[1] Mesela nefsin korunması için yemek içmek veîlgili hükümler vüeııd açısından göz önünde bulundurulan hükümler olurken, nefsin ortadan kaldı nlm a-sına yönelik cinayetlerin yasaklanması vb. hükümler de yokluk (adem) açısından alınan önlemlerdendir.
[2] TahrirMe şöyle denilir: "Dinin korunması cihâdın vâcib olması ve bidatlerin dâîliğini yapan kimselerin cezalandırılması ile olur. Hanefi'ler şöyle derler: "Cihâdın vâcib olması sırf küfür sebebiyle değildir. Aksine cihâdın sebebi onların bize karşı harp halinde (mütecaviz) bulunmalarıdır. Bu yüzdendir ki zimmî ve müste'menlerle savaş yapılmaz; kadınlar ve rahipler öldürülmez; cizye kabul edilir. Bu onun dinin korunmasıiçin olduğu esasına ters düşmez. Çünkü müslümanın öldürülmesine ve onun dini konusunda fitneye düşmesine. sebebiyet verecek olan kâfirlerle harp hali sürüp giderken dinin tam olarak korunmasından söz edilemez..."
Görüldüğü gibi, müellif bu konuda meseleye çok geniş açıdan bakmış ve dinin korunmasını, asıllany la fer'ileriyle bütün yükümlülüklerden gözetilen bir maksat olarak kabul etmiştir
[3] Burada söz konusu olan hayat ve aklin bekasının kendisine bağlı olduğu miktar ve keyfiyette olan yemek, içmek ve benzeri şeylerdir. İleride, temiz/helal olan yiyecek, içecek ve benzeri şeylerden istifâde etmenin hâciyyâttan olduğu söylenecektir. Haciyyattan olduğu ifâde edilen yiyecek içecek ve benzeri şeylerin hayatın bekasının kendisine bağlı olmadığı şeyler olduğunu hatırda tutmak gerekir.Dolayısıyla aralarındaki fark açık bulunmaktadır.
[4] Nefis ve malın korunması için «zaruri olan miktar ve keyfiyette olan muamelât kasdedilmektudir bu ölçüde kalmak şartıyla muamelât zarûriy-yâttan olmaktadır. Âmidî'nin muamelatızaruriyyattan göstermesi de bu mânâda anlaşılmalıdır. Bunun ötesinde mesela normal bir satış akdi İmâmu'l-Harameyn'in aksine zaruriyattan olmayıp hâciyyâttan bulunmaktadır. Böylecemüellefin bundan sonraki meseledeki sözleriyle buradaki sözleri arasındaki farkda ortaya çıkmış olacaktır.
[5] Diğer âlimlerin de ifâde ettikleri gibi neslin korunması için recm ya da c«ld (yüz değnek) yoluyla zina cezası konulmuştur. Çünkü zina neseplerin kanf masına neden olanbir fiildir. Buradaki müellifin sözü açık ve isabetli gözükmemektedir.
[6] Bazıları bu tertibi yukarıdan aşağıya doğru şöyle yaparlar: Din, nefm, akıl, nesil ve mal. Bazıları da nefsi dinden öne alırlar
[7] Tahrîrin şerhinde : "Makâsıd'mbubeş şeye hasredilmesi vakıanın inceltiri" mesi (nazar) ve bütün millet ve şeriatların araştırılması (istikram) nntic»« sinde sabit bulunmaktadır" denilmektedir.
Bu durumda "Şevkânî, Tevrat ve İncil'i incelemiş ve onlarda şa rabı n m ut-lak surette mübâh olduğunu görmüştür; başka bir hüküm bulamamıştır" ditmenin bir anlamı bulunmamaktadır. Kaldı ki, hıristiyan ve onların din adamlarının ifâdelerinde şarabın haram kılındığı belirtilmektedir.
Şevkânî'ye olan bu nisbetin sıhhatli olduğu varsayılsa bile, o takdirdi) dahi yukarıdaki genellemenin doğru olabilmesi için şöyle bir tevilde bulunu labilir: Bütün şeriatlarda yasak olan, aklın tamamen ve bir daha dönmomıık üzere izâle edilmesidir. Oysaki şarap aklı belli bir süre izâle etmekte, fııkııl bir süre sonra akıl geri dönmektedir. Bu durumda yukarıdaki sözün doğrulu ğu bozulmayacaktır.
Geçmiş ümmetlerde ganimetler belli bir yerde toplanıyor ve gökten inim bir ateş onları yakıyordu ve o ümmetler o mallardan hiçbir şekilde istifAdu edemiyorlardı. Bu durumu da şu şekilde izah etmek mümkündür: Burada i lisanların malı itlaf etmeleri söz konusu değildi. Ganimetlerin onlara haram olması, nefislerini ganimet hırsından kurtarmak ve sırf Allah için cihad ütmek hedefine ulaşmalarını temin etmek içindi. Bu konuda sadece bizim şeriatımıza has olmak üzere ruhsat verilmiş ve ganimet mallarından istifAde bize helal kılınmıştır. (İlgili hadis için bkz. Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Mesâcid, 3; Ebû Dâvûd, Cihâd, 121)
Sâd 38/33 âyetinde ise Hz. Süleyman'ın iyi malların "bacaklarını ve boyunlarım meshettiği" ifâdesi vardır. Bu âyeti, Hz. Süleyman'ın kendisini Allah'ı anmaktan alıkoyduğu için hayvanların boyun ve bacaklarına kılıçla vurduğu şeklinde tefsir edenler olmuştur, (bkz. İbn Kesir, 4/34). Ancak âyet malınboşyere itlafı anlamında açık değildir. Âyete hayvanları incelediği, kılıçla değil de elleriyle sıvazladığı manası verilmiştir. Fahreddin Râzfnin tercih ettiği manâ da budur. Ayrıca Hz. Süleyman'ın kendi yanında en sevimli olan bu malları fakirlerin yemesi için kesip boğazladığı ve bunu malı itlaf için değil Allah'a yaklaşmak için yaptığı, yahut da Allah yolunda va kıf olduklarının bilinmesi için ateşle dağladığı gibi mânâlar da verilmiştir. Bu itibarla gerek Hz. Süleyman olayında gerekse daha önceki ümmetlerde ganimetlerin yakılması konusunda, bu beş hususun korunmasına daha önceki şeriatlarda da riâyet edildiği genellemesini zedeleyecek bir durum bulunmamaktadır.
[8] Hâciyyâtın bulunmaması durumunda bütün mükellefler aynı derecede meşakkat ve sıkıntıya maruz kalmayabilirler. Mesela yolculuk herkes için aynı derecede bir sıkıntı kaynağı olmayabilir. 1.Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/
[9] Levs: Maktulün ölmeden önce "Beni falan öldürdü" dediğine şehâdet eden bir kişinin, ya da aralarında düşmanlık, tehdîd vb. olduğuna tanıklık edecek iki şahidin bulunması durumudur. (Ç)
[10] Tedmiye sanığın üstüne başına kanbulaşması gibi emare ve işaretler olmalıdır. (Ç)
[11] Kasâme: Öldürme töhmetinden dolayı ölünün bulunduğu meskûn bölge ahâlisine verdirilen yeminlerdir. (Ç)
[12] Âkile: Kişinin mensup olduğu asabesi ya da üye bulunduğu divan, sendika vb. gibi asabenin yerini tutan kuruluşlardır. (Ç)
[13] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/7-11
[14] Çünkü daha aşağı durumda olan biri karşılığında daha üst durumda birinin öldürülmesi, asabiyet duygularını galeyana getirir ve kan davalarına nedun olabilir. Bu durumda eşitliğin bulunmadığı zaman kısasa gidilmesi, kısfl»-tan beklenen "hayat" amacını gerçekleştirmez ve kısas öldürme olaylarını engelleyici olmaktan çıkar. Sarhoş edici bir maddeden az miktarda içilmesi n-de de durum aynıdır. Çünkü az miktar içilince hafif kafa bulunur ve bu aklı izâle edecek çok miktarda içmeye neden olur. Dolayısıyla içkinin az miktarda dahi olsa içilmesinin haram kılınması, çok miktarının haram kılınması hükmünün tamamlayıcı bir unsuru olur. Müellifin sözü bu şekilde anlaşılmalıdır.
[15] Bu üç misal de malın korunması zarurî prensibi için tamamlayıcı bir unsur olmaktadır
[16] Bu örnek de zinayı engelleme ve böylece nesli koruma zaruri prensibinin tekmilesi mahiyetindedir. Çünkü bakmak zinanın davetçisi ve ona götüren bir vasıta durumundadır.
[17] Ribânın haram kılınması da malın korunması şeklinde belirlenen zarurî prensibin tamamlayıcısı mahiyetinde olmaktadır. Çünkü ribada fazla olarak verilen kısım, karşılığında şer'an muteber bir şey bulunmadığı için heder olarak gitmektedir.
[18] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/11-12
[19] Garar: Akıbeti meçhul olan şeyler için kullanılır. Vücudda ve vasıfta olmak üzere ikiye ayrılır. (Ç)
[20] îcâre akdi bazan zarurî olur. Mesela emzirecek ve terbiye edecek kimsesi bulunmayan bir çocuk için süt anne bulmak gibi. Bazan da hâcî olur ki, çoğu kez icâre bu kısım içerisine girer. Aynı şey satış akdi ve diğer muameleler için de söylenebilir.
[21] Hadis için bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 33; Keşfu'1-hafâ, 2/37.
[22] Hadiste Hz. Peygamber (as) : "İster sâlih bîri olsun ister fâcir (günahkâr), hatta büyük günah işlemiş olsa dahi her müslümamn arkasında namaz kılmak size vâcibtir. (Ebû Dâvûd, Salât, 62 (1/162). Hadîsin sıhhati üzerinde tenkitler vardır. Dârakutnî ve Ukaylî bu konuda sahîh bir hadis sabit olmadığını söylemişlerdir, imam Ahmed'e de bu hadis sorulmuş, o da: "Onu bilmiyoruz" diye cevap vermiştir. Ayrıca bkz. Keşfu'1-hafâ, 2/37 ).
[23] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/13-15
[24] Namaz için taharet talebi gibi. Eğer bir kişiden namazayöneliktaiep kalkacak olursa, taharet talebi de kalkmış olacaktır
[25] Yani bir maksada vesile olduğu noktasmdankat'-i nazarla, bizzat kendisinin ifâde ettiği mana dolayısıyla talepte bulunulduğuna dair delilin bulunması durumunda vesîle hüküm var olmaya devam eder. Bir şeyin bizzat kendi ifâde ettiği mânâ açısından maksûd olması ve o şeyin aynı zamanda da bir başka maksat hükme vesîle olmasına bir engel bulunmamaktadır. Mesela abdest haddizatında maksûd olan bir ibâdet(kurbet)tir. Öbür taraftan, namaz, tavaf Kur'ân'a el sürmek gibi başka maksatlara vesîle olmaktadır. Ba-zan tavafya da bir başka maksat hüküm bulunmayabil ir ve abdest kendiba-şma matlûp kalabilir. Ancak burada sözü edilen husus, bir başkası için vasıf telakki edilen vesîle hakkındadır. Bu açıdan ele alındığında ise, ne zaman kendisine vesîle edinilen hüküm (maksat) düşerse, haliyle vesîle hüküm de düşmüş olacaktır.
[26] Yani namazın rükünlerinden olmayan.
[27] Farz olan miktarın dışındaki kıraat kasdedilmiş olmalıdır
[28] Yani söz konusu ferî meselelerin asıllarına olan nisbetleri hakkında, acaba tamamlayıcı bir vasıf mıdır, yoksa zatî bir vasıf mıdır, şeklinde ihtilaf olabilir; yoksa önermenin kendisi üzerinde bir görüş ayrılığı düşünülemez.
[29] Buhârî, İmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Dâvûd, Büyü, 3.
[30] Müslim, Hudûd, 7; îbn Mâce, Hudûd, 22; Ahmed, 2/253. El kesmede nisab-arandığı için hadisle istidlal şöyle bir tevil üzerine olmalıdır: Allah hırsıza lanet etsin; yumurta çalar, eli kesilir... Yani yumurta çalar, bu onu daha büyük şeylerin çalınmasına iter. Sonunda el kesmeyi gerektirecek bir şey çalar ve eli kesilir. Bu durumda hadiste hüküm, ilk sebebe (vesileye) nisbet edilmiş olmaktadır.
[31] Muvatta, Husmıl-huluk, 8; Ahmed, 2/381.
[32] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/15-24
[33] Enbiyâ 21735.
[34] Mülk 67/2.
[35] Müslim, Cennet, 1; Ebû Dâvûd, Sünne, 22.
[36] Çünkü emir ve yasaklarda galip gelen tarafa bakılmakta ve fiilin içermiş olduğu cüzî masîahatya da mefsedet ilga edilmiş, sanki hiç yokmuş gibi kabul edilmektedir.
[37] Ya da lahyîri. Nitekim usûlcüler tearuz halinde, delillerin birbirlerine eşit (»[mal.in durumundu tevakkufya da tahyîr (terci he bırakma) hükmün ün ortaya çıkacağını belirtmişlerdir.
[38] Müctehid ya daona tabi olan kimselere nisbetlcşeri hüküm, roüctehidin nefsinde Şâri'in kasdj olarak beliren şey olmaktadır. Bu durumda, ayni olayla ilgili birden fazia şen hükmün bulunması (tenddüdû) mümkün olmaktadır. Bu görüş "nıusavvihe" denilen gruba aittir. Bunlar, hakkında nass olmayan bir konuda Aîlah katında belli bir hüküm bulunmadığıııı ve hükmün müctehidin zan mn a tabi olduğunu söylerler. Bu durumda (b) şıkkı olarak verdiğimiz ikinci imkan <"musavvibe"nin. bugörüşleri üzerine kurulmuş olacaktır. Birinci imkan ise musavvihenîn aksi görüşte olan"muhattıe!'nin görüşü üzere olmalıdır. Sanıyoruz asıl metinde tahrif vardır. Tercümesinde düzeltilerek alınmıştır.
[39] Çünkü, "Diğer tarafın da itibara alınmış olması mümkündür" şeklinde bir teiakkî olmasaydı, o takdirde belii bir cihetin itibara almmiş olduğuna dair elinde delil bulunan bir kimsenin, diğer tarafı da dikkate alarak üzerine, hüküm bina etmesi söz konusu olmazdı.
[40] Her müctehidin içtihadında isabetli olduğu görücünde olanlara ''musavvi-be"; her müctehidin idihadlarinda hatalı olabilecekleri görüşünde olanlara da "muhattıe" denilmektedir. (Ç)
[41] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/24-31
[42] Alın, eller, dizkapaklan ve ayaklardan oluşan yedi uzuv. <Ç)
[43] Zuhruf 43/75.
[44] Hac 22/19.
[45] Tâhâ 20/74.
[46] Hicr 15/48.
[47] Zümer 39/73.
[48] Hadiste şöyle anlatılır: "Cennet ve cehennem birbirleriyle tartışırlar. Cehennem: 'Mütekebbir ve zorba insanlar için ben seçildim' der. Cennet de 'Bana ancak zayıf ve düşük görülen insanlar girebilir'der. Bunun üzerine Yüce Allah cennete: 'Sen benim rahmetimsin. Kullarım içerisinden dilediğime seninle rahmet ederim' buyurur. Cehenneme de 'Sen de benim azabımsın. Kullarımdan dilediğime de seninle azab ederim' buyurur.,." (Hadis için bkz. Buhârî,Tefsir, 50/1; Müslim, Cennet, 39;Tirmizî, Cennet, 22; Ahmed, 2/314).
[49] EbûTâlib'le ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (as): "Onu ateşin derinliklerinde buldum. Bunun üzerine onu oradan çıkardım ve 'Daiıdâh'a koydum'" buyurmuşlardır. "Dahdah," aslında topuklara kadar çıkan sığ su birikintisi demektir, (bkz. Nihâye, 3/74).
[50] Zuhruf 43/75.
[51] bkz. Ahmed, 5/189.
[52] Başka sahtıbîler için de rivayet edilmiştir, bkz. lîuhârı, Iydeyn, 23; Ahmed, 4/287.
[53] Buhârî, Edeb, 47; Menâkıbu'l-ensâr, 7; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 177.
[54] A'Iâ 87/17.
[55] Bakara 2/253.
[56] İsrâ 17/55.
[57] Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14.
[58] Peygamber olmaları açısından, hepsi de aynı olnıaklabirlikte.tâbilerinin çok olması, gösterdikleri sabır ve metanet gibi sahip oldukları meziyetler itibarıyla farklılıklar arzetmektedirler; bunun neticesinde de bazı peygamberler "azim sahibi" olmakla nitelenmişlerdir.
[59] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/31-36
[60] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/36
[61] Beşinci meselede arzedilen hususların bu meselede ortaya konulan hususlarla kayıtlanması gerekmektedir. Aksi takdirde burada sözü edilenlerle orada sözü edilenler arasında bir çelişki doğabilir. Çünkü orada mâhiyetleri açısından maslahatlar ele alınmış ve şöyle denmişti: "Burada maslahattan, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamını temine yönelik, şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri mutlak surette elde etmesini kasdedi-yoruz." Daha sonra şöyle denmişti: "Dünyada mevcut bulunan mefsedetler de aynı şekilde katkısız mefsedet (mahza şer) şeklinde bulunmamaktadırlar. Zira varlık âleminde düşünülebilecek hiçbir mefsedet yoktur ki, onun önünde sonunda ya da beraberinde bir incelik, bir şefkat, alınacak bir lezzet... bulunmasın; bu mümkün değildir." Sonra şöyle denmişti: "Maslahat ya da mefsedet dendiği zaman bundan ağır basan mânâsı anlaşılacaktır." Serî hitabın bağlanması açısından da şöyle denmişti: "Bir şeyin içermekte olduğu maslahat ve mefsedetten örfi anlamda maslahat taran ağır basarsa, o şey şer'an maksûddur. Bunun neticesi olarak da, kullara onun ortaya konulması için serî talep yönelmiş olacaktır." Bu ifâdelerden de açıkça anlaşılıyor ki, müellif orada maslahat ve mefsedetten, insan hayatının kıvamını, yaşantısının devamım temin edecek şehevî ve aklî özelliklerinin gerektirdiği şeyleri kasdediyor ve bunlardan galebe çalan tarafa İtibar edileceğini belirtiyor. Burada ise bu mutlak ifâde kayıtlanıyor ve şöyle deniyor: Kişinin nazarında bir şeyin maslahat ya da mefsedet olmasının bir önemi yoktur; oşe-yinmaslahatyadamefsedet oluşunda önemli olanhusus, âhirete yönelik bir dünya hayatının gereklerini temin esasıdır. Tabiî bu da arzu ve heveslerin ancak şeriatın koymuş olduğu esaslara riâyet etmesi, ona tâbi olması yoluyla olacaktır.
[62] Mü'minûn 23/71.
[63] Râzfnin sözünü, istikra neticesinde bir şeyin menfaat ya da mazarrat olduğunun kesin olarak ortaya çıkması durumuna yormak gerekir.
[64] Va'd ve vaîd Mutezile'nin esaslarından biridir. ''Va'd," yapılan iyi amellerin ödüllendirileceği anlamında, "vaîd" de, işlenilen kötü amellerin cezalandırılacağı anlamında kullanılır- (Ç)
[65] Mutezile'nin görüşünü şöyle özetlemek mümkün: Akü, yalnız başına maslahat ve mefsedetlerin çoğunu kavrar, şeriat ise, aklın kavramış olduğu şeyleri ortaya çıkararak ve onaylayarak gelir. Keza Allah'ın, maslahatı terkeden kimseyi cezai andırması m n aklen vâcib olduğuna da kailidirler. Bu görüşleriyle sanki onlar, akim maslahatı kavraması yanısıra, ona tâbi olarak Allah'ın maslahatı terkedeni cezalandırmasının gereğini de kavrayacağını söylemek isterler. Eğer bir şeyin maslahat olduğu, onun üzerine gereken vaîdden anlaşılabilir, derlerse; o durumda bir şey in maslahat olduğunun bilinmesi, vaidin bulunmasına bağlanmış olacaktır. Halbuki, vaîdin oiacağı bilgisi, maslahatı bilmeye bağlı idi. Dolayısıyla böyle bir netice devrin (kısırdöngü) ta kendisi olmaktadır.
[66] Çünkü Mutezile'ye göre, maslahat ve mefsedetler munzabıttırlar ve kendilerine has özellikleriyle temayüz ederler; itibârı nlmayıp objektif bir gerçeklikleri vardır. Buna rağmen, bir şeyin maslahat ya da mefsedet oluşu, Şâri'in herne şekildeolursa olsun o şey hakkındaki itibarın a tâbi olacaksa, durum tersine dönmüş olacak ve Sâri maslahat ya da mefsedet olmayan şeyi dikkate almış olacaktır.
[67] Yani Allah dilediğini dikkate alır, dilediğini terkeder... telakkisini benimserlerse.,
[68] Yani istikra neticesinde şeriat üzere sapmadan hareket edenlerin hiçbir maslahatı kaçırmadıkları, kaçırılan maslahatların şorîatteki ihlâller nisbe-tinde olduğu sonucu.
[69] Müellif maslahat ve mefsedetlerin şer'an muteber oldukları ile ilgili her konuda geliştirilen kurallardan, küllî usûl kaidelerini kasdetmiş olmalıdır. Çünkü hükümlerin çıkarılması, helal ve haramın bilinmesi, Kitâb ve sünnetteki cüzî delillerin değerlendirilmesi bu kaidelerle olmaktadır.
[70] Eşarîler, mas'ahatları ancak seri verilerin istikrası neticesinde anlayabiliriz, şeriat gelmeden önce aklın onları kavramaları mümkün değildir, derlerken; Mutezile bunun aksine, aklın şeriat gelmeden önce çoğu kez neyin maslahat olup neyin mefsedet olduğunu kavrayabileceğini, şeriatın ise bunları ortaya çıkarmak üzere gelmiş olacağını iddia etmektedirler. Her ikisi de neticede birleşmektedir. Her iki gruba göre de, serî hükümlerde maslahat ve mefsedetler dikkate alınmış olmaktadır. Dolayısıyla Karâfi'nin itirazının bir anlamı yoktur
[71] Dolayısıyla Mutezile'yi, maslahatı asla dikkate almaksızın Allah dilediğini seçer dilediğini bırakır, dedirtmeye götürecek bir durum yoktur ki, Karâfi'nin dediği gibi, Mutezile'nin prensipleri temelden sarsılsın.
[72] Hac 22/78.
[73] İbn Mâce, Ahkâm, 17; Muvatta, Akdiye, 31; Ahmed, 5/327.
[74] îsrâ 17/70.
[75] Tîn95/4.
[76] Burada şöyle bir cevapta bulunmak mümkün değildir: Mâni'den m aksat, daha güçlü (râcih) bir muârızm bulunmadığı kuwetlimânilerdir.Namaz,had ve tazir cezai arı, cihâd gibi meselelerde bir çıkmazın bulunduğunu söylemek doğru değildir. Çünkü bunlarda güçlü bir mâni bulunmamaktadır. Bilakis bunlarda bulunan mâniler, hükmü sabit kılan talep karşısında zayıf kalmaktadır. Ruhsatlarda ise böyle değildir; çünkü bunlarda bulunan mâni güçlüdür, bu yüzden de ruhsat olmaktadırlar.
(Râzî) devamla şöyîe diyor: Verilecek böyle bir cevap tatmi n edici değildir ve problemi ortadan kaldırmaz. Çünkü bazı ruhsatlar vardır ki mesel a iaşe yeme ruhsatı gibi, onlarda ruhsat fiili işleme talebi, asıî olan haram lığı isteyen muarızından daha güçlü olmaktadır. Şu halde mâni'den maksat daha genel bir anlamdır ve râcih (güçlü) de mercûh (zayıf) da olabilir. Bu durumda bütün serî hükümler ruhsat kapsamı ilerisine girer. Çünkü hiçbir serî hüküm zayıf da olsa bir mâniden uzak bulunmaz. Problemi ortaya koyarken verdiğimiz örneklerde olduğu gibi.
[77] Çünkü Karâfî'nin Râzfye olan itirazının esasım, hiçbir maslahatın mefse-detten uzak bulunmadığı ve nıefsedetîerin de hüküm için mâni olduğu hususu teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi durum hiç de öyle değildir. Maslahatlar, mefsedetlerden şer'an ayrılmış durumdadırlar. Bu Eşarîlere göre de, Mutezileye göre de böyledir. Durum böyle olunca ruhsatlar bahsin de sözünü ettiği çıkmaz ortadan kalkmış olacaktır. Nitekim işlediğimiz konu hakkında bütün âlimlerin düştüğünü söylediği çıkmaz da bertaraf edilmiş olmaktadır. Keza müelli fin Ruhsat bahsindeki açıklamaları, Karâfî'nin çıkmaz kabul ettiği konuda, onun şaşkınlığını ortadan kaldırmaya, ruhsat için gerekli kıstasları ortaya koymaya yeterli bulunmaktadır.
[78] Bakara 2/29.
[79] Câsiye 45/13.
[80] A'râf7/32.
[81] Peygamber gönderilmeyen, ilâhî vahyin irşadından yoksun geçen dönemler
[82] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/37-46
[83] Bir şeyi, mânâsını koruyarak düşürme demektir
[84] Böyle bir icmâ'ın hüccet olacağı görüşünde olanlardan bir kısmı da, zannî dayanak üzerine gerçekleşen icmâın kesinlik (katiyet) ifâde etmeyeceğini ifâde etmektedirler. Buradaki maksat da budur.
[85] Üçüncü mukaddimede, bu tür istikralara itimad etmenin sıhhati, ve onların manevi mütevâtir kabul edileceği halikında daha geniş bilgi geçmişti. Burada ise müellif özellikle, böylesine çok önemli bir esasın isbatı sırasında ne akla, ne naklî delillerin teker teker ele alınarak değerlendirilmesi yoluna ne de , icmâya dayanmanın mümkün olmayacağına açıklık getirmekte; sonundada böyle bir konunun isbatı için ancak manevî tevatür demek olan "istikra" yolunun kullanılabileceği neticesine ulaşmaktadır. Orada es geçtiği konulara burada açıklık getirmiş olduğundan, bu konunun sırf bir tekrardan ibaret olduğunu söylemek mümkün değildir.
[86] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/46-49
[87] Bu örnekler, küllî esasların çerçevesi içerisine girip onların hükmünü alan, fakat kendisinden gözetilen maşlah atı gerçekleştirmeycn cüzî meselelerle'îlgilidir.
[88] Nitekim "Nâdir olana, özel bir hüküm yoktur" şeklinde de bir kaide geliştirilmiştir. (Ç)
[89] Örneğin Arapça'da "İstisnalar kaideyi bozmaz" denilir. (Ç)
[90] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/49-50
[91] Müellif, bu sözüyle biraz sonra gelecek olan Karan" ile hocası İbn Ab-disselâm'm sözlerine atıfta bulunmakta ve onların görüşlerini reddetmektedir. Müellif bu konuda tam isab&t kaydetmiş ve oııiara karşı bütün itiraz kapılanın kapamıştır.
[92] Mâliki imamlanndanEbu'l-Abbas Ahmedb.İdrîs'dir(ö. (564/1285) Furûk, İhkâm, Zahire, Şerhu Tenkîhil-fusûl, Şerhul-Mahsûl li'r-Râzî gibi eserleri vardır. (Ç)
[93] Bir mahalde ağır basan maslahat (şeriatın dikkat nazarına aldığı güçlü trâcih] maslahat) tektir ve birden fazla olamaz. Yani aynı konuda tercihe şayan f râcih) bir maslahat vardır ve A müctehidi onu dikkate alarak bir hükümde bulunmuştur. Yine aynı mahalde öncekinden başka bir râcih maslahat daha vardır ve B müctehidi de onu esas alarak aynı konuda daha farklı bir ictihadda bulunmuştur. Böyle bir neticeyi akıl kabul etmez. Bu durumda, musavvibenin yani "her müctehidin içtihadında isabet etmiş olacağı" görüşünde olanların tezine göre. hükümlerin maslahata tâbi olduklarını söylemek mümkün değildir. Keza bu tez kıyasla amel etme esasıyla da bağdaşmaz. Çünkü kıyas iliet esası üzerine kuruludur. İllet ise, makisun aleyhde Şâri'ce dikkate alınmış bulunan maslahat olmaktadır.
[94] Hadis şöyle : "Hâkim hükmeder; hükmünde ictihâd eder ve isabet de ederse, ona iki ecir (sevap) vardır. Hükmeder, hükmünde ictihâd eder ve hata ederse, ona. da bir ecir (sevap) vardır." (bkz. Buhârî, İtisâm, 21; Müslim, Akdıye, 15...)
[95] Ribevîmaîlarııı cinsi ile peşin mübadelesinde bir tarafın diğerinden fazla olması. (Ç)
[96] Yani senedi kati olan icmâ kasdediliyor. Çünkü böyle hükümlerde herkes, illetin, işin aslında da Öyle olduğuna kesin hükmetmektedirler. Senedi zannî olan icmâ konularında illetin, işin aslında da öyle olduğu üzerindeki ittifakları ise, sadece bir tesadüf eseri olmaktadır.Yoksabu gibi yerierde muteber olan, herkesin, kendi kanâatince illet olarak kabul ettiği şeydir. Ay nen ihtilaf mahalli olan konularda oiduğu gibi. Ancak burada tesadüfle de olsa, konuyla ilgili müctehidlerin zanları birlik arzetmektedir.
[97] Yani bu durumda Mutezile, "ictihâd eden hâkim" hadisinde sözü edilen hatanın, mutlaka ictihâd sebebierine (vesâil) yorulması gereğini kabuî etmiyorlar ve şartlarına riâyet kaydıyla her müctehidin; içtihadında, ictihâd vesilelerinde ve ictihâd neticesinde çıkarmış olduğu hükümde musîb yani isabetli olduğunu kabul ediyorlar. Bununla birlikte, maslahatların aklî olduklarını da söylüyorlar. Netice olarak maslahatların aklîliği görüşüyle, her müctehidin sadece ictihâdda değil,1 vardığı hükümde de isabetli olduğu görüşünü birleştiriyorlar.
[98] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/51-54
[99] Hicı-15/9.
[100] Hûd 11/1.
[101] Hacc 22/52. İ05. Mâideö/3.
[102] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/54
[103] Bu ifade de, Kur'ân'm Arapların bildikleri doğrultusunda indiği, onlar içerisinde yanlış olanları tashih, doğru olanları da tasvib ettiği, yahut onlara ilavede bulunduğu şeklindeki bir telakkinin yersizliğini ortaya koymakta ve bizim (Naşir Dıraz) tezimizi desteklemektedir. Bütün bunlar bir zorlamadır ve burada böyle bir zorlamaya gerek de yoktur. Çünkü Hz. Peygamber Isa.) bütün insanlığı zulmetten nura çıkaracak bir kitapla gönderil mistir. Kur'ânbu-nu yaparken onların bilmediklerini Öğretmiş, yanlışlarım düzeltmiş, akıllarını ve gönüllerini ilim ve amelle durumlarım düzeltme yoluna çekmiştir. Kur'ân'm kullandığı bu metodlarm Araplar tarafından bilinen bir aslının olup olmaması arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla müellifin telakkisini bir zorlama olarak görüyoruz.
[104] Al-iİmrân3/44.
[105] Hûd 11/49. Benzeri bir âyet de şöyledir: "Ey Muhammedi Sana böylece vak-yettiklerimiz, gaybe ait haberlerdir. Onlar elbirliği edip düzen kurdukları vakit yanlarında değildin..." (12/102) (Ç)
[106] Hz. Peygamber bir hadislerinde: "Iyâfe, tıyare (uğursuzluk) ve tarh (Kur'ân'da inkâr etmekle emrolunduğumuz 'cibt'tendir" buyurur. Ebû Davud: Tark, zecr; ıyâfe ise, hat demektir" der (Ebu Davud, 390Y).
Iyâfe: Zecru't-tayr demektir ve kuşun isimleri, sesleri ve geçtiği yerlerden uğur ya da uğursuzluk anlamları çıkarmaktır (Nihâye, 3/330).
Zecr veya zecru't-tayr şu demektir: Kuş uçurulur; eğer sağ tarafa uçarsa ■ uğurluluk olacağına, sol tarafa uçarsa uğursuzluk olacağına inanılırdı. Hat: Bir nevi kehanettir, (bkz. Nihâye, 2/47).
Tıyara:Uğursuzluk telakkisi demektir: Bir kim senin önünden herhangi bir kuş, ceylan vb. eğer sağ tarafından sol tarafına geçerse: bunu uğursuz sayarlar; eğer sol tarafından sağ tarafına geçerse bunu da uğurlu sayarlardı, (bkz. Nihâye, 3/152).
Fal ise uğursuzluğun aksine bir şeyi hayra yormak demektir. Mesela bir hastanın "Ey Salimi" diye çağıran birini duyduğu zaman iyi olan, selamet bulan anlamındaki bu kelimeyi kendisinin iyileşeceğine yorması gibidir ki, bu şerîatte yasaklanmamış ve benimsenmiştir, (.bkz. Nihâye, 3/406). (Ç)
[107] Hadiste:"Mü'minin sâdık rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir parça sidir" buyrulm ustur. Keza başka bir hadiste do: "Nübüvvetten ümmetime yalnız mübeşşirât kalmıştır" buyrulur. "Mübeşşirâf nedir yâ Rasûlallah ?" diye sorulduğunda da "Rü'yâ-yı sâlihadtr" diye cevap verir. (bkz.Tecrid, 4/33-34.)
(Ç)
[108] Nitekim Hz. Ömer ve daha başkaları için meydana gelmiştir.
[109] Îbnu'l-Kayyını Zâdul-meâd'da şöyle der: Tıbbm esasları üç noktada toplanır: Perhiz (himye) ve hıfzıssıhha ve bedende bozulma meydana geldiğinde bunun dışarı atılması. Böylece tıbbın hepsi bu üç kaide altında toplanmaktadır.
Cenâb-ı Hak bu üç temel esasa da hac, oruç ve abdest âyetlerinde değinmiştir. Abdest âyetinde perhiz (hımye) hakkında: "Şayet siz hasta olur ve yolculuğa çıkarsanız, biriniz ayak yolundan gelmiş veya kadınlarınızla cinsî ilişkide bulunnıuşsanız da. (gıısülyapmak için) su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm ediniz" (4/43) buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak hasta olan kişiye bedenine eziyet verecek şeylerden korunması için, su ile abdest alma yerine toprakla teyemmüm etmesini emretmiştir. Bu, kişiye hem içerden hem de dışarıdan eziyet verecek şeylerden kendisini koruması (himye, perhiz) gerektiğine bir tenbihtir. Oruç âyetinde hıfzıssıhha hakkında: "İçinizden hasta, olan veya yolculukta bulunan tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutar" (2/184) buyrulm aktadır. Bu durumda hasta olan kişiye mazereti; yolcuya da sıhhatinin, gücünün korunması (hıfzıssıhha) sebehiyle Ramazan ayında oruç tutmamalarına müsaade edilmiştir. Çünkü seferde daha fazla hareketli olunduğundan, oruçluluk rahat ve fazla harekete müsait değildir. Gıdasızlık da insanın gücünü azaltır ve zayıf düşürür. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak yolcuya, kendisini zaafa düşürecek şeylerden koruması için Ramazaıı'da oruç tul m amasına izin vermiştir. Hac âyetin de ise vücuttaki zararlı şeylerin atılması hakkında: "İçinizden hasta olan, ya da başından bir raliatsızlığı bulunan, bundan ötürü tıraş olmak zorunda halan kimsenin fidye olarak ya oruç tutması, ya da sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir..." (2/169) buyurmuştur. Böylece hasta olan ve başında bit, kaşıntı vb. gibi eziyet veren şeyler olan kişiye; saç diplerinde tıkanması sebebiyle, başta eziyet meydana getiren pis (ter) buharlarının dışarı atılması için başını tıraş etmesine müsaade edilmiştir (bkz. 4/244, 335).
[110] A'râf7/31.
[111] Bu tür iptal edilen şeylerden biri şu hadiste şöyle anlatılır: Ebu Said el-Hudrî rivayet eder: Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Kardeşimin karnı gidiyor (ishal)" diye şikâyette bulundu. Hz. Peygamber: "Ona bal içir" buyurdu.o da öyle yaptı vesonra üç defa yine geldi ve:ben ona bal içirdim ,isalini artırmadan başka işe yaramadı dedi.Hz.peygamber:Allah doğru söylemiştir,yalancı olan senin kardeşinin karnıdır.buyurdu.Adam tekrar bal şerbeti içirdi ve hastası iyi oldu.(Buhari,76/4;Müslim,2217,Zadül mead,4/273).Yine bir hadiste:Ölüm hariç hiçbir dert yokturki çörekotunda onun bir şifası bulunmasın buyurulur.(Buhari,76/7;Müslim,2215;Zadül mead,5/28.Bir hadiste şöyle anlatılır:Tarık b.süveyd el-cufi Hz.peygambere şarap hakkında müsaade istedi.Hz.peygamber onu yasakladı.O:ben onu sadece deva için yapıyorum dedi.Hz. peygamber o deva değil,sadece derttir buyurdu.(Müslim,1984,Zadülmead,4/372).Bir başka hadistede Avf b.Malik anlatır:Biz cahiliye döneminde rukye yapardık.Ya Rasulallah bu konuda ne dersin?diye sorduk.O da Rukyelerinizi bana arz edin bir bakayımbuyurdu ve sonra:içinde şirk unsuru içermeyen şeyde bir sakınca yoktur dedi.(Ebu Davud.3886(4/10)Yine Ebu Davudun rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasulü:Allah derdide devayıda indirmiştir.Her derde bir deva kılmıştır.Ohalde tedavi olunuz,haram ile tedavi olmayınız.Buna benzer tıbbın özüne temas eden daha pek çok hadis vardır.Bu konuda İbnül Kayyimin et tıbbun nebevi adlı eseriyle ,yine onun Zadül mead adlı eserinin 4 ve 5. cildlerine bakılabilir.
[112] İsrâ 17/88.
[113] İsrâ 17/89.
[114] Yâ-sîn 36/69.
[115] Şuarâ 26/224-225.
[116] Nahl 16/90.
[117] A'râf7/33.
[118] Araf 7/32
[119] A'râf7/33.
[120] Mâide 5/90.
[121] Bakara 2/219.
[122] Muvatta, Husııul-huluk, 8; Ahmed, 2/381,
[123] Şayet Araplar güzel ahlâk nammabir şey bil meşelerdi, sonra Hz. Peygamber gelse ve ahlâkî fazilet ve rezaletleri açıklasaydı, O'ııun peygamberliğini tasdik ettikten sonra, onun takdim ettiği güzei ahlâk düsturlarını almaktan başka bir şey yapmaları kendileri için caiz olmazdı. Nitekim kız çocuklarının diri diri gömülmesi, riba, içki, soygun, yağma vb. gibi kendilerinde kökleşmiş ve temelden hata üzere oldukları ahlâk düsturlarında durum böyle olmuştu. Bununla beraber Allah'ın kitabına ve Rasûlü'nün sünnetine olan îmanları onları bu tür pisliklerden tamamen temizlemiş ve arındı rmıştı. Bu itibarla şerîatm ümmîliği konusuyla müellifin burada anlattıklarının bir ilgisi yoktur. Sadece Araplarda değil, istisnasız her millette mutlaka iyi görülen, kötü karşılanan ahlâkî düsturlar bulunacaktır. Cahiliye Araplanmn bu konuda bir özellikleri yoktur.
[124] Müellif bununla muhtemelen ataları İbrahim (as) peygamberden geri kalan hükümleri kasdediyor.
[125] Baba ile çocuk arasındaki müşterek fizikî ve ahlâkî özellik ve benzerliklerden hareketle nesebin tayin ve tesbitine çalışan bir ilim. (Ç)
[126] Katili bilinmeyen bir cinayet işlendiğinde, maktûlünbulunduğu meskûn bölge ahâlisinden belli sayıda (50 kişi) kişiye onu öldürmediklerine, öldüreni bilmediklerine dair verdirilen yeminler. (Ç)
[127] Gök, yer... gibi bildikleri şeylerden hareketle tevhîd delilleri bütün insanlara yöneltilmiştir ve bu durum da cahiliye Araplanna has bir durum değildi
[128] Hac 22/78. fil. Âl-i tmrAn 3/67. 62. Vakıa 56/28-38. H3. Nahl 16/125.
[129] Al-i imran 3/67
[130] Vakıa 56/28-38.
[131] Nahl 16/125
[132] Kus b. Sâide, cahiliye dönemi Araplar içerisinde yetişmiş hikmet sahibi ve hatiplerdeıı biridir. Necrân rahipliği yapmıştır. Muammerinden, yani çok uzmı ömürlü olan kimselerdendir. Hz. Muhammet!, henüz peygamberi] İmadan (ince onu Ukâz panayırında görmüş ve meşhur hutbesini içilmiştir. Onun hakkında I iz. Peygamber: "O yalnız başına bir ümmet olarak haşrolu-nur" buyurmuşlardır. Hicretten önce 23 /M. 600 yıl (arında Ölmüştür. (A'lârn, 5/196). (Ç)
[133] Hikmet, va'z ve cedel (tartışma) konularında.
[134] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/123-77
[135] Kur'ân'da tabiat İlimlerinin ortaya konmadığı açıktır. Çünkü Kur'ân'm konusu bu değildir. Ancak Kur'ân âyetlerinin tevhid delilileri sadedinde ve Araplarca bilinmeyen, anlaşılması ve iyici kavranabilmesi için bu ilimlere ihtiyaç duyuiaoak biçimde gelmesi konusu ise tartışılabilir.
[136] Mesela Araplarca hatta başkalarınca da bilinen mukaddimelere dayalı cedel (münazara) türü gibi. Meselâ, 'Yeryüzünde, hepsi de aynı su ile sulanan, birbirine komşu toprak parçalan, tek ve çok köklü, üzüm bağları, ekinler, hunim ağaçlanuardır. Fakat onları şekil ve lezzetçe birbirlerinden farklı kûmışızdır. Düşünen kimseler için bunda ibretler vardır" (13/4) âyetinde olduğu gibi. Eğer bu âyette istidlal ve fikir münakaşası için üzerinde durulan noktaya dikkatler çekilmiş olmasaydı, üstün akıllar dahi maksada ulaşamazdı.
[137] Nahi 16/89.
[138] En'âm6/38.
[139] En'âm6/38.
[140] Cümmel hesabı: Ebced harflerinden herbir harfe husûsî bir tertibe göre bîrden bine kadar belli bir rakam verilerek yapılan bir hesap şeklidir. (Ç)
[141] Burada sadece Araplar yerine çoğunluk insanlar deseydi daha isabetli olacaktı. Çünkü serî hitap kendisine ulaşan herkesedir. Bazen, bir başkası serî hitabı ümmî Araplara nisbet edilen ilimler dışında bir başka yolla daha iyi kavrayabilir. Nitekim hadiste "Bir âyet de olsa benden onu başkalarına tebliğ ediniz. Nice tebliğ edilen şahıs vardır' ki, duyandan daha anlayışlıdır" buyrulmustur (Buhârî, İlim, 9...; Müslim, Kasâme, 29...).
[142] Meselâ, bidüziyelik arzeden kurallara muhalif kullanış şekillerinin caiz görülmesi; gayr-ı munsarif (yani cer ve tenvin kabul etmeyen) bir kelimeyi m uns arif okuma, çekilmemesi gereken bir kelimeyi uzatma ve uzatılması gereken bir kelimeyi de kısa okuma gibi. Bu gibi tasarruflar, şiirde vezin zaruretinden dolayı caiz görülmüştür. Düz yazıda ise böyle bir zaruret bulunmamaktadır. Bununla birlikte Arap edebiyatında bu gibi tasarruf! arı düz yazıda da görmekteyiz
[143] Bunlar arasında bîr lafzın başka biriyle değiştirilmesi de vardır. Meselâ "tebeyyenû" kelimesi yerine "tesebbetû" kelimesinin kullanılması gibi.
[144] Bakara 2/9.
[145] Ankebüt 29/58.
[146] Beyitteki müenııes zamiri ateşe râci olmalı. Bedevi, ateşe odun atmakta ve onun tutuşturulması için rüzgardan faydalanmaktadır. Sonra karşısına oturmakta ve ellerini ateşe karşı tutarak soğuktan ısınmaktadır.
[147] Bü's kelimesi şecaat ve kahramanlığın verdiği bir şiddet anlamı, yübs kelimesi ise kuru i uğun verdiği şiddet anlamı etrafında döner. Her ikisi de yumuşaklığın zıddı bir anlamda birleşir
[148] Zîrkelimesi küp manasına da gelmektedir. Dik ise dar demektir. Bu durumda beytin anlamı şu şekilde oiur:
"Daracık/Küp gibi yer, orada gecelemek istemiyorum. Harbin şiddetinden sanki ben oraya ünsiyet ediyorum."
[149] Ridf: Şiirde en son harfin bir öncesinde yer alan ve ona bitişik bulunan Iîn ya da med harfleridir. (Ç)
[150] Bu netice, delil olarak kullandığı son iki husustan çıkmaz. Aksine o iki delil neticesinde burada söylemesi beklenilen şey, Kitap ve sünnette de lafzın bazı hükümlerinin ihmal edildiğini veya sözün inceden inceye düşünülmeden iyisiyle kötüsüyle geldiği gibi söylenmiş olduğunu göstermesi idi. Sanıyoruz bu durum ise, ne Kitap'ta ne de sünnette asla bulunmayacak bir şeydir. Durum böyle olunca da, burada uygun olan müellifin son iki hususa burada hiç dokunmamasıydı.
[151] Bu konuda en güzel bilgi, Nüveyri'nin Tayyibe üzerine yazdığı şerhinde giriş kısmında bulunmaktadır. Onun tesbitine göre imâle, terkik ve harflerin sıfatları gibi konular ahruf-ı seb'a içerisine girmemektedir. Aksine bu lafzın hazfı, lafız ilâvesi, lafzın yerine müteradifinin kullanılması, lafzın takdim ya da tehiri, lafzın harekesinin değiştirilmesi gibi örnekleri içerir. (N)
Ahruf-ı seb'a, ilk zamanlar zarurete binâen, şeriatın getirdiği kolaylık çeşitlerinden biri olmak üzere ruhsat olarak indirilmiş, daha sonra ihtiyaç kalmayıp, Kur'ân'i insanların farklı lehçelerle okumaları fayda yerine zarar getirmeye başiaymca Hz. Osman'ın emriyle Kureyş lehçesi esas alınarak ona göre yazılmış ve diğer okuyuş şekilleri bırakılmıştır, (bkz. Şafiî, Risale, 273; Muvatta, Kur'ân, 5; Şâtıbîjtisâm, 1/185; İbnCevzî.Menâkıbu Ömer, 121; Mahmasaânî, Felsefetu't-teşrî, 165. (Ç)
[152] En'âm 6/149.
[153] Türkçe'de bu manâda "El ile gelen düğün bayramdır" diye bir deyiş vardır. (Ç)
[154] Tirmizî, Kur'ân, 9. Ayrıca bkz. Buhârî, Fedâilu'l-Kur'ân, 5; Müslim, Müsâ-■ ■ fırîn, 272; Müvafta, Kur'ân,. 5...
[155] Abese.8O/31.
[156] Bakara 2/177.
[157] Şûrâ42/ll.
[158] Buhârî, Bed'ul-halk.ll; İtisâm, 3; Müslim, îman, 214-217.
[159] Bakara 2/187.
[160] Müslim, Siyam, 51; Tirmizî, Savm, 12.
[161] Buhârî, Savm, 13; Müslim, Sıyâm, 15...
[162] Buhârî, Savm, 5, İl; Müslim, Sıyâm, 6-9...
[163] Soru hem itikâdî hem de amelî yükümlülüklerle ilgili müellifin arzettikİtrine birden yöneliktir.
[164] Bunlar, ancak Allah'ın bildirmesiyle anlaşılabilen, başka türlü anlamak imkânı bulunmayan sûre başlarındaki rumuzlar, "Allah'ın eli" vb. gibi kavramlardır. Bunların yorumunu Allah'tan başka kimse bilemez, (bkz. Cerra-hoğhı, Tefsir Usûlü, 128 vd.) (Ç) .
[165] Yani, bir mesele birden fazla serî kaide altına giriyor gibi olabil ir. lîu durumda zahiren o meselenin hükümleri arasında tearuz meydana gel i rvı: bundan müteşâhihlik doğar.
[166] Burada anlattıklarıyla bir önceki faslın .sonunda, "Buna göre. bu ^ibi konularda araştırma yapmak, çoğunluk insanların anlayamayacağı neticeler çıkarmaya çalışmak, ümmî İslâm şeriatının konuluşunun ruh ve gereklerin-den uzaklaşmak olur" şeklindeki sözleri arasında tenakuz yoktur demek mümkün değildir. Orada öyle söyîüyor burada ise, "bunların izafî olduklarını" söylüyor ve: "Onun (kendisince) açık olan nasslar üzerinde tetkikte bulunması, kendi derecesine ulaşamayan diğer insanlara nisbetle yapılan tetkik gibi olur. Neticede, böyle bir kimsenin anladığı şeye olan nisbeti, sıradan bir kimsenin anladığı şeye nisbetı olur. " diyor. Müellifin sözünü eltiği konu, sadece itikadı konulara ait olanlarla ilgilidir de denilemez. Çünkü cevabın aslı itikâdî olan-olmayan bütün müteşâbihâl konusunda geneldir, Nitekim bu, itirazdan da anlaşılmaktadır. Bu durumda, her halükârda buradan şeriatta sadece seçkinler zümresine bas, sıradan insanların anlayamayacakları durumların bulunduğu, bu konularda çoğunluk insanların onlara erişemeyecekleri neticesi çıkar. Bu ise ileri sürülen itirazı kabullenme ki en başka bir şey değildir.
[167] Bu netiaı, bu fasılda ishatı istenilen konu mudur? Konumuz, şeriatın ümmî olduğu, onu anlamak iğin ancak ümmî olan çoğunluk insanlarca bilinen yollarla yaklaşmanın gerekliliği idi. Bunun dışında teklifin, çoğunluk insanların anlayabildiği ve ş^ü'ç yetirebildiği müşterek bir noktada oluşması konusunda zaten herhangi bir kuşku yoktur.
[168] Her halükârda bu tür farklılıklar mevcuttur. Ister burada müellifin belirttiği fîihi mutlak olan hususlarda olsun ist«r olmasın. Dolayısıyla problem izale edilmiş değildir.
[169] Bu konuda bilgi ve kaynakları hk. bkz. Erdoğan, M., Ahkâmın Değişmesi, İstanbul, 1991.
[170] Abdulmelikb. Ömer(v. 101/7 J 9), babasına büyük destek olmuş, onun gidişatına uymuş Emevî emirlerinden birisidir. Babasından biraz önce vefat etmiştir. (Âlâm, 4/161) (Ç)
[171] Vakıa, içki Kur'ân'da bir defada yasaklanmamış, tedricî olarak nihâî yasağa sırasıyla: 16/67, 2/19, 4/43 ve nihayet 5/90 âyetleriyle ulaşılmıştır. (Ç)
[172] Hac 22/98.
[173] NahJ 16/123.
[174] Âl-i Imrân 3/68.
[175] Müellifin sözünün zahiri hem Mekkîho.m de Medeni âyetleri kapsamak t »dır. Medenî olan CJ/6H gibi) ve. daha sonra j;elen âyetler hak kında sözü açık değildir. Ancak bu tür Medeni âyetlerin daha imce ki M ek kî âyet leri takrir ve t e'y it ettiği anlamına yorulabilir. Nitekimle'yi ve le'kil mahiyetinde Mekkî âyetlerde işlenen konuların Medine'de tekrarlandığı bilinmektedir.
[176] ibn Mâce nin Sünen'inde (Mukaddime, 18| 1/801.) rivayet ettiği bu hadisin tamamı şöyledir: "Hayır âdettir, şı>r ise husûmettir, 'içi tırmalan Allah kimin hakkında hayır ımırad edw.se, onu dinde anlayışlı >'fakikı kılar." Hadisi şu şekilde yorumlamak mümkündür: iman ve takva ölçüleri m: uygunIarak yaşayan müminin kalbine, hayrın yolları açılir ve hayır, onun için bir âdet olur. Çünkü insan bayır üzere yaratılmıştır, Şer ise, öyle delildir. Ona kalp açılmaz, insanın kalbine ondan ancak şeytanın ve nefs-ı emmâre.nin vesvesesi dolar. fÇ)
[177] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/77-92
[178] Münâvî, el-Mecmûul-fâik min hadisi Hayri'l-halâik adlı eserinde lafzıyla rivayet etmiş ve bu şekilde meşhur olmuş demiştir. İbn Mende ise hadisin sabi! olmadığını söylemiştir. İbnu'f-Cevzî, maruf değildir, demiştir. Nevc-vî ise bâtıl olduğunu söylemiştir. Ancak hadis şeklinde Buhârî ve Müslim tarafından rivayet edilen hadise yakındır, el-Kavkacı, el-Lülü'ü el-Mersû'adh eserinde hadisinin bu lafızla aslı olmadığını söylemiştir.
[179] Müslim, Taharet, 87; EbuDavud, Taharet, 49 ... İmamlar el yıkama hükmünün m usta hap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü eli edeb yerine dokunabilir ve necaset bulaşabilir.
[180] Ahkâf46/15.
[181] Lokman 31/14.
[182] Bakara 2/187.
[183] Enbiyâ 21/26.
[184] Çocuğa mâlik olunmayacağı âyette bulunan iki aalî anlamdan çıkmaktadır: Çocuğun nefyİ ve onun ancak kul olduğunun isbatı. Her iki mânâ da âyetin sarih ve mantûku olan anlamlardır. Çocuğa mâlik olunamayacağı ise, bu iki anlamdan zorunlu olarak çıkmaktadır. Çünkü oğullukla kulluk yani mâlikiyet arasında zıtlık olunca, oğul mülk edinilemez anlamı çıkacaktır.
[185] Buhârî, Zekât, 55 ...
[186] Muhtemelen müellifin kasdı şöyle olmalıdır: Aslî kasıd, sebep ölçüsünde cevap vermektir; fazla kısım ise, konumuz dahilinde aslî maksat olmayıp tabî durumda olur.
Bu konu üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü meselâ öşür hadisinde olduğu gibi umûm lafızlardan olan L* nın konuya delâleti aslî vaz' itibarıyla olup, lâzımı netice itibarıyla değildir.
[187] Cum'a62/9.
[188] Açık kıyas, iki şey arasında farkın olmadığı ortay a konulmak suretiyle yapılan kıyas. Meselâ, burada örnekte cariye ile erkek kölenin azadı konusunda erkeklikle dişiliğin bir fonksiyonu yoktur. Âzad konusunda erkek köle ile cariye arasında bir farkın bulunmadığı belirtilmek suretiyle cariye deerkek köleye kıyas edilir.
[189] Buhâri, Itk, 5; Müslim, 1.
[190] Fussılet 41/40.
[191] Duhân 44/49.
[192] Müellif muhtemelen bu örneklerde emir sîgasmm aynı zamanda tehdidimin konulmuş olduğu ve onun sığanın aslî mânâsı olduğu önkabulü üzerinden yürüyor. Bu durumda, bu tehdit lafzında emir mânâsı mübalağa ifade etmek için ikinci delâlet unsuru durumunda olacaktır. TAhi delâlet unsuru olduğu için de ondan müstakillen bir emir hükmü çıkarılamayacaktır.
[193] Yusuf 12/83.
[194] Burada kullanılan ifade de asıl mtıksadı güçlendirmek içindir. Asıl maksat köy ahâlisine yeterli soru sorulması talebidir. Soru sorulmadık hiçbir kimse bırakılmaması istenir gibi "köye sor" denilmiştir. Asıl amaç bu olmadığı için, bu yardımcı delâlet unsuru dikkate alınarak ondan herhangi bir hüküm çıkarılmış değildir.
[195] Hûd 11/107.
[196] Bazıları buradaki gökler ve yerden maksat, şu bizzat müşâhade ettiğimiz gökler, yıldızlar, yer ve benzerleridir demişlerdir. Bunlar, âyet ve hadislerle de. belirtildiği gibi, kesin olarak değişir ve yerlerini başkaları alır. Bu haliyle âyette kâfirlerin cehennemde kalışlarının bunların varlıklarına bağlanması ebedîliği bildirmek içindir ve hıiyle bir kullanış tarzı Araplarca bilinen bir şeydir. Nitekim Araplar meselâ:derler ve bu gibi sözler İt: bir şeyin varlığını bunların vukuuna bağlamayı değil de, o şeyin ebedîliğini kasdederler. Bu durumda göklerin ve yerin sonlu olması, âyetin asıl sevkedilmesi amacını oluşturan ebedîlik anlamı vermeye engel değildir. Ancak, ta'lîk (bir şeyin varlığını başka bir şeye bağlama) bu mânâyı daha da güçlendirmekte ve akla İyice yerleştirmektedir. Ancak gökler ve yer kelimelerinden şuanda bulunan gökler ve yerler değil de cins anlamı kasdedilmiştir, cennet ve cehennemde de mutlaka bunlardan ayrı gökler ve yer olacaktır dediğimizde ise, ta'lîk ebedî olan bir şeye yapılmış olacağından âyet konumuz dışına çıkmış olacaktır. Bu yüzden müellif sözünü "eğer göklerin veyt'rin yok olacakları, ebedî olmayacakları görüşü kabul edilirse" şeklinde kayıtlamıştır. Burada âyetin şevkinden maksat cennet ve cehennemin bakî olup olmadığını bildirmek değildir. Çünkü onların ebedî oldukları kesindir ve onların yok olacakları görüşünde olan hiçbir müslüman yoktur. Dolayısıyla burada tâbi delâlet unsurlarının dikkate alınarak cennet ve cehennemin ebedî olmadıkları gibi bir anlam çıkarmak doğru değildir.
[197] Buradaki üçüncü bir yoldan maksadı, muhtemelen bundan sonraki fasılda gelecek olan Kur'âıı adabıyla hareket etme olmalıdır.
[198] Bu ifade, açık değildir. Çünkü yukarıda istidlal hakkında geçen söz, ya bizzat îmanı Şafiî'nin sözü ildendir ya da değildir. Eğer Şafiî'nin sözündense, bu cevap açık değildir. Çünkü sözün açıklığı, böyle bir cevabı engeller. Eğer ikinci ihtimal geçerli ise, bu durumda bu rieüiin musahhih tarafından İmanı Şafiî'ye nisbeti nasıl cai?. olmaktadır?
[199] Burada gebelik süresinin en az müddetinin altı ay olduğuna delâlet etmek üzere vaz' edilmiş bir kelime bulunmamaktadır. Bilâkis bu netice, iki âyette geçen sürelerin toplanması ve çıkarılması neticesinde elde edilmiştir. Bu İse kesinlikle dolaylı olarak elde edilen bir neticedir.
[200] Cum'a62/9.
[201] Birazdan örnekleri gelecektir. (Ç)
[202] Ankebût 29/56.
[203] Zümer 39/53.
[204] A'râf7/158.
[205] Bakara 2/186.
[206] Mücâdele 58/7.
[207] Kaf 50/16.
[208] Hadislerde gelen dualarda ıstı, nida genel olarak Allah lafza-ı celâli ile yapılmıştır. Her birinin bir hikmet ve sırrı vardır.
[209] Bakara 2/286.
[210] Âl-i İmrân 3/8.
[211] Enfâl8/32.
[212] Aslında müellifçe bunun ta'Iîline ihtiyaç yoktu. Çünkü hu âyet, edeh nedir bilmeyen kâfırlerzümresinin sözünün nakli uluyordu. Asıl izah edilmesi gereken Hz. Nuh'dan naklı-dili'iı:
gibi âyetlerdir. Buna da şu şekilde ct;vap verilebilir: Onların helaki, diğer insanlar için bir rahmettir. Dolayısıyla Hz. Nûh, Rab ismiyk: dua etmesiyle halin gereğinden çıkmış değildir.
[213] Mâide 5/114.
[214] Mâide 5/75. "Yemek yerlerdi" ifadesinden kinaye olarak, bir ilâha yakışmayacak kazâ-i hacete de ihtiyaç duyarlardı mânâsı kasdedilmektedîr.
[215] Arap edebiyatında bir sanat olarak kabul edilir. Söz esnasında meselâ muhatap sığadan gaibe, gâibten muhataba, mütekellimden gaibe... geçme gibi. (Ç)
[216] Fatiha 1/1-4.
[217] Yûnus 10/22.
[218] Abese 80/1-2.
[219] Abese 80/11.
[220] Âl-i İmrân 3/26.
[221] Hz. Peygamber'in, namazda başlangıç olmak üzere okuduğu duanın bir parçasıdır. İmam Şafiî Müsned'inde rivayet etmiştir.
[222] Şuarâ 26/80.
[223] Sebe 34/24.
[224] Zuhruf 43/81.
[225] Hûd 11/35.
[226] Zümer 39/43.
[227] Bakara 2/170.
[228] îsrâ 17/79.
[229] Mâide5/52.
[230] Nisa 4/19.
[231] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/92-105
Konular
- b) Hâcî Olan Maksatlar (Hâciyyât):
- c) Tahsîniyyât:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- ÜÇÜNCÜ NEVİ
- ŞERÎAT, GEREĞİYLE YÜKÜMLÜ TUTULMAK ÎÇÎN KONULMUŞTUR
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele: