ONDÖRDÜNCÜ MESELE:


Birinci kasıt üzere birşeyi emretmek, tevâbi'i[286] emretmek de­ğildir. Tevabi', eğer emredilen birşey ise ayrıca yeni bir emre ihtiyaç duyar. Bunun delili, daha önce geçtiği üzere, mutlak emirden mukayyed enirin lâzım gelmediğidir. Burada tevabi', asılların (metbû) belli bir şekil üzere edası anlammadır. Emir ise mutlak olarak taalluk etmiş olup mukayyed değildir. Dolayısıyla mutlak lafızların gereği[287] ne ise onun yerine getirilmesi yeterlidir. Bu du­rumda asılların illâ da belli bir şekil ya da belli bir sıfat üzere ger­çekleştirilmesi gerekmez. (Böyle bir tekellüf için, sair şekiller ve sı­fatlar içerisinde) belli bir şekil ya da sıfatın belirlenmesi gerekir. Lanz ise husûsî olarak böyle birşeyi ortaya koymamaktadır. Bu du­rumda husûsî olarak belli bir şekil ya da sıfatın tahsisi için yeni bir delile ihtiyaç vardır. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.
Bunun üzerine şu sonuç doğar: Mükellef, mutlak olarak gelen emirlerin gereklerini yerine getirirken, onları illâ da belli bir şekil üzere ifa etmeyi iltizam etmesi için delile ihtiyaç duyar. Meselâ biz mükellefin bir ibadetin —belli bir şekil üzere diye kayıtlama yapıl­maksızın— edası ile memur olduğunu düşünelim. Böyle bir du­rumda meşru kılınan şey, belli bir şekil ya da sıfat üzere diye ka-yıtlanamaz. Aksine mutlak emir sığasının altına girecek şekilde ifası yeterlidir. Meselâ âzâd ile emrolunan kimse, mutlak surette âzâd ile emrolunmuş olur ve âzâd edilecek kölenin meselâ kadın de­ğil de erkek olması, beyaz değil de siyah olması, usta değil de kâtip olması vb. gibi herhangi bir kayıtla takyidine gidilmez. Buna rağ­men mükellef, âzâd konusunda illâ da şöyle olacak diye bu saydık­larımızdan belli bir neVi iltizam edecek olursa, bu iltizamının sahih olabilmesi için delile ihtiyacı vardır. Aksi takdirde onun bu iltizamı gayrı meşru olacaktır. Aynı şekilde mükellef, meselâ öğle namazın­da başkasını değil de illâ şu sûreyi okuyacak diye iltizamda bulun­sa, veya dere suyundan değil de illâ kuyu suyundan abdest alacak diye, ya da benzeri asıllar hakkındaki emrin tevâbi'i (yani ifa şekil­lerinden biri) durumunda olan daha başka bir tekellüfe girse, bu­nun şer'an bir anlamı olabilmesi için mutlaka delile ihtiyaç vardır. Aksi takdirde şeriatta bunlar sahih olmaz, öbür taraftan bu gibi te-kellüfler, aslı ortadan kaldırma gibi bir sonuca da götürebilecek özelliktedir.[288]

Şöyle ki: Emir, emredilen asıla mutlak bir ifade ile taalluk etti­ği, o aslın illâ da tâbi durumunda olan belli bir şekil ya da sıfat üze­re yapılmasını gerektiren başka bir emir de bulunmadığı zaman, biz Şâri'in kasdından, meşru kılmanın mutlak (kayıtsız) bir amel olduğunu ve lâfzın delâlet ettiği hususun (emredilen şeyin) illâ da belli bir şekil ya da sıfat ile kayıtlı olmadığını anlamış oluruz. Hal böyle iken, onu belli bir şekil ya da sıfatla tahsis eden kimse, o em­ri mutlak hali üzere gerçekleştirmiş olmaz. Dolayısıyla tekellüfe girdiği kayıtlama için delile ihtiyaç duyar, ya da bu haliyle Şâri'in maksadına muhalefet etmiş olur.
İmam Mâlik'e mescidde kıraatte[289] bulunmanın hükmü soru­lur. O şöyle cevap verir: "Eskiden böyle birşey yoktu. O sonradan ihdas edilmiştir" Sonra şöyle devam eder: "Kur'ân okumak güzel birşeydir. (Ancak şu unutulmamalıdır ki) bu ümmetin sonra gelen­leri, önde gelenlerinin yapageldiklerinden daha isabetli hiçbir şey ortaya koyamayacaklardır" O yine şöyle der: "Bugünün insanları, acaba kendilerini Önceki nesillerden hayra daha çok rağbetli mi görmektedirler ki?!"

İbn Rüşd de şöyle der: "Her sabah namazının sonunda Kurtuba camiinde yapıldığı üzere, sanki sünnetmiş gibi namazlardan sonra ya da belli bir şekil üzere Kur'ân okumayı âdet edinmek bid'âttir. Ama böyle olmaksızın mescidlerde Kur'ân okumakta bir beis yok­tur ve mekruh olacak bir tarafı olmaz. İmam Mâlik'in işaret etmiş olduğu şey, bir başka yerde açıkça söylediği olmalıdır. Çünkü o, meselâ İskenderiyelilerin yaptığı gibi toplantı yapıp belli bir sûreyi (hep bir ağızdan koro halinde) okuyan bir topluluk hakkında yap­tıklarının mekruh olduğunu söylemiş ve bu yaptıklarının sahabe­nin yapageldikleri amele uymadığını belirterek tepki göstermiştir.
İmam Mâlik'e yine Arafa günü insanların mescidde ikindi na­mazından sonra oturup dua etmelerinin hükmü sorulur. O bunu da mekruh görür. Ona: "Bir insan yerinde otururken diğerleri etrafına toplamp çoğahyorlar. Böyle bir halde ne yapmalı?" diye sordukla­rında o: "Oradan ayrılır. Böyle bir durumda o kimsenin evinde oturması daha hayırlı olur" der. İbn Rüşd şöyle diyor: İmam bunu, haddizatında duanın güzel birşey olmasına ve en efdalinin de Arafa gününde yapılanı olmasına rağmen mekruh görmüştür. Çünkü bu­nun için toplanmak bid'âttir. Hz. Peygamber'den şöyle bu­yurduğu rivayet edilir: "En güzel hidayet (din) Muhammed'in teb­liğ ettiği hid'ayettir. İşlerin en şerlisi sonradan ihdas olunanlardır. Her bidat sapıklıktır'[290] İmam Mâlik, bir kimsenin sadece secde âyetlerini okuyarak secde etmesini mekruh görmüştür. Müdevve-ne'de bir kimsenin oturup dinleyenlere — öğrenme kasdı olmaksı­zın— secde âyetlerini okumasını mekruh görmüş, bunları mescidde okuyup etrafına toplanılan birisine tepki göstermiş ve oradan uzak-laşılmasını söylemiştir. Yine Müdevvene'de: "Bir kimse, mescidde oturup orada secde âyetini okuyacağını bildiği biri ile beraber otur­maz, oradan kalkar" demiştir.
İbnul-Kâsım şöyle der: İmam Mâlik'i işittim; şöyle diyordu: "Namazda, ayaklar hiç oynamayacak şekilde durmayı (itimad) ilk kez ihdas eden kimse ünlü sanlı biridir. Ancak ben onun adını ver­mek istemiyorum" İmam onun hakkında övgüde bulunmazdı. İbn Rüşd şöyle der: İmam Mâlik'e göre bir insanın namazda iken ayak­larını oynatarak rahatlaması caizdir. Onun mekruh gördüğü şey ayakların birbirine iyice bitiştirmesi ve bunun sonucunda her iki ayağının üzerine ağırlığını vermemesidir. Bu şekilde hareket (yani itimad) namazın erkânından değildir. Zira bu ne Hz. Peygamber'-den ne ashabtan ne de selef-i sâlihten gelmemiştir. Dola-yısya bu sonradan ihdas edilmiş bid'atlerden olmaktadır.[291]

İmam Mâlik'ten benzeri şeyler, dua için ayakta durmak, hatim duası yapmak, namazdan çıktıktan sonra dua için toplanmak, na­maz için çağırıyı yenilemek (tesvîb), hayvan boğazlarken çekilmesi gereken besmeleye ilavede bulunmak, tavaf sırasında devamlı oku­mak, birşeye hayret sırasında salavât getirmek... ve benzeri insan­lar arasında yaygın bulunan birçok konu hakkında da gelmiştir. Bu gibi konularda emir mutlak olarak gelmiş, daha sonra insanlar bir delile dayanmaksızın bazı kayıtlar getirerek tekellüfe girmişlerdir. Sonradan ihdas edilen bid'atların çoğu böyle çıkmıştır.
Hadiste şöyle buyurulur: "Sakın sizden biri, namazında şeyta­na bir pay ayırmasın! Kişi, namaz (kıldığı yerden) ancak sağ taraf­tan ayrılması gerektiğine inanır"[292]
İbn Ömer ve diğerlerinden namazda iken sağa sola bakmanın (iltifat) hükmü sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: "Şöyle şöyle ba­karız ve insanların yaptıklarını yaparız" Bu haliyle sanki o, sağa sola bakmamayı tekellüf saymış ve riayet edilmesi için hakkında bir delil bulunmadığını düşünmüştür.[293]
Hz. Ömer (Amr b. el-Âs'a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğümü yıka­rım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)" [294]O bunu de­vamlı olarak yapılmayan birşey hakkında söylemiştir. Ya bir de de­vamlı olarak tekeffül edilen şey hakkında ne demeli?
Bu konuda hadis ve haberler çoktur ve hepsi de mutlak olarak gelen emirlerin gereği konusunda, belirli şekil ve niteliklerin ilti­zam edilmesi için mutlaka delile ihtiyaç bulunduğunu göstermekte­dir. Aksi takdirde ileri sürülen, şer'î bir dayanaktan yoksun kafadan atma bir söz olur ve değeri olmaz. Elde edilen bu fayda, bu me­sele ile birlikte mutlak emir mukayyede hamledilmez[295] meselesi­nin birlikte değerlendirilmesinin sonucu olmaktadır. [296]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..