Beşinci Mesele:
Daha önce (İkinci Meselede) sözün mânâya: (a) Aslî delâlet unsurları açısından//;; Aslî mânâya yardımcı durumunda bulunan tâbi delâlet unsurları açısından olmak üzere iki yönden delâleti bulu nduğu ortaya konmuştu. Bu durumda, hükümler çıkarılırken başvurulan yolun aslî delâlet unsurları yönüyle mi ilgili olduğu, ya da her ikisini de birden mi ilgilendirdiği konusunda düşünmek gerekecektir.
Aslî delâlet unsurlarının hükümlere delâletinin sıhhati konu-sundaherhangi bir problem yoktur ve bu konuda tartışmaya mahal de bulunmamaktadır. Meselâ, asıl konuldukları mânâlara delâlet etmelerine engel olan bir karine bulunmadığı sürece emir ve nehiy, umûm ve husus sîgalarmın delâletlerini bu kısma örnek olarak verebiliriz.
Tâbi durumunda olan delâlet unsurlarına gelince; bu gibi unsurlar, aslî mânâya ilâveten daha başka mânâlara delâlet etmektedirler. Bu itibarla acaba hükümlerin elde edilmesi sırasında bunların delâletlerini dikkate almak doğru ve gerekli olur mu? Yoksa olmaz mı? İşte bu konuda tereddüt bulunmaktadır. Dikkate almanın doğru ve gerekli olacağını savunanlar da; aksini iddia edenler de vardır ve bunlardan her birinin kendisine göre konuya ayrı bir yaklaşımı bulunmaktadır.
Dikkate almanın doğru olacağını savunanlar, iddialarına şu şekilde delil getirebilirler: (1)
Bu türden olan tâbi unsurlar, delâlet ettiği şeyler hakkında ya dikkate alınacaklar ya da alınmayacaklardır. Dikkate alınmamaları mümkün değildir. Çünkü bu unsurlar sırf o mânâlara delâlet etsin diye getirilmişlerdir. Şu halde mutlaka onların dikkate alınmaları gerekecektir. Bunların delâlet ettiği mânâ, aslî mânâ üzerine getirilen bir ziyadelik olmaktadır; aksi takdirde sahih olmaz. Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mânâ, serî bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, aynen aslî mânânın delâletinin ihmal edilmesi nasıl caiz değilse onun ihmal edilmesi ve atılması da mümkün olmayacaktır. Şu halde tâbi delâlet unsurları dikkate alınmak zorundadır. Ulaşılmak istenen netice de budur. (2)
Şeriattan hükümler çıkarılması, onun sadece Arap diliyle gelmiş olması açısından olup; yalnızca sırf kelâm oluşu açısından değildir. Bu nokta gözönünde tutulduğunda, hem birinci delâlet yönü, hem de ikinci delâlet yönü kapsam dahilinde olacaktır. Tâbi delâlet unsurlarının aslî delâlet unsurlarıyla olan ilişkisi, bir hususiyet, bir fer' gibi sıfat ile mevsûf arasındaki ilişki gibidir desek bile delâlet açısından bunun bir zararı olmayacaktır. Durum böyle olunca, hüküm çıkarmada nassla-rın sadece aslî delâlet unsurlarına itibar edip, tâbi delâlet unsurlarını dikkate almamak, keyfî bir tahsis, delilsiz bir tercih olur. Böyle bir tutum ise bâtıldır. Bu durumda hükümlere delâlet açısından aslî delâlet unsurları, tâbi delâlet unsurlarından daha ayrıcalıklı değildir. Netice itibarıyla her ikisinin de dikkate alınması kaçınılmaz olmaktadır. (3)
İlim adamları, tâbi delâletunsurlarını dikkate almışlar ve bu açıdan hareketle çeşitli hükümler çıkarmışlardır:
Örnekler: Hz. Peygamber'in"=Sizden biriniz ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir[178] hadisinden hayız süresinin en uzun müddetinin on beş gün olduğu hükmü çıkarılmıştır. Aslında hadisten amaç, kadınların dininin noksan olduğunu belirtmektir; yoksa en uzun hayız müddetini belirtmek değildir. Ancak kullanılan mübalağa üslûbu bu sürenin zikrini gerektirmiştir. Eğer daha fazla sürmesi düşünülebilseydi, o takdirde mutlaka onun zikredilmesi gerekirdi.
İmam Şafiî, "Sizden biriniz uykusundan uyandığında üç kere yi-kamadıkça elini kaba daldırmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez"[179]hadisinden, az suyun, niteliklerini değiştirmeyen miktardaki necasetle pis hale geleceği hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir: "Eğer az necaset pisleyici olmasaydı, elde bulunma ihtimalinden dolayı uykudan uyanınca ellerin yıkanması müstahaplık hükmünü gerektirmezdi." Hadisin söylenme amacı, içerisine az necaset düşen suyun hükmünü bildirmek değildir; ancak bu mânâ zikri kastedilen şeyden dolaylı olarak çıkmaktadır.
Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğunu da: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer"[180] âyetiyle "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içerisinde olur"[181]âyetinden çıkarmışlardır. Birinci âyetten maksat bir ayırım yapmaksızın her ikisinin müddetini birden belirlemektir. İkincisinde ise, sütten kesilme süresi asıl amaç olarak belirlenmiştir. Her ikisinde de yalnız gebelik süresinin ne kadar olduğu asıl amaç olarak belirlenmemiş; onun için herhangi bir süre zikre-dilmemiştir. Bu iki âyetin birlikte değerlendirilmesinden en az gebelik müddetinin altı ay olduğu neticesi çıkmıştır,
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız helâl kılındı... Artık, tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedi-linceye kadar onlara yaklaşabilirsiniz.[182] âyeti hakkında da şöyle demişlerdir: Bu cünüp olarak sabahlandığı zaman orucun sahih olacağına delâlet eder. Çünkü tan yeri ağarmcaya kadar cinsî ilişkinin helâl olması bunu gerektirir. Gerçi bu mânâ âyetten asıl amaç olarak gözetilmemi ştir, ama cinsî ilişkinin, yeme ve içmenin mubah olduğunu belirleme kasdmdan dolaylı olarak bu da çıkmaktadır.
Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceğine de: '"Rahman çocuk edindi' dediler; hâşâ, melekler sadece şerefli kılınmış kullardır"[183]âyetiyle bu anlamda olan diğer âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Çünkü âyette Allah'tan başka herkes Özellikle de melekler için kulluğun isbat edilmesi suretiyle asıl amaçlanan şey Allah'ın çocuk edindiği iddiasını reddetmektir; çocuğa mâlik olunmayacağının beyanı değildir. Ancak tâbi olan bu anlam, ("hâşâ" ifadesiyle) çocuk edinmenin reddi ve ona nisbet edilecek olanların ancak kul olacakları aslî anlamlarından dolaylı olarak çıkmaktadır; zira Rab'den ve kuldan gayrı başka bir varlık yoktur,[184]
Az olsun çok olsun bütün tahıl ürünlerinden zekat (öşür) alınacağı hükmünü ise: ''Göğün suladığı şeyde öşür vardır"[185] hadisinden çıkarmışlardır. Halbuki, hadisten gözetilen aslî amaç, üründen zekat olarak çıkarılacak miktarın belirlenmesidir; kendisinden zekât verilecek ürünlerin açıklanması değildir.
Aynı durum özel bir sebepten dolayı gelen ânım nasslar için de sözkonusudur.[186] Çoğunluk âlimler sebep özel de olsa, sırf lafza ve maksada itibarla bu tür âmm nassların umûmu üzere alınmaları taraftarıdırlar.
Cuma günü ezan vakti yapılan ahş-veriş akdinin "Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu:'' zaman Allah'ı anmaya koşun; alış-verişi bırakın.[187] âyetinden dolayı fâsid olduğu neticesini çıkarmışlardır. Halbuki bu âyetten gözetilen asıl amaç, namaz için koşmanın gerekliliğini bildirmekolup; aliş-veriş akdinin fâsid olduğunu açıklamak değildir.
Kıyâs-ı celiyi [188] kıyas olarak kabul etmişlerdir. Meselâ, azadın
sirayeti konusunda cariyenin köleye katılması gibi. Zira "Kim bir köledeki kendisine ait payı âzad ederse..."[189] hadis-i şerifinden asıl amaç mutlak mülkiyeti belirtmektir, Yoksa kölenin erkek olmasının bir özelliği yoktur.
Bu arzettiğimiz örneklerde ve daha sayılamayacak kadar çok olan konularda hep aslî delâlet unsurları değil de, tâbi delâlet unsurları dikkate alınarak hükümler çıkarılmıştır. Durum böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınarak hüküm çıkarılmasını doğru ve uygulama alanı bulmuş bir husus olarak kabul etmek gerekecektir. Tâbi delâlet unsurlarım dikkate almanın doğru olmayacağı görüşünde olanlar da görüşlerini şu şekilde delillendirebilirler: 1, Bu delâlet yönü, sadece aslî delâlet yönü için bir yardımcı unsur ve ona tâbi durumdadır. Bunların bir mânâya delâlet etmeleri, sırf aslî mânânın tekidi ve onun güçlendirilmesi, açıklanması yönünden olmakta; işitildiği zaman daha çabuk kabul edilmesini, düşünüldüğü zaman daha çabuk anlaşılmasını temin edici bir rol oynamaktadır. Meselâ: "Dilediğinizi yapın![190]"Tat! Hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin"[191] gibi gelen bir emir sîgası hakkında: "Bu emir sîgası tehdit için ya da azarlamak içindir" deriz.[192] Çünkü bu gibi ifadelerde emir kasdedilmez, bu tehdit ve alay etmede sadece bir mübalağa ifadesi olmaktadır. Bu yüzden de, bu sığalardan emir sadedinde bir hüküm çıkarılması kabul edilmemiştir ve bu doğru da değildir. Yine "Bulunduğumuz köye sor"[193] âyeti hakkında da şöyle deriz: Buradan maksat "köy ahâlisine sor'Mur. Ancak yeterli soru sorulmasını ifadede mübalağa için sorulacak şey bizzat köyün kendisi kılınmıştır. Sorunun köye nisbet edilmesi üzerine bir hüküm bina edilmiş değildir.[194]
"Gökler veyer durduğu sürece orada kalacaklardır"[195] âyeti de,eğer göklerin ve yerin yok olacakları, ebedî olmayacakları görüşü kabul edilirse aynı şekildedir ve bu âyetten maksat onların cehennemde ebedîliğini bildirmek olduğu için, kâfirlerin azap müddetlerinin sona ereceği neticesi çıkarılamaz.[196]
Bu konuya delalet edecek sayılamayacak kadar çok durum vardır. Hal böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının, aslî mânâya ilâve bir tekitte bulunma, ona açıklık getirme ve güç katmadan başka bir fonksiyonunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde, tâbi delâlet unsurlarından müstakil olarak çıkarılacak kendisine has bir hüküm hiçbir şekilde bulunmamaktadır. (2)
Eğer tâbi delâlet unsurlarının kendilerine has birinciden bağımsız şer'an kabul gören bir hükmü bulunsaydı, o durumda aslenkasde-dilen yön halini alırlardı. Zira bu durumda o mânânın benimsenmesi asıl hakkı ile kasdedilmiş olacak ve ibarenin o hükme delâleti ikinci ve tâbi olan yönden değil de, birinci ve aslî delâlet yönünden olacaktır. Halbuki biz bu hükmün ikinci ve tâbi delâlet unsurlarından alındığını varsayıyoruz. Bu durumda ulaşılacak netice çelişki arzedecekve imkânsız olacaktır.
İtiraz: Bir mânâya tâbilik yoluyla delâlet etmesi, onun ikinci derecede de olsa kasıtlı bir delâlet olmasını engellemez. Nitekim serî maksatlar hakkında da aynı şeyi söylüyor; onları aslî maksatlar, tâbi maksatlar diye ikiye ayırıyoruz. Bununla birlikte bunlardan her iki kısım da Şâri'ce dikkate alınmış oluyordu. Mükellefin aslî maksatlardan gafletle, tâbi durumdaki maksatları dikkate alarak işlemiş olduğu bir tasarruf (hukukî fiil) geçerli oluyordu ve böyle ikinci derecede maksatlar üzerine teklif hükümleri getirilebiliyordu. Nitekim inşallah ileride de gelecektir. Burada da aynı şeyi söyler ve deriz ki: İkinci derecede olan yönün delâleti, mükellefin onlardan hüküm çıkarma kasdına engel değildir. Çünkü bunların şeriatın anlaşılmasına olan nisbeti, Ötekilerin (aslî delâlet unsurlarının) şeriata olan nisbeti ile aynıdır. Nisbet aynı olunca, bunlar arasında bir ayırıma gitmek doğru olmayacaktır ve birinin dikkate alındığı gibi diğerinin de dikkate alınması gerekecektir. Nitekim bunlardan birinin ihmalinden diğerinin ihmali de gerekmektedir.
Cevap: Bu eğer kabul edilse o takdirde, bizim iddiamıza en açık delillerden biri olur. Çünkü, meselâ nikâh akdi, şehveti gidermek amacıyla yapıldığında sahihtir; zira nikâhtan gözetilen asıl maksadıki neslin korunmasıdır tekit etmektedir ve mükellefin bu fiiliyle Şâri'in amacını tekit ettiğinden habersiz bulunması, gerçekte nikâh fiilinin Şâri'in amacını tekit etmesine engel olmamaktadır, dediğimiz gibi, burada da aynı şeyi söylüyor ve diyoruz ki: Arap dilinde kasıd açısından tâbi delâlet un surları, sadece birinci delâlet unsurlarını, aynen onların delâletettikleri anlam üzerinde tekit edici mahiyettedir. Dolayısıyla bunların delâlet ettiği mânâ, bizzat aslî mânâ olmaktadır; tâbi olan mânâ aslî olan mânâyı tamamlamaktadır. Bundan da, tâbi olan mânânın aslî mânâ üzerine bir ziyâdelik getirmeyeceği neticesi çıkacaktır. Varmak istediğimiz netice de budur.
Sonra iki mesele arasında fark vardır: Şehveti gidermek amacıyla yapılan nikâh, her ne kadar bir açıdan zarûriyyâta tâbi olan maksatlar kapsamına girmekte ise de, diğer taraftan o, hâciyyât kapsamına girmektedir. Çünkü kulların ihtiyaçlarının giderilmesi, şehvetlerinin tatmini ve onlardan sıkıntı ve güçlüklerin kaldırılması anlamı taşımaktadır. Böyle bir nikâhın hâciyyât kapsamına girmesi durumunda, onun bu açıdan hareketle zarûriyyâta tâbi olmaktan ayırt edilerek aslî kasıt ile yapılmış bir akit şeklinde kabul edilmesi mümkündür. Burada üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir. Çünkü tâbi delâlet unsurlarının, birincinin tekiti dışında müstakil bir mânâya delâlet edecek şekilde, aslî delâlet unsurlarından ayırt edilmesi mümkün değildir. Çünkü Araplar, dili ilk kovuşlarında tâbi delâlet unsurlarım birinciden müstakil olarak ele alma imkânı bulunmaksızın sadece bu amaçla koymuşlardır. Dolayısıyla dilin konuluş şekli dışına çıkmak mümkün değildir. (3)
Bu delâlet yönünün, birinciye tâbi olarak konulmuş olması, bunların delâlet edeceği mânânın ancak birinci delâlet unsurları yönünden olmasını gerektirecektir. Eğer bunların katacağı mânâ, birinci delâlet unsurlarının verdiği mânâ yönünden olmazsa, o zaman bunların aslî konuluşlarmdan uzaklaşılmış olacaktır. Bu ise sahih değildir. Bunların, tekit dışında birinci (aslî) delâlet unsurlarının ifade etmediği ilâve bir mânâya delâlet etmesi, bunları aslî delâlet unsurlarına tâbilikten çıkarır ve o zaman bunlar yönünden hüküm çıkarılması, Arap dilinde bulunmayan bir yoldan hüküm çıkarma halini alır. Bu ise doğru değildir. Böyle bir neticeye götüren şey de doğru olmayacaktır.
Tâbi delâlet yollarından elde edildiği söylenen örneklere katılmıyoruz. Bunlar ya birinci delâlet unsurlarından çıkarılmış hükümlerdir ya da bunların dışında üçüncü bir cihetten[197] elde edilmiş hükümlerdir.
Hayız müddetinin en uzun süresinin onbeş gün olduğuna dair, hadiste bir delâlet bulunduğunu kabul etmiyoruz. Bu konu tartışmasız bir husus değildir. Nitekim Hanefîler hayız müddetinin en uzun süresinin on gün olduğu görüşündedirler. Kabul edilse bile bu, lafzın vaz' yoluyla delâleti açısından değildir. Konumuz ise vaz' yoluyla delâlet hakkındadır. İmam Şafiî'nin, az suyun, içine niteliğini değiştirmeyecek miktarda necaset düşmesiyle pis olması hakkındaki görüşü kıyas[198] ya da daha başka bir konu dahiline girer. Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğu hükmü, tâbi değil aslî delâlet neticesinde çıkarılmıştır.[199] Cünüp olarak sabahlanması durumunda oruca bir şey olmaması hükmü de aynı şekildedir ve başka türlüsü de mümkün değildir. Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceği konusuna gelince; bu konu hakkında zikri geçen âyetin delil olarak kullanılması mümkün değildir ve konu tartışmalıdır. Zekât hakkında belirtilenler ise, zekat matrahı mahsullerin (aza da çoğa da) teşmil edilmesi görüşünde olanlar, lafzın umûmunun kasdedilmiş olduğu noktasından hareketle bu neticeye varmışlardır, umûmun kasdedilmemiş olduğu noktasından hareketle hükme varmamışlardır. Aksi takdirde çelişki olurdu. Çünkü serî delillerden hükümlerin çıkarılması, sadece o delillerin Şâri'ce amaçlanmış oldukları noktasından hareketle olmaktadır. Bu durumda, bir taraftan ânım lafzın zahiri kastedilmiş değildir derken, Öbür taraftan onun umûmu ile istidlal nasıl mümkün olur? Özel bir sebep hakkında gelen âmm lafızlar hakkında da söylenecek söz aynıdır. "Alış-verişi bırakın"[200]buyruğundan hareketle cuma ezanından sonra yapılan alış-veriş akdinin feshi gerekir görüşünde olanlara göre, bu hüküm bizzat âyetten amaçlanmış olmaktadır, aksi takdirde çelişki doğardı. Kıyas-ı celî hakkında da durum aynıdır. Bunlar, cariyenin hadiste zikredilen erkek kölenin hükmüne dahil edilmesini, erkek kölenin husûsiyle zikredilmiş olduğu nokta-ı nazarından hareketle ve kıyas yoluyla sağlamış olmaktadırlar. Bu konuda ileri sürülen diğer konularda da durum aynıdır.
Kısaca diyebiliriz ki, tâbi delâlet unsurlarıyla müstakil olarak hüküm isbatında bulunmak mümkün değildir ve bunların hükümler için delil olarak kullanılmaları asla doğru değildir. Üçüncü delile cevap verdiğimiz gibi, birinci ve ikinci deliller hakkında da aynı şekilde cevap verme imkânı bulunmaktadır. Çünkü birinci delilde, sanki biz tartışma konusunu kabul ediyormuşuz gibi bize delil olarak kullanılmaktadır (müsadere ale'l-matlûb). Çünkü bu delilde: "Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mânâ, serî bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, onun ihmal edilmesi ve atılması mümkün olmayacaktır" denilmektedir. Üzerinde tartışılan konu da, işte bu nokta değil midir? İkincisi, tamam kabul edilir. Ancak, tâbi delâlet unsurlarının müstakil olarak serî hükümleri ortaya koyması tartışma konusunu oluşturmaktadır. Şu halde doğrusu, mutlak surette tâbi delâlet unsurlarıyla hüküm isbatımn mümkün olmadığı görüşünü benimsemek olacaktır. Allah en iyisini bilir.
Fasıl:
Mesele hakkında deliller çelişki halindedir. Öyle gözüküyor ki, iki taraftan daha güçlü olan, tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınmayacağı görüşünde olanlardır. Bu halde durum, ikinci cihetin yani tâbi delâlet unsurlarının, aslî delâlet unsurları üzerine asla şer'î bir hüküm getirecek durumda olmadıkları neticesini gerektirmektedir.
Ancak mesele hakkında üzerinde durulması gereken bir başka nokta daha var: Aslî mânâ üzerine ziyadelik getirecek bir nokta vardır ki o da her sağduyu sahibinin kabul edeceği şer'î âdâb ve tenezzülât-ı ilâhî[201] doğrultusunda hareket etmedir. Bunların da şerîatte bir yeri vardır, bu durumda ikinci cihet yani tâbi delâlet unsurları da mânâya delâletten tümden uzak kalmış olmazlar. Bu nokta gözönüne alındığında, tâbi delâlet unsurlarının mutlak surette dikkate alınmayacağı görüşünü tercih etmek zor olacaktır.
Bu hususun açıklığa kavuşması için yedi örnek vereceğiz: (1)
Kur'ân'da hem Allah'tan kullarına karşı, hem de kullardan Allah'a karşı nida (çağrı) ifadeleri bulunmaktadır. Bunlar ya hikâye yoluyla ya da öğretme amacıyla yer almışlardır. Allah tarafından kullara yönelik bir nida ifadesi kullanılacağı zaman uzaklık anlamı veren nida harfi kullanılmış, hazif (nida harfinin düşürülmesi) yoluna gidilmemiştir. Meselâ: "Ey inanmış kullarım! Benim yarattığım yeryüzü geniştir,[202] "De ki: 'Ey kendilerine kötülük edip aşın.giden kullarım![203] "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin tamamınıza gönderilmiş Allah'ın elçisiyim.[204] ve pek çok yerde geçen "Ey insanlar!..."; "Ey iman edenler!..." ifadeleri gibi. Kullardan Allah'a yönelik nida- [imi larda ise, nida harfi kullanılmamıştır. Çünkü nida harfi asıl ko-nuluş itibarıyla uyarı içindir; Yüce Allah ise uyarılmaktan münezzehtir. Sonra nida harflerinin çoğuki bunlara nida bahsinin esasını teşkil eden (harfi de dahildir uzak içindir. Yüce Allah ise; "Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım"[205] âyetinde buyurduğu üzere, özel olarak duâ eden kimseler için, "Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur.[206]"Biz insana şahdamarından daha yakınız"[207]âyetlerinde de genel olarak herkes için kendisinin yakın olduğunu bildirmiştir.
Bu işaretten iki edep (incelik) çıkar:
Birincisi, nıdâ harfinin kullanılmaması; diğeri de yakınlığın his-settirilmesi. Aynı şekilde, diğer kısımda nida harfinin kullanılması durumundan da iki mânâ çıkar: Birincisi, gaflet, yüzçevirme, uzaklık ve hazır bulunmama gibi özelliklerden uzak olmayan kimselerin ki bu kullar oluyor uyarılması; ikincisi, nidada bulunanın şanının yüceliği, O'nun kullara (maddî) yakınlıktan münezzeh bulunduğu, zira O'nun yakınlığında yücelik; yüceliğinde yakınlık bulunduğu. (2)
Kulun Rab Teâla'ya olan nidası (duâsıi, halini düzeltecek, kendisine fayda verecek şeylerin arzulanması, istenmesi anlamı taşır.Kur'ân'da bulunan bu tür bütün dualar Rab ismiyle gelmiştir.[208] Bu, kulun, duası sırasında içinde bulunduğu halinin gereğine uygun bir isimle nidada bulunması gerektiğini öğretmek içindir. Çünkü kelimesi sözlükte, beslenen, terbiye edilen kimsenin işlerini üstlenen kimse demektir. Yüce Allah kulların yapmaları gereken duaları açıklamak sadedinde olmak üzere şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi afffet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et[209] "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme..."[210]
"Allah'ımız! Eğer bu kitap, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır.[211] âyetinde ise hitap, Rabyerine diye Allah ismiyle gelmiştir ve yerindedir. Çünkü burası Rab isminin kullanılmasının yeri değildir. Zira Rab isminin gereğiyle bunların istedikleri şey arasında bir münasebet yoktur; aksine zıtlık vardır.[212] Hz. İsa'dan hikâye edilen: "Meryem oğlu İsa, 'Allahım!Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve Sen'den bir delil olarak gökten bir sofra indir.[213] âyetindeki Rab isminin kullanılışı ise, gerçekten tam yerli yerindedir. (3)
Açıkça ifade edilmesi hoş karşılanmayan ve haya duyulan konular kinaye yoluyla belirtilmiştir. Meselâ cinsî ilişkiden (cima') söz edilirken (=elbise ve dokunma) kelimeleri kullanılmış; kazâ-ı hacet için "tenha yerden gelme - ayak yolundan gelme" denilmiştir. Hz. Isa ve annesinin ilâh olmadıklarım red sadedinde "Onlar yemek yerlerdi.[214] âyeti de böyledir. Bu gibi örneklerden çıkardığımız bu üslûp, bizim için Kur'ânî bir edep olarak yer etmiştir. Bu kinaye lafızların bu mânâlara delâletleri, aslî delâlet yoluyla değil, tâbi delâlet yoluyla olmaktadır. (4)
Kur'ân'da iltifat[215] üslubuna yer verilmiştir. Bu üslup, kula nis-betle eğer halin gereği bunu gerektiriyorsa gayıptan huzura yönelme edebi anlamına gelir. Meselâ: "Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur" buyurup Allah'a gâib sîgasıyla övgüde bulunduktan sonra: "(Allahım!) Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz..."[216]buyurması gibi. Durum gerektirdiği takdirde bunun tersi de olur: Meselâ:"-Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler.[217]âyetinde olduğu gibi. Bu meyanda: "Yüzünü asıp buruşturdu ve sırtını çevirdi. Yanına kör bir kimse geldi diye"[218] âyeti üzerinde düşünelim. Burada Hz. Peygamber sert biçimde azarlanmış olmaktadır. Ancak azarlanana nisbetle daha hafif olan gâib sîgasının kullanılması anlamlıdır. Daha sonra ise hitap muhatap sığasına çevrilmiş ancak birinciden daha hafif dozda bir azarda bulunulmuştur. Bu yüzden de söz: "Dikkat et! Bu Kur'ân bir öğüttür"[219] buyruğu ile bitirilmiştir. (5)
Şerrin açıkça Allah'a nisbet edilmemesi. Gerçi hayır gibi şerri de yaratan Allah'tır. Bununla birlikte Kur'ânî edep (incelik) olmak üzere şer, açıkça Allah'a nisbet edilmemiştir: "Ey Muhammed! De ki: Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır elindedir"[220]âyetine bakalım: Yüce Allah, her ne kadar âyette hayır ve şer birlikte zikredilmişse de çünkü bir kimseye nisbetle mülkünün elinden çekilip alınması ve alçaltılması apaçık bir serdir "Hayır ve şer elindedir" dememiştir. Evet âyetin sonunda "Doğrusu sen her şeye kadirsin" buyurmuş ve genel anlamda herşeyin onun yaratması neticesinde olduğuna işarette bulunmuştur; ama açık olarak şerri O'na nisbet etmemiştir. Hz. Peygamber'in bir hadisinde de şöyle gelmiştir: "=Hayır senin iki elindedir; şer ise Sana yol bulamaz" veya "Sana nisbet edilemez," [221]Hz. İbrahim de: "Beniyaratan da, doğruyola eriştiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O'dur..."[222] demiştir. Bu âyette görüldüğü üzere Hz. İbrahim, yaratma, doğru yola ulaştırma, yedirme, içirme, şifâ verme, öldürme ve diriltme, günahları bağışlama gibi fiilleri âlemlerin Rabbine nisbet etmiş; fakat bu arada zikredilen, hastalığı ise O'na nisbet etmeyerek "hasta olduğumda" şeklinde bir ifade kullanmıştır. (6)
Münazaralarda sert bir üslupla red yoluna gidilmemiş; hoşgörülü davranılarak, alttan alınarak maksada ulaşma yolu takip edilmiştir. Meselâ: "Öyleyse, doğruyolda veya apaçık bir sapıklıkta olanya biziz ya da sizsiniz[223] "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben olurdum[224]"De ki: Uydurdumsa suçu bana aittir.[225] "De ki: Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?[226] 'Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler1?"[227] âyetlerini örnek olarak hatırlayabiliriz. Böyle bir üslubun kullanılması, karşı tarafın kabulünü kolaylaştıracak, onların inatlarını terketme ve içlerindeki asabiyet (tarafgirlik) ateşinin söndürülmesi konusunda daha etkin olacaktır. (7)
Durumlar anlatılırken sebeb-müsebbeb konusunda carî olan âdetler doğrultusunda ifade kullanılması hususunda takınılan edeb: Gerçi Allah işlerin arkasında ne var ne yok biliyordur, bununla birlikte geçerli olan âdetler doğrultusunda (kulların haline benzer) ümitvar bir üslup kullanmayı tercih etmiştir. Meselâ:"Umulur ki Rabbin seni övülen bir makama ulaştırır[228] "Belki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de.[229] "Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir."[230]Yine bu kabilden olmak üzere pek çok
âyetin sonunda gelen "umulur ki sakınırsınız," "umulur ki hatırlarsınız" vb. gibi ifadeler de konumuza misal olmaktadırlar. Umma, beklenti içinde olma, korku hissetme vb. gibi duygular, ancak işlerin arkasında ne olup biteceğini bilmeyen kimseler için geçerlidir. Yüce Allah ise, geçmişte olanı, gelecekte olacağı, olmayacağı; olsaydı nasıl olacağını... hep bilir. Bununla birlikte bu gibi durumlardan bahsederken, bizim bu gibi konularda kullanageldimiz üslûbu kullanmıştır. Bu durumda, çoğunluk insanların sahip olmadıkları bilgi sebebiyle herhangi bir şekilde bir işin sonucunu bilen bir kimsenin de aynı üslubu kullanması ve o şeyden bahsederken o şeyin sonucunu kesin bilmeyen insanların kullanacağı ifadeyi kullanması ve kendisinin de çoğunluk insanların içinde olduğu hissini vermesi gerekir. Bu tavır, "tenez- zülât-ı ilâhî" türünden olmakta ve övgüye değer bulunmaktadır (aydın kesimin halk seviyesine inmesi gibi). Bu konuda Hz. Peygamber'in tavrı da bizim için bir örnektir. O, münafıkların çoğunun durumunu biliyordu. Yüce Allah, peygamberini onların içyüzlerinden haberdar kılıyordu. Ancak Hz. Peygamber, sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi, zahirde onlara da mü'minlere davrandığı gibi davranıyordu. Çünkü zahirde onlar da mü'minler gibi idiler. Açıklamaya çalıştığımız konu da bu türdendir ve konunun örnekleri pek çoktur.
Durum böyle olunca, ikinci yönden yani tâbi delâlet unsurlarından da, aslî delâlet unsurları kapsamında bulunmayan serî hükümler elde edildiği, pratik faydalı neticelere ulaşıldığı ortaya çıkmış olmaktadır. Bu durum daha önce tercihte bulunduğunuz tarafın görüşlerini zayıflatmaz mı?
Cevap: Bu örnekler ve benzerlerinde ulaşılan neticeler, lafızların mânâ için konuluşlan (vaz') açısından
çıkarılmamıştır. Bunlar başka bir yolla, yani Kur'ânî âdaba riâyet neticesinde elde edilmiş bulunan hükümlerdir.[231]
Aslî delâlet unsurlarının hükümlere delâletinin sıhhati konu-sundaherhangi bir problem yoktur ve bu konuda tartışmaya mahal de bulunmamaktadır. Meselâ, asıl konuldukları mânâlara delâlet etmelerine engel olan bir karine bulunmadığı sürece emir ve nehiy, umûm ve husus sîgalarmın delâletlerini bu kısma örnek olarak verebiliriz.
Tâbi durumunda olan delâlet unsurlarına gelince; bu gibi unsurlar, aslî mânâya ilâveten daha başka mânâlara delâlet etmektedirler. Bu itibarla acaba hükümlerin elde edilmesi sırasında bunların delâletlerini dikkate almak doğru ve gerekli olur mu? Yoksa olmaz mı? İşte bu konuda tereddüt bulunmaktadır. Dikkate almanın doğru ve gerekli olacağını savunanlar da; aksini iddia edenler de vardır ve bunlardan her birinin kendisine göre konuya ayrı bir yaklaşımı bulunmaktadır.
Dikkate almanın doğru olacağını savunanlar, iddialarına şu şekilde delil getirebilirler: (1)
Bu türden olan tâbi unsurlar, delâlet ettiği şeyler hakkında ya dikkate alınacaklar ya da alınmayacaklardır. Dikkate alınmamaları mümkün değildir. Çünkü bu unsurlar sırf o mânâlara delâlet etsin diye getirilmişlerdir. Şu halde mutlaka onların dikkate alınmaları gerekecektir. Bunların delâlet ettiği mânâ, aslî mânâ üzerine getirilen bir ziyadelik olmaktadır; aksi takdirde sahih olmaz. Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mânâ, serî bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, aynen aslî mânânın delâletinin ihmal edilmesi nasıl caiz değilse onun ihmal edilmesi ve atılması da mümkün olmayacaktır. Şu halde tâbi delâlet unsurları dikkate alınmak zorundadır. Ulaşılmak istenen netice de budur. (2)
Şeriattan hükümler çıkarılması, onun sadece Arap diliyle gelmiş olması açısından olup; yalnızca sırf kelâm oluşu açısından değildir. Bu nokta gözönünde tutulduğunda, hem birinci delâlet yönü, hem de ikinci delâlet yönü kapsam dahilinde olacaktır. Tâbi delâlet unsurlarının aslî delâlet unsurlarıyla olan ilişkisi, bir hususiyet, bir fer' gibi sıfat ile mevsûf arasındaki ilişki gibidir desek bile delâlet açısından bunun bir zararı olmayacaktır. Durum böyle olunca, hüküm çıkarmada nassla-rın sadece aslî delâlet unsurlarına itibar edip, tâbi delâlet unsurlarını dikkate almamak, keyfî bir tahsis, delilsiz bir tercih olur. Böyle bir tutum ise bâtıldır. Bu durumda hükümlere delâlet açısından aslî delâlet unsurları, tâbi delâlet unsurlarından daha ayrıcalıklı değildir. Netice itibarıyla her ikisinin de dikkate alınması kaçınılmaz olmaktadır. (3)
İlim adamları, tâbi delâletunsurlarını dikkate almışlar ve bu açıdan hareketle çeşitli hükümler çıkarmışlardır:
Örnekler: Hz. Peygamber'in"=Sizden biriniz ömrünün yarısını namaz kılmadan geçirir[178] hadisinden hayız süresinin en uzun müddetinin on beş gün olduğu hükmü çıkarılmıştır. Aslında hadisten amaç, kadınların dininin noksan olduğunu belirtmektir; yoksa en uzun hayız müddetini belirtmek değildir. Ancak kullanılan mübalağa üslûbu bu sürenin zikrini gerektirmiştir. Eğer daha fazla sürmesi düşünülebilseydi, o takdirde mutlaka onun zikredilmesi gerekirdi.
İmam Şafiî, "Sizden biriniz uykusundan uyandığında üç kere yi-kamadıkça elini kaba daldırmasın. Çünkü o, elinin nerede gecelediğini bilemez"[179]hadisinden, az suyun, niteliklerini değiştirmeyen miktardaki necasetle pis hale geleceği hükmünü çıkarmış ve şöyle demiştir: "Eğer az necaset pisleyici olmasaydı, elde bulunma ihtimalinden dolayı uykudan uyanınca ellerin yıkanması müstahaplık hükmünü gerektirmezdi." Hadisin söylenme amacı, içerisine az necaset düşen suyun hükmünü bildirmek değildir; ancak bu mânâ zikri kastedilen şeyden dolaylı olarak çıkmaktadır.
Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğunu da: "Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer"[180] âyetiyle "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içerisinde olur"[181]âyetinden çıkarmışlardır. Birinci âyetten maksat bir ayırım yapmaksızın her ikisinin müddetini birden belirlemektir. İkincisinde ise, sütten kesilme süresi asıl amaç olarak belirlenmiştir. Her ikisinde de yalnız gebelik süresinin ne kadar olduğu asıl amaç olarak belirlenmemiş; onun için herhangi bir süre zikre-dilmemiştir. Bu iki âyetin birlikte değerlendirilmesinden en az gebelik müddetinin altı ay olduğu neticesi çıkmıştır,
"Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız helâl kılındı... Artık, tan yerinde beyaz iplik siyah iplikten ayırdedi-linceye kadar onlara yaklaşabilirsiniz.[182] âyeti hakkında da şöyle demişlerdir: Bu cünüp olarak sabahlandığı zaman orucun sahih olacağına delâlet eder. Çünkü tan yeri ağarmcaya kadar cinsî ilişkinin helâl olması bunu gerektirir. Gerçi bu mânâ âyetten asıl amaç olarak gözetilmemi ştir, ama cinsî ilişkinin, yeme ve içmenin mubah olduğunu belirleme kasdmdan dolaylı olarak bu da çıkmaktadır.
Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceğine de: '"Rahman çocuk edindi' dediler; hâşâ, melekler sadece şerefli kılınmış kullardır"[183]âyetiyle bu anlamda olan diğer âyetleri delil olarak kullanmışlardır. Çünkü âyette Allah'tan başka herkes Özellikle de melekler için kulluğun isbat edilmesi suretiyle asıl amaçlanan şey Allah'ın çocuk edindiği iddiasını reddetmektir; çocuğa mâlik olunmayacağının beyanı değildir. Ancak tâbi olan bu anlam, ("hâşâ" ifadesiyle) çocuk edinmenin reddi ve ona nisbet edilecek olanların ancak kul olacakları aslî anlamlarından dolaylı olarak çıkmaktadır; zira Rab'den ve kuldan gayrı başka bir varlık yoktur,[184]
Az olsun çok olsun bütün tahıl ürünlerinden zekat (öşür) alınacağı hükmünü ise: ''Göğün suladığı şeyde öşür vardır"[185] hadisinden çıkarmışlardır. Halbuki, hadisten gözetilen aslî amaç, üründen zekat olarak çıkarılacak miktarın belirlenmesidir; kendisinden zekât verilecek ürünlerin açıklanması değildir.
Aynı durum özel bir sebepten dolayı gelen ânım nasslar için de sözkonusudur.[186] Çoğunluk âlimler sebep özel de olsa, sırf lafza ve maksada itibarla bu tür âmm nassların umûmu üzere alınmaları taraftarıdırlar.
Cuma günü ezan vakti yapılan ahş-veriş akdinin "Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu:'' zaman Allah'ı anmaya koşun; alış-verişi bırakın.[187] âyetinden dolayı fâsid olduğu neticesini çıkarmışlardır. Halbuki bu âyetten gözetilen asıl amaç, namaz için koşmanın gerekliliğini bildirmekolup; aliş-veriş akdinin fâsid olduğunu açıklamak değildir.
Kıyâs-ı celiyi [188] kıyas olarak kabul etmişlerdir. Meselâ, azadın
sirayeti konusunda cariyenin köleye katılması gibi. Zira "Kim bir köledeki kendisine ait payı âzad ederse..."[189] hadis-i şerifinden asıl amaç mutlak mülkiyeti belirtmektir, Yoksa kölenin erkek olmasının bir özelliği yoktur.
Bu arzettiğimiz örneklerde ve daha sayılamayacak kadar çok olan konularda hep aslî delâlet unsurları değil de, tâbi delâlet unsurları dikkate alınarak hükümler çıkarılmıştır. Durum böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınarak hüküm çıkarılmasını doğru ve uygulama alanı bulmuş bir husus olarak kabul etmek gerekecektir. Tâbi delâlet unsurlarım dikkate almanın doğru olmayacağı görüşünde olanlar da görüşlerini şu şekilde delillendirebilirler: 1, Bu delâlet yönü, sadece aslî delâlet yönü için bir yardımcı unsur ve ona tâbi durumdadır. Bunların bir mânâya delâlet etmeleri, sırf aslî mânânın tekidi ve onun güçlendirilmesi, açıklanması yönünden olmakta; işitildiği zaman daha çabuk kabul edilmesini, düşünüldüğü zaman daha çabuk anlaşılmasını temin edici bir rol oynamaktadır. Meselâ: "Dilediğinizi yapın![190]"Tat! Hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin"[191] gibi gelen bir emir sîgası hakkında: "Bu emir sîgası tehdit için ya da azarlamak içindir" deriz.[192] Çünkü bu gibi ifadelerde emir kasdedilmez, bu tehdit ve alay etmede sadece bir mübalağa ifadesi olmaktadır. Bu yüzden de, bu sığalardan emir sadedinde bir hüküm çıkarılması kabul edilmemiştir ve bu doğru da değildir. Yine "Bulunduğumuz köye sor"[193] âyeti hakkında da şöyle deriz: Buradan maksat "köy ahâlisine sor'Mur. Ancak yeterli soru sorulmasını ifadede mübalağa için sorulacak şey bizzat köyün kendisi kılınmıştır. Sorunun köye nisbet edilmesi üzerine bir hüküm bina edilmiş değildir.[194]
"Gökler veyer durduğu sürece orada kalacaklardır"[195] âyeti de,eğer göklerin ve yerin yok olacakları, ebedî olmayacakları görüşü kabul edilirse aynı şekildedir ve bu âyetten maksat onların cehennemde ebedîliğini bildirmek olduğu için, kâfirlerin azap müddetlerinin sona ereceği neticesi çıkarılamaz.[196]
Bu konuya delalet edecek sayılamayacak kadar çok durum vardır. Hal böyle olunca, tâbi delâlet unsurlarının, aslî mânâya ilâve bir tekitte bulunma, ona açıklık getirme ve güç katmadan başka bir fonksiyonunun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde, tâbi delâlet unsurlarından müstakil olarak çıkarılacak kendisine has bir hüküm hiçbir şekilde bulunmamaktadır. (2)
Eğer tâbi delâlet unsurlarının kendilerine has birinciden bağımsız şer'an kabul gören bir hükmü bulunsaydı, o durumda aslenkasde-dilen yön halini alırlardı. Zira bu durumda o mânânın benimsenmesi asıl hakkı ile kasdedilmiş olacak ve ibarenin o hükme delâleti ikinci ve tâbi olan yönden değil de, birinci ve aslî delâlet yönünden olacaktır. Halbuki biz bu hükmün ikinci ve tâbi delâlet unsurlarından alındığını varsayıyoruz. Bu durumda ulaşılacak netice çelişki arzedecekve imkânsız olacaktır.
İtiraz: Bir mânâya tâbilik yoluyla delâlet etmesi, onun ikinci derecede de olsa kasıtlı bir delâlet olmasını engellemez. Nitekim serî maksatlar hakkında da aynı şeyi söylüyor; onları aslî maksatlar, tâbi maksatlar diye ikiye ayırıyoruz. Bununla birlikte bunlardan her iki kısım da Şâri'ce dikkate alınmış oluyordu. Mükellefin aslî maksatlardan gafletle, tâbi durumdaki maksatları dikkate alarak işlemiş olduğu bir tasarruf (hukukî fiil) geçerli oluyordu ve böyle ikinci derecede maksatlar üzerine teklif hükümleri getirilebiliyordu. Nitekim inşallah ileride de gelecektir. Burada da aynı şeyi söyler ve deriz ki: İkinci derecede olan yönün delâleti, mükellefin onlardan hüküm çıkarma kasdına engel değildir. Çünkü bunların şeriatın anlaşılmasına olan nisbeti, Ötekilerin (aslî delâlet unsurlarının) şeriata olan nisbeti ile aynıdır. Nisbet aynı olunca, bunlar arasında bir ayırıma gitmek doğru olmayacaktır ve birinin dikkate alındığı gibi diğerinin de dikkate alınması gerekecektir. Nitekim bunlardan birinin ihmalinden diğerinin ihmali de gerekmektedir.
Cevap: Bu eğer kabul edilse o takdirde, bizim iddiamıza en açık delillerden biri olur. Çünkü, meselâ nikâh akdi, şehveti gidermek amacıyla yapıldığında sahihtir; zira nikâhtan gözetilen asıl maksadıki neslin korunmasıdır tekit etmektedir ve mükellefin bu fiiliyle Şâri'in amacını tekit ettiğinden habersiz bulunması, gerçekte nikâh fiilinin Şâri'in amacını tekit etmesine engel olmamaktadır, dediğimiz gibi, burada da aynı şeyi söylüyor ve diyoruz ki: Arap dilinde kasıd açısından tâbi delâlet un surları, sadece birinci delâlet unsurlarını, aynen onların delâletettikleri anlam üzerinde tekit edici mahiyettedir. Dolayısıyla bunların delâlet ettiği mânâ, bizzat aslî mânâ olmaktadır; tâbi olan mânâ aslî olan mânâyı tamamlamaktadır. Bundan da, tâbi olan mânânın aslî mânâ üzerine bir ziyâdelik getirmeyeceği neticesi çıkacaktır. Varmak istediğimiz netice de budur.
Sonra iki mesele arasında fark vardır: Şehveti gidermek amacıyla yapılan nikâh, her ne kadar bir açıdan zarûriyyâta tâbi olan maksatlar kapsamına girmekte ise de, diğer taraftan o, hâciyyât kapsamına girmektedir. Çünkü kulların ihtiyaçlarının giderilmesi, şehvetlerinin tatmini ve onlardan sıkıntı ve güçlüklerin kaldırılması anlamı taşımaktadır. Böyle bir nikâhın hâciyyât kapsamına girmesi durumunda, onun bu açıdan hareketle zarûriyyâta tâbi olmaktan ayırt edilerek aslî kasıt ile yapılmış bir akit şeklinde kabul edilmesi mümkündür. Burada üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir. Çünkü tâbi delâlet unsurlarının, birincinin tekiti dışında müstakil bir mânâya delâlet edecek şekilde, aslî delâlet unsurlarından ayırt edilmesi mümkün değildir. Çünkü Araplar, dili ilk kovuşlarında tâbi delâlet unsurlarım birinciden müstakil olarak ele alma imkânı bulunmaksızın sadece bu amaçla koymuşlardır. Dolayısıyla dilin konuluş şekli dışına çıkmak mümkün değildir. (3)
Bu delâlet yönünün, birinciye tâbi olarak konulmuş olması, bunların delâlet edeceği mânânın ancak birinci delâlet unsurları yönünden olmasını gerektirecektir. Eğer bunların katacağı mânâ, birinci delâlet unsurlarının verdiği mânâ yönünden olmazsa, o zaman bunların aslî konuluşlarmdan uzaklaşılmış olacaktır. Bu ise sahih değildir. Bunların, tekit dışında birinci (aslî) delâlet unsurlarının ifade etmediği ilâve bir mânâya delâlet etmesi, bunları aslî delâlet unsurlarına tâbilikten çıkarır ve o zaman bunlar yönünden hüküm çıkarılması, Arap dilinde bulunmayan bir yoldan hüküm çıkarma halini alır. Bu ise doğru değildir. Böyle bir neticeye götüren şey de doğru olmayacaktır.
Tâbi delâlet yollarından elde edildiği söylenen örneklere katılmıyoruz. Bunlar ya birinci delâlet unsurlarından çıkarılmış hükümlerdir ya da bunların dışında üçüncü bir cihetten[197] elde edilmiş hükümlerdir.
Hayız müddetinin en uzun süresinin onbeş gün olduğuna dair, hadiste bir delâlet bulunduğunu kabul etmiyoruz. Bu konu tartışmasız bir husus değildir. Nitekim Hanefîler hayız müddetinin en uzun süresinin on gün olduğu görüşündedirler. Kabul edilse bile bu, lafzın vaz' yoluyla delâleti açısından değildir. Konumuz ise vaz' yoluyla delâlet hakkındadır. İmam Şafiî'nin, az suyun, içine niteliğini değiştirmeyecek miktarda necaset düşmesiyle pis olması hakkındaki görüşü kıyas[198] ya da daha başka bir konu dahiline girer. Gebelik müddetinin en az süresinin altı ay olduğu hükmü, tâbi değil aslî delâlet neticesinde çıkarılmıştır.[199] Cünüp olarak sabahlanması durumunda oruca bir şey olmaması hükmü de aynı şekildedir ve başka türlüsü de mümkün değildir. Çocuğun mülkiyet altına girmeyeceği konusuna gelince; bu konu hakkında zikri geçen âyetin delil olarak kullanılması mümkün değildir ve konu tartışmalıdır. Zekât hakkında belirtilenler ise, zekat matrahı mahsullerin (aza da çoğa da) teşmil edilmesi görüşünde olanlar, lafzın umûmunun kasdedilmiş olduğu noktasından hareketle bu neticeye varmışlardır, umûmun kasdedilmemiş olduğu noktasından hareketle hükme varmamışlardır. Aksi takdirde çelişki olurdu. Çünkü serî delillerden hükümlerin çıkarılması, sadece o delillerin Şâri'ce amaçlanmış oldukları noktasından hareketle olmaktadır. Bu durumda, bir taraftan ânım lafzın zahiri kastedilmiş değildir derken, Öbür taraftan onun umûmu ile istidlal nasıl mümkün olur? Özel bir sebep hakkında gelen âmm lafızlar hakkında da söylenecek söz aynıdır. "Alış-verişi bırakın"[200]buyruğundan hareketle cuma ezanından sonra yapılan alış-veriş akdinin feshi gerekir görüşünde olanlara göre, bu hüküm bizzat âyetten amaçlanmış olmaktadır, aksi takdirde çelişki doğardı. Kıyas-ı celî hakkında da durum aynıdır. Bunlar, cariyenin hadiste zikredilen erkek kölenin hükmüne dahil edilmesini, erkek kölenin husûsiyle zikredilmiş olduğu nokta-ı nazarından hareketle ve kıyas yoluyla sağlamış olmaktadırlar. Bu konuda ileri sürülen diğer konularda da durum aynıdır.
Kısaca diyebiliriz ki, tâbi delâlet unsurlarıyla müstakil olarak hüküm isbatında bulunmak mümkün değildir ve bunların hükümler için delil olarak kullanılmaları asla doğru değildir. Üçüncü delile cevap verdiğimiz gibi, birinci ve ikinci deliller hakkında da aynı şekilde cevap verme imkânı bulunmaktadır. Çünkü birinci delilde, sanki biz tartışma konusunu kabul ediyormuşuz gibi bize delil olarak kullanılmaktadır (müsadere ale'l-matlûb). Çünkü bu delilde: "Bu durumda dikkate alınması gereken bu ziyade mânâ, serî bir hükmün ortaya konmasını gerektiriyorsa, onun ihmal edilmesi ve atılması mümkün olmayacaktır" denilmektedir. Üzerinde tartışılan konu da, işte bu nokta değil midir? İkincisi, tamam kabul edilir. Ancak, tâbi delâlet unsurlarının müstakil olarak serî hükümleri ortaya koyması tartışma konusunu oluşturmaktadır. Şu halde doğrusu, mutlak surette tâbi delâlet unsurlarıyla hüküm isbatımn mümkün olmadığı görüşünü benimsemek olacaktır. Allah en iyisini bilir.
Fasıl:
Mesele hakkında deliller çelişki halindedir. Öyle gözüküyor ki, iki taraftan daha güçlü olan, tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınmayacağı görüşünde olanlardır. Bu halde durum, ikinci cihetin yani tâbi delâlet unsurlarının, aslî delâlet unsurları üzerine asla şer'î bir hüküm getirecek durumda olmadıkları neticesini gerektirmektedir.
Ancak mesele hakkında üzerinde durulması gereken bir başka nokta daha var: Aslî mânâ üzerine ziyadelik getirecek bir nokta vardır ki o da her sağduyu sahibinin kabul edeceği şer'î âdâb ve tenezzülât-ı ilâhî[201] doğrultusunda hareket etmedir. Bunların da şerîatte bir yeri vardır, bu durumda ikinci cihet yani tâbi delâlet unsurları da mânâya delâletten tümden uzak kalmış olmazlar. Bu nokta gözönüne alındığında, tâbi delâlet unsurlarının mutlak surette dikkate alınmayacağı görüşünü tercih etmek zor olacaktır.
Bu hususun açıklığa kavuşması için yedi örnek vereceğiz: (1)
Kur'ân'da hem Allah'tan kullarına karşı, hem de kullardan Allah'a karşı nida (çağrı) ifadeleri bulunmaktadır. Bunlar ya hikâye yoluyla ya da öğretme amacıyla yer almışlardır. Allah tarafından kullara yönelik bir nida ifadesi kullanılacağı zaman uzaklık anlamı veren nida harfi kullanılmış, hazif (nida harfinin düşürülmesi) yoluna gidilmemiştir. Meselâ: "Ey inanmış kullarım! Benim yarattığım yeryüzü geniştir,[202] "De ki: 'Ey kendilerine kötülük edip aşın.giden kullarım![203] "De ki: 'Ey insanlar, ben sizin tamamınıza gönderilmiş Allah'ın elçisiyim.[204] ve pek çok yerde geçen "Ey insanlar!..."; "Ey iman edenler!..." ifadeleri gibi. Kullardan Allah'a yönelik nida- [imi larda ise, nida harfi kullanılmamıştır. Çünkü nida harfi asıl ko-nuluş itibarıyla uyarı içindir; Yüce Allah ise uyarılmaktan münezzehtir. Sonra nida harflerinin çoğuki bunlara nida bahsinin esasını teşkil eden (harfi de dahildir uzak içindir. Yüce Allah ise; "Kullarım sana beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım"[205] âyetinde buyurduğu üzere, özel olarak duâ eden kimseler için, "Üç kişinin gizli bulunduğu yerde dördüncü mutlaka O'dur; beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncıları mutlaka O'dur.[206]"Biz insana şahdamarından daha yakınız"[207]âyetlerinde de genel olarak herkes için kendisinin yakın olduğunu bildirmiştir.
Bu işaretten iki edep (incelik) çıkar:
Birincisi, nıdâ harfinin kullanılmaması; diğeri de yakınlığın his-settirilmesi. Aynı şekilde, diğer kısımda nida harfinin kullanılması durumundan da iki mânâ çıkar: Birincisi, gaflet, yüzçevirme, uzaklık ve hazır bulunmama gibi özelliklerden uzak olmayan kimselerin ki bu kullar oluyor uyarılması; ikincisi, nidada bulunanın şanının yüceliği, O'nun kullara (maddî) yakınlıktan münezzeh bulunduğu, zira O'nun yakınlığında yücelik; yüceliğinde yakınlık bulunduğu. (2)
Kulun Rab Teâla'ya olan nidası (duâsıi, halini düzeltecek, kendisine fayda verecek şeylerin arzulanması, istenmesi anlamı taşır.Kur'ân'da bulunan bu tür bütün dualar Rab ismiyle gelmiştir.[208] Bu, kulun, duası sırasında içinde bulunduğu halinin gereğine uygun bir isimle nidada bulunması gerektiğini öğretmek içindir. Çünkü kelimesi sözlükte, beslenen, terbiye edilen kimsenin işlerini üstlenen kimse demektir. Yüce Allah kulların yapmaları gereken duaları açıklamak sadedinde olmak üzere şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma, bizi afffet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlâmızsın, kâfirlere karşı bize yardım et[209] "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme..."[210]
"Allah'ımız! Eğer bu kitap, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır.[211] âyetinde ise hitap, Rabyerine diye Allah ismiyle gelmiştir ve yerindedir. Çünkü burası Rab isminin kullanılmasının yeri değildir. Zira Rab isminin gereğiyle bunların istedikleri şey arasında bir münasebet yoktur; aksine zıtlık vardır.[212] Hz. İsa'dan hikâye edilen: "Meryem oğlu İsa, 'Allahım!Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve Sen'den bir delil olarak gökten bir sofra indir.[213] âyetindeki Rab isminin kullanılışı ise, gerçekten tam yerli yerindedir. (3)
Açıkça ifade edilmesi hoş karşılanmayan ve haya duyulan konular kinaye yoluyla belirtilmiştir. Meselâ cinsî ilişkiden (cima') söz edilirken (=elbise ve dokunma) kelimeleri kullanılmış; kazâ-ı hacet için "tenha yerden gelme - ayak yolundan gelme" denilmiştir. Hz. Isa ve annesinin ilâh olmadıklarım red sadedinde "Onlar yemek yerlerdi.[214] âyeti de böyledir. Bu gibi örneklerden çıkardığımız bu üslûp, bizim için Kur'ânî bir edep olarak yer etmiştir. Bu kinaye lafızların bu mânâlara delâletleri, aslî delâlet yoluyla değil, tâbi delâlet yoluyla olmaktadır. (4)
Kur'ân'da iltifat[215] üslubuna yer verilmiştir. Bu üslup, kula nis-betle eğer halin gereği bunu gerektiriyorsa gayıptan huzura yönelme edebi anlamına gelir. Meselâ: "Hamd, âlemlerin Rabbi, merhametli olan, merhamet eden ve Din Günü'nün sahibi olan Allah'a mahsustur" buyurup Allah'a gâib sîgasıyla övgüde bulunduktan sonra: "(Allahım!) Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz..."[216]buyurması gibi. Durum gerektirdiği takdirde bunun tersi de olur: Meselâ:"-Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla götürürken yolcular neşelenirler.[217]âyetinde olduğu gibi. Bu meyanda: "Yüzünü asıp buruşturdu ve sırtını çevirdi. Yanına kör bir kimse geldi diye"[218] âyeti üzerinde düşünelim. Burada Hz. Peygamber sert biçimde azarlanmış olmaktadır. Ancak azarlanana nisbetle daha hafif olan gâib sîgasının kullanılması anlamlıdır. Daha sonra ise hitap muhatap sığasına çevrilmiş ancak birinciden daha hafif dozda bir azarda bulunulmuştur. Bu yüzden de söz: "Dikkat et! Bu Kur'ân bir öğüttür"[219] buyruğu ile bitirilmiştir. (5)
Şerrin açıkça Allah'a nisbet edilmemesi. Gerçi hayır gibi şerri de yaratan Allah'tır. Bununla birlikte Kur'ânî edep (incelik) olmak üzere şer, açıkça Allah'a nisbet edilmemiştir: "Ey Muhammed! De ki: Mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır elindedir"[220]âyetine bakalım: Yüce Allah, her ne kadar âyette hayır ve şer birlikte zikredilmişse de çünkü bir kimseye nisbetle mülkünün elinden çekilip alınması ve alçaltılması apaçık bir serdir "Hayır ve şer elindedir" dememiştir. Evet âyetin sonunda "Doğrusu sen her şeye kadirsin" buyurmuş ve genel anlamda herşeyin onun yaratması neticesinde olduğuna işarette bulunmuştur; ama açık olarak şerri O'na nisbet etmemiştir. Hz. Peygamber'in bir hadisinde de şöyle gelmiştir: "=Hayır senin iki elindedir; şer ise Sana yol bulamaz" veya "Sana nisbet edilemez," [221]Hz. İbrahim de: "Beniyaratan da, doğruyola eriştiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek O'dur. Âhiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum O'dur..."[222] demiştir. Bu âyette görüldüğü üzere Hz. İbrahim, yaratma, doğru yola ulaştırma, yedirme, içirme, şifâ verme, öldürme ve diriltme, günahları bağışlama gibi fiilleri âlemlerin Rabbine nisbet etmiş; fakat bu arada zikredilen, hastalığı ise O'na nisbet etmeyerek "hasta olduğumda" şeklinde bir ifade kullanmıştır. (6)
Münazaralarda sert bir üslupla red yoluna gidilmemiş; hoşgörülü davranılarak, alttan alınarak maksada ulaşma yolu takip edilmiştir. Meselâ: "Öyleyse, doğruyolda veya apaçık bir sapıklıkta olanya biziz ya da sizsiniz[223] "De ki: Eğer Rahman olan Allah'ın çocuğu olsa, kulluk edenlerin ilki ben olurdum[224]"De ki: Uydurdumsa suçu bana aittir.[225] "De ki: Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?[226] 'Ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler1?"[227] âyetlerini örnek olarak hatırlayabiliriz. Böyle bir üslubun kullanılması, karşı tarafın kabulünü kolaylaştıracak, onların inatlarını terketme ve içlerindeki asabiyet (tarafgirlik) ateşinin söndürülmesi konusunda daha etkin olacaktır. (7)
Durumlar anlatılırken sebeb-müsebbeb konusunda carî olan âdetler doğrultusunda ifade kullanılması hususunda takınılan edeb: Gerçi Allah işlerin arkasında ne var ne yok biliyordur, bununla birlikte geçerli olan âdetler doğrultusunda (kulların haline benzer) ümitvar bir üslup kullanmayı tercih etmiştir. Meselâ:"Umulur ki Rabbin seni övülen bir makama ulaştırır[228] "Belki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de.[229] "Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir."[230]Yine bu kabilden olmak üzere pek çok
âyetin sonunda gelen "umulur ki sakınırsınız," "umulur ki hatırlarsınız" vb. gibi ifadeler de konumuza misal olmaktadırlar. Umma, beklenti içinde olma, korku hissetme vb. gibi duygular, ancak işlerin arkasında ne olup biteceğini bilmeyen kimseler için geçerlidir. Yüce Allah ise, geçmişte olanı, gelecekte olacağı, olmayacağı; olsaydı nasıl olacağını... hep bilir. Bununla birlikte bu gibi durumlardan bahsederken, bizim bu gibi konularda kullanageldimiz üslûbu kullanmıştır. Bu durumda, çoğunluk insanların sahip olmadıkları bilgi sebebiyle herhangi bir şekilde bir işin sonucunu bilen bir kimsenin de aynı üslubu kullanması ve o şeyden bahsederken o şeyin sonucunu kesin bilmeyen insanların kullanacağı ifadeyi kullanması ve kendisinin de çoğunluk insanların içinde olduğu hissini vermesi gerekir. Bu tavır, "tenez- zülât-ı ilâhî" türünden olmakta ve övgüye değer bulunmaktadır (aydın kesimin halk seviyesine inmesi gibi). Bu konuda Hz. Peygamber'in tavrı da bizim için bir örnektir. O, münafıkların çoğunun durumunu biliyordu. Yüce Allah, peygamberini onların içyüzlerinden haberdar kılıyordu. Ancak Hz. Peygamber, sanki hiçbir şey bilmiyormuş gibi, zahirde onlara da mü'minlere davrandığı gibi davranıyordu. Çünkü zahirde onlar da mü'minler gibi idiler. Açıklamaya çalıştığımız konu da bu türdendir ve konunun örnekleri pek çoktur.
Durum böyle olunca, ikinci yönden yani tâbi delâlet unsurlarından da, aslî delâlet unsurları kapsamında bulunmayan serî hükümler elde edildiği, pratik faydalı neticelere ulaşıldığı ortaya çıkmış olmaktadır. Bu durum daha önce tercihte bulunduğunuz tarafın görüşlerini zayıflatmaz mı?
Cevap: Bu örnekler ve benzerlerinde ulaşılan neticeler, lafızların mânâ için konuluşlan (vaz') açısından
çıkarılmamıştır. Bunlar başka bir yolla, yani Kur'ânî âdaba riâyet neticesinde elde edilmiş bulunan hükümlerdir.[231]
Konular
- a) Zarurî Olan Maksatlar (Zarûriyyât):
- b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):
- c) Tahsîniyyât:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele: