Kefaleti şartlara ta'Iik etmek (= bağlamak) sahih olur.

Meselâ: "Bir kimsenin, diğerine: "Filan şahsa sattığın benim üzerimedir."; "Senin için, onun üzerinde eriyen, benim üzerimedir.": "Filanın, senden zoraki aldığı, benim üzerimedir." demesi gibi...

Şart;

a) Hakkın vücûbu ( — yerini getirilmesi) için olursa; meselâ: "Satı­lan şeye, hak sahibi olduğu zamarj..." demek gibi...

b) Ödeme  imkanı  için  olursa;   mesela:   "Zeyd  gelirse,  işte  o borçludur." demek gibi...

c) Ödemekten özür beyânriçin olursa; meselâ: "Bu beldeden gâib olursa..." demek gibi, kefaletle ilgili olursa; bu şartlar sahih olur.

Ancak, kefaletin: "Rüzgar eserse..."; "Yağmur yağarsa..." veya "Zeyd eve gelirse..." gibi bir şart ta'Iik edilmesi (= bağlanması) sahih olmaz.

Şarta bağlanması sahih olan kefalet, fâsid şartla bâtıl ( = . geçersiz, hükümsüz) olmaz. Talâk ve ıtâk gibi... Kâfî'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa: "Filan adama bir şey satarsan, işte o benim üzerimedir." der; o şahıs ona bir şey sattıktan sonra, yine aynı şahsa başka bir şey daha satarsa; bu kefilin, —sadece— önce satılan şeyin bedelini ödemesi gerekir; sonradan satılan şeyin bedelini ödemez. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimsenin, başka bir kimseye: "Filan adama sat; sattığın her şeyin bedelini ödemek benim üzerimedir." demesi, istjhsânen caizdir.

Bu durumda, hangi cinsten ve ne miktarda olursa olsun, me'murun o şahsa sattığı her şeyin bedelini, ödemek, kefile ait olur.

Kefil, "Bir şey satmadım." diyerek, me'murun, o şahsa mal sattığını inkâr eder; alacaklı ise: "Ona, bin dirhemlik eşya sattım ve o teslim aldı." der; borçlu da, satıcıyı tasdik ederse; kefilin, bu bin dirhemi ödemesi gerekir mi?

Bu mes'elede iki vecih vardır:
1) îddia edilen eşya, satıcının veya müşterinin elinde durmakta ola­bilir.                                  

Bu durumda, kıyâsen, bp kefile bir şey lâzım gelmez. Bu kavli, Esed bin Amr, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'den rivayet etmiştir.

Istihsân'da ise, hakkını tesbit edip, ödemesi gerekir.
2) Satılan eşya helak olmuş olabilir.

Bu durumda, alacaklı beyyine getirmedikçe, kefile bir şey gerekmez. Bu hüküm, kıyâsen de, istihsânen de böyledir.

Ancak, kefil satıcıya: "Sen, beş yüz dirhemlik eşya sattın." dediği halde; talib ise:  "Ben, bin dirhemlik eşya sattım." der; borçlu da, satıcıyı tasdik ederse; bu durumda kefilden bin dirhem alınır.

Bu istihsânen böyledir.

Şayet kefil olan şahıs, satıcıya: "Bu gün sattığın eşyanın bedelini ödemek banadır" derse; bu satıcının, o'ğün sattığı bütün eşyanın bede­lini kefil öder.

Keza, kefil satıcıya: "Her ne zaman satarsan, ben öderim." derse; bunları kefil öder.

Şayet bir kimse (kefil)', satıcıya: "Ona eşya satarsan..." veya "Ona eşya sattığın zaman, ben, onun bedelini tazmin ederim. ( = öderim.)" der; satıcı da, eşyasını iki parça edip, bir parçasını, diğerinden önce, beş yüz dirheme satarsa, kefil, bunlardan, önce satılanı öder; ikinci satılanı ödemez.

Bir kimse, saticıya: "Filan kimseye, zayıf kumaş satarsan, işte onun bedeli bana aittir." dediği haide, satıcı, ona kıymetli bir kumaşı veya bir yığın buğdayı satarsa; bu durumda kefilin bir şey ödemesi gerekmez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, diğer bir kimseye: "Filan adama sat; sana isabet edecek zarar, baha aittir." veya: "...bu, senin yanında zayi (= helak) olursa, ben, onu öderim." derse, bu kefâiet sahih olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse: "Kim, bu gün filan şahsa, bir şey satarsa, işte o bana aittir." dediği zaman, satıcı, o şahsa değil de, başka bir şahsa, bir şey satarsa; kefile bir şey gerekmez.

Bişr, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un^öyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir kimse, başka bir kimseye: "Şu hizmetçini, filan şahsa, bin dirheme sat; o bin dirhemi ben öderim." dediği halde; satıcı, onu ikibin dirheme satarsa; kefil olan şahıs, bu iki ban dirhemin, bin dirhemini öder; —bin dirhemini ise, ödemez.—

Satıcı, onu beş yüz dirheme satarsa; kefil olan şahıs, bu durumda beş yüz dirhem öder.

Satıcının, onun yansını beş yüz dirhem satması hâlinde de, kefil olan şahıs, bu beş yüz dirhemi öder. Muhıyfte de böyledir.

Fetâvâyi Attâbiyye'de şöjjle zikredilmiştir:

Bir kimse, başka şahsa: '»'Sen, o şahsa borç verdiğin zaman, o benim üzerime borçtur ve satıştır." der ve satıştan önce, sözünden rücû' eder veya onu satıştan men ederse, ödeme yapmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: "Bu gün, filan şahsa borç verirsen; işte o, benim üzerimedir." dediği halde,- muhatabı o şahs bir şey satsa; bu durumda kefile bir şey gerekmez; yani müşterinin sattığı şeyin bede­lini kefil ödemez. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: "Filan şahsın üzerinde olana, senin için kefil oldum." dediğinde, alacaklı beyyine getirerek, o şahsın üze­rinde bin dirheminin olduğunu söylerse, kefil olan şahıs, bu bin dirhemi Öder.

Alacaklıma beyyine getirememesi hâlinde, kefilin yemin ederek söylemiş olduğu söz ve bu sözü ile kabul ettiği miktar geçerli olur.

Şayet borçlu olan şahıs, miktarın daha fazla olduğunu ikrar ederse; bu ikrarı kefili hakkında kabul edilmez; kendisi hakkında ise geçerli olur. Kâfî'de de böyledir.

Bir kimse, sıhhatli bulunduğu sırada: "Filan şahsın, filan şahısta olduğunu   söylediği   alacağını   Ödemek   bana   aittir.''   diyerek   kefil olduktan sonra, bu kefil hastalanır ve kendi üzerinde olan borcuna, malı kâfi gelmez; kefil olduğu borçlu da "filan şahsa bin dirhem borçlu olduğunu" ikrar ederse; bu durumda, hastanın bütün malı ile borcunu ödemesi lâzım gelir.

Keza borçlu, bu borcynu, kefil öldükten sonra ikrar ederse; yine borç kefile ilzam olunur. Vfe alacaklı, kefilin alacaklıları ile muhakeme edilir. Fetâvâyi Kâdîhân'da cia böyledir.
Bir kimse, başka b^r kimseye: "filanın üzerinde olan..." veya "Filanda olduğu sabit olan..." yahut "Filanın üzerine hükmolunan alacağın, benim iizerimedii1." der; borçlu da, bir mal ikrar ederse; bunu kefilin ödemesi gerekir.

Ancak üzerine hükmolunanı ödemesi için, bu hükmü hâkimin vermiş olması gerekir..

Bir kefil,  borçluya:  "Dün senin üzerine ikrar olunanı,  ben öderim." dediğimde, borçlu: "Dün benim üzerime, bin dirhem ikrar olundu." derse; bu kefile ilzam edilmez'.

Ancak bu kefil: "Hali hazırda kajbûl edileni öderim." derse, ilzam edilir; yani, o borcu kefil öder.

Bu durumda kefil, "borcun, kefaletten önce ikrar edildiğini" bel­gelerse; yine borcu ödemez. Çünkü bu kefil, "sana ikrar edileni öderim." dememiştir.

Borçlunun, bu durumda yemin etmekten kaçınması hâlinde, hâkim, borcu kefile değil borçluya ilzam eder. Gâyetü'l-Beyân Şerhu'I-Hidâye'de de böyledir.    .

Bir kimse diğerine:  "Senin, filan şahısta eriyen malın bana aittir." der; alacaklıda, buna razı olur ve borçlu alacaklıya: "Bende, bin dirhemin vardır." deyince, alacaklı da: "Onda bin dirhemim vardır." der;  kefil ise:  "Alacaklının, borçluda hiç bir şeyi yoktur."  derse; AsıFda: "Bu durumda borçlunun sözü geçerlidir. Ve kefilin bin dirhem ödemesi gerekir." denilmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, başka' bir kimsenin bin dirhem alacağı hususunda, —borçlunun emri ile ve borçlunun filan köleyi rehin vermesi şartıyle— kefil olur; alacaklıya karşı bir şart koşulmaz ve sonradan bu borçlu, o köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda kefil, kefaletten vaz geçme veya devam ettirme hususunda muhayyer olamaz.

Çünkü, bu şart, kefil ile borçlu arasında cereyan etmiştir; kefil ile alacaklı arasında cereyan etmemiştir.

Şayet şart, kefil ile alacaklı arasında olmuş bulunsaydı, hüküm, bunun hilâfına olurdu. Şöyle ki:

Kefil, talibe: "Ben senin malına, borçlunun şu kölesini bana rehin vermesi karşılığında kefil oluyorum." depiği halde, borçlu, o köleyi kefile rehin olarak vermezse; bu durumdk kefil .muhayyerdir: İsterse, kefaletine devam eder; isterse, bu kefaletini bozar.

Çünkü, bu durumda muhayyerlik, alacaklı tarafından sabit olmuştur.                                                

Keza '/efil, talibe: "Borçlunun, şu kölesini bana rehin vermesine karşılık, senin, onda bulunan alacağına kefil oluyorum. Şayet rehin vermezse, ben de, sana mal vermekten berîyim." der ve bu şartla kefil

olur; borçlu ise, o köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda da kefil, kefaletten berî olur.       

Kefil olan zat, borçluya:"Bana kefil vermene karşılık, senin üze­rinde olan mala ben kefil olurum." dediğinde, kefil olan-bu şahıs, kefa­lete devam etmekle, onu bozmak arasında muhayyer olamaz.

Şayet alacaklıya karşı şaft koşarak: "Eğer, —borçlu— bana, mal için kefil vermezse, ben kefaletten berîyim." der; alacaklı da kefil ver­mezse, bu durumda kefil, kefaletten berî olur. Muhiyt'te de böyledir.

İmâm Muhammet! (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, diğerine "borçlunun, kendisine muhafaza edilmek üzere, bir emânet bırakması şartıyle, ona kefil olacağını" söylerse, bu tazminat caiz olur ve borçlu, o emâneti bırakması hususunda cebredilir.

Bu istihsândır.

Bu emânetin zayi olması hâlinde, tazminat gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.

Keza, emânet sahibi, emânetini tazmin ettirmek ister, borçlu da, bu emâneti, borcunu ödemek için, alacaklıya vermiş olursa; bu da caiz olur.

Bu mes'ele ile bundan önceki mes'ele aynıdır.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:

Şayet, tazmin eçien şahıs, kendisine emânet bırakılan şahsın dirhemlerini geri verir veya sahibi onu geri alırsa, bu durumda mal, tazmin eden şahsa ait olur. Muhıyt'te de böyledir.

Şayet kefil "şu evin parasından olmak üzere, bin dirhem ödemeyi tazammun eder, ev ise satılmazsa, bu durumda kefil için tazminat yoktur. Zehıyre'de de böyledir.

Kefil: "Şu evin parasından ödeme yaparım." der ve bu evi bir köle karşılığında satarsa, onun bir mal ödemesi gerekmediği gibi, köleyi satması hususunda da cebredilmez.

Şayet bu şahıs, sonradan bu köleyi satarsa, —bundan elde ettiği— dirhemleri, istihsânen kefaletinin yerine vermesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir,
Bir1 kimse, başka bir şahsa: "Şu kölenin parasından öderim." diyerek, —kefâleten— borçlanır ve, bu şahsın o kölesi de ölürse; bu kefilden tazminat ibtâl edilir. (= Hükümsüz olur.)

Ancak, bu şahıs, o köleyi yüz dirheme satar; borç ise, bin dirhem olursa, bu durumda, o şahıs, bu kölenin bedelini— borca verir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse: "Şu kölenin bedelini borçlanıyorum." dediği halde, bu, şahsın kölesi bulunmazsa; bu borç bâtıl ('-- geçersiz, hükümsüz) olur.

Ancak, bu şahıs "kölenin parasından ödemeyi borçlanırsa"; bu durumda, kendisinin kölesi olmasa bil& o borcu ödemesi gerekir. Zehiyre'de de böyledir.

Bir kimse,  diğer bir şahsa:  Yarısını burada yarısını da Rey Şehri'nde vermek üzere" bin dirhem borçlanır ve bu borcu ne zaman ödeyeceği hususunda bir vakit (= vade) tayin etmezse, alacaklı şahıs, bu alacağını, nerede isterse, orada alır.

Ancak, bunun için, borcun menkûl (= taşınır) bir mal olması gerekir. Yani, borç alınan şey, menkûl bir mal olursa, alacaklı, bunu dilediği yerde alabilir. Durum böyle değilse, alacaklı, bu alacağını, şart koşulan yerde alır.

Bir kimse, diğerine: "Sana, sana vermemek üzere, bin dirhem borçlandım." derse, bu —borçlanma— bâtıl (= hükümsüz, geçersiz) olur.

Ancak, borçlanan bu kimse: "...Sağlığında, sana vermemek üzere..." derse; bu caiz olur.

Bu borç, borçlanan şahsın ölümünden sonra, terekesinden alınır. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, "başka bir şahsın nefsine, Küfe Kadısı'nın hükmettiği şeyi (miktarı) borçlanır, ancak, onun borçlanmasına başka bir kadı hü­küm verirse; bu şahsın, o borcu da ödemesi gerekir.

Ancak, kefâleten borçlanan şahıs: "Filanjdmsenin hükmüyle, sana verilmesi gereken şeyi, ben öderim." dediği halde, ona bir başkası hü­küm verirse, bu kefilin o borcu ödemesi gerekmez.

Bu hüküm, her iki hâkimin de hanefi mezhebinde olması halind egeçerlidir.
Fakat, bu hâkimlerden biri hanefî olarak hükmeder; diğeri ise, şâfî-yü'1-mezbep olarak hükmederse; bu kabul edilmez.

Bu durumda, birinin ta'yini (= belirlenmesi) îcabeder ve hüküm —ancak— böylece sahih olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir-

Bir kimse, diğer bir şahsa karşı, "kendisinin, o şahsın, elbisesini gasbettiğini" iddia eder; müddeâ aleyh de (= iddia olunan şahıs da), bu şahsın nefsi için bir kefil alır ve bu kefile: "Eğer yarma kadar, onu bana teslim etmezsen,, gasbettiği o elbisenin kıymeti senin üzerinedir ve bu kıymet, on dirhemdir." der kefil ise: "Hayır, —o elbisenin kıymeti— yirmi dirhemdir." karşılığını verir ve bu durumda alacaklı şahıs sükût ederse; İmâm Muhammed (R.A.): "Bu —kefil olan— şahsın, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'m'n kıyâsında ve bizim kavilimizde, yirmi dirhem değil, on dirhem ödemesi gerekir."buyurmuştur.  Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir şahsın, diğer bir şahısta, yüz dirhem alacağı olur; başka bir şahıs da gelerek, "yüz dirhem borcu bulunan şahsın nefsine, yüz dirhemi yarın ödemek üzere" kefil olursa; bu durumda, bu kefaletlerin ikisi de sahih (- sıhhatli geçerli) ölür.

Bu şahıs, yüz dirheme kefil olduğu hâlde, bunu, bir gün sonra ödemezse; bu kefilin diğer şahsa olan kefaleti, hâli üzere kalır.

Kefil, bundan sonra yüz dirhemi ödese bile, kabul etmiş bulunduğu, o şahsın nefsine ait kefaletten berî (= kurtulmuş) olamaz. Hızântü'l-Müftîn'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olduğu zaman, başka bir şahıs da gelerek, "kefil olan şahsın nefsine, filan vakte kadar" ala­caklının malının, borçlunun üzerinde bulunması şartıyle" kefil olursa; bu kefillerin ikisinin kefaletleri de, hilâfsız olarak sahilidir; geçerlidir.

Bir kimse, diğer-bir şahsın nefsine, "eğer yarın, alacaklının, ken­disinde bulunan bin dirhemini vermezse, —kefilin— kendisinin vermesi üzerine" kefil olur ve alacaklı da, borçlu da, borcun —bin— dirhem değil, yüz dinar olduğunu iddia ederlerse; borçlunun, bir gün sonra, bu borcunu ödememesi hâlinde, kefilin hiç bir şey ödemesi gerekmez. Zehiyre'de de böyledir.

Müntekâ'da şöyle zikredilmiştir:   

Bir kimse, diğer bir kimsenin nefsine "şayet borçlu gâib olursa, onun üzerinde bulunan borcu, kendisinin ödeyeceği şartıyle" kefil olur; borçlu da çekip Kûfe'ye gider, sonra da, bu borçlu oradan dönünce, kefil onu, alacaklıya teslim ederse; bu durumda kefilin, borçlunun borcu olan malı da, alacaklıya ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olarak "Şayet, borçlu olan bu şahıs, yarın, talibin (= alacaklının), iddia ettiği malı ödemezse, o bana aittir." dediği hâlde, borçlu, bir gün sonra, alacaklıya bir şey ödemez ve alacaklı da, "o şahısta, bin dirhem alacağının olduğunu" iddia ederse; borçlu bunu kabul etse bile, kefilin bu durumu inkâr etmesi hâlinde, onun (kefilin) yamin ederek söylediği söz geçerli olur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Şayet alacaklı, bin dirhem alacağı olduğu hususunda beyyine getirir veya kefil bu durumda yemin etmekten kaçınırsa, kefilin bu bin dirhemi ödemesi gerekir. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, borçlu bir şahsın nefsine, "yarın ödememesi hâlinde, borçlunun kabul «edeceği malı, kendisinin ödeyeceği hususunda kefil olur; borçlu ise borcunu, bir gün sonra ödemez ve "üzerinde bin dirhem borç bulunduğunu" ikrar ederse; borçlunun ikrar ettiği bu miktarı, kefili olan şahsın ödemesi gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

İkrara kefalet ile davaya kefalet arasında şu fark vardır:

İkrara kefalette, her vecihten, gerekli sebepler izafe edilmektedir ki, bu caizdir.

Örf ve adet de böyledir. Teamül de budur.

Davaya kefalet ise, gereken sebepler, biri hâriç, gereken sebebe izafe ediliyor. Çünkü dava, müddeî (= iddia eden) hakkında, gereken sebep oluyor. Müddeâ aleyh (= iddiada bulunulan şahıs) hakkında ise, gereken sebep olmuyor. Bu, teamül de (= insanlar arasında Öteden beri, yapılagelen bir alışkanlık da) değildir. Bu, kıyâsla da reddedilmektedir.

Bu vecihte sebebi, kefalete izafe edilemediğinden, bu şekildeki bir kefaletin sıhhati de, (= geçerli olması da) mümkün olmamaktadır.

Şayet, sadece dava izafe edilir ve alacaklı şahıs, bunu bir hüccet ile tesbit ettiğinden, vücûp için sebep, her yönden vâki olursa; bu şekildeki bir izafe asla boşa gitmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine "bu şahıs, yarın üzerinde bulunan borcu ödemezse, bu borcu kendi üzerine almak üzere" kefil olduktan sonra, bu kefil alacaklı ile karşılaşır ve alacaklı, o günün sonuna kadar, lüzumlu görüp, borçlu şahsı dava ederse; bu durumda, borcu, bu kefilin ödemesi gerekir. Çünkü kefil, —kefil olduğu sırada—bir ödemede bulunmamıştır.

Şayet borçlu şahıs, alacaklıya: "Ben, filan şahsın kefaletinden dolayı, sana, nefsini (= kendimi) teslim ettim." derse; bu durumda kefil, borçtan berî (= kurtulmuş) olur.

Bu durumda nefse kefaletin, borçlunun emri ile olması ile onun emri olmadan olması arasında bir fark yoktur. Bedâi"de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye kefil olduğu zaman, alacaklıya: "Eğer, onu, sana, yarın ödemezse; onun üzerinde bulunan malın, bana aittir." denilerek, bu şart ortaya konulunca, malın miktarı söylenmemiş olursa; bu durumda da, ikinci kefalet sahih (= geçerli) olur.

Borçlu, bir gün sonra borcunu ödememiş olursa, borcun miktarı belli olsa da, belli olmasa da, kefil bu borcu öder.

Borcun miktarı hususunda, bizzat borçlu ile kefil arasında ihtilâf çıkarsa; bu durumda, fazla olan miktarı inkâr etme bakımından, kefilin sözü geçerli olur.

Bir başkasının nefsine kefil olan şahıs, alacaklıya: "Eğer, onu, yarın sana teslim etmezsem, benim üzerime yüz dirhem borç olsun." der, ancak, "onun üzerinde olan yüz dirhem..." demezse; bir gün sonra, kefilin, borçlu şahsı, alacaklıya teslim etmemesi halinde, bakılır: Şayet kefil, o şahsın yüz dirhem borçlu olduğunu ikrar eder've ona kefil olduğunu söylerse; kefil olmuş bulunur. Zahir olan budur.

Şayet bu kefil: "Alacaklının, bu şahıs üzerinde, hiç bir şeyi yoktur." derse; bu —bize göre— alacaklı için bir ikrardır.

Bu durumda alacaklı "Benim, o şahısta, yüz dirhemim var. Sen, ona kefil oldun ve "o vermediği takdirde, ben öderim" diye şart koştun." derse, kıyâsen, bu kefile, bir şey gerekmez. Ve, kefilin bu husustaki sözü geçerli olur.

Bunu İmâm Muhammen" (R.A.) kabul etmiştir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un önceki kavli de budur.

İstihsânda ise, kefil olan şahsın, bu malı ödemesi gerekir.

Bu da, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin kavlidir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un sonraki kavli de budur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, alacaklıya: "Eğer ben, onu sana teslim etmezsem, istediğin zaman, onun üzerinde bulunan bin dirhemin, bana aittir." dedikten sonra, alacaklı onu ister ve kefil de, onun yerine ödeme yaparsa; o bu maldan (borçtan) berî (= kurtulmuş) olur.

Şemsü'l-Eîmme Scrnhsî şöyle buyurmuştur:

"Ona verirse" sözünün manası, "istediği mecliste ona teslim ederse" demektir.

Şeyhu'l-İslâm ise şöyle buyurmuştur:

O sözün manası, "alacaklının isteği gibi veren kadar, onu temin için, meşgul olması"dır. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, diğerine: "Eğer filan şahıs, senin malını vermezse, o benim üzerimedir." der ve alacaklı da, borçluyu sıkıştırınca, o, o saatte borcunu ödemezse; bu durumda, alacaklının kefili sıkıştırması hâlinde, kefil, istihsânen bu borcu öder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir kimse, alacaklısına: "Eğer, onu, yarın sana ödemezsem, bu yüz dirheminden başka, sana yüz dirhem daha vermek, bana aittir." der ve onu da bir gun sonra ödemezse; bu mes'ele, İmâm Muhammed (R.A.)'nin kavli üzerine caiz olmaz. Ancak, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'un kavli üzerine ise, caiz olur.

Âlimler, bu iki imamımızın kavilleri hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bâzıları: "Diğerinin borçlusundan kefil olmaz. Ve o kefilin, asla mal ödemesi gerekmez." demişler; bazıları ise: "Borçludan da kefil olur." demişlerdir. Muhiyt'te de böyledir.
Bir kimse, alacaklısına: "Eğer onu, yarın sana ödemezsen, filan adamın üzerinde bulunan yüz dirhem alacağın, benim üzerime olsun." derse; bu ikinci kefalet, bi'1-ittifak caiz olur.

Bu şahıs, o borç -hususunda, borçlunun ortağı ise, şöyleki: Borcu ödemek, herhangi bir sebepten dolayi, ikisinin üzerine de vacip olmuşsa; bu durumda, bu şahıslardan her biri, diğerine kefil olabilir.

Şayet kefil olan şahıs, borçlu olan şahsa yabancı ise, ikinci kefalet, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre caiz olur. Hatta, borçlu, bir gün sonra borcunu ödemezse; o borcu ödemek, kefile ait olur.

İmâm Muhammed (R. A.)'e göre ise, ikinci kefalet bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur.

Bir kimse, alacaklısına: "Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, senin filan şahsın üzerinde bulunan alacağın, benim üzerime olsun."-der ve bunu söylerken de, o —filan— şahıs da hazır bulunur ve bunu kabul ederse; bu caiz olur.

Bu borçlu şahıs, alacaklısına: "Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, onun üzerinde bulunan, senin yüz dirhemin, benim üzerime olsun." dediğinde, alacaklı, "yüz dirhem değil de, yüz dinar alacağı olduğunu" iddia eder ve kefil de borcunu ödemezse, hilâfsız olarak, bu durumda, kefilin, bir şey ödemesi gerekmez. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kimse, alacaklısına: "Eğer, yarın, onu, sana ödemezsem, filan şahsın, filan şahısta bulunan atacağı, benim üzerime olsun." derse, bu durumda, ikinci kefalet, hilafsız olaıak, caiz olmaz.

Bu, Şeyhu'l-İmâm ve Şeyhu'l-İstâm'ıii kavilleridir.

Bir kimse, alacaklıya: "Eğer onu, yarın ödemezsem, o zaman, ben filan şahsın nefsine kefilim." der ve başka bir şahsın adını söyler ve talibin de, o şahısta alacağı bulunursa, bu ikinci kefalet caiz olur.

Bu durumda borçlu, borcunu bir gün sonra ödemezse, ikinci şahsın nefsine kefil olmuş olur. Mühıyt'te de böyledir.

Bir   kimse, "eğer,  filan zamana, onda   bulunan   alacağını ödemezse, o, benim üzerimedir." diyerek, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunda; alacaklı şahıs, o yerden gâib olur; kefil de, onu aradığı hâlde, bulamaz ve bu alacaklıya, borcu ödeyenıezse; bu durumda şahit tutmuş olsa bile, yine de, o borcu, kefilin ödemesi gerekir.

Keza alacaklı, kefile karşı, bir yeri şart koşar; kefil de, kefili olduğu malı, alacaklıya vermek üzere, o yere getirip, alacaklıyı arar ve bula­mazsa; bu durumda da, kefilin o malı ödemesi gerekir.

Müteâhhirîn'in kavli, bunun üzerinedir.

İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)'un kavli.de budur.                             

Bu gibi mes'elelerde, alacaklı gâib olunca, kefil durumu kadı'ya bildirir. Ve kadı, kefilin, borcu teslim edebilmesi için, alacaklıya bir vekil tâyin eder. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Câmiü's-Sağîr'de şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, diğer bir kimsede, "yüz dinarının olduğunu..." veya "... yüz dinarının değil de, mutlak bir malının bulunduğunu..."'veya "... mutlak dinarının olduğunu...", "... iddia eder;" ve fakat bunun mik­tarını açıklamaz; bir başkası da, bu iddia sahibine: "Sen, onu bırak; ben onun nefsine kefilim. Eğer onu, yarın sana teslim etmezsem, yüz dinar benim üzerime olsun." der; alacaklı da bua razı olur; ancak borçlu, bir gün sonra, bu borcunu Ödemezse; kefilin iki vecihten, bu yüz dinarı ödemesi gerekir.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir.

Hak sahibinin, yüz dinar alacaklı olduğunu iddia etmesi hâlinde, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'nin görüşü de budur. Zehiyre'de de böyledir.

Bir kimse, "Alacaklının, onun üzerinde bulunan malını, yarın vermezse, o, benim üzerime olsun." diyerek, başka bir kimsenin nefsine kefil olur; kefil olunan mal da, yarın olmadan ölürse; yarın diye işaret edilen günün geçmesi hâlinde, kefil, bu malı öder.

Şayet, yarın gelmeden, kefil olan şahıs ölür; kefilin vârisleri ise, yarın (diye işaret edilen gün) geçmeden, kefil olunan bu malı alacaklıya öderlerse; bu durumda kefil, bu mal ile ilzam olunmaz. Zahîriyye'de de böyledir.

Vârislerin, zaman geçene kadar, bu malı ödememiş olmaları hâlinde, yine kefil, bu mal ile ilzam olunur. Zehiyre'de de böyledir.

Bir kimse, "alacaklının istediği zaman teslim etmek üzere", başka bir kimsenin nefsine kefil olarak: "Eğer teslim etmezsem, onun üzerinde bulunan borç, benim üzerime olsun." der; mekfûlün anh de (= kendi­sine kefil olunan şahıs yani asıl borçlu da) ölür ve alacaklının, onun teslim edilmesini istemesi hâlinde, kefil bundan âciz kalırsa, bu kefilin, o şahsın borcunu ödemesi gerekir mi?

Bu hususta, Radiyallahu anh şöyle buyurdu:

— Babam: "Bu hususta bir rivyet yoktur. Uygun olan ise, bu kefilin o borcu ödemesinin lâzım gelmemesidir. Çünkü, mekfûlün anh'in ölü­münden sonra, bu malın kefilden istenilmesi sahih değildir. Şart bulunmayınca da, mala kefalet infaz edilmez. Zahîriyye'de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir şahsa: "Eğer seni, filan şahıs öldürürse, ben, senin diyetini öderim." dediğinde, o şahıs da: "Ben buna razıyım." derse, bu caiz olur.

Şayet bu şahıs: "...seni yaralarsa..." veya "...elini keserse..."; "... köleni öldürürse..." yahut "seni gasbederse...", "...ben, onun kıyme­tini öderim." der, o şahıs da, buna razı olursa; bu da caiz olur.

Ancak bu şahıs, eğer: "İnsanlardan her kim seni öldürürse..." veya "...gasbederse...", "...ben senin diyetini öderim." derse, bu batıl ( =geçersiz, hükümsüz) olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimsenin nefsine kefil olur ve: "O adam, yarın borcunu ödemezse; işte, zayi olan bu malına kefil ve dâvasına vekil olacağım." der; borçlu da, buna razı olursa; bu vekâlet de, kefalet de câzi olur.

Borçlu şahıs, bir gün sonra, bu borcunu öderse, kefil olan şahıs, hem vekâletten hem de kefaletten berî (== kurtulmuş) olur. Bir gün geçtiği hâlde, borçlu borcunu ödemezse, bu şahıs, onun malına kefil, dâvasına da vekil olur.

Bundan sonra, bu şahıs, kefili olduğu malı teslim ederse, nefse olan kefaletinden berî olmuş olur.

Bu durumd#, bu şahıs, dâvaya vekâletten de berî (= kurtulmuş) olur mu?

Bu şahsın, malın kefaletinden berî olmuş bulunduğunda şek yoktur.

Hem kefaletten, hem de vekâletten kurtulmayı şart koşmamış olması hâlinde, borcunu ödediği zaman, kefaletten berî olur; ancak vekâletten berî olamaz.

Her ikisinden de berâeti şart koşmuş olsa bile, yine mala kefaletten beri olur; fakat, dâvaya vekâletten berâet edemez. (= kurtulamaz.)

Bir kimse, yarın borcunu ödememesi hâlinde, başka bir kimsenin nefsine kefil, davasına vekil olduğunda, borçlu şahıs, borcunu ödemez ve taraflar bu borcu kefil olan şahsın ödemesine razı olurlarsa, bu da caiz olur. Çünkü, alacaklı da, borçlu da iki kefalette birleşmiş, olmak­tadırlar.

Ancak kefil, bu hususta ihtilaf etse bile bu mâni değildir.

Bir kimse, başka birinin nefsine kefil olur ve "yarın ödemezse, dâvasına da vekil olacağını" söyler ve alacaklı da buna razı olursa; bu borçlunun, bir gün sonra borcunu ödememesi halinde, bu şahıs, o borçlunun davasına vekil olur.

Bu borçlunun, borcunu ödemesi hâlinde ise, bu şahsa bir şey gerekmez.

Şayet alacaklının hakkını kefil ödediği halde, alacaklı bunu kabul etmezse, o bu borcu ödemekten berî olmuş olur. Alacaklı, kefilin ödemesini kabul ettiği zaman, kefil, borçluya müracaat edemez.

Bir kimse, başka bir kimseye, belirli bir müddete kadar kefil olur ve: "Eğer, o şahıs, borcunu, o zamana kadar ödemezse, ben ödeyeceğim ve dâvasına da vekil olacağım." der, alacaklı da buna razı olursa, belir­lenen vakit gelmeden, alacaklının, kefilden kefalet istemeye hakkı olmaz.

Zâhiru'r-rivâye budur.

Belirlenen vakit gelmeden, bu alacaklının dâva açma hakkı da yoktur.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olur, borçluyu da, dava için vekil eder; kefil ise, alacaklının alacağını ödemeye razı olduktan sonra bu kefil ölürse, alacaklı ile bu kefilin varisleri arasında dava yoktur.

.Şayet alacaklı şahıs, alacaklı olduğu şahsı bulursa, hâkime dava açar. Hakim hüküm verince de, alacaklı alacağım, kefilin malından alır.

Ancak bu durumda, alacaklı şahsın, borçluyu dava edebilmesi için, haklı olduğunu isbat etmesi gerekir.

Bu durumda hâkim, hükmünü verince, alacaklı muhayyerdir: Alacağını, isterse, borçlunun malından; isterse, kefilin malından alır.

Şayet bu alacaklı, alacağını borçludan ister, o da öderse, bu durumda alacaklı, başka hiç bir kimseye müracaat edemez.

Bu alacaklı, alacağını kefilin terekesinden ister, onun varisleri de ödeme yaparlarsa, ödedikleri şey için borçluya müracaat ederler ve ver­diklerini ondan alırlar. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kimse, diğerine: "Eğer, borçlu ödemeden aciz ise, o zaman, o alacağın benim üzerime olsun." dediğinde, borçlu olan şahsın aczi, onun hapsedilmesi ile meydana gelir.

Yani, borçlu şahıs hapsedildiğinden dolayı borcunu ödemezse, bu durumda kefil ilzam edilir. Yani, bu borçlunun borcu, kefilden alınır. Füsûlü'l-İmâdiyye'de de böyledir.

Bir borçlu, alacaklıya: "Eğer, yarın nefsimi sana teslim etmezsem, senin iddia ettiğin mal benim üzerime olsun." der ve bir gün sonra da nefsini ona teslim etmezse; bu durumda bir şey gerekmez.

Şeyhu'l-İslâm, Câmiu's-Sağîr Şerhı'nin Kitâbü's-Sulh'unda, şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, diğer bir kimseye: "Şu yoldan git; eğer maiın alınırsa, o zaman, o malı ben tazmin ederim. (= öderim.)" der; o şahıs da, söylenilen yoldan gider ve malı alınırsa, tazminat sahih olur. Bu durumda, ödenecek şeyin meçhul olmasına rağmen, tazminat caizdir.

Ancak, bir, kimse, diğerine: "Eğer oğlunu, arslan yerse veya yırtıcı bir hayvan malını telef ederse, onu, ben öderim dese; bu sahih olmaz. Füsûlü'l-Üstürûşnîyye'de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın borcundan dolayı: *'- Filan, filan maldan, şuna ve şuna kefil olmak üzere- ben kefilim." der; diğerleri ise, bundan kaçınırsa; Fakıyh Ebû Bekir el-Bettıî: "Bu durumda, birinci kefalet   lâzımdır;   bu   şahsın   kefaleti  terketmeye  ihtiyarı   yoktur." buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir.

Bir  alacaklı, borçluya:  "Senin   üzerinde   bulunan   malımı (alacağımı), filan şahsa havale et." der; borçlu da, denileni yaparsa; bu. caiz olur.

Bu durumda, alacaklı muhayyerdir: Alacağını dilediğinden alır.

Bu işlem, kefalet menzilindedir. Ve asıl, borçtan beri olmuş ( = kurtulmuş) sayılmaz. Çünkü, bu havale, ödeme şartıyle yapılmıştır. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Bir kimse, diğerine: "Filanın üzerinde bulunan alacağını, filan şahsa havale edersen, ben, onu tazmin ederim." der, alacaklı da buna razı olursa;  ödeyecek olan şahsın, bunu diğer şahsa havale etmesi hâlinde, bu caiz olur.

Kendisine havale edilen şahıs, bunu kabul etmezse; borçlu, hâli üzere, yine borçludur.
Alacaklı olan şah'ıs, alacağını ister kefilden, isterse asıl borçludan alır. [20]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..