İkinci Mesele:

Müteşâbihliğin şer'î nasslarda varlığı bilinmektedir. Ancak bunun miktarı nedir? Bunlar az mıdır? Yoksa çok mudur? İnceleme bu konu üzerindedir. Sabit olan müteşâbih unsurların çok değil az olduğudur. Delilleri: 1.
Bu konuda açık nass vardır: Bu Yüce Allah'ın şu buyruğu ol­maktadır: "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onda kitabın anası olan muhkem âyetler vardır. Diğerleri de müteşâbih âyetlerdir.[8] Muh­kemler hakkında "onlar kitabın anasıdır (ümmü'l-kitâb)" buyurul-ması onların büyük çoğunlukta olduklarını gösterir. Birşeyin anası, o şeyin büyük çoğunluğunu ve tamamına yakın kısmını teşkil eder. Meselâ yolun büyük kısmı anlamında 'ümmü't-tarîk' derler. Bey­nin bütün parçalarını içerisine alan ve onu her taraftan kuşatan beyin zarı için de 'ümmü'd-dimâğ' tabirini kullanırlar. Ümm, aynı zamanda asıl, esas mânâlarına da gelir. Bu anlamda Mekke için 'Ümmü'1-kurâ' (şehirlerin anası) denilir; çünkü yerküre oradan yaratılmaya başlamıştır. Bu anlamda da mânâ birinciye çıkar.[9] Du­rum böyle olunca âyette bulunan "Diğerleri de müteşâbih âyetler­dir'[10]kısmı ile az olan taraf kastedilmiş olmaktadır. 2.
Eğer müteşâbih çok olsaydı o zaman karıştırma ve çıkmaza gir­me çok olurdu ve bu durumda Kuran hakkında onun bir beyan ya da hidayet kaynağı olduğunu söylemek mümkün olmazdı. Halbuki bu tür pek çok âyet bulunmaktadır: "Bu Kuran, insanlara bir açık­lama, sakınanlara yol gösterme (hidayet) ve bir öğüttür[11] "Müttekîler için bir hidayettir[12]"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın[13]diye Kurân'ı indirdik."[14] Kuran, sadece insanlar ara­sında meydana gelen anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak ve onların problemlerine çözüm getirmek için gelmiştir. Müşkil ve açık-seçik olmayan birşey, sadece yeni açmazlara ve şaşkınlıklara sebep olur ve asla hidayet ve beyan özelliği taşımaz. Oysa ki, şeriat ancak bir beyan ve hidayettir. Dolasıyla bu da, müteşâbihin çok olmadığının bir delili olur. Öyle ki, eğer bizzat nass şeriatta müteşâbih unsurla­rın bulunduğunu göstermeseydi, müteşâbihlikten sözetmeye imkan bile olmayacaktı. Ancak nass ile varlığı bildirilen bu müteşâbih un­surlar, mükellefe iman ve tasdik ötesinde bir hüküm getirmemek­tedir ve bu durum gayet açıktır. 3.
İstikra: Müctehid şer'î deliller üzerinde düşündüğü zaman, onların belli bir düşünce sistemi üzerine oturduğunu, hükümleri­nin düzen içerisinde olduğunu, bütün yönleriyle hep aynı bütünün özelliklerini taşıdığını görecektir. Nitekim şu âyetlerde de bu husus belirtilmiş bulunmaktadır: "Bu Kitap, hakim[15] ve haberdar olan Allah tarafından, âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitap'tır[16]"işte bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleri-dir[17] "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ... Kitab'ı sözlerin en gü­zeli olarak indirmiştir.[18] Birbirine benzeyen demek, başı sonunu, sonu da başını tasdik eden demektir. Başı sonu derken nüzul yö­nünden önce inenlerle sonra inenleri kastediyorum,
İtiraz: Müteşâbih azdır nasıl diyebilirsiniz? Az önce tefsir edi­len anlamda müteşâbih gerçekten çoktur; çünkü onun kapsamına mensûh, mücmel, âmm, mutlak ve müevvelden pek çoğu girmekte­dir. Bu sayılanlardan her biri altında ise pek çok  tafsilat vardır. Hatta bu konuda İbn Abbas'tan nakledilen: "Allah herşeyi bilici­dir"[19] âyeti hariç, hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sö-1 zü iddiamızın isbatı için yeterlidir. Şer'î deliller üzerinde kâidele-riyle birlikte detaylarıyla düşünen kimse, onların mahut bidüziye-lik üzere olmadıklarını görür. Meselâ zarûriyyâttan olan vâcibler, zahirde mutlak ve umûmî olarak vacip kılınmışlardır. Sonra hâcî, tekmili ve tahsîni esaslar gelmiş ve onları pek çeşitli şekillerde ve sayılamayacak kadar çok yerde kayıtlamışlardır. Amm ile zikredi­len diğerlerinde de durum aynıdır.
Sonra sen şeriatta üzerinde ittifak edilen konuların, ihtilaf ko­nularına nisbetle çok az olduğunu göreceksin. Bilindiği gibi, üzerin­de görüşbirliği edilen şey açıktır; üzerinde ihtilaf edilen şey de ka­palıdır. Çünkü ihtilafı doğuran şey, şüphesiz ki hükmün mahallin­de mevcut bulunan müteşâbihliktir. Bunlara ilaveten şunu da söy­leyelim: Şeriatın getirdiği yükümlülüklerin esasını emir ve nehiy o-luşturur. Buna rağmen herşeyden önce bunların mânâlarında, son­ra kiplerinde, daha sonra da 'yap' ve 'yapma' ifadelerinin emir ve nehiy için tayin edilmiş kip olup olmadığı[20] konusunda ihtilaf edil­miştir. Bununla kalınmamış ne gerektirdiği[21] konusunda ihtilaf edilmiş ve pek farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu esas üzerine ku­rulmuş üzerinde ittifak edilen, edilmeyen her ferî mesele, bu du­rumda ihtilaf konusu olacak[22] ve bu durum icmâ yoluyla—ki bu çok nadirdir— bir yöne doğru belirleninceye kadar devam edecektir.

Sonra mânâsı lafızlarından elde edilen deliller, kitabın baş ta-rafinda belirtilen kesinliği zedeleyici on unsurdan uzak olduğu sa­bit olmadıkça şaibeli olmada devam eder. Bunların olmadığını tes­pit ise gerçekten çok zor bir iştir.
İcmâa gelince, bu başta tartışmalı bir konudur. Sonra icmâ sa­bit olsa bile, onun ittifakla hüccetliğinin sabit olabilmesi için ger­çekten pek çok şart[23] bulunmaktadır. Bu şartlardan birisi bulun­madığı zaman icmâ hüccet olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen türden olacaktır.

Sonra âmm lafızlar konusunda tâ baştan ihtilaf bulunmakta­dır. Onun için acaba belli bir sîga var mıdır, yok mudur? Eğer var dersek, o zaman onun amelini icra edebilmesi ancak ileri sürülen belli şart ve niteliklerle mümkün olabilecektir. Aksi takdirde mu­teber olmayacak ya da üzerinde ihtilaf edilen konulardan olacaktır. Mutlak ile mukayyed arasındaki ilişki de aynıdır.
Hem sonra delillerin büyük çoğunluğunun delaleti nass[24] ol­mayıp, tevile açık bulunduğuna göre araştırmacının Önünde ihti­mallerden mutlak surette uzak bir delil kalmayacaktır.

Sonra vâhid haberler şeriatta bir esas (umde) olmaktadır ve bunlar deliller içerisinde büyük bir çoğunluğa sahiptirler. Bunlara ayrıca sened yönünden de zayıflık bulaşır. Hatta bunların hüccet olup olmadıkları tartışmalıdır. Eğer hüccetliği kabul edilirse, keza bunların da sıhhat şartları bulunacaktır ve bu şartların bulunma­ması durumunda delilliği zedelenecek ve kendisi ile amel edilmeye­cek yahut da amel edilmesi hakkında ihtilaf sözkonusu olacaktır.
Delillerden hüküm çıkarmanın bir yolu da 'mefhûm'a[25] itibar etmektir. Mefhûm konusu ise tamamen ihtilaflıdır. Bu durumda ih­tilaflı olan bu delillerden üzerinde görüşbirliği edilen bir sonuca ulaşılması mümkün değildir.

Sonra kıyasa döndüğümüzde daha büyük ihtilaflarla karşı kar­şıya kalıyoruz. Çünkü herşeyden önce kıyasın kendisi üzerinde ih­tilaf bulunmaktadır. Sonra onun çeşitleri, illeti belirleme yolları Ve sıhhat şartları konularında büyük görüş ayrılıkları olmuştur. Buna rağmen yirmibeş itiraz konusundan uzak olması da gereke­cektir. Böyle bir delilin şaibelerden uzak olması ve sonunda açık seçik bir hüküm ortaya koyabilmesi gerçekten de çok uzak bir ihti­maldir.

Bir başka nokta daha var: Her bir şer'î istidlal, iki mukaddime üzerine kurulmak durumundadır. Birisi  şer'îdir ve onlar üzerinde durmada su götürür unsurlar vardır, ikincisi ise, nazarî (fikrî) mu­kaddimedir  ve menâtm (yani hükmün dayanağı,   mahalli)  belir­lenmesine yöneliktir. Hükmün her menâtı ise  zorunlu olarak bili­nebilecek şeyler değillerdir. Aksine çoğu kez onları inceleme ve araştırma sonucunda bulmak mümkün olmaktadır. Bu durumda şer'î delillerin  büyük çoğunluğu  nazarî olmaktadır. İbnu'l-Cüvey-nî, aklî-nazarî meselelerde  genelde ittifak etmenin mümkün ola­mayacağını söylemiştir. Bu görüş aynı zamanda el-Kâdî'ye de aittir. Aklî-nazarî konularda durum böyle olunca, aklî olmayan nazarî ko­nularda ittifakın olmaması öncelikli olarak gerçekleşecektir. Bü­tün bunlar sana gösteriyor ki, şeriatta müteşâbih unsurlar gerçek­ten pek çoktur. Dolayısıyla yukarıda yapılan istidlalin bir anlamı yoktur.
Cevap: İtiraz yerinde değildir; çünkü bütün bunlar delilden 1   yoksundur. Şöyle ki: Zikri geçen manâsıyla müteşâbih —her ne ka­dar delillerin mihverini teşkil eden bu türler müteşâbih altına giri­yorsa da— gerçekte onlarda müteşâbihlik bulunmamaktadır. Zira onlar, 'kendilerinden hususîlik murad olunan âmm1 diye tefsir edil­mişlerdir. Onun tahsisine dair delil konulmuş ve böylece ondan mu­rad belirlenmiştir. İbn Abbâs'm "Hiçbir âmm ifade yoktur ki, tahsis görmesin" sözü de buna delalet eder. Kendisinden ne murad edildi­ği beyan edilmişse, o zaman müteşâbihlik nerede?! Diğerlerinde de durum aynıdır. Bunların müteşâbihliği beyandan önce olmaktadır. Onların beyanına dair burhan ikame edilmiştir ve Hz. Peygam-ber'in ölümünden Önce de din tamamlanmıştır. O yüzdendir ki, müctehid tahsis edici unsurların bulunup bulunmadığını araştır­madan sadece âmm bir lafza, keza kayıtlayıcı bir unsur olup olma­dığını araştırmadan doğrudan mutlak bir lafza tutunma gibi bir ta­vır gösteremez. Zira   gerçek beyan bunların her ikisini de birden değerlendirme sonucunda ortaya çıkmaktadır. Delil, sadece âmm lafız değil; o, tahsis edici unsurla birlikte delil olmaktadır. Eğer hâss kaybolursa,   işte o zaman kendisinden hususîlik murad olu­nan âmm lafız müteşâbih kabilinden olacaktır. Bu durumda mak­sat olan tahsis edici unsuru (muhassıs) dikkate almamak ve   onu ihmal etmek[26], artniyetlilik ve doğru yoldan sapma olacaktır.
Bu yüzdendir ki, Mutezile sapık mezheplerden sayılmıştır. Çünkü onlar "Dilediğinizi yapınız"[27]Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin'[28]gibi nasslara tutunmuşlar ve ["Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz"[29] gibi onlara açıklık getiren diğer delilleri dik­kate almamışlardır. Keza "Hüküm ancak Allah'a aittir."[30]âyetine yapışan Haricîler de [31]îç in izden iki âdil kimsenin hükmedece­ği. [32] "Bir hakem onun (kocanın) ailesinden, bir hakem de kadı­nın ailesinden gönderin..[33] gibi onlara açıklık getiren diğer nasslan dikkate almamışlardır. Cebriyye de "Allah sizi ve sizin yaptık­larınızı yaratandır[34] gibi âyetlere yapışmış, fakat onların açıklayı­cısı olan "Yaptıklarınıza (kesb) bir karşılık olmak üzere.[35] gibi âyetleri görmeme zlikten gelmişlerdir. Delilleri tek taraflı olarak ele alıp arkasında ne var ne yok araştırma yönüne gitmeyen diğer kim­selerin durumu da aynıdır. Eğer bu gibileri, delilleri her iki taraflı ele alsalar ve onlarla bunları birlikte değerlendirselerdi, Yüce Al­lah'ın ulaşılmasını istediği sonuca ulaşırlardı ve böylece maksat ha­sıl olurdu.
Bu nokta anlaşıldı ise diyebiliriz ki; beyan, beyan edici unsur­la birlikte ortaya çıkar. Bu durumda beyan edici unsur dikkate alınmadan mübeyyen (beyan edilen unsur) ele alınacak olursa o zaman bu müteşâbih olur; ancak bu müteşâbihlik şer'an haddi za­tında mevcut olan bir müteşâbihlik değildir. Aksine artniyetli kim­seler, müteşâbihliği bunlara bizzat kendileri sokmuşlardır ve bu­nun sonucunda da doğru yoldan sapmışlardır. Bu mânâ, aşağıda arzedilecek olan kaidenin izahı ile daha iyi anlaşılacaktır: [36]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..