Zekât   Bölümü

Musannif, Yüce Allah' (C.C.) in
«Namazı kılın, zekâtı verin» [187]  emr-i şerifine ve yine «Onlar namazı kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de (Al­lah yolunda) harcarlar.» [188] kavl-i şerifine uyarak «Zekât Bölü­mü» nü «Namaz Bolümü» nün peşisıra zikretmiştir.
Zekât; şâri'in ta'yin etmiş oiduğu malın bazısını kesinlikle temlik, etmek (mülk edindirmek) tir. [189] Kenz'de : «Zekât, malı Hâşimİ ol­mayan Müslüman fakire temlik etmektir.» denilmiştir.
Ben derim ki: Bu ta'rif mutlak sadakayı içine alır, ta'rîfin zekâta tahsisi yoktur. Burada kabul edilen ta'rîf ona karşıdır. Çünkü «şâri'in ta'yin etmiş olduğu» sözü tahsis [190] ifâde eder. Çünkü sadakada ta'yin yoktur.

Zeylaî (Rh.A.) demiştir ki : Şayet bir kimse kelfâret temlik etse, Kenz'in ta'rîfine göre bunun için suâl vârid olur. Çünkü mezkûr vasıf ile temlik, keifârette mevcûddur. Eğer Kens sahibi : «Mal için lâzım olan bir şekilde temlik etmektir.» demiş olsaydı, keffârel o ta'rîfden ay­rılmış olurdu. Çünkü zekâtta malı temlik vâcibdir,

«Cezmen = kesinlikle» demem; kelfâret için soru sorulmasın, di-yedir. Çünkü «cezmen» lafzının mânâsı: «Kendinde temlikin gayrına ihtimalsiz olarak ibâhat gibidir» demektir. Çünkü keffâret kendinde (nefsinde)  temlik gerektirmez. Zekât onun gibi değildir. Çünkü zekâtın meşrûiyyeti, Yüce Allah' (C.C.) in «Zekâtı verin» emri şerifidir. İtâ-ı zekât. «zekâtı vermek» ise - müfessirlerin açıkladıkları gibi - temlik gerektirir.

İbâhat ile zekâtın hükmü hâsıl olmaz. Hattâ bir kimse bir yetime kefil olsa, ve o yetime zekât niyetiyle infâk etse caiz görülmez. Keffâ­ret bunun aksinedir. Eğer o yetimi zekât niyetiyle giydirse, temlik mev-cûd olduğu için caizdir.
Zekâtı, Hâşimi olmayan ve Hâşimî'nin azadlı kölesi olmayan Müs­lüman fakire temlik etmek gerekir. [191] Musannif bu sözde fakire, laf-zryle fakiri zenginden ayırdetmiştir. Müslüman demekle de kâfiri ayır-detmiştir. Hâşimî olmayan ve Hâşimî'nin azadlı kölesi olmayan ile Hâ­şimî ve Hâşimî'nin azadlı kölesi olanları ayırdetmiştir. Onların Hâşimî olduğunu bilerek zekât vermek caiz değildir. Yakında bunun açıklaması gelecektir.

Zekât, her bakımdan maldan mâlikin menfaatinin kesilmesiyle be­raber Müslüman fakır için temliktir. Bu söz ile kendi mâlikin fürûuna - fürûu ne kadar aşağı giderse gitsin - vermesini ayırdetmiştir. Usûiüne yâni baba ve dedelerine (ecdadına) - ne kadar yukarı giderse gitsin -vermesini de ayırdetmiştir. Yine kocanın karışma ve karının kocasına vermesini ayırdetmiştir. Nitekim açıklaması ileride gelecektir.

Zekâtı, Yüce Allah' (C.C.) in emrine ilâat ve onun rızâsı için ver­mek gerekir. Zira zekât vermek ibâdettir. Bu durumda, onda Yüce Allah (C.C.) için ihlâs lâzımdır. Çünkü Yüce Allah (C.C.) :
«Halbuki onlar, ancak Allah'a, O'nun dîninde ihlâs (ve samîmiy-yet) erbabı olarak ibâdet etmelerinden... başkasıyle emrolunmamışlar-dı.» [192] buyurmuştur.

Zekâtın vâcib olmasının (farz-iyyetinin) şartı, âkil ve baliğ olmak­tır. Çünkü bu ikisi, olmayınca teklif yoktur. Yine Müslüman olmaktır. Çünkü İslâm, bütün ibâdetlerin sıhhati için şarttır. Yine zekâtın vâcib olmasının şartı, temlikin gerçekleşmesi için hür olmaktır. Çünkü köle temlike mâlik olamaz.
Zekâtın vâcib olmasının (farziyyetinin) sebebi - Mükâtebin malın­da olduğu gibi, yalnız mâlikiyyet yönüyle olmayarak - boredan ayrı, nisâb [193] için tâm mülktür. Çünkü mükâtebin [194] malı, gerçekde efen­disinin mülküdür. Her ne kadar bu Kenz'de zekâtın vucûbunun şart­larından sayılmış ise de, şüphesiz usûl kitablarındaT zekâtın sebeb-i vu­cûbunun mezkûr mülk olduğu yazılıdır.
(Burada) nisâb itibâr olunmuştur. Çünkü Kesûlüllah (SAV.) ze­kâtın sebebini nisâb ile takdir etmiştir. Zekât, borçtan hâlî olacaktır, Iîorc   (deyn)   ile nıurâd  :   Kullar tarafından istenilen boredur. Hattâ borç, nezr ve keüâreti mcnetmez. Nisabın bekası hâlinde borç zekâtı meneder. Keza, nisabın istihlâkmdan sonra da zekâtı meneder. Çünkü imâm (İslâm devlet başkanı), zekâtı emvâl-i zahire [195] (görünen mal­lar) den ister. Vekilleri ise emvâl-i bâtına «gizli mallar» dan ister. O vekiller iş erbabıdır. Çünkü Hz. Osman (R.A.) zamanına kadar emvâl-i batmadan zekâtı imâm (Halîfe) alıyordu. Hz. Osman (R.A.), emvâl-i batmada zulüm yapılmasını gidermek için, onun zekâtını vermeyi sâ-hiblerine bırakmıştır. O vazife Hz. Osman (R.A.) zamanından itibaren malların sâhiblerine bırakılmıştır.

Borcun asalet yoluyla veya kefalet yoluyla olmasında fark yoktur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) ve daha başkaları da zikretmiştir.

Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) zekâtı, nezr ve kefffârete eklemiştir. Bu ekle­me Hidâye'ye ve ondan başkasına da muhaliftir. Belki bu, kitabın kop­yasını çıkaran ilk kâtibin hatasıdır.
Zekat, kişinin hâcet-i asliyyesinden [196] hâriç (fazla) nisâb için tâm mülk olmasıdır. Oturulan evler ve benzerleri gibi. Bunun yakında açıklaması gelecektir.

O (zekât), takdiren bile olsa, neması hâsıl olan nisâbdır. Nema: Ya hakîkidir -ki bu doğma, türeme ve ticâret ile olur- veya takdiridir. Ne­manın meydana gelmesi, kendi elinde veya naibi elinde olmakla müm­kün olur. Şu halde, şayet o nema kaybolsa, zekât vâcib olmaz. Bu, tam mülk sözüne dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür.

Miikâteb'e zekât vâcib olmaz. Çünkü mükâteb, mala asla mâlik de­ğildir. Ancak yed'en mâliktir. Bu söz, borçtan ayrı sözüne göre çıkarıl­mış bir hükümdür.
(Zekât), Allah' (C.C.) m kullarından borçlu olana da, borcu kadarı ile vâcib olmaz. Çünkü borçlu kimsenin, dörtyüz dirhem [197] borcu ol­sa ve onun malı da dörtyüz dirhem olsa, ona zekât vâcib olmaz. Eğer borcu ikiyüz dirhem olursa, ikiyüz dirhemin fazlasının zekâtı vâcib olur. Bu, hâcet-i asliyye sözüne dayanılarak çıkarılmış bir hükümdür.

 (Bir kimsenin) oturduğu evleri hâcet-i asliyyeden olduğu İçin on­da zekât vâcib olmaz. Yine; beden elbisesi, ev eşyası, binecek hayvan, hizmet gören köle, ehli olanın kitabları ve zanaat ehlinin sanat âletleri gibi şeylere de zekât vâcib olmaz.

Dımâr malından vâsıl olana da zekât vâcib olmaz. Dımâr : Mülkün mevcûd olmasıyle beraber, kendisine kavuşmak güç olan maldır. Bun­lar : Kaçan köle, kaybolan mal, üzerine delîl (beyyîne) bulunmayan gasbedilmiş mal, denize düşen mal, sahrada gömülüp yeri unutulan mal, müsadere yoluyla Padişahın aldığı mal ve emânet edilip verildiği kimsenin unutulduğu mal gibidir ki, burada emânet edilen kimse ta­nınan kimselerden değil de yabancılardan biri olur. Yine üzeri­ne delili olmayan inkâr edilmiş bir alacak gibi ki bilâhare, birkaç yıl sonra o borçlu, insanların yanında borcunu ikrar ederek beyyine hâsıl olursa ve o mala bir kaç yıldan sonra kavuşursa, o malın zekâtı vâcib ol­maz. Zikredilen mal, isterse takdiri olsun, artışı olmadığından, geçmiş yılları için zekât vâcib olmaz. Borcunu ikrar (kabul) eden borçlu üzerin­de olan borç, inkâr (red) edilmişin aksinedir. İsterse o mukir (kabul eden) fakır olsun. Çünkü o borcu inkâr eden zengin ise, ona ibtidâen ka­vuşma mümkün olur. Veya fakîr ise tahsîl vasıtasıyle kavuşmak müm­kün olur.

Ya da borçlunun iflâsına hâkim hükmetse veya borçlunun inkârı­na karşı delil (beyyîne) olsa veya onu Kâdî bilse, bu zikredilen mallar mâtikine ulaşırsa geçmiş yılların zekâtı vâcib olur.

Oturmak (mesken) için olmayan evlerde zekât yoktur. Bu «tak-diren de olsa neması hâsıl olan» sözüne dayanılarak çıkarılmış bir hü­kümdür. Yine bu zikredilenlerin benzerleri olan :

Giyilmeyen elbiseler, kullanılmayan ev eşyası, binilmeyen hayvan, hizmette kullanılmayan köle ve ehlinden başkasında olan kitab v.s. gi­bilerde ticârete niyeti yoksa, takdirî nema bulunmadığı için, zekât vâ­cib olmaz.

Hidâye'de denmiştir ki: «Ehli olan için ilim kitabları da bunun gi­bidir. Nihâye'de denmiştir ki: Burada «ehl» demek bir mânâ ifâde et­mez. Çünkü -o kimse o kitabların ehlinden olmasa ve o kitablar da ti­câret için olmasa, isterse çok olsun, nema olmadığı için ona zekât vâcib olmaz. «Ehl» ifâdesi ancak zekâtı sarf eden kimse hakkında bir mânâ ifâde eder. O kitab sahibinin, şayet ikiyüz dirheme müsâvî kitab­ları olsa, tedris ve tedrîsden başka şey için onlara muhtâc olsa, ona ze­kât vermek caiz olur. Fakat, o kitablara muhtâc olmasa ve o kitablar da ikiyüz dirheme müsâvî olsa, ona zekât vermek caiz olmaz. Zanaat ehli­nin âletleri de böyledir.
Zekâtın edasının vâcib olmasının sebebi İlâhî hitabın yönelmesidir. Yâni Yüce Allah (C.C.) in «zekâtı verin» kavlidir. Zekâtın vucûbu fev­ridir, diyen kimseye göre, o,'bir yılın geçmesi sonunda (akabinde) dır. Zekât, önırîdir, diyen kimseye göre, ömrün sonundadır. Yakında açık­laması gelecektir. [198]
[1] Tİrmizî, Nesâî, İbni Mâce.
[2] Akşam Namazının iki rek'at Sünneti Mückkedesinden sonra kılınan bu altı rek'at na­maza salât-ı Evvâbin denilir.

Bu hususta Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Akşamdan sonra konuşmadan altı rek'at namaz kılanın elli senelik günahı mağ­firet olunur.»

Başka bir Hadîsde: «Kim Akşam Namazından sonra rek'atlar arasında hiçbir şey konuşmadan altı rek'at namaz kılarsa, O'nun için ohîki senelik ibâdete muâdil olur.» buyurulmujtur. Bu da delâlet etmektedir ki, Akşam Namazının iki rek'atı Sünnetten sayılmıştır. Lâkin Eşbâh'da, bu hususun hilâfına işaret edilmiştir.

(Mecmaul Enhur)
[3]  Ahraed bin Hanbel, (Müsned), Müslim, Tirmizî, İbn-i Mâce, Câbir (R.A.) den rivayetle.
[4]  Deyhâkî. (Sünen), thn-i Adiyy (Kâmil).
[5] Her gün için bir kere kâfidir. Hanefî Mezhebine göre, olurmakla sakıt olmaz.

(Diirrii'l Muhtar)
[6] Ni elsiz, olarak (Dürrül Muhtar). Veya başka bir Namaz da olabilir. Nehr'de şöyle den­miştir:  «Girdiği zaman farz olsun sünnet olsun  kıldığı her Namaz onun yerine geçer.»

(Rcddül   Muhtar)
[7] Bcyhâkt (Şımbii'l İman) Ebû Hüreyre (R.A.) den rivayetle.
[8] İmâm Nevevî (Rh.A.) şöyle demiştir: «Kuşluk Namazının en azı  iki  rek'attır, en  mü­kemmeli sekiz rek'altır. ortası ise dört vcva altı rek'attır.»
[9] Kifâye'dc   denmiştir   ki:   Vitrin   sabit   sünnet   olmasındaki  şüphe   bu   husustaki   hadîs-i şeriflerin   ihtilâfından  dolayıdır.

Peygamber Efendimiz' (S.A.V.) den şöyle rivayet edilmiştir:
«Üç şey Bana farz kılındığı halde sizin için sünnet olmuştur. Onlar da; Vitr, Kuş­luk [Namazı ve Kurban kesmekdir» Sünnetin rek'atında kıraati terketmek onu ifsâd eder.
[10] Yâni, iki rek'atı tamamladıkta» sonra selâm verse.
[11] Hayvan üzerinde namaz babında açıklaması gelecektir.
[12] Eşkiyâ, yırtıcı hayvan korkusu ve yerin çamurlu olması gibi hallerde olduğu gibi..
[13] Onun üzerine vâcib olan imâdır. (Aımizfide)
[14] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 200-205.
[15] TERAVİH NAMAZI:
Teravih, müellifin .beyânlarından anlaşıldığı üzere 20 rek'at olarak erkek ve kadın üzerine Sünnot-i  Müekkede bir namazdır. Cemâatle kılınması Sünnet-i  Kifâyedir.
Peygamberimiz (S.A.V.) Teravihi diğer nafileler gibi tutmayıp cemâat olarak Vitr ile beraber onbir, rek'at kılmıştır. Butum ve Müslim'de H/~ Âişe (R.Anhâ) nin rivayetle­rine göre; Ramazânın 23, 25 ve 27 inci geceleri Mescid-i Şerife gelerek Sahâbeleriyle birlikte Teravih Namazını onbir rek'at olarak kıldıktan sonra geri kalanını yalnız başına evlerinde kılmışlardır. Ancak, ümmetine farz olur endişesiyle cemâatle kıl­mayı terk etmişlerdir. Fakat Teravihi 20 rek'at olarak kılmışlardır.
Terâvih'in 20 rek'at olması Peygamberimizin (S.A.V.), Sahabc-İ Kîram'ın devamla-rıyla sabittir. Bu hususta Uz. Ömer* (R.A.) in de bir rivayeti mevcuttur.
Kcşf'ül f.umme'de; Ebû Zerr-i Gifârî' (R.A.) den rivayetle Teravih Namazına Bayram'a yedi gün kala yâni Ramazan'ın 23.cü gecesi başlandığı yazılıdır.
İslâmda ilk defa Hicrî 14 senesi Ramazan ayında Übey bin Ka'b (R.A.) ı erkeklere, tbn-İ Ebi Hayseme (R.A.) yi kadınlara cemâatle Teravih kıldırmak üzere tâyin eden Hz. Ömer' (R.A.) dır. Fakat, kadınlarla ilgili cemâati sonradan kaldırmıştır.

(Nimct'i İstâın - Mehmet! Zihni  Efendi, Et - Terâtİbül idâriyye - Şeyh Abdülhay el Keitâııî, İslâm Dini - Ahmet Hamdi Akseki, Büyük  İslâm  İlmihâli - Ömer Nasûhî Bilmen)
[16] Ebû Dâvûd (Sünen), İbn-i Mâce (Sünen), Dâremî (Sünen), Ahmed bin Hatıbcl fMüsned).
[17] RÂFİZÎ: Râfızâ fırkasından olan kimsedir.

Râfızâ :  Hak Mezhepten ayrılmış, namaz kılmayan   kimsedir.
H7. Ebû Bekir (R.A.), Hz. Ömer' (R.A.) ve Hz. Osman (R.A.) İn halifeliklerini kabul etmeyen, onlara karşı çıkan, Hz.. Âişe (R. Anhâ) ya tanda bulunan; >!/. Ali' (R.A.) ye ve evlâdına aşın sevgi besleyen kimseler güruhudur.

Bir inanç kolu olan bu taife Şiilerin bir koludur. RâsûluİIah' (S.A.V.) in vefatın­dan sonra. İmamlık (Halifelik.) hakkının Hz. Ali' (R.A.) ye âid okluğunu iddia eder.

Bunların bir kısmı Hz. Ali' (R.A.) nin Tanrı olduğuna. Ölmediğine, tekrar dünyaya gelerek insanları kurtaracağına ve yeryüzüne adalet dağıtacağına  inanırlar.
Rafızîlik; 7. inci asır ortalarında Yahudi asıllı ibn-i Scbe tarafından kurulmuştur. Ve Sünni Mezhebinin bütün görüşlerine karşı çıkan bir inançtır.
[18] Vitir gibi amelî de olsa.
[19] Eğer, İmâm Hafız ise.
[20] Zahîriyye'de söyle denir: Terâvih'de bir kere hatmetmek sünnettir, tki kere hatmetmek fazilet'tir. Her onda birde olmak üfere üç kere hatmetmek efdaldir,  Uir kere hatmet­mek her rek'atta on âyet okumakla olur. İki kere hatmetmek her rek'atta yirmi âyet okumakla olur. Üç kere hatmetmek her rek'atta otuz âyet okumakla olur.

Kâdi İmâm Ebû Ali en Nesefî (Rh.A.) der ki: İmâm cemâatin Terâvihde bıkkın­lık hissetmelerinden dolayı Kur'ân'ın bazısını okumasmda (yâni her rek'atta on âyetten az okumasmda) bir beîs yoktur. Onlar için namaz sevabı hâsıl olur, Hatim sevabı hâsıl olmaz.
Ebû Hanife' (Rh.A.) den rivayet edildiğine göre; kendisi Ramazan ayında 61 ha­tim yapardı, bunun 30'u gecede, 30'u gündüzde,- biri de Teravihte idi.
Yine rivayete göre Ebû Hanife (Rh.A.); 30 sene Sabah Namazını Yatsı abdesti ile kılmıştır.
[21] îemâ   bulunmaması   sebebiyle   caiz   değildir.   Şayet,   cemâat   birbirlerini   çağırmadan ezânsız ve ikâmetsiz Mescidin nahiyesinde kılsalar mekruh değildir.     (Hızanctü'l Fetâvâ)
[22] Sadrü'ş Şehîd (Rh.A.) der ki: Şayet İmâm ezandan ve İkâmetten önce Mescidin na­hiyesinde cemâatle nafile kilsa mekruh değildir. (Câmiul FetfvA)
[23] Birbirlerini davetten maksad, çokluktur. (VânI)
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 206-208.
[25] Bk. Muhammed sûresi (47); âyet: 33
[26] ELÂMtYETTE İLK MESCİD.
Islâmiyette umûmî mânâda ve Resûlüllah1 (S.A.V.) in Ashabı ile bir araya gelip ilk defa apaçık namaz kıldıkları Mescid Kubâ Mescİdi'dîr,
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Mekke'den Medine'ye hicretleri sırasında, Medine'ye bir saat mesafede bulunan Kubâ Köyüne 8 inci günün Kuşluk vaktinde (12 Rebîulevvel 1. H / 23 Eylül 622: M.) vardılar.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Kubâ Köyüne varınca Ensârdan Külsüm bin HldW (R.A.) in Mirbed'i (hurma kurutma yeri) nî satın almış ve bu yere kendisinin de bizzat çalıştığı KUBÂ MESCIDİ'dİ 14 gün zarfında inşâ ettirmiştir. (26 Rebîulevvel 1. H / 7 Ekim 622 M.)

Kubâ Mescidinin kuruluşunu bizzat görenlerden Şemus bint-i Nûman (R.Anhâ); mes­cid inşâ edilirken Peygamber Efendimizin (S.A.V.) güçlükle kaldirabildiği ağır bir taşı veya kayayı kucağına aldığını, Ashâbdan birisinin varıp; «Yâ Rasûiellah! Babam, ananı Sana feda olsun! Elindekînİ bana ver!» dediğini ve Peygamber Efendimizin (S.A.V.); «Hayırl Sen de başkasını al!» buyurarak Mescid yapılıp bitinceye kadar çalışmaktan geri kalmadığını rivayet eder.
Kur'ân-ı Kerîm'deki Allah' (C.C.) in Tevbe sûresi; âyet 108 «(Medine'ye Hicretin) ilk gününden, takva temeli üzerine kurulan (Kubâ'daki) mescidde namaza durmak daha doğrudur. 'Orada temizliği seven adamlar vardır. Allab/da temiz olanları sever.» kavli bu Mescidi şerife İşaret etmektedir.

Bu Mescidin İmâmı Hanzala bin Ebî Hanzala (R.Â.), Müezzini de Sa'dül Kuraz (R.A.) idi.
(Üsdü'l Gâbe - İbn-i Esîr, El Kâmil fit Târih - İbn-i Esîr, Vefa Semhûdî, El Me-vâhib - ül - Ledünnlyye - İmâm Kastalâni, Peygamberimiz, İslâm Dîni ve Aşere-1 Mü-beşşere  Zekâi Konrapa)
[27] Burada anlaşılan şudur ki; namaza başlansa. imâm da namaza girmemi? ise, o namazı kılan diğer rek'atı - her ne kadar secde ile kayıtlamadı ise de - icmâen ona ekler. Bunu Hulvânl (Rh.A.) zikretmiştir.                                   
[28] Ta'ris Gecesi (Leyle-i Ta'rîs):

Ta'rîs; yolcunun gecenin sonunda uyumak ve istirahat etmek için konması, ko-naklam asıdır.

Ta'rîs gecesi; Peygamber Efendimizin (S.A.V.) uyuyup kalmaları ile Sabah Namazını geçirdikleri gecedir ki bu bir gazada meydana gelmiştir.
Sözü edilen bu gaza Haybertn Fethi ile neticelenen gazadır, 7 Muharrem 7. II / Ağustos 628 M.)

Rivayet edilen hadîsde cereyan eden vak'a şöyle olmuştu:

Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabı Hayber'İn Fethini müteakip dönerlerken yol­larının bîr bölümünde ve gecenin son kısmında İstirahat etmeyi buyurdular. Bunun üzerine;

«Gece uyuyup kalmamız ihtimâli karşısında fecri bizim için kim gözetleyecek?» buyurdular.

Hz, Bilâl (R.A.); «Ben size fecri gözetlerim!» cevabını verdi.

Bundan sonra Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabı orada konaklayıp, uykuya dal­dılar.

Hz. Bilâl (R.A.); bu arada bir hayli namaz kıldı. En sonunda devesine yaslanıp fec­rin doğuşunu beklemeye başladı. Bir süre sonra gözleri kapanıp uyuya kaldı.

Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabını güneşin ilk ışıkları uyandırdı. Ve ilk uyanan da Fahr-i Âlem Efendimiz (S.A.V.) oldu.

«Namaz benim gözbebeğimdir, göz,nünündür» buyurup, bütün gecelerini mübarek ayakları şişinceye kadar ibâdet ve namazla ihya eden Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (S.A.V.) güneşin doğuşunu ve Sabah Namazı vaktinin geçtiğini görünce, hüzünle «Ne ettin bize, yâ Bilâl!» buyurdular. Bunun üzerine Hz. Bilâl (R.A.); «Sizin üzerinize arız olan (uyku) bana da arız oldu. (Veya : Nefsimi Senin nefsini kabzeden kabzetti!) dedi.
Peygamberimiz (S.A.V.); «Doğru, haklısın!» buyurdular. Sonra develerini bir müddet sürüp çökerttiler: Ashabı ile abdest alıp Hz. Bilâl' (R.A,) e ikâmet etmesini emrettiler. Sonra Ashabına namaz kıldırdılar. Selâmdan sonra, onlara doğru dönüp; «Namazınızı unutup da hatırladığınız zaman onu kılınızı. Çünkü Allah tebâreke ve tcâlii (...Yalnız ba­na kulluk et ve beni anmak için namaz kıl) / Tahâ Sûresi; âyet. 14 / buyurmaktadır.» diye buyurdular.

Kurtubî'de de şöyle geçer: Dârc Kutnî (Rh.A.), İmrân b. Husayn' (R.A.) den riva­yet edip demiştir ki: Resûlüllah (S.A.V.) ile beraber bir gazaya - yahut bir seriyye'ye -çıktık. Seher vakti olunca istirahat için konakladık (tarîs). Uyanmamız güneşin hara­reti ile oldu. Her ferdimiz sıçrayarak uyandı. Resûlüllah (S.A.V.) uyanınca emir buyu­rup göçtük. Güneş yükselinceye kadar yürüdük. Sonra durduk, topluluk ihtiyâcını ye­rine getirdi. Bundan sonra Resûlüllah (S.A.V.) Bilâl' (R.A.) e ezan okumasını emretti. Bilâl (R.A.) ezan okudu. İki rek'at namaz kıldık. Yine Bilâl' (R.A.) e İkâmeti emret­ti. Bilâl (R.A.) ikâmet etti. Sabah Namazını kıldık...»
(Kâmûs-u Okyanus, Mütercim Âsim Efendi, Mulıammed Resûlülkılı, Muhammed Rıza, Beyrut 1975, Müslim, Ahmctl b. Hanbel, ibııİ Mâcc. Muratta.)

Bu rivayetin benzeri «Tcfsİr-i Kebîr» de Ebû Kalüdc (R.A.) den de nakledilmektedir.
[29] Hânis: Ettiği yemini yerine getirmeyen, yeminini bozan.
[30] İki taraftan maksâd; bir rek'ate yetişenle, üç rek'ate yetişendir.
[31] Evlfi: Daha (veya en) iyi, daha (veya en) uygun, daha (veya en) üstün.
[32] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 209-214.
[33] Vaktiyye: Vaktin namazı, vaktinde kılınan namazdır. Buna Salât-ı hazıra da denir. Vak­ti geçmiş, vaktinde kılınmamı? olan  namaza da fâite (çoğulu  fcvâit) denir.
[34] Mevkûfen fâsid olmak; Sabit olup kalmak ile yok olmak arasında ntütcretklid olup sü-bûîu namazların adedinin azlık derecesinde kalmasına, yok olması çokluk derecesine vanîı.ısma bağlı olmak, demektir.
[35] Tevakkufsuz, kat'î olarak, demektir.
[36] Nama/ııı aslı fâsid olmaz.
[37] Tevakkuf: Şüpheli, kat'î olmayan,
[38] Ruradaki vaktin dar olması; kaz:î ve edâ için olan  v;ıkit darlığıdır.
[39] Burada «mu'teber zan» dan maksad; geçmiş namaz olmama, harınıdır.
[40] Öğle Namazından sonra.
[41] ictihâd edilmiş bir hükümdür. Hakkında bir ihtilâf vardır. Çünkü Şafiî tcrtîb görmez.(Vâtıl)
[42] Akşam ve Yata gibi.
[43] Namazın şartları babında, zuhr-ı âhir'e niyette geçtiği gibi, (Vânî)
[44] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 215-219.
[45] Ebû Hanife' (Rh.A.) ye gÖrc; o kimse İstediğini seçer, yâni İsterse bağdaş kurar.

İmâm Muhammet!' (Rh.A.) e göre; o bağdaş kurar. İmâm Ziifer' (Rh.A.) e göre, teşehhüdde olduğu gibi oturur.

Fakîh Ebûl - Leys (Rh.A.); bu meselede fetvanın İmâm Züfer' (Rh.A.) in görüşü­ne göre olduğunu, çünkü bunun tevazu' ve huılûa daha yakın olduğunu söyler.

(Zahîriyye)
[46] İlıtİbâ* (Dizlerini  dikip  iki   elini   kavuşturarak)  ve  iftirâş  (yayılarak  oturmak) suretiyle de oturabilir.
[47] Bczzâr (Müsned), Beyhiikî (Ma'rifet)
[48] Ancak şu kadar var ki; ayaklan Kıbleye doğru uzatmak tcnzîhen mekruh olduğu için dizlerini diker. (Dürriil Muhtar)
[49] Hasan   bin   Hasan   el   Aranî'den   zayıf bir  senetle.   Nesâî'de bir ziyade ile  Imrân   bin Husavn'den.
[50] Yâni hastadan namaz asla sakıt olmaz.   (Azmizâde)
[51] Şayet, bir kimsenin lisânı bir gündüz ve bir gece tutulup da, dilsiz namazı gibi nama­zını kıldıktan sonra lisânı açılsa iade lâzım gelmez. (Tahtâvî)
[52] Bahr'de Sirâc'a göre bu mesele dört şekildedir;

a)   Eğer hastanın hâli İmâdan âciz olarak altı namaz devam eder ve hasta da ken­dini bilmez bir halde bulunursa

kaza ondan icmâen sakıt olur.

b)  Eğer âciz hasta ondan (beş vakitten) az devam eder ve hastanın aklı bajında bu­lunursa o namazları sonra icmâen kaza eder.

c)  Âciz allı namaz devam edip aklı başında ise,

d)  Veyahut âciz altı namazdan az ve fakat kendinde değil ise, bu iki surette Meşâyıh ihtilâf ederek  bir kısmı: «Kaza etmek lâzım gelir» bir kısmı da «lâzım gelmez» de­mişlerdir.
[53] Pczdcvî  demiştir ki:  Ebû   Hanîfc' (Rh.A.) ye göre;   özürsüz  olarak   oturmak  mekruh değildir. Yaslanmak  mekruhtur. Çünkü, başlangıçta özürsüz olarak oturmak meşrudur. Yaslanmak ise başlangıçta meşru değildir. Bundan dolayı, latavvua (nafileye) yaslana­rak başlamak mekruhtur, oturarak başlamak mekruh değildir. (Zeylail
[54] Yâni, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; bu halde de mekruh değildir. Çünkü Özürsüz ola­rak oturmak O'nun nazarında kerahetle beraber caizdir. Dayanmak ise kerâhetsiz ola­rak caizdir. Çünkü bu onun fevkındadir.

Bir kavle göre ise; İmâm A'zam (Rh.A.; ..«..utrıııda özürsüz olarak dayanmak mek­ruhtur. Çünkü, böyle durumda sû-i edcb.fkötü davranış) mevcûddur. Ancak bu kavi Hidâye'dc   zikirce ön  sıraya  alınmıştır.
[55] Burada zikredilen Ebû Süleyman  (Rh.A.);  Muhammed bin Hasan' (Rh.A.) in  talebesi olan bir fakîhtir.

Bu zât bazı «Dürer» (hattâ matbu olan) nüshalarında el Cürcânî diye geçmektedir.

Molla Hüsrev (Rh.A.) in kendi elyazması nüshasında sâdece Ebû Süleyman (Rh.A.) olarak zikredilmektedir.                       

Bİr çok elyazma «Dürcr» nüshalarında yaptığımız teshillere göre; adı geçen zât: Ebü Süleyman el Cürcânî (Rh.A.) değil, Muhammcd bîn Hasan' (Rh.A.) m talebesi olan Mûsâ bin Süleyman  Ebû Süleyman el Ciizcânî' (Rh.A.) dîr.
Cüreânî lâkablı Ebû Süleyman İsimli bir zât kaynaklarda tesbil edilememiştir. Çe­şitli nüshalarda görülen bu yanılma belki de Ebû Abdullah (Yûsuf) el Cürcânî (Rh.A.) (398/1007) / Hİzânctu'l Ekmel Sahibi / ile Ebû Süleyman el CÜzcânî (Rh.A.) isimlerinin ilk  bakışta birbirine benzer gibi görünmesinden ileri gelmiştir.

Bu görüşümüzü Ömer Rızâ Kehhâle'nîn «Mu'cemul Mii'ellifîn» ve Hayreddin Zirik-li'nin «El A'lam (Kâmûs-u Terâcümi...))» mdaki eserlerinde görülen şu malûmat da teyîd eder:
Mûsâ bin Süleyman Ebû Süleyman el Cüzcânî (Rh.A.); Hicrî 200/Milâdî 816 Bağ­dadî, Hanefî. Aslı Horasanın Belh yöresin dendir. Fıkıh öğrenip şöhret bulmuştur.
Muhammed bin Hasan' (Rh.A.) m sohbetinde bulunan bir fakîhtir. Fıkhı ondan almıştır. Abbasi Halifesi Me'mun kendisine kadılık teklif ettiği halde, özür bildirip ka-bûl etmemiştir. Hicrî 200'de vefat etmiştir.

Eserleri:  Es Siyerü's  Sagîr, Es salât,   Er-Rehn  ve  Nevâdirü'l Fetâvâ'dir.
[56] Ehl-i nücûm : llm-i Nücûm sahihleri (âlimleri) tlîr.

İlm-i Nücûm (Yıldızlar İlmi): a) Yıldızların hâl ve hareketlerinden bahseden İlim (Astronomi), b) Yıldızların mevki ve hareketlerinden insanlarla ilgili hükümler çıkar-mak ilmi (Astroloji, Müneccimlik. Yıldız falcılığı)
Metinde geçen cümlede, «ehl-i nücûmun bildiği ziyâde değildir» söVünden raaksâd; Haşiyetii'd-Dürer müelliflerinden Abdülhalîm'e göre; «gece ve gündüze âid 24 saat (za­man parçası) dır.»
[57] BANOTU (BANGOTU) Hekimlikte kullanılan bir bilki türüdür.  Baltalık ormanlarda ve harabelerde yetişir.

Esrar, konca, ğubâr, haşhaş, hayal yaprağı, tılây-i kalenderiyye ve müdâme-i hay-deriyye gibi isimleri vardır.

Üç çeşidi vardır.

Siyah olanın çiçekleri ergııvâni, kirmizt olanın çiçekleri san ve beyaz olanın çiçek­leri beyazdır. Bunların içinde

en kötüsü siyah olanıdır. Bunu hiçbir şekilde kullanmak doğru değildir.

Yaprakları yumuşak ve tüylüdür. Meyvesi kapaklı kapsül biçimindedir. Yaprak ve tohumları  İçin yetiştirilir. Bol güneş gören serin ve derin topraklan sever.

İsâbe adlı kitapta; Bi'rastan adlı bir Hintlinin Kİsrâ zamanında Hindistan'da bu bitkiyi keşfettiği, sonra İslâm memleketlerine gelip, oralarda bilhassa Yemen'de şöhret bulduğu yazılıdır.
Kânûn-u Edcb müellifine göre; 550, tarihlerinde Arabistan'da Şeyh Haydar İsimli bir zâtın bu bitkiyi yaygınlaştırdığını Makrîzi'nin anlattığı belirtilmiştir.

Hekimlikte; Hyoscyamus niger diye bilinir. Müsckkin olarak bugünkü tababetle kullanılır.

Bu bitkinin öğütülerek toz hâline getirilen tohumlarından hiyosİyamin, yaprakların­dan haricen kullanılmak üzere çeşitli merhem, toz, yağ, şurup v.b. şeklinde ilâçlar yapılır.

Eski tabîblcre göre bu bitkinin hâssaları:

Usaresi kulak yaralarına sürülürse yaralan tedavi eder.

Sirke, yağ ve gülsuyu ile karıştırılarak elde edilen mayi diş etlerine sürülecek olursa, ağrıları keser.

Kadınların memeleri etrafında meydana gelen yaralara sürülecek olursa, tedavi eder. Ayrıca ntfâs hâlindeki kadınların şişen memelerine sürülecek olursa; ağrı ve şişi indirir.

Yine, ateşli yaralardan meydana gelen sızılan teskin eder.

GÖzbebeğini açma hâssasına da sahiptir.

Kavudile karıştırılıp ilâç yapıldığı zaman çok şiddetli ağrı kesici olur.

Ağrıyan dişe, tohumu İmbik içinde ısıtılıp tütsü yapılırsa, diş ağrısını keser.

Beyaz tohumu, şişmanlatmak, semizletmek İçin kullanılır. Kanı tesbit eder ve don­durur.
Uykuyu kaçırır. Bu bitkinin siyah olanının 2 dirhemi (7 gram) derhal öldürür.

Uyuşturucu (dondurucu) maddelerin adetâ üçüncü derecede olanıdır.

Öğütülerek toz hâline getirilen tohumları alkolle karıştırılıp ilâç yapılırsa, el ve ayak   parmaklarına arız olan jiş (Nİkrİs) ve şişkin  husyelere faydalıdır. Hâsılı, kullanılması çok dikkat isteyen bu bitki yalnız başına kullanılacak olursa; uy­kuyu kaçırır, aklı ifsâd eder, zihni karıştırır, dilde yaralar, gözlerde kızarma meydana ge­tirir. Nefes darlığı meydana getirdiği gibi ağzın köpürmesine de sebep olur. Hattâ, kulla­nan kimseyi delirtir.

(El Mu'temet fil edviyetll Müfrede, Kâmûs-u Okyanus (Muhit) Meydan Larousse.)
[58] Bunu Kadlhân Ebû Muhammcd' (Rh.A.) dan rivayet etmiştir.
[59] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 220-225.
[60] ŞEHİR   (Mısr):   İçinde   Emîri (Valisi),  Müftüsü  ve Kadısı  (Hâkimleri)   mevcûd  olan yerdir.

Ayrıca, en büyük mescidine Cuma ile mükellef bulunan ahalisi sığmayan yerdir, diye tarif olunabilirse de, bu tarifin içine köy (Karye) ler de girmektedir. Bu sebeble muteber olan tarif birincisidir.
Beled, belde: Gerek mâmur olsun ve gerekse olmasın, muayyen bir takım hududlan olan ve içinde yaşıyanlann eseri bulunan her toprak parçasıdır. Yerin geniş mekânı ola­rak adlandırılır. Bunun Kur'ân-ı Kerim'de misâli ise; «Güzel olan memleketin bitkisi Rabbının izniyle çıkar.» (A'raf sûresi; âyet: 7) dir.

Şelıir mânâsına da gelir. Hadîs-i Şeriflerde Mekke Şehri mânâsındadır ve Belediil Emin, Belediil Haram, Beldetüllah şeklinde geçer.
[61] Yâni, başlangıçta Kıble'ye yönelmek şart değildir. Zira Kible'nin gayrı cihete dönerek namaz kılmak caiz olunca onun gayrı cihete karşı iftitâh da caiz olur. Şafiî bunun aksi görüştedir. (Reddü'l Muhtar)
[62] Zahîriyye'de denmiştir ki:  Hayvan  üzerinde şehirde kılman nafile  namaz Ebû Hanîfe (Rh.A.) ye göre caiz değildir. Ebü Yûsuf (Rh.A.) a göre; bir beîs yoktur.

Ebû Muhammed* (Rh.A.) e göre; caiz ve mekruhtur.
[63] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 226-227.
[64] Ariflere göre Kıble beştir.  Birincisi:  Mihrabdır.  İkincisi:   Kâbedir.  Üçüncüsü:  Bey-tü'1-mamÛrdur. Dördüncüsü : Arşdir. Beşincisi: Kürsîdir.

Mihrâb, nefsin  kıblesidir. Kabe,  niyyetin  kıblesidir. Beytü'l-mnmûr,  fohmin kıble-sidir. Arş, kalbin kıblesidir. Kürsî, akim kıblesidir.
[65] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 228-229.
[66] Ruhsat: Kulların Özürleri sebebiyle kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci  derecede  meşru  kılınan şeydir.  Sefer hâlinde  Ramazan  orucunun  tutulmaması gihİ.
[67] Gündüzün  Vitri diye isimlendirilmesinin sebebi;  Gündüzün  akabinde vuku bulup ona yakın olduğu İçindir. Yoksa o, geceye âiddir..  (Reddü'I Muhtar)
[68] Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Muvatta', Ahmed bin Hanbel.
[69] Başka bir mahalle doğru çıkma azmi olmadığı zaman tevali şart değildir.
[70] Hacı  şayet Mekke'ye «Eyyâm-i Aşr» tle girse, niyeti sahîh değildir. Çünkü o Mina ve Arefeye çıkar, mahallinin gayrında ikâmete niyet gibi olur. Mina'dan dönüşünden son­ra sahîh olur. Nitekim bu ikisinden birinde gecelemeye niyet tetse sahîh olduğu gibi.

(Dürriil Muhtar)
Şayet, önce kendisinde gündüz, kalmaya niyet ettiği mahalle girerse mukîm olmaz ve Önce kendisinde gecelemeye niyet ettiği mahalle girerse mukîm olur. Sonra başka bir yere çıkmaya niyet ederse müsâfir sayılmaz. Çünkü o adamın ikâmet mahalli, onun ge­celemesi İtibariyledir.                                                                              <Reddü1 Muhtar)
[71] Azimet: Kulların Özürleri sebebiyle olmaksızın bidayette meşru kılınan şeydir. Sefer hâ­linde Ramazan-ı Şerîf orucunun tutulmaması gibi.

Bir hâdisede azimet ile ruhsat birleşince azimet yolunu tutmak, bir takva nişanesi sayılır.
[72] Dâr-ı harb: Ehli İslâm ile aralarında mütâreke ve anlaşma bulunmayan gayrimüslimle­rin ülkesidir, (Harp yurdu).
[73] Emân : Korkudan ve endişeden uzak olmak, emniyet manasınadır. Böyle korkudan ve endişeden uzak, hayatı korunmuş kimseye de emîn, âmin denilir.
[74] Müftâ bİh: Bu kelime, fetva mevzuu ile ilgili bir ıstılahtır. Bunu ve bununla ilgili bazı ıstılahları açıklamak icâbetmektedir.

Fetva: Lügatte, sorulan bir müşkîl hakkında verilen cevab, hail ve beyândır.

Böyle bir suâle cevap vermeye iftâ denir.

Bir müşkîl şeyin hail ve izah edilmesini dilemek ise istif tâ dır.

istilanda Fetva; sorulan dînî bir meseleye dâir Fakîh bir zâtın verdiği bir cevaptan, açıkladığı   hükümden   ibarettir.  Çoğulu  fetâvâ'dir.

Kendisiyle fetva verilen kavle de muftâ bih denir.

Yine bir meseleyi öğrenmek için ehlinden soran kimseye s:'»il, müstefit denildiği gibi. o meseleyi bildiren ehliyetli zâta da miicîb, müfti denilir.
[75] Müstahsen:  Dince   güzel görülen,   makbul  ve  muteber  olan .şey,   demektir.   Bir başka ifâdeyle; Dince iyi ve faydalı olarak kabul edilen şeydir ki Fıkıh'da fcr'İ delillerdendir.
[76] Yâni hu namaz hakkında, İmâma tâbi ve onun velayetine dâhil olduğundan dolayı mukîm olur. Aslın ikâmeti tabiin ikâmetini icâbettirir. Haklarındaki - tebâiyyetitı sübûtundan dolayı. Mevlâ (Efendi) ve Emîr niyetiyle mukîm oJan köle ve asker gibi..

Tâbi  olanda  hüküm;  aslın  şartıyle sabit  olur.  Hattâ Mevlâ ikâmete niyet etse ve köle bilmeyİp bir kaç gün nanıa/ı kasretse, sonra da durumu bilse, o namazı kaza eder.

(Kifâvc)
[77] rbii Dflvûd, Ttrmizî, _lî|-mııvatla', Alımcd b, llanbcl.
[78] İLK KASREDİLEN NAMAZ:
Diirrül Muhtar Hâşiyesindeki bir rivayete göre; Asr-t Scâdetteki İlk kasrolunan (kısaltılan) namaz İkindi Namazıdır ki Peygamberimiz (S.A.V.) Hudeybiye Gazası (Mü-sâlahası) nda Mekke'ye iki merhale mesafedeki Usfân mevkiinde (I Zilka'tlc 6 H. / 13 Mart 628 M.) kasretmİşlerdtr.
[79] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 230-236.
[80] İLK CUMA NAMAZI i
Peygamberimiz (S.A.V.) Mekke'den Medine'ye Hicretleri sırasında Küba'ya Kuşluk vakti geldiklerinde Amnıâr bin Yâsir (R.A.) «Resûlüllah için, istediği zaman gölgesinde yatıp dinleneceği, gölgeleneceği ve içinde namaz kılacağı bir yer yapsak olmaz mı?» demişti. Bunun üzerine daha önce anlattığımız şekilde Kubâ Mescidini inşâ etmişlerdi. (M. 622)
Peygamberimiz (S.A.V.) Küba'da 14 gün Amr bin AvfoğuMarında ikâmet eylediler. Bu ikâmetleri sırasında Pazartesi. Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri Kubâ Mescidinde namaz kıldılar.
Bu 14 günlük -ikâmetten sonra bir Cuma günü Rasûl-i Ekrem (S.A.V.) devesine bindi, arkasına da Ebû Bekir' (R.A.) i aldı. Karşılamaya gelen Muhacirlerden ve Ensâr-dan silâhlı 100 kişilik bir toplulukla Allah' (C.C.) in büyük iûtfuna şükrederek Kubâ köyünden hareket edip Medine'ye doğru yola çıktı.
Yolda Avfoğlu Sâlimoğullanna âid «Ranûnâ» vadisine varıldı. Öğle Namazı vakti gelmişti. Devesinden indi ilk olarak orada- arka arkaya ikt hutbe okudu. Cemâatle Cu­ma Namazını kıldırdı. Râsûl-i Ekrem'in Medîne'de kıldırdığı ilk Cuma Namazı işte bu oldu. (Hicrî 1. sene Rebi'ülevvel'in ilk Cuma gönü.)

Peygamber Efendimizin (S.A.V.) irâd buyurduktan Uk Cuma Hutbesinin özeti ise şudur:

Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Allah' (C.C.) a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle bu­yurdu : «Ey insanlar! Sağlığınızda Ahiretinlz için hazırlık görünüz, şüphesiz bilirsiniz ki kıyamet gününde herkes sorguya «ekilecek ve çobansız bıraktığı koyunundan (mes'ul ol­duğu kimselerden) sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak Ona tercümansız ve vasıtasız olarak bizzat: (Sana benim Peygamberim gelip de bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, sana ih­san ve iyilikte bulundum. Sen kendin için ne hazırlık yaptın) diyecek ve o kimse de sağma soluna bakacak, bir şey göremiyecek. önüne bakacak Cehennemden başka bîr şey göre* miyecek. öyleyse kim kendisini yarım bir hurma ile de olsa ateşten kurtarabilecekse, hemen o iyiliği yapsın. Onu da bulamazsa «Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlülİâlı» kelinıe-i  tayyibesî ile kendisini kurtarsın. Zira, onunla bîr hayra on mislinden yedîyüz misline kadar sevâb verilir. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi sizlere olsun.»

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) birinci hutbeyi böylece ikmâl ettikten sonra ikinci hutbeye  kalkıp şöyle buyurdu:

«Allah'a hamd ve sena eder, Ondan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğruluğa (hidâyete) sevkettiğİni kimse saplıramaz. Allah'ın saptırdığını da kimse doğruluğa (hidâyete) sevkedemez. Allah' (C.C.) dan başka İlâh olmadığına, birliğine ve O'nun ortağı bulunmadığına şahitlik ederim. Sözlerin en güzeli AUah' (C.C.) in kitabıdır. Cenâb-ı Hakkın kalbinde Kur'ân'ı süs­lediği, kâfir iken Müslüman olmayı nasib ettiği ve kendisinin de Kur'ân'ı bütün sözlere tercih ettiği kimse kurtulmuştur. Doğrusu Allah' (C.C.) m kitabı sözlerin en güzeli ve en üstünüdür. Allah' (C.C.) in sevdiğini seviniz. O'nu (Allah' (C.C.) ı) candan ve gönül­den seviniz. Allah' (C.C.) m kelâmından ve zikrinden usanmayınız ve Onun kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Çünkü Allah' (C.C.) m kelâmı herşejin en iyisini ayırıp, seçer. İşlerin iyisini, seçkin kullar olan Peygamberleri ve en iyi kıssaları anlatır. O helâl ve haramı bildirir.

Artık Allah' (C.C.) a kulluk ediniz ve O'na bir şey ortak etmeyiniz. O'ndan hak­kıyla sakınınız. Allah* (C.C.) a yönelen güzel sözünüzle ve aranızda Allah' (C.C.) in kelâmiyla sevişiniz. Şüphesiz biliniz ki, AllahÜ Teâlâ ahdini bozanlara gazâb eder. Selâm sîzlerin üzerine olsun.»
Hicretin 1. ci senesi Rebi'ülcvvel ayının İlk Cuma günü Medine'de kılınmaya başla­nılan Cuma Namazı daha sonra diğer Müslüman Devletlerinde de kılınmaya başlan­mıştır.
İstanbul'da ise, fethi müteakib yâni 29 Mayıs 1453 Salı (27 Cumâdel ulâ 857) gü­nünden sonra kılınmaya başlanmıştır.

Cuma Namazının farzıyyelinden evvel de Cuma Namazı kılınmıştı.
Medînelilerden bir' kısım halk Müslüman olunca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden bir muallim İstemişler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) de Mus'ab bin Umeyr' (R.A.) ı gönder­mişti. Mus'ab (R.A), Ebû Umâme Es'ad bin Zürâre3 (R.A.) in nezdİnde müsâfir olmuş ve O'nun yardımıyla mevcudu 40'a varan ^Ehl-i îmâna Cuma günleri Medine hâricinde Neki'ÜI Hadamât (yahut Neki'ül Hudmân) denilen mevkide namaz kıldirmistı.

MESCİDİ NEBEVİ VE İLK MİNBER.
Resûl-i Ekrem (SAV.) Efendimiz Kubâ Mescidini inşâ ettirdikten sonra bir Cuma günü Medîne-İ MÜnevvere'ye teşrif etmişler ve Ebû Eyyûb'ÜI Ensârî (R.A.) nin evine teşrif buyurmuşlardı. (622 M.)

Peygamber Efendimizin (S.A.V.) hicrette bindiği devenin, Medine'de oturduğu yerin yanında bir mirbed (hurma kurutmaya mahsûs yer) vardı. Burası Fhl-i İslama ma'bed olabilecek bir bina inşasına müsâid idi. Bu arazi Râfi' bin Amr' (R.A.) ,n oğulları Sehl ve Süheyl isminde iki yetimin mülküydü.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz yetimlerin velîlerini celbetlirdi, mülklerini 10 altın bedel ile salın aldırıp zeminini tesviye ettirdi. Sonra da taş getirmelerini ve kerpiç  kesmelerini   Ashabına buyurdu.
[81] Bk. Cum'a sûresi (62); âyet: 9 Kerpiçlerin çamurunun Baki'ul Garkadır) sol tarafında ve Ebû Eyyûb' (R.A.) un kuyusu yanındaki Baki'i Habhabede yoğurulduğu ve Hadramutlu bir zâtın nezâreti al­tında imâl olunduğu Eyyub Sabrı Paşa'nın «Mir'at-i Medine» isimli kitabında anlatılır.

Kerpiçlerin imâline nezâret eden zâtın da Talk bin Ali (veya Talk bin Sümâme) olduğu, İbn-i Hâcer-i Askalânî'nİn «Kitab'iil tsâbe fi Esam'is Sahabe» isimli kitabında zikredilir.
Mescid-i Seâdet'in arsasının eni ve boyu başlangıçta 70'er zira' (47.60 m.) idi, Kıble değiştikten sonra Ölçüler 100'er zira' (68 m.) ya çıkarıldı. 3 arşın (2.04 m.) derinliğinde açılan temeller tahkim edildi, zeminden 7 zira' (4.76 m) yüksek olan duvarlar da ker­piçle Örüldü. Hurma ağacından yontulmuş direklere dayanan çatı, hurma dallarıyla örtülüp üstüne de toprak atıldı.

Şimdiki HiicnM Seâdetin Bâb'üt tevessül denilen kapısı yerine bir Mİhrâb ve biri şimdiki Mihrâb'iin Nebi mevkiinde olmak üzere üç tane kapı yapıldı.

Başlangıçda Mescidin zemini topraktı. Bir gece yağmur yağınca zemin çamur olmuş* tu. Bunun üzerine Ömer (R.A.) ridâsına'hasba denilen küçük çakıl (aşlarından doldurup onları secde edeceği yere yaydı. Bir süre sonra da mescidin tamâmına hasba yayıldı.

Keşf'iH Gumme'de, Mescide ilk defâ hasır yaydıran zâtın Ömer (R.A.) olduğu ya­zılıdır.                  '
Mescid, ilk zamanlar hurma yapraklan ve budakları yakılmak suretiyle aydınlatılı­yordu, Hicrî 9 senesinde Medine'ye gelip Müslüman olan Temim I>arî Şam'dan getir­diği kandilleri Mescide asınca da daimî surette tenvir edilmeye başlandı.
Mescİd-i Nebevî'nin elektrik ile aydınlatılması ise; 25 Şaban 326'da Sultan İkinci Abdüihamid' (Rh.A.) in tren yolunu Medine'ye kadar uzattırmasından sonra gerçekleş­tirilmiştir.

İslâm Tarihinde ilk minber de Mescid-i Nebevî içindeki minberdir.
Buhârî'nin Aynî Şerhinde; minberi Ensârdan Ulâse (R.Anha) ismindeki bir kadının Câbe Ağaçlığında yetişen Esi' (Ilgın Ağacı) den dülger olan kölesi Mcymûn'a yaptır­dığı ve Mescid-i Nebeviye gönderdiği yanlıdır. (2 H. / 623 M / Nübüvvetin 14.CÜ senesi)

Minber-i, Seâdetin kapısına İlk defa olarak perde astıran zâtın Osman bin Affan (R.A.) olduğu mervidir.

Mescid-i Nebevî'de hâlen mevcûd olan mermer minberi ise Sultan Murad ÎTL îmâl ve irsal ettirmiştir.
(Hak Dîni - Kur'ân Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, C. 4 - Müsncd, Ahmed bin Hanbel -Sahih, Buhârî - Sünen, Ebû Dâvûd - Kısâs-ı Enbiyâ, Cevdet Paşa - Nurii'i Yakîn, Mu-hammeıl el  Hudarî - Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, Tâhir'ül Mevlevi)
[82] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 237-238.
[83] Cum'ü vâcib olan»  kaydıyla kadınlar, çocuklar ve cariyeler hüküm dışı kalmakladır.
[84] Eski  İstanbul'da Kâğıthane,  Davutpaşa ve  Okmeydanı gibi semtler buna benzer ma­hallerdir.
[85] Osmanlı Devletinde şehirlerde Subaşı denilen zabıtadır ki; Sultan tarafından tâyin edilir ve şehrin asayişini temin ederdi. Bugünkü «Emniyet (Zabıta) Amiri» ne tekabül eder.

Subaşının mânâsı, imlâ tarzı ve vazifesi muhtelif eserlerde başka şekillerde gös­terilmiştir.

«Mecelle-i Pmûr-u Belediye'» nin verdiği malûmata göre; Subaşı, Zabıta, daha ziyâde Belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kaza itibar olunan kasabaların başında bulunan memurun unvanıdır.

Selçuklularda Subaşı, kumandap, serasker mânâsına olarak Zabıta işlerinde kul­lanılır îdi.        

Selçuklularda bir de fazla olarak Şahne vardı. Şahne, Kâmus'a göre (şm) in kes-resiyle (şıhne); Şehirlerde Subaşv tâbir olunan zabite denir ki Sultan tarafından tâyin edilip Şehrin inzibatı hususuna kefil olur. Hâlâ avam lisanında (şm) in fethasıyle $ahn« olarak dolaşır.

Selçuklularda Subaşılık Miri re Timur olmak üzere İki kısma ayrılırdı:

Mîri Subaşılar; şehirlerde ihtisab (Polis ve Belediye işlerini yürütme) vazifesiyle mükellef olan subaşılardır.

Bunların vazifesi; gündüzleri kol gezerek çarşı, pazar ve mahalle aralarının temiz­liğini temin etmek, kaldırımları tamir ettirmek, yıkılmak tehlikesine uğrayan evlerin yaptırılması için Mimarbaşıya haber vermektir. Geceleri Asesbaşı (Polis Müdürü) ile kol gezerek ahlâk dışı yaşıyan zümreyi teftiş ve kontrol İle meşgul olmak gibi ZfiMa ve Belediyeye âid olan işlerdi.

Hulâsa; Subayları Kâdl'nın emri altında bulunurlar, hem Belediye ve hem de Zabıta işlerine bakarlardı.
[86] Hicaz Emîri: Peygamberimizin neseb-i şeriflerinden seçilip, Mekke'de oturan ve sala­hiyetli bulunduğu islerle meşgul olan zâta verilen unvandır. Bu emir; Mekke, Medine ve sonraları  Cidde'yi de içine alan bölgenin, salahiyetli  bulunduğu  işlerine  bakardı.

Emiriil Hac (Hac Emîri, Mevsim Emîri): Hac için Mekke'ye giden kafilelerin reisi hakkında kullanılan bir tâbirdir.
Islâmiyette bu işe ilk memur edilen Hz. Ebû Bekir' (R.A.) dır. (H. 9 / M. 630) Emîrü'l   Hac olanların;   kervanları   Hacca   emniyet  altında   getirip  götürmelerinden ve; Hac müddetince inzibatı Mekke'de temin etmelerinden başka Mekke'de Arafat'ta ve diğer mübarek makamlarda yapılacak menâsİki  idare etmek gibi vazifeleri de vardı.

Mısır'ın   Yavuz   Sultan   Selim   tarafından   Osmanlı   ülkesine   ilhakına   kadar   Nfısır Memlukleriyle OsmanJı Padişahları  ayrı ayrı Emîrü'l  Hac nasbederlerdi.

Mısır Emîrü'l Haccı Kahire hacılarını, Osmanls Emîrü'l Haccı da İstanbul hacılarını Şam yoluyla Mekke'ye götürürlerdi.

Osmanlı hilâfetinde bu memuriyet sonraları Siirrc Emînliğine tahvil edilmiştir.

EMİR : Bir kavmin, bir yerin reisi mânâsına kullanılan bir tâbirdir.

Kâmûs'da:   Kebîr vezninde   bir  kavme   fermanreva   olan  âdeme   denir  ki   ıstıla­hımızda Bey tâbir olunur.

MüsUkİmzâde merhumun beyânına göre; Bey lafzı Türkîde zengin âdeme denir.

Emîr, eski İslâm Devletlerinde kumandan yerine de kullanılmıştır. Emîrü'l Ceyş o kabildendir.

Daha sonraları;  Emîr-i  Mekke,  Emîr-i  Ahur,  Emîrül  Hac,  Emîrü'l   Ümerâ  gibi tâbirler de kullanılmıştır.

Osmanlı  Devletinin  kurucusu   Osman   Bey'den  Yıldırım Bayezit'c  kadar  ve  hattâ sonrakilere kadar Padişaha «Emîr» denildiği gibi «Bey» de denirdi.

HALİFE:   İlâhî   hükümlerin   icrasında  Peygamber Efendimize  (S.A.V.)  vekil   olan zât. Emîrü'l Müminin yerinde kullanılan bir tâbirdir.  Çoğulu, Hulcfâ'dır.

Bu tâbir müfred ve cem'i olarak Kur'ân-ı Kerîm'de de geçer.

Hilâfete, tmâmet de denildiği   için Halife'ye aynı zamanda tmâm da söylenir. Yal­nız, cemâate İmâm olandan ayırdetmek için buna Imâmct-i Kübrâ denir.

İslâm Ulemâsı, Hilâfet makamını  işgal edecek zâtlarda;  İlim, Adalet, Kifayet,  Âza ve havasta selâmet  gibi dört şartın tahakkukunu ararlardı.

EMİRÜX MÜMİNİN: Padişahlar hakkında kullanılan  bir  tâbirdir.

Müminlerin Bey'i.  İslamların Padişahı mânâsına gelen bu tâbir aynı zamanda Pey­gamberimizin (S.A.V.) Halifesi demektir.

Islâmiyette bu unvan ilk defa Hz. Ömer' (R.A.) e verilmiş, sonraları Emevî, Abbasî, Fatımî ve Osmanlı halifeleri de bu tâbiri kullanmışlardır.

SULTAN: İbni Haldun'a göre; Osmanlı Padişahları hakkında, diğer İslâm hüküm­darları gibi unvan olarak kullanılmış bir tâbirdir.

Bu unvanı ilk kullanan Abbasî Vezirlerinden Cağfer bin Yahya'dır.

Bir zamanlar Bağdat ve Şam valilerine de Sultan denilmiştir.

Bazan de Sultan kelimesiyle bizzat Halîfe kasdedilmiştİr.

Islâmiyette İlk defa, resmen Sultan unvanını kullanan Mahmud Gaznevîdir. Bu un­vanı  sonraları Selçukîler, Eyyubîler, Kölemenler ve Osmanlılar kullanmıştır.

Bu unvanı ilk defa kullanan Osmanlı Padişahı Çelebi Sultan Mehmeddir.
[87] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 239-242.
[88] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 242-244.
[89] Hutbe için istihlâf (yerine birini geçirmek) şeklinde olduğu gibi. (Azmizâde)
[90] Bey' (Alım-satım) için tevkil (vekil tâyini) meselesinde olduğu gibi.  (Azmizâde)
[91] ISLÂMDA İLK MİNARE:

Ezan ilk meşru olduğu sıralarda minare olmadığından Hz. BİIâl (R.A.) Mescid-i Ncbevî'nin yanında bulunan evlerin en yükseği olan Benî Neccârdan bir kadının evi üzerine çıkıp ezan okumuştu. Sonra Mescid-i Şerifin üstünde kendisi için bir yer yapıldı.

Minareyi Mesddlerde ilk defa Amr Camiinde ihdas eden Ashâb'dan Müselleme bin Muhlif (R.A.) dır ki Hz. Muaviye zamanında Mısır Emîri idi.
İbni Âbidin bu hususta şöyle der: Ezan okumak için Mısır minaresine ilk çıkan Şurahbil bin Amir'dir. Çift ezanı ihdas eden Benî Ümcyye'dir. Ezandan sonra minarede Peygamber Efendimize (S.A.V.) salâvat-ı şerife okunması 791 senesinde Mısır'da ihdas edilmiş olup bir bid'at-ı hâsenedir.

Gecenin sonundaki sala (tesbîh ve temcit) da böyledir. Bu Sultan Nasrüddin'in emriyle başlamıştır.
Yine öürrü'l Muhtâr'da; ezandan sonra teslîm'in 781 senesi Rabî'ul-âhir'inde Önce Pazartesi gecesi, sonra Yatsı Namazında, sonra Cuma gününde başlanıp Î0 sene sonra Ak^am ezanından başka  hepsinde okunmaya başlandığı anlatılır,
Vefâ'da Scmûdî'nin anlattığına göre; Ömer bin Abdülaziz ilk defa olarak Mescidin dört köşesine birer minare yaptırmıştı. Bunlardan birisinin boyu 60 zira' (40,8 m) ikisi­nin boyu 50'şer  zira' (40'ar metre), birininki de 53. zira' (36.04 m.) idi.
[92] CUMA'NIN MÂNÂSI:

Cuma gününün Arapça eski ismi ARÛBE dir ki açık ve güzel konuşmak mânâ­sına olan İrâbdan gelmektedir. İnsanlar o günde süslenip bezendikleri için böyle denil­miştir.
Ona Cuma ismini İlk veren Kâab bin Lüey'dir. Bu husustaki Hadîs-i şerife gö­re; Cuma günlerin en şereflisi olup, Biirûc süresindeki «Yevm-i mcv'ûd» (kıyamet gü­nü), «Yevm-İ meşbûd» (Arcfe günü) ve «Yevm-İ $âh1d» (Cuma günü) diye tefsir olun­muştur.

Cuma günü müminlerin Bayramı ve bîçârelerin Hacadır,
[93] Bk. Cuma Sûresi (62), fiyct: 9
[94] «İmâmın minbere çıkması» ibaresi Arap âdetine göredir. Çünkü, onlar imâmın sânını tazim ve Onun istediği zaman çıkması gayesiyle, boş bir yer yaparlardı.

(Mefâtîhiil Cinân)
[95] Yâni, minberin önünde okur.

Evvelce Cuma gününde Öğle Vakti için iç ezanından başka ezan okunmaz idi. Bi­rinci ezanı Hz. Osman (R.A.) ihdas etti. O günün ikâmeti de hesaba katılarak Hz. Osman (R.A.) bir üçüncü nida ziyâde etmiş, denilmiştir. (Nimet-i tslâm)
[96] «Temiz olduğu halde» sözünden maksâd abdesl ve gusüldür, Bu bakımdan hatîbin hut­beyi abdestsiz ve çünüp okuması  mekruhtur.
[97] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 244-248.
[98] Bayram Namazının meşrûiyyeti Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Mekke'den Medine'ye Hicret   ettikleri   birinci  senede (bir kavle  göre İkinci senede)  vâki  olmuştur.
Uyûnül Eser sahibine göre; ilk Bayram Namazı Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Hicretlerinden 18 ay sonra Şaban ayının başında Kıblenin Kabe'ye çevrilmesini müteakip Ramazan ayının farziyyeti İle (yâni o seneki Ramazan ayında gelen Ramazan Bayramı ile) meşru kılınmıştır. Bundan sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V.) 10 sene Bayram Namazı kılmıştır.
Bir kavle göre; Hicri 2. ci senenin Ramazan ayı sonunda, yâni Bayrama 2 gün kala Resül-i Ekrem (S.A.V.); erkek, kadın, büyük, küçük, hür, köle, bütün Müslümanların fıtr sadakası vermelerinin vâcib olduğunu, buyurdu. Şevval ayının 1. ci gününü de Bayram olarak İttihâz etti.
Bayram günü de meydanlık bir mevki de (Dâr-ı Şifâ yakınında) Bayram Namazını kıldırdı. (1 Şevval 2. H.)

Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz İkinci Bayram Namazını Devs mahallesinde, üçüncü Bayram Namazını da Bayram Musallası denilen nurlu mevkide kıldırmıştir. Da­ha sonra, yâni üçüncü Bayram Namazından sonra bütün Bayram Namazlarını Bayram Musallası (Musallây-ı î'd) denilen bu Namazgahta kıldırmalardır.

Peygamher (S.A.V.) Efendimiz böyle mescid. Namazgahlarda namaz kıldırdıkları va­kit  Kıble tarafına bir mızrak diktirir ve onu sütre edinirdi.

(Mîr'ât-ı Medine, Eyyûb Sabri Paşa - Müslümanlığın Medeniyete Hizmetleri, Tâhİ-rü'I Mevlevi)
[99] Musannifin iki Bayram Namazı ile Cuma Namazını birarada zikretmesinin sebebi şudur: Çünkü bunların her İkisi de büyük bir cemâat hâlinde gündüzün ve cehren kıraat edilen namazlardır.

Bunların birindeki şart, diğerinde de şarttır. Ancak, hutbe hâriçtir. Çünkü Cuma Namazının hutbesi sıhhatinin şartıdır ve namazdan Öncedir. Bayram Namazında ise şart değil sünnettir ve Namazdan sonradır.
[100] Bizim ileri gelen Fakîhlerimize göre; İki Bayram Namazında ve Cum'ada cemâatin fitneye düşmemeleri için tmâm sehv secdesi yapmaz. (Kâdîhan)
[101] İki Bayram 'Namazının biraraya gelmesinden maksad; Ramazan veya Kurban Bayramı 'ile Cuma'nm bir güne tesadüf etmeleridir.                            (Dürer Haşiyesi, Abdülhalîm)
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) zamanında İki Bayram yâni Ramazan Bayramı ile Cuma (yeya Kurban Bayramı ile Cuma) nın bir güne tesadüf ettiği bazı Sahabeden (R.A.) rivayet edilmiştir. (El Musannef, Hafız Ebû Bekir Abdürrezzak bin Hemmân es San'ânî, /Doğumu:  126, Vefatı: 211/)
[102] Burada Bayram Namazının Cenaze Namazından Önce kılınmasına sebeb; Bayram Na­mazının vâcib, Cenaze Namazının ise kifâye olmasıdır. (Kerderf)
[103] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 249-250.
[104] Buradaki Musalla daha önce de zikrettiğimiz gibi, açıkta namaz kılmaya mahsûs ve Kıble tarafında Mihrap yerine bir dikilitaş İkâme edilen üstü açık namazgahtır. (Bir nevi mescid)
[105] Ellerin kaldırılacağı yerler şunlardır:
a) Namaza   iftitâhda,   b) Vitrin   Kunûl'unda,   c)   İki   Bayram   tekbirlerinde,  <j)   Hâ-ecr-i  Esved'i  istilâmda,  el Safâ'da ve  Merve'de,  0 *ki  Vakfede,  g) İki Ccmre'dc.
[106] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 250-253.
[107] Nahr Günleri üç gündür. Teşrik günleri de üç gündür. Bu altı gün dört günde geçer. Zilhicce'nin   10  uncu  günü   hassaten   Nahr'dır,   13   üncü günü   hassaten   Teşrîk'dİr.   İki gün de Nahr ve Teşrîk'dİr.                                                                                      (Kâfi)
[108] Fakîh Ebû Ca'fer (Rh.A.) der ki; Meşayihimtzîn  bunu bid'at olarak kabul ettiklerini işittim.   Nevâzil'de   ise   Ebû   Bekir:   «Ibn-i   Ömer   Eyyâm-ı   Aşr'da   Medine   sokağına girer, tekbir getirir ve insanlara da tekbir getirmelerini hatırlatırdı» demiştir.
[109] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 253.
[110] Bk. Bakara Sûresi (2); âyet: 203
[111] İzüfet-İ beyâniyye: İzâfet-i Mânevİyyenin kisımlarındandır. Bu izafette; Muzâf İle Mu-, zâfmileyh arasında bir bakımdan umûm ve husus bulunmak suretiyle muzâfınileyh mu-

zâfa ve muzâfın gayrına şâmil olan bir cins olur. Buna izâfet-i biraânâ «min» de denilir.
[112] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 254-256.
[113] Küsûf Namazının Bayram Namazı ile beraber zikredilmesinin sebebi; ikisinin de ezânsız ve ikâmetsiz cemâatle eda olunmalanndandır.

Küsûf Namazının Bayram Namazından sonraya alınması da esah kavide, daha önce yazıldığı gibi vâcib olduğu içindir. (El Ekmel)
[114] Küsûf (Güneş tutulması) Namazı: Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Mâriye-i Kibtiyye (R.Anhâ)  den doğan (H.  8) ve küçük çocuğu olan Hz. İbrahim'in vefatları  (H.   10) (bazı râvîlere göre 22 aylık iken, Hz. Âişe' (R.Anhâ) nin rivayetlerine göre 17-18 aylık iken) sırasında güneşin, tutulması üzerine bazı kimselerin güneşin tutulmasın: bu hâdiseye yormaları ile Resûlullah' (S.A.V.) in güneş ve ayın tutulmasının bir İnsanın ölümüyle alâkası olmadığını söyliyerck kıldıkları namaz ve yaptıkları duadır.
[115] Küsûf ve Hiisûf Namazları sünnet ve icmâ üe meşrudur.

Bu namazların Peygamber Efendimizin (S.A.V.) bir sünneti olduğuna işaret eden hadîs-i şeriflerden bir tanesi Hz. Âişe' (R.Anhâ) nin, diğeri de Hz. Ebû Bekir' (R.A.) İn rivayet ettiği, Buhârî'nin naklettiği aşağıdaki hadîs-i şeriflerdir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), oğlu Hz. İbrahim'in vefatı esnasında, güneşin tutulmuş olması sebebiyle kıldırdığı namazdan sonra şöyle buyurmuştur:

Âişe' (R.Anhâ) den:

«Güneş ile Ay şüphe yok kî, bir kimsenin ne ölmesinden ne de hayat bulmasın­dan dolayı tutulmaz. Bunların tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılınız ve Allahü Azîmüşşan'a duâ ediniz.»

Ebû Bekr' (R.A.) den: «Bunlar Allahü Teâlâ'nın âyetlerinden iki âyettir, (yâni kud­ret ve hikmetine âid iki alâmettir.)»
[116] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 257-258.
[117] İSTİSKÂ : Sünnet-i Müekkededir, Bunda tam bir ittifak vardır. Yine ilk günkü Istiskâdan sonra   yağmur   yağmazsa  İkinci   ve  üçüncü  günlerde  yağmur   duasına   çıkılacağında; yağmurun  çokluğundan dolayı zarar  hâsıl olduğunda  giderilmesini  Hak'dan  niyaz et­menin  sünnet 'olduğunda da   ittifak vardır.   Ancak,  duadan başka namaz,   hutbe  ve elbiseyi çevirme meselelerinde Mezhep İmamları arasında ihtilaf vardır.
Sünen-İ Ebû Dâvûd ile Sahîh-1 İbn-i Hibbân'da; Hz. Âise (R.Anhâ) den rivayet edilen bir hadîste, Peygamber Efendimiz Hîcrî 6. ci yılda minberini musallaya çıkartıp orada yağmur duasında bulunmuşlardır.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.) istiskâda aynca, İki rek'at namaz da kılmışlardır.

Yine, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Mekke devrinde de Medine devrinde de bu duayı (istiskâ) icra buyurmuşlardır.

îmâmeyn, İmâm Mâlik (Rh.A.), İmâm Şafiî (Rh.A.) ve İmâm Ahmed hin Hanbel (Rh.A.) gibi büyük Mezhep İmamları istiskânın Bayram Namazı gibi iki rekV cemâatle kılınmasının sünnet olduğuna kail olmuşlardır.
Hanefîlere göre tstiskâ Kitab (Hûd Sûresi; âyet: 52) ve Sünnet ile sabittir, tstiskâ da yalnız bir hadîsde zikredilmiştir o da şazdır.

(Buhârî - Tecrid-i Sarih, Müslim - Tercüme ve şerhi)
[118] Bk. Nûh Sûresi (71); âyet: 10 - 11
[119] Ziramî:  İslâm zimmetini, ahİd ve emânını hâiz bulunan gayri müslimlerdir.  Bunların kadınlarına da Zimmiye denir.

Harbî bulunan bir şahsın veya bir cemâatin  İslâm ahit! ve emânıiıı yâni tâbîiyeiini kabul etmesine ise akd-i zimmet tâbir edilir.
[120] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 259-260.
[121] KORKU NAMAZI: Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ve Ashabı tarafından ilk defa, Hu-deybiye Umresi (yolculuğu) esnasmd^ (1 Zilka'de 6. H. / 13 Mart 628. M.) Usfân mev-kjindc kılınmıştır. Korku Namazı hakkındaki âyet de burada nazil olmuştur. (Nisa Sû­resi; âyet: 101 - 102)                           .

Son Korku Namazının da Batn-ı Nahle'de vâki olduğu rivayet edilir.

(lk Korku Namazının Zâtü'rrika' Gazasında vâki olduğu da rivayet edilmiştir. An­cak; Zâtü'rrika', Muharib-İ Hafsa, Necİd, Sa'lebe, Katafân diye geçen gazaların hepsi işaret edüen vakanın geçtiği bir gazaya âid isimlerdir. Hattâ Ashâb arasında buna Gazvetül Acîb de denir. Bu gazve Bedr, Uhud, Hendek, Kureyzâ, MürcysF ve Hayber-den sonra meydana gelmiştir.

Zâtü'rrika' Namazı ile de bu Namaz kaydedilmektedir.

Bir rivayete göre; Usfânda iken nazil olan âyet-i kerime Namazı kısaltmaya (kasr) da âiddir.
Korku Namazının cemâatle edası keyfiyeti sünnet ile sabittir. Kitabullahdan delili ise biraz evvel işaret ettiğimiz Sûre-i Nisâ'dakİ 101 - 102 ci ve sûre-i Bakara'daki 239. uncu âyeti kerîmedir.

(Buhâri - Tecrîd, Ebû Dâvûd, Nurii'l Yakîn» Asr-ı Seâdet, Sahîh-i Müslim - A. Da-vudoğhı)
[122] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 261-262.
[123] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 263.
[124] Bu kavle Şeyh Hasen el Kerhî (Rh.A.) de İmâm Muhammed1 (Rh.A.) in: «İmâm ya­nıldığı zaman secde etmesi vâcibtir...» sözü ile istidlalde bulunmuştur.

(Zahfriyye)
[125] Mevkûfen:  Duraklamaya  mahkûm  bırakılmış,  tutuklanmış olarak.
[126] Yahut müsâfir Öğleye dört rek'at olarak niyet etse. (Zeylaî (Rh.A.)
[127] Secde-i sulbiyye: Namazın kendi secdesi.
[128] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 264-269.
[129] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 269-270.
[130] Vüs'at: Geniş zamanda, mühlet ile.
[131] Hanefilerden başka bütün Ulemâ'ya göre, Secde-i Tilâvet sünnettir.

Hanefîlere ve ŞâfiDere göre secde için âyetin kasden dinlenmesi cart değildir. Rast-gele işitenlerin de secde etmeleri gerekir. Yalnız Şâfiîlere göre, rastgele işiten bir kim­seye, secde etmek kasden dinleyene olduğu kadar kuvvetle sünnet değil, müstehâbdır.
Tilâvet secdesinin vücûbiyetî Kitap (Necm sûresi; âyet: 62, Alâk sûresi; âyet: 19, Inşikâk sûresi; âyet: 21) ve Sün


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..