Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!
Bu kıyama katılan mebuslar arasında daha sonra sadrazam bile olacak Talat, Hayrı (daha sonra şeyhülislâm), Ömer Naci, Edirne ve İzmir mebusları Faik, Abdullah vesair mebuslar yer almıştı. Bir çok kaymakam, binbaşı, yüzbaşı ve teğmen rütbesinde askeri kişiler, hep birlikde Tanin, Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri yazı işleri vazifesinde çalışanlara siz de, üniversite talebesinden misiniz? diyorsanız bunlar haya etmezlermi?
Neticede bir tarafdan bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve rezaletleri iç de sürerken, dış cephemizde Balkan devletlerinin yapmaya başladığı tecavüzî davranışlarına çâre aramaya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve hududu aşması karşısında evlâd-ı vatanı silah altına almaya başlayıp peyderpey Rumeli'ye şevke başladı.
Kabine Rumeli toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya gayret sarfında iken balkan devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit saldırısına uğramayada başladı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üzerine askeri gönderdi.
Osmanlı askerinin bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz önüne alındığında balkan savaşının başarıyla tamamlanması gayet tabii bir olaydı. Ne çâreki vatanımızı bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi istifadesi karşılığında itti-had ü Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda yemin eden ve orduy-u hümayunda bir hayli bulunan erkân ve komutandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hiyanet ve ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği ümid ve zan edilemezdi.
Kemâli teessüf ve teessürle söyleyelimki; orduyu hümayundaki ittihatçı subaylar, savaşın başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın bir çok yerinin düşman eline geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o subaylar ittihatçılar tarafından ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı askerini savaşdan soğutup, Rumeliyi düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve süleha-i islâmiyye kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve Selanik'in dönme yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi satdi! Niçin savaş ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler. Maalesef bir çok subayda bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike iştirak ettiler.
Hâttâ dahiliye eski nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin birinci âmiri mutlakı vede diğer mensup olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların) ülkemizdeki üstad-ı âzami olan Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker olarak orduya katılmıştı. Böyle yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve komutanların İttihadı terakki gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam tersine, ittihadçılara düşman olan subaylara kendi varlığını hissettirme suretiyle, sindirmeyi temin etmekti. Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler, Cemaller, Fethi'ler ve bunların arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir harekette bulunmayı çıkarlarına mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz verip bu sözlerini yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve fikre tâbi idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da, hoca kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa başladı. Gazi Ahmed Muhtar Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam etmekle birlikte rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve devam etmesine müsaade etmemeğe başladı.
Bu durumu düşünen Paşa çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti ve sağlık sebeblerini ileri sürerek istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde önemle durup ittifak ettikleri Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti saati gelmiş oldu. Bu Gazi Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını almasının sebebini izah etmekte ihmal gösteremeyiz, o devrin bir tarafının karanlıkta kalmasına yol açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere bâzı bilgi kırıntılarını vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.
Efendim bu kabinede Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıbrıslı Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin Hilmi Paşa da, vazife aldığından büyük kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın koltuğunu doldurduğundan kinaye, Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir. Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli kimseler ile kurmuş olmasından dolayı, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu şöhret dolu kabi neyle nasıl iş göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir ki merak etmeyin ben haklarından gelirim dediği ileri sürülür.
Ali Fethi Okyar bey, "üç Devirde Bir Adam" adlı hatıratında Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın sadarete getirilmesi ayan reisliğinden ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa boşalan ayan riyasetine getirildiğinde seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek üzere olan Talat bey'e sordum diyor: "Nedir bu? Senelerdir dama taşı gibi eskiler makamları paylaşıyorlar gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in cevabı ise; 'kabahat bizim. Hem iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da nasıl geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali Fethi bey" Fethi bey büyük bir açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil idi." demekteydi.
Bizim burada yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi parti liderleri ve bağımsız zevatın bu makamı boşalttıktan sonra her hangi bir kabinede vazife alma hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış, kabinede sadrazamla beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günümüze, bunun mümkün olduğunu seksensekiz sene önce göstermişler. Bu da siyasi hayatımızın ve parlamenter sistem bizim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır diye düşüncemi belirtirken, Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışayım: Balkan devletleri arasında ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır politikasının tatbiki, bu devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına kaldırdıklarını beraberce osmanlı üzerine saldırıya karar verdiklerini belirtmiştik.
Bunu sağlayan 3/7/19 10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler kanunu olduğunu da bu arada hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin içine girmesi bu sırada o derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi fırkalara eğilimli subaylar biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye gelmişlerdi.
Cevdet Bey ve Oğullan adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm vermediğini başka bir mülazım arkadaşına anlattığını okumak kabildir. Yâni bu mahzurlu husus o kadar yayılmışki romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik vak'a hâline gelmiştir. Hatta; bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl Paşa, orduya siyaset girmesin şeklinde bir uyanda bulunduğu üst makamlar tarafından idam talebiyle mahkemeye verildiği Behiç Bey adlı bir mektep arkadaşına yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu ordunun durumundan habersiz Avrupa devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini aralarında yaptıkları müşavere esnasında kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir kaç gün içinde düşmanlarını parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar birbirini takip ediyor, Osmanlı genel kurmayı, balkanların bu ittifak edişini sükûnetli günlerin başlangıcı kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi vuku buldu.
Babıâli ise Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulunduğu hayli sayıdaki ağır topların, Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile Belgrad'a şevkine izin vermesi pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile Macaristan bu topların ileir-de kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp, topraklarından geçirmemeleri ortadayken, bizimkilerin buna izin vermeleri nasıl geniş bir gizli teşkilâtın örtülü eylemi olduğunu tedai ettiriyor.
Hemen ilâve edelimki Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o sıralarda hari- ciye nezaretine bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine, Rusların verdiği balkanlarda savaş olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır ki doğru bir düşüncedir, Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi harp harp! Diye nümayiş yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân ederken, 12 gün içinde karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da görü-verdik. 5 kolordudan müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa 1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta etmekteydi. Edirne mevkii müstahkemindeki bağımsız kuvvetler de, Şükrü Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara karşı kuvvetler Selânik'de bir kolordu ile Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa komutasındaki birlikler bulunuyordu. Karadağlılara karşı da hazırlanan kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı Makedonya savunması daha sonraları sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya tevcih edilmişti. Meşhur sadnazamlardan Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu savaşalann adetâ başkumandanı olmakla beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya müsaid değildi. Nitekim, İttihatçı ve Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip zabitler biri-birlerinin yardımına değil, diğerinin rezil olmasına gayret sarfında idiler.
Nâzım Paşa ilk iş olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma geçirtti. Fakat taarruza geçen biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye başlandı. Bulgarlar üç gün içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki Lüleburgaz savaşımda kazanınca, bizim birlikleri şaşkın ve münhezim bir halde tüfeğini dahi atarak kaçtığını görüyoruz, böylece Kırklareli'nin Bulgarların eline düşmesi gibi Çatalca üzerine engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.
Dört gün süren 15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca istihkâmlarına yapılmaya başlanan Bulgar hücumu bu istihkâmlar karşısında kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan kuvvetleri, Ekim eymın- 20.günü bizim batı ordumuzu Kosova sahrasında yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin intikamını almış gibi se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da 1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha zelil etmişken, bir kırık dökük galibiyetle bunun acısını çıkardık sanmak gâvur mantığından başka bir sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele geçirmiş bulunan Yunanlılar 2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey taraflarında harekete görüldü. Manastır, Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan birlikleri bir hafta içinde bu yerleşim alanlarına bir kara belâ gibi çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi alan Yunan veliahdı komutasındaki Kostantin, sanki 1897'nin intikamını alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar ediyordu.
Selanik üzerine yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendirilmiş jandarma Paşası Tahsin Paşa emrindeki güçlü birliklere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya açılan penceresi addedilen Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah, teçhizat ve askeriyle beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş, Debre, Draç limanı ve Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman eline geçti. Müdafaaya gayret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi, Yanya Kalesi ve de İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tevkif edildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar Grey yönetiminde konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde takvimler 16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlılara geçişi bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve Sa^ız adaları idi. Kasım ayı bitmeden yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile Yunan donanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi belirtiyor gibi geliyor bana.
Yılmaz Öztuna Bey, Londra konfe- ransını şöyle kritik ediyor değerli çalışmasında: "Londra konferansı, iki tarafın sulh şartlan arasında hiçbir yakınlık olmaması dolaysıyla
6/ocak/1913'de dağıldı. 3/ Şubat da Bulgar mütarekesi bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden başladı. Türkler, konferansta Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden başka bir tavize yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden biri olacaktı. Girid hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de kalacaktı. Bu günkünden daha geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk tekliflerinin esası buydu. Bu tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. Ancak büyük devletlerin savaşın başında hiç bir toprak değişikliğini tanımayacakları maddesine istinad ediyordu.
Fakat, savaşın cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de Türklerin aleyhine dönünce büyük devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla ileri sürdükleri bu statükoyu bir daha ağızlarına bile almadılar. Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri olsun, avrupa tarafından aldatila aldatila pişecekler fakat kıvamlarını bulmıya vakit kalmadan da imparatorluk dağılacaktır." Demektedir.
Edirne Bulgar muhasarası altında yapılan yanlış bir mütareke yüzünden açlıktan kıvranıyor, şehirde otlar, ağaç kabukları hâttâ fareler bile yenmiş idi. Şehrin gıda yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa istihkâmlar dayanıklı silah stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay 5 gün mukavemet eden Şükrü Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de teslim oldu.
Bulgar Kralı Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek suretiyle askeri şahsiyetine hürmetini ifa ettiydi, istanbul muhafızı olan meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye göstermeyip, hükümet aleyhinde bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine götürdü. Bu Şükrü Paşanın asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan Talat Bey'i tehdit ettiğinin bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır. Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe veririm diye Talat Bey'i asker arasında bozgunculuk yapmakla itham etmişti.
Edirne'nin Bulgarin eline geçişi sonrasında o dünya harikası Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz kalmış, merhum pederim Edirne sanayii mektebinin genç bir stajyer öğretmeni olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle yaralanmış, okul müdürü Ressam Hasan Rıza bey'i kollarından bağlamışlarken, bu hassas, hassas olduğu kadar da güçlü kuvvetli zat, ipleri kopararak, her vurduğu Osmanlı tokadının birinde bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere dört tane Bulgar kopilini sermiş ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri altında şehadet şerbetini içtiğini pederim anlattığı zaman o da ağlar dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup da bu zulümlerle hatırası olmayan hiç bir muhacir aile yoktur. Valide tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına şecaatle mukavemet eden ahali içinde yer almış, sahibi oldukları meşhur "Kaçka Çiftliği" içindeki kurdukları tertibatla kahraman asker Esat (Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip (Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler ile beslemeye çalışmışlardır. Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı organizasyona tâbi olduğu bir vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma ezanını minareye tevcih edilen ve Yanya Rumlarının attıkları mermilerin verdiği sıkıntıyla çıkamayan müezzinlerin yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle ezan okumuş ancak mermilerin başının bir karış üzerinden, sağından, solundan geçmesinden mütevellid ezandan sonra komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu acı kayıplarla kapanmıştı.
Neticede bir tarafdan bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve rezaletleri iç de sürerken, dış cephemizde Balkan devletlerinin yapmaya başladığı tecavüzî davranışlarına çâre aramaya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve hududu aşması karşısında evlâd-ı vatanı silah altına almaya başlayıp peyderpey Rumeli'ye şevke başladı.
Kabine Rumeli toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya gayret sarfında iken balkan devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit saldırısına uğramayada başladı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üzerine askeri gönderdi.
Osmanlı askerinin bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz önüne alındığında balkan savaşının başarıyla tamamlanması gayet tabii bir olaydı. Ne çâreki vatanımızı bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi istifadesi karşılığında itti-had ü Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda yemin eden ve orduy-u hümayunda bir hayli bulunan erkân ve komutandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hiyanet ve ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği ümid ve zan edilemezdi.
Kemâli teessüf ve teessürle söyleyelimki; orduyu hümayundaki ittihatçı subaylar, savaşın başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın bir çok yerinin düşman eline geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o subaylar ittihatçılar tarafından ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı askerini savaşdan soğutup, Rumeliyi düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve süleha-i islâmiyye kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve Selanik'in dönme yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi satdi! Niçin savaş ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler. Maalesef bir çok subayda bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike iştirak ettiler.
Hâttâ dahiliye eski nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin birinci âmiri mutlakı vede diğer mensup olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların) ülkemizdeki üstad-ı âzami olan Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker olarak orduya katılmıştı. Böyle yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve komutanların İttihadı terakki gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam tersine, ittihadçılara düşman olan subaylara kendi varlığını hissettirme suretiyle, sindirmeyi temin etmekti. Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler, Cemaller, Fethi'ler ve bunların arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir harekette bulunmayı çıkarlarına mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz verip bu sözlerini yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve fikre tâbi idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da, hoca kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa başladı. Gazi Ahmed Muhtar Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam etmekle birlikte rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve devam etmesine müsaade etmemeğe başladı.
Bu durumu düşünen Paşa çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti ve sağlık sebeblerini ileri sürerek istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde önemle durup ittifak ettikleri Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti saati gelmiş oldu. Bu Gazi Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını almasının sebebini izah etmekte ihmal gösteremeyiz, o devrin bir tarafının karanlıkta kalmasına yol açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere bâzı bilgi kırıntılarını vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.
Efendim bu kabinede Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıbrıslı Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin Hilmi Paşa da, vazife aldığından büyük kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın koltuğunu doldurduğundan kinaye, Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir. Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli kimseler ile kurmuş olmasından dolayı, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu şöhret dolu kabi neyle nasıl iş göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir ki merak etmeyin ben haklarından gelirim dediği ileri sürülür.
Ali Fethi Okyar bey, "üç Devirde Bir Adam" adlı hatıratında Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın sadarete getirilmesi ayan reisliğinden ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa boşalan ayan riyasetine getirildiğinde seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek üzere olan Talat bey'e sordum diyor: "Nedir bu? Senelerdir dama taşı gibi eskiler makamları paylaşıyorlar gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in cevabı ise; 'kabahat bizim. Hem iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da nasıl geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali Fethi bey" Fethi bey büyük bir açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil idi." demekteydi.
Bizim burada yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi parti liderleri ve bağımsız zevatın bu makamı boşalttıktan sonra her hangi bir kabinede vazife alma hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış, kabinede sadrazamla beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günümüze, bunun mümkün olduğunu seksensekiz sene önce göstermişler. Bu da siyasi hayatımızın ve parlamenter sistem bizim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır diye düşüncemi belirtirken, Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışayım: Balkan devletleri arasında ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır politikasının tatbiki, bu devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına kaldırdıklarını beraberce osmanlı üzerine saldırıya karar verdiklerini belirtmiştik.
Bunu sağlayan 3/7/19 10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler kanunu olduğunu da bu arada hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin içine girmesi bu sırada o derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi fırkalara eğilimli subaylar biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye gelmişlerdi.
Cevdet Bey ve Oğullan adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm vermediğini başka bir mülazım arkadaşına anlattığını okumak kabildir. Yâni bu mahzurlu husus o kadar yayılmışki romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik vak'a hâline gelmiştir. Hatta; bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl Paşa, orduya siyaset girmesin şeklinde bir uyanda bulunduğu üst makamlar tarafından idam talebiyle mahkemeye verildiği Behiç Bey adlı bir mektep arkadaşına yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu ordunun durumundan habersiz Avrupa devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini aralarında yaptıkları müşavere esnasında kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir kaç gün içinde düşmanlarını parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar birbirini takip ediyor, Osmanlı genel kurmayı, balkanların bu ittifak edişini sükûnetli günlerin başlangıcı kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi vuku buldu.
Babıâli ise Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulunduğu hayli sayıdaki ağır topların, Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile Belgrad'a şevkine izin vermesi pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile Macaristan bu topların ileir-de kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp, topraklarından geçirmemeleri ortadayken, bizimkilerin buna izin vermeleri nasıl geniş bir gizli teşkilâtın örtülü eylemi olduğunu tedai ettiriyor.
Hemen ilâve edelimki Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o sıralarda hari- ciye nezaretine bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine, Rusların verdiği balkanlarda savaş olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır ki doğru bir düşüncedir, Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi harp harp! Diye nümayiş yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân ederken, 12 gün içinde karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da görü-verdik. 5 kolordudan müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa 1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta etmekteydi. Edirne mevkii müstahkemindeki bağımsız kuvvetler de, Şükrü Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara karşı kuvvetler Selânik'de bir kolordu ile Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa komutasındaki birlikler bulunuyordu. Karadağlılara karşı da hazırlanan kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı Makedonya savunması daha sonraları sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya tevcih edilmişti. Meşhur sadnazamlardan Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu savaşalann adetâ başkumandanı olmakla beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya müsaid değildi. Nitekim, İttihatçı ve Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip zabitler biri-birlerinin yardımına değil, diğerinin rezil olmasına gayret sarfında idiler.
Nâzım Paşa ilk iş olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma geçirtti. Fakat taarruza geçen biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye başlandı. Bulgarlar üç gün içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki Lüleburgaz savaşımda kazanınca, bizim birlikleri şaşkın ve münhezim bir halde tüfeğini dahi atarak kaçtığını görüyoruz, böylece Kırklareli'nin Bulgarların eline düşmesi gibi Çatalca üzerine engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.
Dört gün süren 15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca istihkâmlarına yapılmaya başlanan Bulgar hücumu bu istihkâmlar karşısında kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan kuvvetleri, Ekim eymın- 20.günü bizim batı ordumuzu Kosova sahrasında yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin intikamını almış gibi se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da 1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha zelil etmişken, bir kırık dökük galibiyetle bunun acısını çıkardık sanmak gâvur mantığından başka bir sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele geçirmiş bulunan Yunanlılar 2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey taraflarında harekete görüldü. Manastır, Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan birlikleri bir hafta içinde bu yerleşim alanlarına bir kara belâ gibi çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi alan Yunan veliahdı komutasındaki Kostantin, sanki 1897'nin intikamını alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar ediyordu.
Selanik üzerine yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendirilmiş jandarma Paşası Tahsin Paşa emrindeki güçlü birliklere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya açılan penceresi addedilen Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah, teçhizat ve askeriyle beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş, Debre, Draç limanı ve Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman eline geçti. Müdafaaya gayret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi, Yanya Kalesi ve de İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tevkif edildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar Grey yönetiminde konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde takvimler 16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlılara geçişi bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve Sa^ız adaları idi. Kasım ayı bitmeden yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile Yunan donanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi belirtiyor gibi geliyor bana.
Yılmaz Öztuna Bey, Londra konfe- ransını şöyle kritik ediyor değerli çalışmasında: "Londra konferansı, iki tarafın sulh şartlan arasında hiçbir yakınlık olmaması dolaysıyla
6/ocak/1913'de dağıldı. 3/ Şubat da Bulgar mütarekesi bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden başladı. Türkler, konferansta Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden başka bir tavize yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden biri olacaktı. Girid hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de kalacaktı. Bu günkünden daha geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk tekliflerinin esası buydu. Bu tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. Ancak büyük devletlerin savaşın başında hiç bir toprak değişikliğini tanımayacakları maddesine istinad ediyordu.
Fakat, savaşın cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de Türklerin aleyhine dönünce büyük devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla ileri sürdükleri bu statükoyu bir daha ağızlarına bile almadılar. Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri olsun, avrupa tarafından aldatila aldatila pişecekler fakat kıvamlarını bulmıya vakit kalmadan da imparatorluk dağılacaktır." Demektedir.
Edirne Bulgar muhasarası altında yapılan yanlış bir mütareke yüzünden açlıktan kıvranıyor, şehirde otlar, ağaç kabukları hâttâ fareler bile yenmiş idi. Şehrin gıda yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa istihkâmlar dayanıklı silah stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay 5 gün mukavemet eden Şükrü Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de teslim oldu.
Bulgar Kralı Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek suretiyle askeri şahsiyetine hürmetini ifa ettiydi, istanbul muhafızı olan meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye göstermeyip, hükümet aleyhinde bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine götürdü. Bu Şükrü Paşanın asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan Talat Bey'i tehdit ettiğinin bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır. Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe veririm diye Talat Bey'i asker arasında bozgunculuk yapmakla itham etmişti.
Edirne'nin Bulgarin eline geçişi sonrasında o dünya harikası Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz kalmış, merhum pederim Edirne sanayii mektebinin genç bir stajyer öğretmeni olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle yaralanmış, okul müdürü Ressam Hasan Rıza bey'i kollarından bağlamışlarken, bu hassas, hassas olduğu kadar da güçlü kuvvetli zat, ipleri kopararak, her vurduğu Osmanlı tokadının birinde bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere dört tane Bulgar kopilini sermiş ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri altında şehadet şerbetini içtiğini pederim anlattığı zaman o da ağlar dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup da bu zulümlerle hatırası olmayan hiç bir muhacir aile yoktur. Valide tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına şecaatle mukavemet eden ahali içinde yer almış, sahibi oldukları meşhur "Kaçka Çiftliği" içindeki kurdukları tertibatla kahraman asker Esat (Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip (Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler ile beslemeye çalışmışlardır. Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı organizasyona tâbi olduğu bir vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma ezanını minareye tevcih edilen ve Yanya Rumlarının attıkları mermilerin verdiği sıkıntıyla çıkamayan müezzinlerin yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle ezan okumuş ancak mermilerin başının bir karış üzerinden, sağından, solundan geçmesinden mütevellid ezandan sonra komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu acı kayıplarla kapanmıştı.
Konular
- Otuz İki Ay Nasıl Geçti
- Osmanlı-İtalya Harbi
- Mehmed Said Paşa'nın Sadareti
- İtalyanların Trablüsgarb Ve Bingazi'yi İlhakı
- İtilaf Ve Hürriyet Fırkası'nın Kuruluşu
- Said Paşanın Onuncu Sadareti
- Anayasa Madde: 35
- Belâlar Yağmur Gibi Yağıyor
- Balkan İttifakı
- Arnavutluk Meselesi
- Sadaret Tevcihine Yapılan Tesirler
- Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti
- Gazi Paşanın Yanlışı Neydi?
- Almanya İmparatoruna Hulus Mu?
- Gazi Sadrazamın İkna Çalışması
- Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!
- Kâmil Paşanın 4. Sadareti
- Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali
- Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet!
- Bâb-I Âlî Baskını
- Babıâli Baskını Tasviri
- Son Darbe '
- Üzerinde Durulacak Soru!
- Kâmil Paşanın İstifası
- Bir Başka Yönüyle Babıali Baskını
- Ömer Naci Bey'in Ayıbı!
- Osmanlı-İngiltere Mutasavver İttifakı
- Sultan Reşad'a Kâmil Paşanın Layihası
- Kâmil Paşa İngiliz Sefaretine Sığınıyor!
- Mısır Meselesi