(Kurbân Bahsi)

Bu bölümün «Kitâb'ul-Hacc» ile ilgisi, Udhiyyenin Hac günlerinde vâki olmasındandır.
Udhiyye, kuşluk vaktinde kesilen hayvanın ismidir. « E f â î 1» vezninde « E d â h î » şeklinde çoğullanır. Kelime, (Adhâ yudhî) dendir. Bir kimse kuşluk vaktine girdiği zaman böyle denir. Nahr günlerinde boğazlanan şey «udhiyye» diye adlandırılır. Çünkü nahr günlerinde boğazlanan şey, kuşluk vaktinde boğazlanır. Bundan dolayı vaktin adı ile adlandırılmıştır.

Şeriatta, udhiyye; belli yaş ile, belli günde, tekarrüb (ibâdet) niye­tiyle, şartları ve sebebleri bulunursa vaktinde boğazlanan (kesilen) hay­vandır. 

Şartları: İslâm, ikâmet ve sadaka-ı fıtranın vucûbunun tealluk ettiği zenginliktir. Sebebi, vakittir. O da Nahr günleridir.

Rüknü; boğazlanması caiz olan şeyi boğazlamaktır.

Udhiyye; bir ferdden bir koyundur. Bir kişi için bir koyundan daha azı caiz olmaz. Yine bir kişiden yedi kişiye kadar bir deve veya bir sığırdır. Nitekim bu husus daha önce geçmiştir.
Kıyâs, bedenenin hepsinin ancak bir kişiden caiz olması hususun-dadır. Çünkü kan akıtmak bir tek kurbet (ibâdet) tir. Bir tek kurbet İse bölünme kabul etmez. Ancak biz, kıyâsı eser (yâni Sahabenin sözü) ile terk ettik, Bu eser, Hz. Câbir'  (R.A.)  den mervîdir ki: Hz. Câbir (R.A.); «Resûlüllah  (S.A.V.)  İle Beraber Bir Sığırı Yedi Kişi, Bir Deveyi De Yedi Kişi İçin Boğazladık.» [172] Demiştir.

Koyun Hakkında Nass Bulunmadığı İçin Kıyâsın Aslı Üzere Kalmıştır.
Sığır Veya Deve, Altı Veya Beş Veya Üç Kişiden Caiz Olur. Bunu İmâm Muhammet! (Rh.A.)  «Asi» [173] Adlı Kitâbda Zikretmiştir.
- Yedi Kişiden Olması, O Yedi Kişinin Birisi İçin Yedide Birden Daha Az Olma/Sadır. Hattâ Bir Adam Ölüp Bir Oğlu, Bir Karı Ve Bir De Sığır Bıraksa, Oğlu İle Karısı O Sığırı Udhiyye (Kurbân) Etseler, Kurbet Vasfı Bazısında Yok Olduğu Ve Bu Fiilin Kurbet Olmasında Bölünme Bulundu­ğu İçin, Oğlunun Payında Caiz Olmaz. [174] Kâfi De De Böyle Zikredilmiştir. Bir Kimsenin Udhiyye (Yani Kurbân) İçin Satın Aldığı Bedenede Al­tı Kişiyi Kendisine Ortak Etmesi İstihsânen Sahilidir. Kıyâs Bakımından İse Caiz Değildir. Bu İmâm Züfer' (Rh.A.) İn Sözüdür. Çünkü Ona Göre, Bedene'yi Satın Alan Kimse Onu Kurbet İçin Hazırlamıştır. Bu Durumda Onun Satılması Caiz Değildir.

İstihsânın Sebebi İse Şudur : Şüphesiz O Kimse Bir Semiz Sığır Bul­muş, Satın Alırken Ortak Bulamamıştır. Şu Halde Hacet, Ortaklığa Mec­bur Etmiştir.

Rücû Suretinden Ve Hılâfdan Daha Uzak Olması İçin Kurbette Or­taklığın Satın Almadan Önce Olması Mendûbdur.

Ortaklaşa Olan Udhiyyenin Eti, Ölçü İle Taksim Edilir. Tartısız Ve Ölçüsüz, Yalnız Tahminle Taksim Edilmez. Ancak Eğer Taksim Edilen Par­ça İle Beraber, Paçalarından Veya Derisinden Eklenir; Yâni Bir Tarafda Etinden Ve Paçalarından Bulunur Ve Diğer Tarafda Etinden Ve Derisin­den Bulunursa, Bu Takdirde Cinsi Cinsin Hilâfına Şekilde Sarf Etmek (Saymak) Caiz Olur.

Udhiyye Vâcibdir. Cevâmi'de Ebû Yûsuf (Rh.A.) Dan : «Udhiyye Sünnettir» Diye Rivayet Edilmiştir^Bu Şafiî' (Rh.A.) Nin De Sözüdür. Ta-Hâvî (Rh.A.) Zikretmiştir Ki: «Udhiyye; İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) Ve İmâm Muhamined' (Rh.A.) İn Kavline Göre, Sünnet-İ Müekkededijr. Vâ-Cib Olmasının Delili; Resûlüllah' (S.A.V.) İn
«Bir Kimsenin Hâli Vakti Yerinde Olurda Kurbân Kesmezse Sakın Bizim Namazgahımıza Yaklaşmasın.» [175] Kavli Şerifidir. Bu Hadîsi, İmâm Ah-Med (Rh.A.) İle İbn Mâce (Rh.A.) Rivayet Etmişlerdir. Bunun Gibi Vai-De (Tehdid) Ancak Vacibi Terk Eden Lâyık Olur..

Udhiyye : Hür Kimse Üzerine Vâcibdir. Çünkü Udhiyye Mâlî Bir Kur-Bettir (İbâdettir). Mâlî İbâdet İse, Ancak Mülk İle Hâsıl Olur. Mâlik De Hür Olandır.

Hür Müslümana Vâcibdir. Çünkü Kurbet Ancak Müslümanda Tasav­vur Edilir.

Mukîm Olan Hür Müslümana Vâcibdir. Çünkü Udhiyyenin Edası Mü-Sâfir (Seferi) E Meşakkat Sayılan Sebeblere Mahsustur. O Sebebler Vak­tin Geçmesi İle Yok Olur. Bu Durumda, Müsâfir Üzerinden Güçlüğü Kal­dırmak İçin O, Cuma Namazı Gibi, Vâcib Değildir.

Fıtra Zenginliği (Maddi İmkânı) Kadar Zenginliği Bulunan Hür Ve Mukîm Müslüman Üzerine Vâcibdir. Çünkü İbâdet Ancak Gücü Yetene Vâcib Olur. Gücü Yeten İse Zengin Kimsedir. Zenginliğin Miktarı, Üze­rine Sadaka-I Fıtra Vâcib Olacak Kadardır.
Müslümamn Kendi Şahsı İçin Vâcibdir. Çocuğu İçin Vâcib Değildir. Yâni Küçük Çocukları İçin Kendi Üzerine Udhiyye Vâcib Olmaz. Çünkü Udhiyye Sırf İbâdettir. İbâdetlerde Asi Olan Bir Kimse Üzerine Başkası Sebebiyle Vâcib Olmamaktır. Sadaka7ı Fıtra Bunun Aksinedir. Çünkü On­da Meûnet [176] Ma'nâsı Vardır. Onda Sebeb, Bir Baştır Ki O Başın Meû-Netini Görüp Üzerine Velî Olmaktır. Bu Ma'nâ İse, Çocuk Hakkında Gerçekleşmiş Olur: İmâm A'zam' (Rh.A.) Dan İmâm Hasan (Rh.A.) Ri­vayet Ederki; Udhiyye, Baba Üzerine Küçük Çocuğu İçin Vâcibdir. Çünkü O Küçük Çocuk Bir Bakıma Âdeta Kendi Nefsidir. (Yâni, Bizzat Kendi Ma'nâsında Mevcûddur.) Ancak, Eğer O Çocuğun Malı Varsa, Onun Ma­lından Kendisi İçin Babası Udhiyye (Kurbânı) Kesiverir. Veya O Çocu­ğun, Babasından Sonra Onun Vasisi Kurbânını Kesiverir. O Kurbândan Çocuk Da Yer. Yedikden Sonra Geri Kalanını, Babası Ev Âleti Ve Benzeri Şeylerden Aynen Faydalanılacak Şeylerle Değiştirir. Hidâye'de Denilmiş­tir Ki: «Babası, Çocuğun Malından Kurbân Keser. Mümkün Olduğu Ka-Dannı Yeyip, ,Geri Kalanını Ayniyle Faydalanacağı Şey İçin Satar.»

Kâfi'de Şöyle Denmiştir : Esah Olan Kavi Şudur Ki: O Çocuk İçin UdHiyye Vâcib Değildir. Babasının Da, Çocuğun Malından Udhiyye Kesiver-Mesi Gerekmez.

Udhiyye, Şehirde Bayram Namazından Önce Boğazlanmaz. Şehirden Başka Yerde, Nahr Günü Fecrinin Tulûundan Üçüncü Gününün Gurubuna Kadar Boğazlanır. Çünkü Udhiyyenin Başlangıç Vakti, Şehirli Hakkında Bayram Namazından Sonra Ve Şehirliden Başkası Hakkında Fecrin Tulû­undan Sonradır. Son Vaktin Nahr Günlerinin Üçüncü Gününün Güneş Batışından Önceki Vakte Varıncaya Kadardır. Fakirlik Ve Zenginlik İçin, Doğum Ve Ölüm İçin Vaktin Sonuna İtibâr Edilir. Çünkü Nahrin Başın­da Zengin Olup Sonunda Fakirlik İsabet Ederse, O Kimsenin Üzerine Ud­hiyye Vâcib Olmaz. Aksi Durumda Olan İçin Vâcib Olur. Eğer Çocuk Son Günde Doğarsa, Udhiyye Vâcib Olur. Yâni Babası, Udhiyye (Kurbânı) Kesiverir. Eğer Son Günde Ölse, Vâcib Olmaz.

Udhiyyeyi Geceleyin Boğazlamak Mekruhtur. Her Ne Kadar Caiz İse De, Gecenin Karanlığında Yanlışlık Vukuu İhtimâli Olduğu İçin Mekruh Olmuştur.

Bir Kimse Udhiyyeyi Terk Edip Günlerini De Geçirirse - Ma'lumdur Ki Nahr Günleri Üç Gündür, Teşrik Günleri De Böylece Üç Gündür. Hep­si Dört Günde Geçer. Başlangıcı Nahr Günüdür, Sonu Da Teşrîkdir. Or­tada Kalan İki Gün Nahr Ve Teşriktir. Bu Günlerde Udhiyyesini Edâ Et­mek, Udhiyyenin Parasını Tasadduk Etmekten Efdaldir. Çünkü Udhiy­ye Vâcib Veya Sünnet Olur. Tasadduk İse Sâdece Tatavvu'dur. - Bu Du­rumda O Udhiyyenin Kendisini Diri Olarak Tasadduk Eder.

Muayyen Nezr Yapan Kimse De Nahr Günleri Geçtikden Sonra Nezr Edilmiş Olan Şeyin Kendisini Tasadduk Eder. Yâni Bir Kimsenin Mül­künde Mevcûd Bir Koyunu Olup Da Allah (C.C.) İçin Bu Koyunu Udhiy­ye (Kurbânı) Edeyim Diye Nezr Etse, Nahr Günleri Geçip Gittikden Son­ra Artık O Koyunu Diri Olduğu Halde Tasadduk Eder.

Yine Birinci Mesele Gibi.Bir Fakır Udhiyye İçin Bir Koyun Satın Alsa, Kurbân Kesme Günleri Geçtikden Sonra O, Satın Aldığı O Udhiyyenin Ken­disini Diri Olduğu Halde Tasadduk Eder. Çünkü Bizim Mezhebimizde Fa-Kîrin Kurbân Kesmek Niyeti İle Satın Aldığı Udhiyyenin Edası Vâcibdir. Zengin Olan Kimse, Gerek Satın Alsın Ve Gerekse Kendi Mülkünde Mev­cûd Olsun, Vakti Geçmiş Udhiyyenin Kıymetini Tasadduk Eder. Yâni Eğer Zengin İse, Gerek Satın Alsın Ve Gerek Satın Almasın, Udhiyyenin Kıy­metini Tasadduk Eder. Çünkü Udhiyye Zengin İçin Vâcibdir. Şu Halde, Şayet Kurbân Kesme Zamanı Geçse, Uhdesinden Çıkarmak İçin Onun Üze­rine Tasadduk Vâcib Olur. Cuma Namazı Gibi Ki, Onun Vaktinin Geçme­sinden Sonra Öğle Namazı Kaza Edilir. Ya Da Oruç Gibi Ki Aczden Sonra Fidye Vâcib Olur.

Kurbân, Altı Aylık Kuyruklu Koyundan Sahih Olur. Kuyruğu Olan Koyuna (Da'n) Derler. Altı Aylık Koyuna İse (Ceza) Derler.
Deveden, Sığırdan Ve Koyundan Da Seniyy Ve Seniyy'den Ziyâde Olan Sahih Olur. Seniyy, Deveden Beş Yaşında Olandır. Sığırdan İki Yaşında Olandır. Koyundan İse Bir Yaşında Olandır. Sö2Ün Kısası, Seniyy Ve Se­niyy'den Ziyâde Olanların Hepsinden Udhiyye (Kurbânı) Caizdir. An­cak, Da'n Yâni Tokludan (Gösterişli Olup) Altı Aylık Olanı Kurbân Et­mek, Resûl-İ Ekrem' (S.A.V.) İn Şu Kavli Şerifinden Dolayı Kifayet Eder :
«Siz Senâyâ İle Kurbân Kesin, Ancak Sizden Biriniz Fakir Olursa, Tok­ludan Altı Aylığını  Boğazlasın.» [177]
[1] Havelân-ı  havi:  Mal üzerindi: Kamerî bir senenin dolmuş olması (yıllanması)  Uir  Ka­merî sene de 1   Mu har re m'den diğer   1   Muharrem'e kadar geçen  müddettir ki -154 gün, 8  saat, 53  dakikadan   ibarettir.
[2] Yâni, zekât verecek kimsenin zekâtı verirken zekât niyyeıi île vermesidir.   Yâlıuf malın zekâtını   daha   evvel   ayırıp,   zekât   olarak   verileceğini   kararlaştırarak   ya   kendisi   ve>a vekili  Olan   kimsenin vermesidir.   Bu  bakımdan  ne verirken  ne de  daha evvel zekâttık olarak   ayrılma hâlinde  niyyet  olmadığı  takdirde  zekât  verilmiş  olmaz.   Niyyet   mutlaka jarttır.
[3] HUL' (Mühâlca):   Nikâh  mülkiyetini zevcenin  kabulüne talik ederek,   özel lafızlardan biriyle gidermektir.
[4] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 308-309.
[5] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 310.
[6] Buhtu'nasr (Nabuchodoııosor); Milâdda.ı Önce yaşamışı bir Hükümdarın kullandığı bir deve cinsidir.
Nabufhodonosorı ismiyle Aşarîlerde iki hükümdar gelmiş olup, birincisi M.Ö. 667 -647 seneleri arasında ISİnova'da hüküm sürmüş; Midyâ (yâni A'cem İrak'ı ve Azerbey-can) Hükümdarı (Er Falışâd) ı mağlûb edip, kendi eliyle Öldürmüştür. Suriye ve Filis­tin'in zabtına (Hclefren) isminde bir ve/îrini memur etmiş ise de, bu adam (Betolye) şehrinin muhasarasında (Yodİs) isminde bir Yahudi kızı tarafından öldürülünce bunun öldürülmesinden sonra Buhtu'nasr .bütün fetihlerini kaybederek rivayete göre kendisi de (Kîahşâr) ve (Napopolasar) a karşı Ninova'yı müdafa etmekte iken Öldürül­müştür.
İkiiîcjsİ «Büyük lakabıyla da bilinen meşhur (Buhtu'nasr) dır ki, Asûriyye ile Ba-biiistan'm birleştirilmesinden sonra bu iki memleketin hükümdarı olup M.Ö. 606 tarihin­de Filistin'in üzerine asker sevketmiş ise de Benî İsrail hükümdarı olan (YuhûyâkîyirO karşı durmayarak itaati altına girince iktidar makamında bırakılmıştı. Üç sene sotıra Yahûyâkîym itaatten dönünce Buhtu'nasr asker göndererek kendisini yaka­latmış; Yahûyâkîym yolda korkusundan vcfâl edince Buhtu'nasr onun oğlu (Yah-niyû)yi Benî İsrail'e hâkim tâyin etmiş ise de yüz gün sonra bu zâtı bir çok Benî İsrail âlimleri, Hz. Oaniyal ve Hazkal ile beraber esaret altında Babil'e nakledip Benî İsrail'e bunun amcası (Satkîyâ)yı hâkim tâyin etmişti. Hz. Ermiyâ bunun zamanında ortaya çıkıp Benî İsrail'i Hak'ka davet eder ve Buhtu'nasr ile tehdid ederdi. Dokuz sene  sonra   (Satkiyâ)   da  Buhtu'nasr'ııı   itaatinden   çıkınca  hal   tercümesi  sahibi   ikin ci defa olarak Filistin üzerine asker sevkedip bir sene, bir rivayette de ikibuyuk senelik muhasaradan sonra Kudüs'ü zabtederek Beyl-i Makdîs'j tahrib edip Benî İsrail'i esaret altında Babil'e sevketmiştir. Sonra (Sûr) şehrini muhasara ve zabtedip Mısır'a da asker sevkederek Aşağı Mısır'ı istilâ etmiş; zabtetliği yerlerden pek yok ganimet alıp, nak­lettiği bir çok sanat eserleri ile Babil'i bir kat daha genişletip tezyin etmiştir. Hu fetih­lerin üzerine ulûhiyyet davasına kalkışınca Allah (C.C.) tarafından bir ce?â olmak üzere aklını yitirince kendini öküz zannederek yedi sene ormanlarda gezmiş; bu müddet içinde zevcesi mülkü idare etmiştir. Sonra aklı başına gelip ulûhiyyet davasın­dan da vazgeçince tahtına dönerek bir sene daha hükümrân olmuş; M.Ö. 562 tarihinde vefât etmiştir.

Mes'udî'ye göre; Buhtu'nasr onsekizbin (bir rivayete göre de yelmişbin) Yahudi katletmiştir.

(Kâmûs'ul A'lâm. Şemseddin Sami - Kâmûs Tercümesi,  Asım  Efendi)
[7] İsti'nâf:   Üç  türlüdür.

Birincisi, mutlak olarak hükmün sebebinden sorulur ve akabinde cevah verilir.

İkincisi, bu  hükmün özel sebebinden sorulur ve cevabı verilir.

Üçüncüsü, ya da bunun dışında bir şey sorulur ve cevabı verilir.

Bir görüşe göre isti'nâf, mukadder bir suale verilen cevabdır.

Diğer bir görüşe göre isti'nâf, sözü sual elrafında dolaşan sözden  kesmektir.

Yine bir görüşe göre İsti'nâf, yeniden söze başlamaktır.

(Ta'rifât-i Sevyid-i §erîf)
[8] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 310-312.
[9] Burada  sadaka,   zekât   mânâsına   kullanılmıştır.   Nitekim,  Buhârî'de  geçen   Encs (R.A.) in   rivayet   ettiği   bir  badîsde;  Peygamber Efendimiz (S.A.V.)   tarafından   Zekât, sadaka olarak  ifâde buyurulmuştur.
[10] Rub'u    uşr:     Onda    birin     dörtte    bfirİ     demektir.     O    da     kırkda     bir     eder. 111

Yâni                 v- x ----- =   -------                      '
10   :       4           40
[11] Nısf'u uşr : Onda birin yansı demektir. O da yirmide bir eder.

Yâni        ----- x----- = - —
10           2            20
[12] Bu  husûsda Hidâye'de  zikredilen  dalıa başka  rivayet de vardır.
[13] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 312-313.
[14] Buradaki   hükümle   Resûlüllah   (S.A.V.)   ve   Ebû   Bekir'   (R.A.)   in   zekâlın   farayyetine dâir olan  yazılan  (nüshaları)   kasd edilmekledir.

Buhârî'deki bîr hadîs-İ şerifte. Enerden rivayet olunduğuna göre, Ebû Bekr-i Sıddîk (R.A.) kendisine (Bahreyn Valisi bulunduğu sırada) şunu yazdırmıştır:

«Bu, Resûlüllah sallellahü aleyhi ve sellenıin Müslümanlara farz kıldığı, Allah'ın da Resulüne emir buyurduğu zekât farizası (nüshası) dır.

Deveden her yirnıidört başta ve daha azında zekât koyundur...» buyurulmaktadır.
[15] Ceza': Deveden 4 yaşım tamamlayarak 5 .ışına basmış olandır. Al ve sığırdan 2 yaşım tamamlayıp 3  yaşına   basmış olandır.  Kovundan  8 yahut  9 aylık olandır.
[16] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 313.
[17] İşkâl (Müşkil): Bir lafzın kentlisinden ne murâıl edildiği teemmülü üz bilinemeyecek de­recede mânâca kapalı olmasıdır. Bu kapalılık onun ya mânâsmdaki incelikten, derinlik-ten veya kendisindeki bir İstiâreİ bediiyeden İleri gelir. Böyle lâfızlara da müşkil de­nir. Meselâ; gusülde tatahhur (temizlenme) ile memuruz. Bu temizlenme ağızm içine de şamil midir? Teemmül neticesi anlaşılıyor ki bunda işkâl mevcuttur.
[18] TAĞLEBt  KAVMİ;   Hıristiyan   Arab   Kavimlerinden   biridir.   Ömer (R.A,)   zamanında cizye   vermek   istememişler,   daha  sonra  sulhen   «Biz  cizyeyi   Müslümanların   zekâtıma katıyla veririz» demirlerdir. Ömer (R.A.) de; «İşte sizin cizyeniz, bunu istediğiniz şekil­de isimlendirin.» buyurmuştur.

Müslümanların zekâtının katı olarak sulh cereyan edince, onların çocuklarından bu durumda cizye alınmamaktadır. Bunların kadınlarından ise Müslüman kadınları gibi alınmakladır. Ancak Müslüman kadınları için cizye söz konusu değildir.

(Hadimi, Dürer Hafiyesi)
[19] Mansûs'un-aleyh: Açıklanıp tâyin edilen.
[20] Çünkü yirmi,  kırkın yarısıdır.  Beş de onun sekizde biridir.
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat:314-318.
[22] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 319.
[23] Vczn :  Ağırlık, miktar, Ölçü. Miskâl:  4,807  gram.  (*)  Dirhem:  3,27 gram
 Kırat: Şer'i ölçüsü 0,2 gram, Örfî ölçüsü 0,20208 gram.

Nisâb: Şer'î şerifin bir şey hakkındaki miyar, alâmet tâyin etmiş olduğu miktardır.
[24] Madrûb: Darbolunmuş; darbolunmuş gümüş akçe. Yâni vaktiyle mütedâvil bulunm.;ş bir küçük gümüş sikke.
İlk islâm sikkesi H, 75 senesinde Abdülmelİk İbni Mervan (Rh.A.) zamanında ba-silmiştir.

tslâm parası evvelce hurma çekirdeği şeklinde idi. Ömer (R.A.) zamanında yuvar­lak şekle konuldu ve üzerine de «Lâ ilahe illallah Muhammediin resûlullah» yazıldı.

Abdiilmelik (Rh.A.) zamanındaki sikke ise; devrin meşhur Ulemâsı ile görüşülerek  ve bilhassa Muhammed İbni Bakır (Rh.A.) m rey'i alınarak darbedilmiş İslâm Devle­tinin İlk sikkeyidir. Bu sikkenin darbından sonra diğer paralar tamamen tedavülden kaldırılarak, bunları kullananlara ağır cezalar tâyin ve tamim edilmiştir.
İstanbul Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan bu paranın bir tarafında «Lâ ilahe illalla-hû vahdehû lâ şerîkeleh» cümle-i şerifesi, öbür tarafında da «thlâs-ı şerif» sûresi yazılıdır. Bu yüzünün kenarında da Şam'da darbedildiği ve darp tarihi olan 79 senesine işaret edilmiştir. O halde, bu paraların basımına daha sonra da devam edilmiş olduğu ortaya çıkar.

Vaktiyle kullanılan paralardan Dinar, altın sikke; Dirhem İse gümüş sikkedir.
[25] Uruz: Araz ve arzın çoğuludur. Burada dinarlar ve dirhemlerin gayrı mallar manası­nadır.
[26] Akar: Fıkıhda, gayrimenkul demektir. İnsanlar arasında İse, kiraya verilip irâd geti­ren şeylere denir.
[27] Vaz'an: Aİlahu Teâlâ'nm vaz'ı itibariyle. Ca'len: İnsanların işlemesi itibariyle.
[28] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 319-322.
[29] ÂŞİR: Bîr zamanlar; tacirleri hırsızlardan, yol kesicilerden, eşkıyadan ve sâireden ko­rumak ve bu hizmetin karşılığında bir kısım zekâtlarını almak için münâsip mahallerde â$ir nâmtyle Sultan tarafından tâyin edilmiş bir takım memurlar bulunuyordu.

Bu memurların toplayacakları vergi 'umumiyetle öşr, nısfı öşr, rub'u öşr nisbetin-de olduğundan âşir denilmiştir. Çoğulu uçşar dır.

Bu memurlar, yoldan geçen tüccardan'yanındaki malın miktarını sorarlar, nisâb miktarı ise ve o mal yanında bir sene kalmış ise, aynı zamanda ticâret malı ise, her çeşit maldan, Müdümandan kırkta birini, Zİmtnfden yirmide birini, Harbîden ondabîri-ni alırlardı.

Bu malların sahihleri, bunların zekâtlarını yola çıkmadan önce bulundukları mem­lekette vermiş olduklarını veya bunların mukabilinde borçlu olduklarını veya bu mal­ların ticâret malı olmadığını veya zekâtlarının başka bir âşir tarafından alınmış oldu­ğunu iddia ederlerse, bu iddianın hilafı anlaşılmadıkça zekâtları alınmazdı.

Bu memurlar, tacirlerin yanında bulunup çabucak bozulacak sebze, yaş hurma ve yaş üzüm gibi şeylerden, kıymetleri nisâb miktarından fazla olmadıkça, zekât almaz­lardı.

Zamanımızda tacirler İslâm Gümrüklerinde, ticâret malları için verdikleri gümrük rüsumunu, bu malların zekâtına mahsûb edebilirler.

(Büyük İslam İlmihali, Hukuk-u Islamiyye Kâmûsu. Ömer Nasûhî Bilmen.)
[30] Tad'îf: İki kat etme, bir o kadar daha arttırma.
[31] Bu zikredilen İstisna, yukarıda «ancak» ile başlayan cümlede belirtilen husûsdur.
[32] Harbî:   Ehl-i   İslâm   ile aralarında  mütâreke   ve  sulh   bulunmayan   gayrimüslimlere  âid memleket ahâlisinden her biri.
[33] Câriye:   Bir  kimsenin   tasarrufu  altında  bulunan genç   veya  ihtiyar  kadındır.   Çoğulu cevâridir.

Câriye, esasen denizde cereyanı itibariyle gemi manasınadır. Cariyeler de Efen­dilerinin emir ve hizmetleri dâiresinde hareket edecekleri sebebiyle bu adı almışlardır. Bununla beraber hür kadınlara da câriye dendiği vâkîdir. Vakıflar gibi umûmî menfaat hakkında devamlı sadakaya da sadakati câriye denilir.
[34] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat:323-326.
[35] Fîrûzec (Feyrûzec): Bu kıymetli taş halk arasında fîrûzc olarak bilinir. Fîrûzec kelimesi Farscadir.

Rengi, gök mavisi veya yeşili andırır. Görünüşü güzeldir. Tabiatta, büyük kütle­ler içinde dağılmış ince damarlar hâlinde veya serbest olarak küçük yumrular hâlinde bulunur. Hamlaç (teknol-şalumo) alevinde erimez. Asit içine atılacak olursa, köpürme­den ve tortu bırakmadan, bakır rengini andıran eriyikler vererek çözülür,
Firuze taşlan, doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrılır. Doğu fîrûze [aşları İran, Hindistan ve Türkiye'de çıkar.  En kıymetli olanları gök mavisi olanlardır. Ayrıca ye şile, sarıya çalan  mavi  renklileri de vardır.  Bazılarının rengi,  parlak  maviden  donuk yeşile ayar ki;  onlara   «Ölü» veya  «sönük» taşlar  denir.

GÖz hastalıkları ile ilgili ilâçların terkibinde bulunur. Terkibinde firuze bulunan göz ilâçları; gözbebeğinin kusurlarını izâle eder. Göz perdesinde meydana gelen arızalan da giderir.                                                                                                         <EI Mutemed)
[36] tbn-i Adiyy, (Kâmil)
[37] Anber (Amber): Anber Balığının bağırsaklarından çıkarılan veya dışkısı ile denize dö­külen, küt renkli güzel kokulu bir maddedir.
Japon ve Hind denizleri gibi Tropik denizlerde yaşayan ve boyları 20 metreyi bulan, 100 ton ağırlığındaki Anber Balığı; siyah bir mayi çıkaran Mürekkep Balığını yer, bu siyah' mayi, Anber Balığının bağırsağında gri anber denilen katı bir madde hâlini alır. Bu madde balığın dışkısıyla dışarı atılır ve deniz üstüne birikir. Bu biriken madde katı ve mumlu olup kurşun rengindedir. Kokusu miske benzediği için güzel koku imâlinde kullanılır.

Bir rivayete göre; Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Seyf Nahiyesine bir Seriyye gön­derdiğinde, orada bir Anber Balığı elde etmişler ve bir ay boyunca yemişler. Bu balık­tan Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de yedikleri rivayet edilir.

Bir kavle «Öre; anber denizde bulunan bir pınardan zift gibi kaynayarak deniz üs­tüne çıkan bir maddedir. Suyun üstüne çıktığında katı bir madde hâline gelip, daiga-ların  çarpmasıyle sahile  dökülür.

Anber hakkında eski âlimlerle sonra -gelen âlimler arasında görüş ayrılığı doğ­muştur. Eski âlimlere göre; deniz içindeki bir pınardan kaynayarak su yüzüne çıkan mezkûr maddeyi batıklar yutar; kendilerine zararlı gelerek helak olurlar, dalgaların vurması İle sahilde bulunduktan sonra karınları yarılıp çıkarılır. Son devir âlimlerine go-re; bu madde Hindistan'ın bazı dağlarında olan bal arılarının hoş kokulu nebatlardan yemek suretiyle meydana getirdikleri bir baldır ki, şiddetli yağmurlar sebebiyle anların kovanlarınr sel suları denize götürdüğünden, ballı kısımları mahvolup; mumlu kısım­ları bakî kalır, dalga onu sahile atarak orada bulunmuş olur, Bu kavi tabiata daha uy­gundur. Çünkü bazı anberlerde arı kanadı,- ayağı ve kuyruğu müşahede edilmektedir. Aflberin en iyisi eşbeh olan nev'idir ki, akı karasından fazladır. İbn-i Abbas (R.A.) in rivayet ettiği bir hadîsde; anberin denizin attığı bir şey olduğu anlatılır.

Eski Hekimlikte İse, aşağıdaki dertlere deva olarak kullanılırdı.

Bir miktar Anb«r; su ile kanştınlıp İçilecek olursa; üşütmekten mütevellid mide ağrılarını, bağırsak tıkanıklığını ve yine bağırsaklarda hâsıl olan gazları İzâle eder. Bel ve karın bölgesindeki ağrılara dıştan sürülecek olursa, buralardaki ağrıları da giderir.

Buhur yapıldığında veya merhem gibi sürüldüğünde başağrılannı keser, ayrıca baş­ka azalara da sürülecek olursa, o azalan kuvvetlendirir.

Buhur ile koklanmasında bîr çok faydalar vardır. Bu şekilde tatbik edilecek olursa nezle, soğuk algınlığı ve dimağ yorgunluğunu izâle eder.

Anber ile yağlanılacak olursa, damar, sırt ve kaburga ağrıları için devadır.
2,40 gram anber sulandırılıp ağrıyan mide üzerine veya bir başka azaya sürülecek olursa ağnları giderir, azayı kuvvetlendirir.
<E1 Mutemed, Kâmûs Tercümesi, Lisanül Arab)
[38] Müste'min: Gerek Müslim gerek Zimmî ve gerekse Harbî olsun bir milletin   ülkesine eman ile,  müsaade ile dâhil olan  kimse demektir.

Böyle bîr müsaade ve izin ile başkasının yurduna giden bir yabancı canı, malı ve namusu hakkında emin, korkudan uzak bir halde bulunacağı cihetle kendisine müste'­min denilmektedir. Buna müste'tnen de denilir. Buna göre «kendisine eman verilmiş kimse» mânâsını ifâde eder.
[39] Yâni, kenzin bulunduğu memlekete İslâm'iyyetin gelmesinden önceki küffâra âiddir.
[40] Siyak: Söz gelişi, ifâde tarzı, uslûb, tarz.

Stbâk: Bir şeyin öncelik hâli, bir çeyin geçmişi, bafc, bağlantı. Siyak ve sibak: Sözün evveli ve sonrasıyla uygunluğu.
[41] Mef'û!: Tümleç; bir failin fiilinin tesir ettiği şey.
[42] Muzaf: Tamlanan (belirtilen) demektir.  Nfuzâfunileyh: Belirten, tamlayan demektir.

Mustâf: îzâfet-i mâneviyyede kendisine muzâfunileyh ilâve olunmaktan dolayı ma-rifelik ve husûsiyyet kazanan, mutlaka isim ve lafziyyede hafiflik elde eden ism-i fail. ism-i  mef'ût ve sıfat-i müşebbehedir.

Muzâfunileyh; lafzan yahut takdîren bir harf-i cerr vâsıtası ile iki şey birleştirildi­ğinde muzâfın, kendisinden zikredilen halleri kazandığı isimdir.
[43] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 327-331.
[44] Vesk (vesak): 60 sâ yâni 62400 dirhem miktarıdır.

Bir deve, bir katır veya bir merkeb yüküne de vesk denilir.
Bir vesk, 204,2742 kilogramdır.
Sâ',: 1040 dirhem buğday veya arpa alır bîr ölçektir ki, sekiz Ritl-ı Bağdadî'yc eşittir. Buna «Sâ'i Irakî» de denilir. Hanefî Mezhebine göre muteber olan da budur.
Şer'i dirheme göre bir sâ' 2,917 kilogramdır. Örfî dirheme göre 3,333 kilogramdır.
Rıtl: 130 dirhemlik bîr ölçektir ve bir sâ'nm sekizde birine eşittir. Bir ntl 437,45 gramdır.
Okıyye (Vakiyye, Okka)': 400 dirhemlik bir ölçek olup 1,30945 kilogramdır.
[45] Sebze   diye ifâde  ettiğimiz  hadrâvât;  elma,  armut  gibi  meyveler ve  pırasa,  patlıcan, karpuz, acur, hıyar gibi sebzelerdir.
[46] Yeşillikler de meyveleri dâimi (bakî) olmadığından öşr vâcib olmamaktadır. Burada bâkt yâni devamlı olmaktan maksad bir sene devam etmesidir.

Bir kavle göre; İlgilenmeden  meyvesi devam edendir.
[47] Tağiebî olmayan.
[48] Tağlebî olmayan.
[49] ŞUF"A: Satılan veya ivaz şartıyla hîbe edilen bir akan ya da o hükümde olan bir malı müşteriye veya mevhûbünleh'e (kendisine mal hediye edilene) her kaça mâl olmuş ise o miktar  ile müşteriden  veya bayiinden  veya  mevhûbünlehden  cebren alıp temellük et­mektir.
[50] Bey'i fâsid: Esasen sahih olup vasfı itibariyle sahih olmayan, yâni zât itibariyle akde­dilmiş olup da ban haricî vasıfları bakımından meşru olmayan satıştır.
[51] İmâm Ebü Yûsuf' (Rh.A.) a göre: meyvenin yetişmesi; İmâm Muhammed1 (Rh.A.) e göre toplanacak olgunluğa gelmesi vaktidir.
[52] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 332-334.
[53] Zengin  de  olsa o âmilin   kendisine  ve  yardımcılarına kifayet miktarı ve tahsil ettiği malın yarısını tecâvüz etmeyecek derecede zekât mal verilir. Böyle bir  kimsenin zen­ginliği   onu almasına manî değildir.  Hizmeti  müddet ince  kendisine  kifayet miktarı ve­rilir.  Çiînkü o,  kendisini bu  işe adamıştır.

Yiyecek, içecek ve giyecek hususlarında zevklerine tabî olmak ona caiz olmaz. Sırf israf olduğundan o haramdır. Emîr (Sultan) e lâzım olan, vasata razı olanı bu İşe memur etmektir.
[54] Mükâteb; bir köledir (veya câriyedir) ki, Efendisi ona: Şu kadar para veya eşya getirdi­ğin veya şu işi yaptığın takdirde hürsün, der de köle de bu şartı yerine getirirse hür olur. Bir başka ifâdeyle, mükâteb; efendisiyle kitabet akdinde bulunmuş olan köle veya câriyedir. Müennesi, mükâtebe'dir.
[55] Temlik: Mülk edindirmek suretiyle.
[56] İbâhât: Mubah kılmak.
[57] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 335-336.
[58] Müdebbcr köle: Sahibinin ölümünden sonra serbest bırakılma şartına bağlı olan köle­lik çeşididir.' Meselâ, Efendisi kendisine: «Ben ölünce sen serbestsin» derse, bu köle­nin hürriyete kavuşması sahibinin Ölümüne bağlıdır.
[59] Ümmü  veled:  Efendisinden  çocuğu  olan   cariyeye denir.  Bu köle satılamaz ve hibe edilemez. Sahibi hayatta iken onu serbest bırakırsa hür olur.  Şayet hayatta iken onu serbest bırakmazsa, öldüğü zaman kendiliğinden serbest ve hür olur.
[60] Talfl: Bir şeyin illetini, sebebini bulup çıkarmakdır.
[61] Sıla-ı rahm: Ana, baba ve akrabayı ziyaret etme vazifesidir ki, bu bir sünnet-i şerîfdir ve İslâm'ın kârındandır.
[62] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 336-340.
[63] Sadaka-ı Fıtr; zekât ve oruç gibi Hicret-İ Senİyyenin 2. senesinde, orucdan evvel vâcib olmuştur.

Buna yalnız Fıtra da denir ki; fıtrat sadakası, yâni; sevab İçin verilen yaradılış atiyyesi demektir. Resûlüllah (S.A.V.) tarafından emir buyurulmuştur.

Fıtra, bîr yardımdır, orucun kabulüne ve kabir azabından kurtuluşa bir vesiledir. Diğer tarafdan; fakirlerin ihtiyaçlarını gidermeye ve Bayram gününün neşesinden onla­rın da faydalanmasına bir yardımdır. Bu cihetle de sadaka-ı fıtr, insanî bir hayr, bir va­zifedir.
[64] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 341-342.
[65] Sâ'; 1040 dirhem buğday veya arpa alan ölçekdir.
Bir sâ'i Iraki 1040 dirhem-i şer'î olarak itibar olunur ki, 910 dirhem-i örfîye eşinir. O halde 520 dirhem-i şer'î de 455 dirhem-i örfîye eşil olur.
Küsurlar dikkate alınmazsa; 1040 dirhem-i şer'î 2.917 kilogram; 1040 dirhem-i örfî de 3.333 kilogram eder. O halde, 520 dirhem-i şer'î 1.458 kilogram, 520 dirhem-i örfî de 1.667 kilograma eşittir.
Bir kilogram 357 dirhem-i ser'î ve 312 dirhem-i örfîye eşittir.
Sadaka-ı fıtr; metinde zikredilen dört cins şeyden muayyen miktarda verilir. Bun­ların yerine kıymetlerinin verilmesi de caizdir, hattâ efdâldir. O halde, meselâ bir kilog­ram buğdayın fiatı 350 kuruş olsa, dirhem-i Örfîye göre, bir kilogram miktarının fiatını Şu şekilde hesaplarız:
350 kuruş x 1.667 kilogram — 583.45 kuruş (yâni 5 lira 83 kuruş, 45 santim)
[66] Mâş: Fasulyenin börülceyi andıran iki çeşidine verilen isimdir. Bitkileri inceleyen ilim dalında; Phaseolus aureus; PhaseOlus mungo diye bilinirler.
[67] Sadaka-ı  fıtPın vücûbumın  sebebi:  Mükellefin   kendi   nefsi (şalisi), tam  ve mutlak bir velayetle idare ve velayeti  altında bulunan müdebber  veya ünun-t veledi olsa da köle ve cariyeleri ile fakir olan küçük çocuklarıdır.  (Nûr-ül îzâh)
[68] Sadaka-ı  fitr,   ma'kûl  malî bir ibâdettir.  Vücîib  vaklinden   sonra  sakıt  olmaz.  Zekât gibi ancak edâ etmek suretiyle sakıt olur. Yoksa vaktinin geçmesiyle edası da geçmiş olmaz. Meselâ, kurban bunun aksidir. Çünkü kan akıtma gayr-ı ma'kûldür yâni kurbîy-yet olması ancak o kurbanın vaktinde olur. Vakti geçince de aynı şekilde sakıt olmaz.

(Zeylaî)
[69] Kurb (Kurbiyyet): Allah' (C,C.) a yaklaşmak, ibâdet demektir.
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 342-344.
[71] ORUCUN FARZIYYETİ.
Onıc; Ümmet-i Muhammed'e Hicrî 2. ci senenin Şaban ayı içinde, Bedir Gazasından (17 Ramazan Cuma 2. H. / İ3 Mart 624 M.) bir ay ve bir kaç gün önce farz olmuştur.

Ramazan orucu üe mükellef olan Müslümanlar başlangıçta; oruç tutmak veya oruç tutulmayan gün için bedel fidye vermekte muhtar bırakılmışlardı. Aynca, hasta ve yol­cuların, sıhhate kavuştuktan sonra ve yolculuk bittikten sonra, gününe gün oruç tut­maları hususunda müsaade olunmuştu. Fakat, daha sonra gücü yetenlerin ve ikâmet edenlerin fidye vermeleri nesh edilerek mutlak oruç tutmaları farz kılınmıştır.

Müslümanlıktan Önce Kureşllerde Onıc:
Âije (R.Anhâ) dan rivayete göre; Muharrem ay'ının 10. cu günü oruç tutmak Ku-reşîlerce mu'tad idi. Bundan başka, (Recebül esam) ve (Şehr-i Mudar) dedikleri ve bu aylar içinde put­ların ziyaretine gidip «Atîre kurbanı» kesdikleri Receb ay'inda da oruç tutarlardı.
Yine, Aişe (R.Anhâ) dan rivayete göre; Peygamber (S.A.V.) Efendimiz; nübüvvet gelmeden ve hicretten Önce Âşûrâ orucuna devam etmiş olduğu gibi, Hicret'in 2. ci senesi Muharrem ay'min 10 uncu günü de, çocuklara varıncaya kadar bütün Müslü­manlara oruç tutturmuş fakat, Ramazan orucunun farzıyyetinden sonra; «Âşûrâ günü oruç tutmak isteyen tutsun, terketmek dileyen de terk etsin.» buyurmuştur.
Mu'âz bin Cebel (R.A.) dan rivayete göre: Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Medine'de her ay 3 gün oruç tutar ve Ashabına da tavsiye ederdi.

(Tcfsîr-i Hâzin, Câmi'üs Saglr, Sahîh-i  Müslim)
[72] Keffâret: Lûgatta mahv ve izâle manasınadır. Allahu Teâlâ' (C.C.) nın bazı kusurları, günâhları bir  takım   vesilelerle   afv   edip örttüğünden  dolayı   bu   vesilelerin   her   birine «keffâret» denilmiştir. Nitekim günâhları afv etmeye de «tekfir-i zünûb» denilir.
[73] Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 183.
[74] Bk. Hacc sûresi (22), âyet: 29.
[75] Bk. Nahl sûresi (14), âyet: 91.
[76] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 345-347.
[77] ŞEKK GÜNÜ (Yevm-i şekk): Şüpheli gün demektir.

Hanefi'lere göre; şekk günü Şaban ayının son günü olup, havanın bulutlu olması se­bebiyle, Şabaiı'm son günü mü, yoksa Ramazan'ın ilk günü mü olduğu kestirilemiyen gündür.

Eimrae-i selâse'ye göre; şekk günü Şaban ayının otuzuncu günüdür ve hilâlin gö­rülmemesi sebebiyle Şaban ayından mı, yoksa Ramazan ayından mı olduğu bilinemeyen gündür.

Şâfİîlere göre; şekle gününde oruç lutmak; bazan mekruh, baza ti mendub, bazan da bâtıl olur. Meselâ, o gün Ramazan ayındandir diye oruç tutulursa, kerâhet-i tahrîmi-ye ile mekrûhdur. Farzla vâcib arasında tereddüd ederek niyetlenilir ve oruç tutulursa, kerâhct-i tenzıhiyye ile mekrûhdur. Şekk günü, oruç tutmak, âdet edinilen günlere rastlarsa mendubdur. Oruç tutmakla tutmamak arasında mütereddid olunduğu halde tutulursa, bâtıldır.

Yine Şâfiîlfcre göre; şayet şekk gününden önceki gece halk arasında hilâlin görül­düğü haberi yayılmış fakat isbât edilememişse, o gün oruç tutmak haramdır. Hilâlin gö­rüldüğü haberi halk arasında yayılmamışla, o gün kafi olarak Şaban ayındandır. An­cak, âdil bir kişinin, o günün Ramazandan olduğuna dair şehâdeti, onu kat'i şekilde Ramazandan kılar.

Mâlikîlcre göre; şekk günümle nafile olarak oruç tutulur veya o gün, oruç tutmak âdet edinilen günlere rastlarsa oruçlu olmak mendub olur. Şekk gününün Ramazandan olduğu anlatamazsa, niyet edilen pruc sahih olur. O günün Ramazandan olduğu anlaşı­lırsa, tutulan oruç kaza edilir. O gün için oruca ihtiyaten niyet edilirse, mekruh olur.

Hanbclîlere göre; şekk gününde nafile oruca niyet etmek mekrûhdur. Ancak o gün, oruç tutulan günlere rastlar veya ondan önce bir iki gün oruç tutulmuş ise mekruh değildir. Sonradan, şekk gününün Ramazan ayından olduğu anlaşılırsa, tutulan oruç Ramazan orucu yerine geçmez. Bir gün kaza etmek icâbeder.

Şekk günü hakkında Ashâb-i Kiram da ihtilâf etmişlerdir. Bİr kısmı, o gün oruç tutmanın caiz; olduğunu kabul etmişler, bir kısmı da o gün oruç tutmayı Peygamber (S.A.V.) Efendimize isyan etmek saymışlardır.
[78] Bir yazma nüshada: Ebû Hüreyre (R.A.).
[79] «Ramazandan bir veya iki gün önce oruç tutmayınız. Ancak bir kimse (âdet edindiği) bir orucu tutuyorsa, onu tutsun.»          (Revâhü'l hamse, Ebû Hüreyre' (R.A.) den, TÂC)
[80] Hz, KASIM, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ilk çocuğudur.
Resûl-İ Ekrem (S.A.V.) Efendimizin Nübüvvetinden onbir sene önce doğmuş oldu­ğu rivayet edilir. (S99.: M.)                       

Annesi Hz, Hadîce' (R.Anhâ) dır. tbni Sa'd (Rh.A.); Hz. Kâsmı'ın iki sene yaşamış olduğunu rivayet eder. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin vefat eden ilk evlâdıdır. Umû-miyyetle, kabul olunduğuna göre; Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin Nübüvvetinden önce veiât etmiştir.

Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bu oğlunun adına izafeten Ebû'l Kasım künyesi ile anılmıştır. Resûl-i Ekrem (S.A.V.) de bu künye ile çağırılmaktan hoşlanır, Ashâb'da Peygamber Efendimizi (S.A.V,) bu künye İle çağırırlardı.

PEYGAMBER (S.A.V.) EFENDİMİZİN ÇOCUKLARI: Resûl-i Ekrem (SAV.) Efendimizin üçü erkek (Kasım, Abdullah, İbrahim), dördü kız olmak üzere yedi çocuğu doğmuştur. Bunlar doğuş sırasıyla (Kasım, Zeynel), Rukayye, Ümm-û Külsûm, Fatma, Abdullah, İbrahim) isimlerini taşımışlardı.

Bu yedi çocuğun altısı Hz. Hadîce' (R.Anhâ) den, yedincisi yâni Hz. İbrahim Mı­sırlı Hz. Mârİyye' (R.Anhâ) den idi.

lbni İsnat, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin (Tâbir) ile (Tayyib) adında iki evlÂdı daha olduğunu söylemektedir.
[81] Sahîh-i Müslim, Kitâbü's siyam.
[82] Ebû Dâvûd, Tirmizî, Beyhakî,  Sünenü'l-Kübrâ (Ebû Hüreyre1 (R.A.)  den  rivayetle).
[83] Sakıt olur. Usûlde ise; hudûd şüphelerle sakıt olur.
[84] Yâni kaza vâcib olmaz.
[85] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 348-353.
[86] İhtikân : Kabızlık ve idrar zorluğu İçin aşağıdan şırınga ile yapılan tedavi; veya şırınga kullanma.
[87] Ebû Ya'lel-Mûsılî (Müsned), Hz.  Âişe (R.Anhâ) dan  rivayetle.
[88] Ahmed (Müsned), ibn-i Hıbbân  (Sahih),  Beyhakî,  Üsâme' (R.A.) den. Dârekutnî.  Ta-berânî (Evsat), Enes' (R.A.) den.
[89] Mücâdele sûresi (58), âyet: 3 - 4.
[90] Hâkim, Müstedrek.
[91] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 354-359.
[92] Bk. Bakara sûresi (2), âyet: 184.
[93] Ahmed  bin  Hanbel.   Müttefekun   aleyh (Buhârî,   Müslim),  Ebû   Dâvûd,   Nesâî.
[94] Nesâî (Sünen), lbjıi Abbas' (R.Anhümâ) dan rivayetle.
[95] Bk.  Muhammed sûresi (47), âyet :.13
[96] Hidâye'de de böyle geçer.
[97] İşkâl: Bilinen bir lafzı kapalı kılma; bir lafzın ma'nâsımn anlaşılamayacak derecede ka­palı olmasıdır.

Zahirî işkâl; hakikat ile mecazın bir ifâdede birleştirilmesi  lüzumudur.

Müşkil: Ma'nâsı kendisinden ne kasdedildiği, teemmüisüz bilinemiyecek de­recede kapalı olan bir lafızdır ki, bu kapalı ofmak, ya ma'nâsındaki incelikten, derin­likten veya kendisindeki bir isliârei bedîiyeden ileri gelir.
[98] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 360-365.
[99] Diğer bir ifâdeyle İ'tikâf; bir yerde mutlak bir şekilde durmak demektir.

Şer'î ıstilahda; bir kimsenin özel bir sıfat ile mescîılde durması demektir ki, bu Özel sıfat da ibâdettir. Bu şekilde i'tİkâfda bulunan bir kimseye ise mu'tekif yahut âkif denir.

Erkekler hakkında i'ıikâfm kuvvetle müstahab olduğu hususunda ulemâ ittifak etmişlerdir. Ancak bu hususta, kadınla* hakkında ihtilâf vardır. Hanefî Mezhebine göre; kadının İ'tikâfı ancak evinin mescidinde sahîh olur. Evinin mescidinden maksad namaz kılmaya tahsis ettiği yerdir.

Erkek  ise,  evinin   mescidinde   i'tikâfa giremez.

İ'tikâf, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göre namaz kılınan bütün mescidlerde yapılabilir.

Oruç, vâcib i'tikâfın şarllanndandır. EbüT berekât Hanbelî İbni Teymiyye'ye göre, oruç şartı Dört İmâm ile Tâbi'Ierinîn mezhebidir. Ali, İbni Ömer, İbni Abbas, Âişe, Şa'bî, Nehâî, Mücâhid, Kasım, İbni Muhammed, Nâfi İbni Müseyyeb, Evzâî, Zührî, Sevrî,  Hasen  İbni  Hay'den rivayet olunan da böyledir.

Abdullah ibni Mes'ud, Tavus, Ömer ibni Abdü'aziz, Ebû Sevr, Dâvûd, İshâk, bir rivayetle Ahmed ibni HanbePe göre i'tikâfta, nafile olsun, vâcib olsun oruç şart de­ğildir.

İ'tikâfa nİyyet: «Allah rızâsı İçin şu mescidde şu kadar gün i'tikâf ve İkâmete nîyyet ettim» demek, yahut kalben tasdik etmek veya her ikisini birlikte yapmaktır.
İ'tikâf, yalnız İslâm ümmetine mahsûs değildir. İbrahim (A.S.) ve İsmail (A.S.) zamanlarında teşri1 buyurularak devam edcgelmiş bir sünneti kadîmedir. Nebîyyİ Zişân Efendimizin   i'tikâflarına  âid   hadîsi  şerifler mevcûddur.   Bu  cümleden   olarak,

Hz. Âişe (R.Anhâ) dan rivayete göre; Resülülhıh (S.A.V.) Efendimiz Ramazan ayının son on gününde î'tîkâfa girerdi.

(Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrîd-i Sarih Tercümesi, Kâmil Miras. Sahîh-İ Müs­lim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğiu.)
[100] Bk. Isra sûresi (17); âyet: 53.
[101] Bcrcendî' (Rh.A.) ye göre; insanın fercinden maksad; ön ve arka avret uzvudur.

(Abdülhalim, Dürer Haşiyesi)
[102] Hâkim (Müstedrek), Beyhakî (Sünen); Âige' (R.Anhâ) den rivayetle.
[103] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 366-369.
[104] Bk. Al-i tmrân BÛresi (3); âyet: 97
[105] Bu hadîsi; Müslim ve Nesâî lafızlarında biraz farklı rivayet etmişlerdir.
En meşhur rivayetlere ve Kurtûbî'ye göre Hacc 9. H.'de Âl-i İmrân sûresinin 97. âyetinin nüzulü ile farz olmuştur. Farzın hükmü; işleyene sevab, terkedene ceza, İnkâr edene küfür terettüb etmesidir. Farz olmasına sebeb: Kâ'be-î Muazzama'dır.

Bakara sûresinde Ka'be'nin İbrahim (A.S.) ve İsmail (A.S.) tarafından İnşâ edil­diğine dâir ihbar vardır.
Peygamberimiz' (S.A.V.) in risâletten sonra ve hicretten önce 10 defa haccettiği Ahmed Zeynî Dahlân'ın   «Es-Sîr-etü'n  Nebevİyye»  sinde yazılıdır.

Resûli Ekrem (S.A.V.) hicretten sonra Umre İçin üç, Hacc ve Umre için de bir defa sefere çıkmışlardır. Bu seferleri;
Umretü'l Hudeybiye (zilka'de 6 H.), Umretü'l Kaza (Zilka'de 7 H.), Umretü'l Ci-nâne (Zilka'de 8 H.) ve Hıccetü'l Veda' (Veya Haccetû'I-Vedâ') (Zilhicce 10 H.) dır.

Hacc yoluna Peygamber (S.A.V.) Efendimize uyarak Perşembe günü çıkmalıdır. Bu mümkün değilse,  ayın İlk Pazartesi günü çıkmalıdır.

(Müslümanlıkta İbâdet Tarihi, Tâhirü'l Mevlevi (olgun); Bülüğ'ül-Merâm Tercü­mesi ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu; Sahîh-i Müslim Tercüme ve şerhi, A. Davudoğlu.)
[106] İslâm Fıkhında bir İbâdetin farz olur olmaz hemen ilk vaktinde yapılma mecburiyetine «fevri» denmektedir. O ibâdetin istenildiği, zaman yapılabilme serbestliğine de «terâhî» veya ömrün her hangi bir zamanında yapılabilmesi anlamında «ömrî» adı verilir.
[107] Usul-ü  Fıkıh'da   ibâdetlere nazaran  vakit;   «müvesse1»,   «mudayyak»,   «meşkûk»   olmak üzere üç kısma ayrılır.

a)  Müvesse':   Genişletilmiş   demek   olup,   içinde  yapılacak   ibâdete   vakit   yeter  de artar. Buna, «zarf» da derler. Namaza nisbetle vakit böyledir. Bu gibi ibâdetlerde ni­yeti tâyin etmek behemahal lâzımdır.

b)  Mudayyak:  Daraltılmış demek olup zaman  ancak içinde yapılan  ibâdete yete­cek kadardır. Eksiği ziyâdesi yoktur. Bu, adetâ ibâdetin bir Ölçeği mesabesinde olduğun-dan buna, mi'yâr da denir. Oruca nisbetle vakit böyledir. Bir güne ancak bir oruç sığ­dığından, Ramazanda niyyetin tâyini şart değildir. Mutlak şekilde oruca niyyet kâfidir.

c)  Meşkûk: Şüpheli demektir. Yâni vaktin ibâdete yetip artması veya sımsıkı gel­mesi şüphelidir. Hacc; bir senede yalnız bir kere yapılabildiği dikkate alınırsa, mi'yâra benzer. Fakat hacc; fiillerinin bütün hacc zamanını doldurmasına bakılırsa, zarfa ben­zemektedir.
[108] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 370-372.
[109] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 372.
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 372.
[111] Cem': Müzdelİfe'dir. Kelimenin asıl ma'nâsı bir yere toplamaktır. «Nİhâye» adlı eserde bildirildiğine göre :* Hz.  Âdem (A.S.) ^le Hz. Havva cennetten  çıktıktan sonra burada buluştuklarından Müzdelife'ye bu şekilde «Cem» denilmiştir.

Bİr rivayete göre Arafat'a arafât denmesinin sebebi bir süre ayrılıktan sonra, bir­birlerini tanımaz halde İken Hz. Âdem İle Havranın orada bir araya gelip görüşüp ta­nışmalarıdır. Bu süre bir rivayete göre allı saat, bir rivayete göre altı gün, bir rivayete göre altı ay, bir rivayete göre attı senedir.
[112] Tavâf-ı  sader:  Mekke-i   Mükerreme  ile   civan   sakinlerinden   olmayıp,   taşradan .hacca gelerek âfâkî nâmını alan hacılara mahsûstur ki, bir dönüş, veda tavafından ibarettir.
[113] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 372-373.
[114] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 373.
[115] Mîkât:   İbâdet   için   tahdid   olunan   zaman ve   mekân  demektir.   Hacca niyyet  edilmek için durulan yer ma'nâsına gelir. Burada mekân için istiare olunmuştur. (Vânî)
[116] Zü'l-Hukyfe: Bu yer Mekke ile Medine arasında  olup Medine'ye 4  mil (7.580 km.), Mekke'ye ise 200 mile (379 km.) yakın mesafededir. Mekke'ye en uzak olan mîkâttır.

Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimi/, burada ihrama girmişlerdir.

Vaktiyle burada bir ağaç olduğu, Peygamber (S.A.V.)  Efendimizin oraya iki  nıescid inşa ettirdiği rivayet edilir. Bi'ri Ali diye bilinen kuyu oradadır.

Bu mrîkat; Medînelilerin mîkatı olduğu gibi, ba;;ka memleketlerden olup da oradan geçen Hacı adaylarının da mîkatıdır.
[117] Zât-ı Irk:  Mekke'ye 2 merhale (90,480.m.) uzaklıkta bulunan bir yerdir.
[118] Cuhfe: Mekke-i Mükerreme'ye 3 konak (136.440 m), Medîne-i Münevvere'ye 8 konak (363.840 m), denize ise 6 mil (11.370 km) uzaklıkla olan bir köydür.

Cuhfe'nin eski adı Mehya'dır.
[119] Kam: (Karn'ül-Menâzil): Mekke'ye 2 konak (90.960 m) mesafededir.
[120] Necid:  İç Arap  Yarımadasının Kuzey  ve  Batı   taraflarım  içine  alan,   üç  tarafı   çötle Çevrili, diğer taraftan Hicaz ve Yemen'e açık olan bölgedir.
[121] Yelemlem: Mekke'ye 2 konak (90.960 m) mesafede olan  bir dağın  ismidir. Bu dağ Tihâme dağlarına dâhildir.
[122] Harem: Mekke-i Mükerreme ve etrafının bitkilerinin kesilmemesi, hayvanlarının av­lanmaması İçin etrafından sınır tâyin edilmiş ve işaretlenmiş mahallin adıdır.
Harcm-i Mekke: Medîne-i Münevvere (Taybe) tarafından 3; Irak, Tâif ve Yemen taraflarından 7; Cidde tarafından 10; Tâİf yolunun üzerinde olup Mekke-i Müker­reme'ye 6 fersah (34.110 m.) mesafede bulunan Ci'râne tarafından 9 mil mesafedir. Bu hududun dışında ve mîkat yerlerinin İçinde kalan yere Hill denir.   "
[123] izâr; peştemal şeklinde olup aşağıya doğru sarkıtılan ihram parçasıdır.
[124] Ridâ; Omuzdan örtülen ihram parçasıdır.
[125] Molla Husrev, Büyük İslam Ansiklopedisi1, Eser Neşriyat: 373-377.
[126] Bk. Bakara sûresi (2), âyet :" 187.
[127] Bk. Mârde sûresi (5), âyet: 96.
[128] Hcvdcc: Deve üstünde  kadınların binmesi  ivin   üslü  kubbeli küçük mahfil.  Bu mihaf-feden ayrıdır.
[129] Musannif; .tavaf edenin sağına* gelen taraftan bağlıyacağını söylüyorsa da, bu hesap Ha­cer-i Esved'in karşısına dikildiğine göredir. O anda hacmin yüzü Ka'he'ye gelir, sağ omuzun un baktığı taraf tavafa başlıyacağı yerdir. Tavafa başlayınca Ka'be dâima ha­cının sol tarafında kalır.
[130] Gayetülbcyân'da da böyle geçer.
[131] Iztıbâ;   ihramı  sağ koltuk altına alıp  ucunu sol omuz  ü/erine atmaktır.

Hacer-i Esved: Ka'be-İ Muazzamanm doğusunda ve kapısının yanındaki  köşededir.

Ka'bti-i Muazzama'nin dört rüknü vardır. Hâcer-t Esved'in bulunduğu köşeye riikn-ü esved,; ondan sonrakine rükn-ü yemânî denir. Bu iki rükne vemâniyvAn d;ı denir. Diğer iki rükne ise, şâmiyyân denir.
Rükn-ü esved'de; hâcer-i esved'in bu rükünde bulunması e Hz. İbrahim1 (A.SJ in attığı temeller üzerine, kurulmuş bulunması sebebiyle iki fazilet vardır.
Rükn-ü Yemânî'de ise; Hz. İbrahim1 (A.S.) m attığı [emeller üzerine kurulmuş olması fazileti vardır. Şâmî rükünlerde ise bu faziletler yoktur. Bundan dolayı, rükn-ü esved öpmek, e! veya sopa ile istilâm olunmak suretiyle iki sünnetle husûsiyyet ka­zanmıştır. Rükn-ü Yemânî İse; fazileti bir olduğu için. yalnız el ile istilâm edilir, öpülmez.
[132] İki   mil:  Bunlar Bain-r   Vâdîdc  hervele  mahalli için   alâmet   kılınmak   maksadıyla  biri diğerinden  uzakta;   biri   ye^il   diğeri   kırmızı   olmak  üzere,   mil   şeklinde  ma'ruf  iki   işa­rettir.               (Nihâye)
[133] Safa île Merve: Ka'be, civarında bulunan  iki  küçük dağdır. Sa'y denilen Hacc ibâdeti bunların   arasında   yapılır.   Safa'dan   başlıyarak   Merve'ye   gitmek   bir  sayılmak   şartıyla bu iki dağın arasında yedi defa gidip gelmeye sa'y derler.

Nemire; Arafat civarında bir yerdir. Ajafâttan sayılmaz.

Cemrtri Kübrâ: Şeytan taşlanan üç yerden birinin ismidir. Vaktiyle burada bir ağaç bulunduğu rivayet edilir.

Mcş'ari-Harâm : Müzdelife denilen yerde bulunan bir dağdır. Ulemâdan bazılarına, göre Müzdeiife'nin her yeri Meş'ari Harâm'dır. Câhilİyyet devrinde Araplar Hacc es­nasında Müzdelİfe'ye iner,  orada vakfe yaparlardı.

Ci'rânc: Mekke ile Tâif arasında bir yerdir. Mekke'ye daha yakındır.
[134] Arcfe günü  İmâmın  hacılara hutbe okuması eunıhûr-u  ulemânın  ittifakı ile sünnettir. Bu hususta mu hâl ek't edenler yalnız Mal ikilerdir.

İmâm Şafiî' (fth.A.) ye göre; hacc esnasında dört yerde hutbe okumak mesnûn ol­muştur. Bu dört yer şunlardır:
a)  Zi'1-hicce'nin  yedinci  günü 'Beyt-i  şerîf'de  Öğle   Namazı  kılındıktan sonra,

b)  Arafât'da Batn-ı Urane denilen yerde, e) Bayram günü,

d) Teşrik günlerinin ikincisinde, okunur.
Hanefilere göre; haceda üç yerde hutbe meşru olmuştur. Bunlar; Zi'1-hicce'nin ye­disinde, Arafe günü Arafât'da, Zi'1-hicce'nin onbirinci günü Mina'da okunur.
[135] Urane: Ayn'ın Ötüresi ve râ'nın  üstünüyle Arafat'ın hizasında bir vadinin adıdır. Ne-bîyyi  Ekrem   (S.A.V.),   şeytanı   orada   görmüştü.   Bundan sakınarak.,   o yerde  hiç   kim­senin vakfeye durmamasını emretmiştir.
[136] Ccbcl-i   Rehmet;   Arafat in   ortasında   bulunan   bir   dağdır.   Vakfeyi   burada  yapmak müstehâbdir.
[137] Vakf e:, İbâdet yapmak için durmaktır.
[138] Müzdelife; Arafâltan dönen hacıların geceleyip vakfe yaptıkları yerdir.
[139] Batn-ı Muhassir (Muhasser): Vaktiyle Ebabil kuşlarının Allah (C.C.) emriyle üzerlerine taş  atmaları sebebiyle Ebrehe  ordusunun   fillerinin  geçmekten  âciz  kalarak  hezimete uğradığı  vâdîdir. Böyle  isimlendirilmesi,  orasının  bir tehassur ve nedamet mahalli ol­masındandır.

Ya da «Orada durmadan koşularak yomlunduğundandır.» Kuhist^nî Muhassire'ye, vââi'cf-nâr da derler.
[140] Batn-ı Vâdî: Urâne (Arene) vâdîsidir. Buna Kuzah da denilir. Bu yer Arafat'tan de-ğîldİr. Ulemâdan yaîmz İmâm Mâlik (Rh.A.) onu Arafâitan saymıştır.
[141] Cemre: Ufak taşların toplandığı yerdir.

Cemre-i akabe'den maksâd; Büyük Cemre'dİr. Bu yer Mİna'nın Mekke tarafındaki hududunda olup ResûlüÜah' (S.A.V.) in Hicret için Ensârla bey'at akdettiği yerdir.
[142] Muhassab:   Ebtah'a bitişik   bir   yerdir.   Resûlüllah   (S.A.V.)  ikinci   gün   öğleden   sonra tuşlarını   atmış  ve öğle namazını  nıuhassab'a varıncaya  kadar geciktirmişti.

Ulemâ, tahsîbiıı >âııİ muhassabda konaklamanın sünnet olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Mancfîler'le diğer btuı ulemâya göre sünnettir. Bazılarına göre sünnet de­ğildir.             
[143] ZEMZEM :  Hz.   İbrahim (AS), oğlu   Hz.   Ismûil (AS.) doğduktan   iki  sene  kadar sonra, Hz, İsmail' (A.S.) İ kucağına ve Hz. Hâeer'i de. terkisine alıp Cebrail' (A.S.) in delaletiyle   Mekke'deki   Mescid-i   Rarâm'm   bugün   bulunduğu   yerin   ve   Mescid'İn   yük­sekçe bir yerinde ve Zemzem kuyusunun yukarısında bulunan  büyük bir ağacın yan mu bırakmıştı. O tarihlerde Mekke'de hiç bir kimse bulunmadığı  gibi,  İçecek su da yoklu. Yanlarında içi  hurma dolu meşin  bir dağarcıkla içi su dolu bir kırba vardı.

Hz. İbrahim (A.S.), dönerken Hz. Hâcer arkasından koşmuş ve «Ey İbrahim! Bizi bu vâdîde bırakıp da nereye gidiyorsun? Burada ne görüşecek bir kimse var, ne de hayat eseri!» demişti. II?,. İbrahim bu sözlere aldırış etmeyip, yoluna devam etmek isteyince, Hz. Hâcer, «Bizi burada bırakmayı sana Allah mı emretti?» diye sordu. Hz. İbrahim (A.S.) de «Evet, Allah emretti.» diye cevab verdi. Bunun üzerine de Hz. Hâcer, «Öyle ise, Allah, bize yeter, O, bizi korur!» dedi.

Daha sonra da Hz. Hâcer, Ka'be'nin  bugün bulunduğu yere döndü.
Hz. İbrahim (A.S.) de oradan ayrılıp Seniyye mevkiinde görülmeyecek bir yer ka­dar ilerleyip, yüzünü Ka'be'nin bulunduğu yere döndürdü ve ellerini semâya doğru kaldırarak, tbijâhim sûresi'nin  27. inci âyetinde nâzü  olan duayı  etti.

Diğer taraftan Hz. Hâcer ve çocuğu kırbadaki su ile bir süre idare ettiler, ama su tükenince çaresizlik içinde kaldılar. Hz. İsmail susuzluktan kıvranmaya başladı. Annesi Hz. Hâcer'de son derece üzülerek Ka'be'nin yerine en yakın mesafedeki Safa tepesine çıktı. Bir kimseler görebilirim düşüncesiyle etrafına bakınmaya başladı. Fakat, hiç kim­seler görünmüyordu. Bunun üzerine Safa'dan inip Mervc tepesine kadar hızla gitti. Oradan da etrafa bakındı. Hiç kimseleri göremedi. Bu iki tepe arasında yedi kere gitti geldi. Son defasında Merve'de iken, kulağına ard arda bir ses geldi. Hz. Hâcer, «Ey seslenen kişi! Sesini bize duyurdun; eğer bize yardım edebilirsen, yardım et.» dedi. O sırada Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde Cebrail (A.S.) göründü. Ve iki ayağının ökçesi İle veya kanadı ile yeri kazdı; en sonunda su çıktı. Hz. Hâcer'de avuç avuç kırbasını doldurdu, diğer taraftan da su boş yere akmasın diye bir gölcük yaptı. Fakat, su alındıkça yerinden kaynıyordu. Kaıdi hâline bırakılsa bir nehir olacaktı. Sonra, Hz. Hâcer bu sudan hem kendi içti ve hem de oğlu Hz. İsmail' (A.S.) e içirdi. Cebrail (A.S.): «Sakın helak oluruz diye korkmayın! İşte, şurası Beytûllâh'm yeridir. O Beyt'i şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allah, bu İşi yapacak olanları zayi etmez.» dedi, (Hz. Muhammcd (A.S.) ve İslâmiyet, M. Âsim Koksal)
Ka'be'ye otuzsekiz arşın (215.84 m.) kadar mesafede bulunan Zemzem kuyusuna bu ismin bazılarına göre suyunun çokluğundan dolayı, bazılarına göre de Hacıların ka­labalık oluşları sebebiyle verildiği rivayet edilir. Diğer bir rivayete göre de; Hz. İsmail'-(A.S.) in annesi Hz. Hâcer'İn suyun yerden fışkırması sırasında, üzerini örtmesi, etrâ-fini çevirmesi sebebiyle bu ismi almıştır. Bu soo görüş, İbn-i Abbâs (R.A.) indir ki, hu hususta fföyle söylemiştir: «Eğer o zaman zemzembı etrafı çevrilip, ürtülınesevdi, yeryüzüne taşar, hcrşcyi doldururdu.»

Zemzem'e; Zemmem, Zümmiznı, Zümâzîm, Rakdaîu Cebrail, Hamıetül Melek (Meleğin (Cebrail'in) yere vurarak çıkarttığı su) de denilir.

Cenâb-ı Hak bu mübarek Miyu (zemzemi) Hz. İsmail (A.S.) e içirtmek ve O'ıîu suya kandırmak için halketmişti.

Zemzem'in çok meziyetleri (üstünlükleri) vardır. Bu mevzuda bazı rivayetleri nak­lediyoruz :

Cafer-i Sâdık (R.A.) der kî:

«Zemzem, suların »n tatlısı, en hoşu, eıı lezzetlisi, en soğuğu idi. Diğer suları istilâ etti; Allah (C.C.) orada safî bir pınar halketti, u, diğer suyu ifsâd eni.»

İba-İ Abbas (R.A.) der ki:

«Zemzemden   kana   kana   içmek.,   nifaktan   kurtuluş   vesilesidir.»

Mücâhİd (R.A.) der ki:

«Zemzemi şifâ için içersen Allah Teâlâ şifâ verir. Susuzluktan kurtulmak için içersen susuzluğunu giderir. Açlıktan kurtulmak için içersen açlıktan kurtarır. (Ne iyin İçersen yerine gelir.)»

Muhammed b. Ahmed el-Hemezânî der ki:
«Zemzem (kuyusu) yukarıdan aşağıya altmış zira idi. Dibinde üç göz (kaynak) vardı: Gözün biri : Rüknü Esved'in hizasında, ikincisi : Ebû Kubeys ve Şafii'nin hiza­sında, üçüncüsü: Merve hizasında idi. Sonra suyu azalıp toplandı. (H. 223 / veya 224) Bu arada, Ömer b. Ferec er-Ruhhaci'nin Mekke'deki işlerle ilgili Halifesi (vekiii) Mu­hammed b. Dahhâk, onu dokuz zira kazdırdı. (H. 225). Yağmur ve sel sularının da katılmasıyla Zemzem'in suyu  oldukça çoğaldı...»

Haber (Hadîs) de şöyle geçer:

Hz. İbrahim (A.S.), İsmail' (A.S.) ı Ka'be mahalline koyup da geri dönmek iste­diğinde Hz. Hâcer: «Bizi kime bırakıyorsun?» dedi. Hz. İbrahim (A.S.) da «Allah'a» diye cevab verdi. Bunun üzerine Hz- Hâcer: «Hasbünâllah!» diyerek dönüp çocuğu (îs-mail) nun yanına geldi. Bir müddet sonra suyu tükendi, sütü kesildi. Hz. Hâccr'İ üzüntü bastı. Çocuğu için tasalanmaya başladı. Çocuğu (Hz. Ismaîli) orada bırakıp Safa'ya çıktı. Bir su kaynağı veya şahıs görebilmek İçin bakındı durdu. Hiç bir $ey göremeyince Rabbına dua etti ve Rabbı O'nu suladi. Nitekim Hz. Hâcer Merve'yc gelince aynı şeyi tekrarladı. Bu arada yırtıcı hayvanların sesine benzer bir ses duydu. Oğlu İsmail (A.S.) için korkup yanına gittiğinde O'nu bir göz (kaynak) den su çıkarır vaziyeti* buldu ki, o su yanağının yanından fışkırmaktaydı. Bir rivayete göre, topuklarının al­tından fışkırmaktaydı. Hz. Hâcer bunu görünce hemen taşıp dağılmaması için etrafını toprakla çevirdi... Eğer böyle yapmasaydı, <ıkıp giden bir kaynak olurdu...»

(Mu'cemü'l-Buldan, Yâkûtel-Hamevi)
Zemzem kuyusu elan, Mescid-i Haram içinde, Hâv:er-: Esved kösesi karşısında ve köşeden sekiz metre uzakta bir odada olup 1.8 m. yüksek olan bir taş bileziği vardır. Bu odayı istanbul'da Beylerbeyi Camü'ni yaptırmış olan Birinci Sultan Abdülhamîd Hân yaptırmış olup, zemini mermer döşeli ve duvarlara doğru meyillidir. Duvar diplerinde olukları vardır. Kuyuya su sızmayacak şekilde ustalıkla yapılmıştır. Kuyu ağzı, bu hi-. zâdan birbuçuk metre kadar yüksektir.

(Seâdet-İ Ebediyye, H. Hilmi I$tk)
[144] MEKKE : Hz. HAcer ile oğlu, zemzem kuyusu babında yaşarlarken gunim birinde oraya Yemenli Cürhümîlerden bir topluluk geldi ve Mekke'nin alt tarafına yerleştiler. Onların da suya ihtiyacı vardı. Zemzem kuyusunun bulunduğu^ yere bir kuşun gelip gittiğini görünce, durumu tahkik için iki kişi gönderdiler. Bunlar da orada suyun bu­lunduğunu topluluklarına haber verdiler. Bunun üzerine, Mekke'ye geldiler. Hz. Ha-cer'i Zemzem kuyusunun başında görünce : «Çevrene inmemize müsâde eder misin?» dîye sordular. Hz. Hâcer : «Bu suda bir hak İddia etmemek şartıyla inebilirsiniz» diye cevap verdi. Bunun üzerine Cürhümîler buraya yerleştiler. Hz. Hâeer'de böylece ıssızlık­tan kurtulmuş oldu. Cürhümîler orada ev bark yaptılar ve böylelikle de Mekke bir şe­hir haline gelmeye başladı.
Hz, İsmail (A.S.) büyüyünce, Cürhümîlerden Arabca da öğrenmiş ve onlardan bir kızla da evlendiriliriişti. Bîr süre sunra 90 yasına varan .Hz. Hâırer vefat etti ve Ka'be'nin yanındaki «Hıcr-ı İsmail» denilen yere gömüldü.

Bir zaman sonra Hz. İbrahim (A.S.) Mekke'ye geldi. O sırada Hz. İsmail, Zemzem Kuyusunun yakınında büyük bir ağacın allında okunu yontuyordu. O sırada babasını görünce ayağa kalkıp karşıladı. Birbirlerine sarıldılar, Öpüştüler. O zamanlar Hz. İsmail otuz yaşında idi.

Hz. İbrahim, oğluna: «Yüce Allah, burada bîr Beyt yapmamı emretti!» diyerek, bugün Ka'be'nin bulunduğu yeri işaret etli.

KA'BE :

Hz. İsmail (A.S.), on dağdan taş taşıdı, Hz. İbrahim (A.S.) de Ka'be'nin duvarlarını Ördü. Duvarlar epeyce yükselince Hz. İsmail (A.S.) bugün de ziyaret edilen ve Hz, İbrahim' (A.S.) in, oğlunu ve ailesini görmeğe geldikçe, hayvanına inip binerken üze­rine bastığı taşı (Makam-ı İbrahim) getirdi. Hz. İbrahim (A.S.) bu tası ayağının yanına iskele olarak koydu. Ve böylece inşâata devam etti. İnşâat bİtinee baba oğul Yüce Allah' (C.C.) a dua ettiler.
O zaman Ka'be'nin uzunluğu 30 zirâ, eni 22 zira, yüksekliği 7 zira idi; üzeri de tavan sızdı.
Ka'be-d Muazzama, bugün Mescid-i Haram ortasında olup 17 m. yüksektir. Kuzey duvarı 8.8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11.9, batı duvarı 12.8 metredir. Kapısı yerden 1.7 m. yüksekte olup genişliği 1.7 m., yüksekliği ise 2.7 metredir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle kaplıdır.
Daha sonra


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..