm İle farmasonluğun ayrı ayrı hususlar olmayıp birbi­rinin mütemmimi olduğundan bu hususda uzun uzun müna­kaşa kapısı açmayıb bir kaç sözle iktifa edeceğim. Farma­sonluk ile siyonistlik ve bunlar gibi cemiyetlerin kurulması birer gizli maksadlarının gerçekleşmesi içindir. En eski ve in­sanları aldatıcı cemiyetlerin başında farmasonluk geiir. Far­masonluk (mason) duvar yapıcısı mânasına gelir.

İşte farmason kardeşlerin, kurup teşekkül ettirdikleri far­mason localarının maksadları güya biribirilerine yardım et­mek ve insanlığa hizmet vermek içinmiş. Mukaddes kitapla­rın dördünden hiç biri birbibirinize yardım etmeyeceksiniz, demiyor. İnsanlar kardeş değildir demiyor. Demek oluyor ki İlâhi emir ve irâde kâinatta mevcudinsanların kardeş ve biri-birlerine yardımla mükellefdirler diyerek ayrıca vazifelendir­miş oluyor.

Bu bakımdan dört kitabdan birine bağlanmış olan insa­noğlunun bu mason localarıma girmesine lüzum yoktur. Ma­dem ki Cenâb-ı Hakk hz.lerİ: bizlere biribirİmize yardımı emr ettiğine göre insanlara yardımcı olmak Allanın emrine uy­mak vâzifemizdir. Ne var ki insanoğlu Cenab-ı Allah'ın bu emrine uymak yerine, şunun bunun yazmış olduğu prog­rama uygun olarak hareket ediyor. Bu teşhisi dikkatle yo­rumlamak gerekir. Bu cemiyetin insanlara yardım için kurulmuş olmayıp, gizli ve özel bir maksada dayanarak kurulduğu görülür. Bu yüzden de insanlar bir şeyin ne olduğunu iyice öğrenmeden dış görüntüsüne aldanmamak için tetkiklerini güzelce yapmalı, böyle yapmadan ne bir cemiyete nede bir fırkaya katılmamalıdır.

Hakikat bizim için meçhul İse de, Öğrendiğimiz kadarı ile farmasonluğu icad edenlerde dünyayı kandırıp, bütün dinleri ortadan kaldırarak dünya'yı ele geçirmek varmak istedik leri maksada ulaşmak, menfaat temin etmek istiyenlerdir ki da­ha sonra ortaya çıkan cemiyetlerde onlardan hayat bulmuş ve dünyayı bu günkü hâle getirmişlerdir. Masonluk; elde etti­ğimiz bilgilere göre her ülkedeki terbiye ve seviyei sosyalite-sine göre belirlenir. Bizimkilerin bir istibdad zemini üzerinde faaliyet gösterdiklerine bakarsak, meşrutiyeti elde ettikleri güne kadar yapmış oldukları faaliyetlerin içinde yer alan ci­nayetler de maksada ulaşmak için vak'i olduğundan, mak­bul ve memduh kabul edilse bile inkılabın peşinden medeni bir şekil almağa onları mecbur ederdi. Halbuki bildiğimiz bu reislerin, her fazilete bir sürü günahlar işleyerek mukabeleyi adet edindiklerinden, farmasonluğun kabul ettiği esaslara dahi aynı lâubalilikle İhanet etmekden kendilerini alamamış­lardır.

Şu ileri sürdüğüm görüşlerin esasa pek uygun ve mutabık olduğu fikrini muhafaza ediyorum. Bu görüşümdeki ısrarın takdirini müsbet ve menfi olarak telakkiyi okurlarıma bırakı­yorum.

     Masonluk ve siyonistlikden dolayı ittihad ü terakki cemİ-j   yetinin kısa zaman zarfında yaptığı kötülükler ve cinayetler dahi, bu ısrarla ileri sürdüğüm görüşlerin isabetine yeterli de­lil teşkil eder. Siyonistlere bende olanT bizde ki ittihatçı kar­deşler, güya insaniyete muavenet ve yardım edecek olan bu cemiyetlerle, koruyucuları olan Almanya imparatorundan al­dıkları emirler üzerine ülkemizde yapmadıkları kötülük ve ci­nayet kalmamış ve doğrusu kendilerinden olanlara, mensub oldukları mason cemiyeti programı üzere muavenet ve yar­dım etmişlerdir."

Görülüyorki; İttahad ü Terakki gizli cemiyetinin inkişâfı, gizlilik kaidesine, yeminle işe sarılmaya, beynelmilel ihanet kuruluşu mason ve siyonist talimatlara uygun olarak ku­rulması ve yine bu talimatlar muvacehesinde hareketlerle başarı(!) gösterdiğini İleri süren Mehmed Selahaddin Bey, bi­ze söyleyecek bir şey bırakmayacak tarzda meseleyi sergi­lemiş bulunuyor. İttihad ü Terakki cemiyetinin içindeki çekiş meler ayrıca kadîmden beri birbirlerine rızay-ı ilâhiyeye önem vererek tartışan insanlar, hased ve kıskançlık girdabı içine düşerek, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan, karalamak­tan içtinab etmemişlerdir.

Nitekim; Mehmed Selahaddin Bey bizlere şunları ulaştırı­yor: "Ahmet Rıza Bey; onseneden beri kendine rakip gördü­ğü yüksek şahsiyet sahiplerini, çeşitli müfterîyatia (iftira) karalamakmakdan geri durmamış olduğu gibi kendiside ül­keye hiç bir fayda sağlamaya muvaffak olamamıştı. Ahmed Rıza Bey'in uğruna feda edilen hamiyyet sahibi vatansever insanların içinde pek kıymetli zevatın başında gelen Mizancı Murad Beyefendinin, kadr ve kıymeti takdir olunup, cemiye­tin başkanlığında tutulsa idi ,plke ve devlet büyük istifadeler te'min eder ve cemiyet de de, kişiler aklına gelen fenalıkları icra edemezdi. Ne çâreki; merhum Murad beyefendi gibi ilim ve irfan sahibi olan hürriyyet seven:

"Bilinmez arifin asrında asla kadr-i asan

Muhikkİ hâkle sencidedir nakd hüner dâim"

Mazmununca hâlî hayatlarında takdir olunamayip ebediy-yen kaybından sonra aramla gelmiş olduğundan ötedenberi yetersiz ellerde kalan kulların işleri lâyıkiyle yürütüle memiş memleket felâketden felâkete düşerek bu günkü hâle gel­miştir." Demek suretiyle ittihatçılar hakkında onara yakın kimselerle bir arada bulunmuş bilgilere nail olarak târihe açıklama borcunu ödemiş bir zat oluyor böylece Abdülhamid hân'ın şifre kâtibi Mehmed Selahaddın Bey merhum. Bahse konu ettiği Mizancı Murad Bey'in bahse konu gizli cemiyetin, gizli reisi olarak veya açığa çıktıktan sonra legal başkanı ola­rak yüksek meziyetlere sahibliğini ileri sürerek bu cemiyetin böyle milletimizi can ve mal kaygısına düşürecek oyunlara, milletimizin târih sahnesinden yok olmasına sebeb olacak ahvale müsaade eylemezdi demek suretiyle bu zat hakkında aşağıdaki satırlarda şu bilgileri naklediyor: "Murad beyefendi zamanımızda eşi ve benzeri az görülmüş, yazar ve ediplerden biriydi. Mizancı Murad Bey; senelerce umumî târih öğret­menliğinde bulunduğu mekteb-i mülkiye de yetiştirdiği tale­benin doğrulayacağı gibi gayet hamiyyetli, vatansever nâdir bulunan kimselerdendir. Siyasetde; "üstaz-ı Millet" lâkabına hakkıyla vâsıî olmuştu. Bu zat son derece ahlâklı, nâzik ve merhametli bir şahsiyetti. Vasıflarım saymak; Murad Bey'in ne kadar muhterem olduğunu ortaya koymak bakımından isabetlidir. Mizancı Mehmed Murad Bey'in kıymetli eserleri­nin bazıları şunlardır: <Taharri-i İstikbâl (Geleceği Aramak), Muhtasar ve Mufassal Târih-i Umûmî, Nesl-i Cedid, Mücahe-de-i Milliye, Târih-i Ebu'i Faruk, Hürriyet Vadisinde Bir Pen-çei Istibdad> vesairedir. Heiede <Tatlı Emeller ve Acı Haki­katlere eseri cidden nâmını methettirecek eserdendir."
Murad Bey hakkında öz bir biigi sunan Mehmed Selahad-din Bey, Ahmed Rıza Bey hakkında da bir miktar malumat aktarmakla bizlere ikisi arasında bir mukayese imkânı sunu­yor: "Merhum Murad Beyefendi gibi muktedir zevatın ve va-tanperveranın hayatlarını ifna eden ve şehid edilmelerine se-beb olan Ahmet Rıza Beyefendi .hakkındada bir miktar malu­mat vermeği münasip sayarım.Ahmet Rıza Bey, Osmanlı ya­zarlarından ve cemi yetinde ilk azalarından Dr. Şerafeddin Mağmumi Beyefendinin "Hakikat-ı Hâl" adlı eserinde yazılı olduğu gibi, İngiliz Ali Bey denmekle tanınmış bir zatın oğlu­dur. Ahmet Rıza Bey'in tahsil derecesine gelince annesi Nemçe (Avusturya)li bir kadın olup, onun terbiyesi altında büyümüş ve annesinden terbiye-i Osmaniye alamadığı gibi, vatanına vede milletine karşı bir muhabbet bağlılığı hisset meye yarayacak dersler alamamıştır. Avrupa mekteplerinde de yedi-sekiz sene kadar bulunmuştur. Pâris'de ziraat ilimleri tahsil eden Ahmet Rıza bey, bir müddet Bursa idadisi ve zira­at mektebi öğretmenliği ve müdürlüğü görevinde bulunmuş­tu. Meşrutiyet ve hürriyet sever kimselerden olan A.Rıza Bey Bursa'da kaldığı dönemde orada yayımlanmakta olan edebî dergilerden "Fevaid" ve "Nilüfer" adlı olanlara gerek nesir gerekse nazım olmak üzere makale ve manzumeler yazıp neş rine teşebbüse geçerdi. Resmî ve dini bayramlarda Sul­tan 2. Abdülhamid hân'ın medhini yapan manzumeler yazar­dı. Ancak yazdığı bu manzumelerden menfaat temin edeme­yen A.Rıza Bey, Paris'e geçip oralardan buraya yazı yazma hususuna karar verir. Çok kısa zaman sonunda Bursa'yı ter-Gederek, Paris'e savuşur. Tabii Paris'e gidişini ilmini ve tahsi­lini arttırmak bahanesini ileri sürermiş. Halbuki "Hakikat-i Hâl" risalesinden aynen naklini uygun gördüğümüz aşağıda­ki beyanatta: <Pâris'de yaşadığı müddetçe, ne tahsili yaptı-9" herkesçe meçhul ve ilmî ziraat öğrenmiş bulunduğu ken­elerinin söyledi ği bir şeydir. Kendisi hiç bir ilmin hiç bir şubesinin ve fünununun vâkıfı değildir. Ayrıca malumatfuruş­luk derecesinde genel malumatdan da mahrumdur. Riyaziye ve ulûm-u tabiyyenin de kayikine değil, başlangıcına dâir bir sohbet açılsa, çok büyük bir cehalet sergiler. Osmanlı top­raklarının tarihi ve coğrafi durumu hakkın da, işlerin yapıl­ması hususu hiç aklından geçmemiştir. Türkçeyi herkes ka­dar yazar ve okur. Almancayı biraz anlar. Pederlerinin laka­bının lisanı olan ingilizceden bir tek kelime bile bilmez. Fransızcasi da, ikameti kadar çok değildir. Yazılarını başka­sının tashihinden geçirmeden baskıya vermez. Pâris'de A.Rıza bey'in üzerinde kalan, pozitivizm felsefesidir. Ömrü­nü atalet ve tenbellik içinde geçirenler gibi zavallı Ahmet Rı­za Bey'de bilemedi ki anlamadığı pozitivist salonlarında sa­kal uzatmış beyhude Ömür geçirmiştir. Bilemediği, anlama­dığı diyorum; çünkü felsefe, zübdei ulûm (ilmin Özeti) ve hülasai fünûn (fenni özet) demek olup, ilimde ve fenlerde bilgi sahibi olanların meşgul ve istifade edeceği hikmet dersleridir. Yoksa başlangıcını bilemeyecek kadar ilmî ser­mayesi olmayan züğürtlükle, felsefe anlaşılmaz. Bir muarn-ma, karışık bir düstur, içinden çıkılmaz bir bataktır. Rıza Beyefendi tahsil derecelerini ve iktidarını göstermiş oldu­ğundan daha fazla bir şey söylemeğe lüzum yoktur. İttihat ve terakki cemiyetinin medeni ulemasından olan Ahmet Rı­za Efendi bu derece cahil olduğunu meclis-i mebusan baş­kanlığı ve azalığı esnasında da isbat etti. Ahmet Rıza Bey'de var olan bir meziyet, kibir ve gurur ile kin vede ga­razdır. Yukarıda izah edildiği gibi İstanbul'da hürriyet taraf­tarları tarafından kurulan ittihat ve terakki cemiyeti başlan-gıçda zulümlere son vermek, Osmanlı kavmi necibinin muhtaç ve müstahak olduğu hürriyet ve adaleti taleb ve devlet ile ahali arasında kesintilere maruz kalan muhabbet ve rabıtayı yenilemek vede kuvvetlendirmeye çalışmaktı. Vatanperverane, hamiyyetkârane olmak üzere millet işlerini birleşerek ve gayretle yerine getirmeye davet idi. O zaman bu niyetlerle kurulan cemiyete, namuslu kimselerin ve ikti­dar sahiplerinin bir çoğu katıldığı gibi şahsından ve nefsin­den başka bir düşüncesi olmayan, devlet ve milletine karşı muhabbet hisleri beslemeyen bazı habis hâinler, vatanse­verlik ve maskesi altında bu cemiyete tabiatıyla girmişlerdi. İşte erbab-ı vicdan ve haysiyyetliler yanına kendilerini kata­rak ve böylece muvaffak olan bu hâin habisler âleme kendi­lerini vatanperver göstermeye başlamışlardır. İşte bu Ah­met Rıza Beyde kendini bu kisvede gösterenler arasında it­tihat ve terakki cemiyetine girenlerden biridir. Genç münte-sipler, bu gurur abidesi Ahmet Rıza Beyi yükseK makamla­ra çıkardılar. Ancak bir müddet sonra da ne mal olduğunu anladılar. Fakat bu seferde düşmanlarını sevindirmemek için uzun müddet Rıza Bey'in kötü davranışlarını Örtmek gayretinden geri durmadılar. Ahmet Rıza Beyefendi hare-ket-i akliye ve cahiliyesiyle, her geçen gün kötülüklerini zi-yadeleştirmiş, şiddetlendirmiş, avrupadaki cemiyetin bağlısı ferdlere reva gördüğü hakaretler ve çevirdiği dolaplar ve mefsedet kalmamıştı. Cemiyetin üyelerinin tamamını gü-cendirmişti. Merhum Murad Bey, bu adamın değiştirilmesini sağlamak üzere vazifeli kılınmıştı. Ancak; bütün çalışmalar vede gayretler boşa giderek* A.Rıza Beyde bir salâh görül­memişti. Bunun üzerine cemiyet Ahmet Rıza Beyin son yaptığı kabahat ve cinayeti ortaya koymuş ve cemiyetle alakasını kesebilmişdi. Cemiyetten uzaklaştırılıp, ihraç edilin Ahmet Rıza Bey, süt dökmüş kediye dönerek cemiyetin kararını ne protesto edebilmek nede masumluğunu ispat etmek için dava açmaya cesaret bulabildi. Çünkü kendisi de kabahatinin farkında idi. Bunlar; bu noktaya geldikten sonra artık ne Ahmet Rıza Bey ne de arkadaşları üfke üze­rinde oynayacak başka oyunları kalmadığından ses etmek­ten mahrum kalmayı seçip, bundan sonra olsun, felâkete sürükledikleri memleketin üstünden ellerini çekmeleri icâb eder. İttihat ve terakki cemiyetinin kuruluşu esnasında, Ah­met Rıza gibi kimseler ile on seneden beri bu cemiyete katılan haydut çetesi azalarını andırır kimseler bu cemiyette barınmaya imkân bulamasalardı belki bugün bahsekonu ce­miyetten hiç kimsenin şikâyeti olmazdı. İşin garib tarafı şu-rasidır, ki Ahmet Rıza Beyde, bu kadar cahil ve ahmak ol­masına rağmen on seneden bu tarafa iktidarın içinde, haya­tiyetini devam ettirmiştir. Buna akıl sır erdirmek güçse de doğrusu bu şahsın talihi demek kabildir.> 1890'da İttihad ü Terakkiye vücud veren Şerafeddin Mağmumi böyle bir mu­kayese ile kanaatini târihe aksettiriyor.


Eser: Büyük Osmanlı Tarihi

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Büyük Osmanlı Tarihi

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..