Nikâh Bölümü


Musannif, kerahet ve İstihsâmn açıklamasını bitirince, nikâhın hü­kümlerini' açıklamaya başladı. Çünkü nikâh bazı kere güzel bulunup beğenilir, bazı kere de kerih görülür. [72]

Lügat yönünden nikâhın ma'nâsında ihtilâf edilmiştir. Muhit sa­hibi ve ona tâbi olan Kâfi sahibi ve diğer muhakkikin nikâhın lûğavî ma'nâsını, zam ve cem (eklemek ve toplamak) olmak üzere ihtiyar ey­lemişlerdir. $air demiştir ki:

«Şüphesiz İd kabirler, bekârları, kadınları, dul karılan ve yetim­leri toplar.»

Yani kadını kendi nefsine zam ve cem eder ma'nâsınadır. Nikâha, nikâh denmesinin sebebi; onda şer'an iki zevcin, yani koca ile kannın biri diğerini kendisine, ya cinsî münâsebet yönünden veya akd yönün­den katıp eklediği için bir kapının iki kanadı ve ve bir çift mest gibi olduğundandır.
Şer'an nikâhın ma'nâsi: Mut'a mülkü için konulmuş akddir. Yani erkeğin kadından faydalanmasının helâl olmasıdır. Bu muta mülkü, satmak (bey1) den ihtirazdır. Çünkü her ne kadar bazı suretlerde mülk-ü yemin, mülk-ü mut'aya tâbi olduysa da, satma (bey1) mülkü yemîn için konulmuş akiddir.

Binâenaleyh bizim sözümüzde «fî mahallihâ» yani «yerinde» laf­zının eklenmesine hacet yoktur. Nitekim Nihâye'de köle ve hayvan sat­maktan (bey'den) ihtirâzen ziyâde edilmiştir. Çünkü köleler ve hay­vanların temliki mülkü mut'aya - ki cinsî münâsebettir - sebeb değil­dir.
Akd île murâd, masdar ile hâsıl olan akddir. Yoksa konuşanın fiili ile olan masdarî ma'nâ değildir. Bu akd, şer'î tasarrufun icrası olan İcâb ve kabulün irtibatıdır. Belki akd bağlanmış cüzlerdir. Yani icâb ve kabuldür. Meselâ; «Tezvîc ettimn, «Tezevvüc ettim» gibi. «Sattım ve sa­tın aldım» sözleri de böyledir. Zira Sâri' bazı mürekkebât-ı ihbâriyye-yi [73] inşâ kılmıştır. ŞÖyleki: Şayet inşâ bulunsa üzerine şer'î hüküm terettüb eder ve şer'î ma'nâ onunla beraber bulunur. Meselâ «Evlendir­dim ve evlendim» denilse, şer'î bir ma'nâ bulunmuş olur, o da nikâhtır. Onun üzerine şer'î bir hüküm terettüb eder, O şer'î hüküm mut'a mül­küdür. Keza «Sattım ve satın aldım» denilse, şer'î bir'ma'nâ bulunur. O da alış veriştir. Üzerine şer'î bir hüküm olan mülkü yemîn terettüb eder. înşâî lafız ile nıa'nâsı arasında alâka kuvvetli olduğu için ma'nâ o inşâî lafızdan ayrılmaz. Çünkü inşâ bir ma'nânın lâfızla icadıdır ki o ma'nâ vücûdda lafzla beraberdir. İnşâî lafızlar ma'nâlannın isim­leriyle-adlandırılmıştır. Şöyleki: Bey' ve nikâh zikredilmiş ve bu ikisi ile icâb ve kabul murâd edilmiştir. Bundan dolayı burada akde, nikâh ıtlak olmuştur. Halbuki akd şer'an nikâh için konulmuştur. Sanki ni­kâh bir ma'nâ için konulmuş bir akddir ki, o ma'nâ üzere mut'a mülkü terettüb eder. Şüphesiz burada dört illet vardır

a) Fâiliyet: Akdi yapanlar, b) Maddiyet: îcâb ve kabul, c) Sûri' yet: İrtibat, d) Gâiyyet: İstifâde.
İmdi, bu sözler, Sadru/ŞvŞerîa' (Rh.A.) nın söylediklerinin tahkiki­dir. Her ne kadar ibaresi ifâdeden noksan ise de Ü2erine vârid olan şey bu tahkikle savulmuş olur. Sadru'ş-Şerîa (Rh.A.) önce nikâhı, «mut'a mülkü için konulmuş bir akddir» sözüyle tefsir etmiştir. İkinci olarak: Nikâhın zikredilen irtibatla beraber icâb ve kabul olduğunu açıkla­mıştır. Bundan lâzım geldiki icâb ve kabul irtibatla beraber nikâhın ma'hâsı ola. Sonra,

«Şüphesiz şeriat, hükmî bağ ile bağlı, hissen mevcûd olan îcâb ve kabul ile hükmedip ondan şer'î bir ma'nâ hâsıl olur ki müşterinin mül­kü onun eseri olur. İşte bu ma'nâ satışdır.» sözünden, îcâb ve kabulün ma'nâsı heyetiyle beraber nikâh olması- anlaşılır. Halbuki ikisi arasın­da zıddiyet vardır,

«İşte bu ma'nâ bey'dir. Bu ma'nâ ile murâd, bu şer'î bağ ile beraber icâb ve kabulden meydana gelmiş toplam (mecmu') dır.» sözünün mef­hûmu, bey' ve nikâhın ikisi birleşmiş olmalarıdır. Yoksa ikisinden bi­rinin diğerinin ma'nâsında olmak değildir. Bu da birbirine zıt olan iki şeye zıddır. Zıddiyeti ortadan kaldırmanın vechi, bizim takrir ettiğimiz sözden zahirdir. Sen gerisini etraflıca düşün!

Nikâh yani evlenmek, i'tidâl hâlinde sünnettir. Yani cimâa kuv­vetli istek İle cimâ'dan gevşeklik arasında sünnettir. Kuvvetli istek hâ­linde vâcib olur. Haksızlık korkusundan dolayı mekruh olur. Yani karı -kocalık haklarını gözetmeme korkusu bulunursa mekruh olur.

Nikâh, îcâb ve kabul ile meydana gelir. Yani gerçekleşmiş olur. îcâb ile murâd, iki âkiddeıı ilk konuşanın sözüdür. Buna îcâb denmesinin se­bebi; buna kabul bitiştiği zaman- akdi icâbettiği yahut karşı tarafa ka-bûl muhayyerliği isbât ettiği içindir.

Scâb ve kabul, lügatin aslında mazi için konulmuşlardır. Yâni geç­miş zamanda meydana gelen şeyden haber vermek için konulmuş söz­lerdir. Bunun şart kılınmasına sebeb : Çünkü alış - veriş şer'î bir tasar­ruf yapmaktır. Nikâh da böyledir. Şer'î tasarruf ise ancak şeriatla bili­nir. Şeriat, lûgaten maziden haber vermek için konulan lafızları tahak­kuk ve sübûta delâlet etsin diye inşâda kullanmıştır. Bu takdirde ih­tiyâcı görmeye daha elverişli olur. Hâzırda yazışmakla nikâh mün'akid olmadığına bunda işaret vardır. Çünkü bir kimse bir şey üzerine bir kadına «Kendini bana tezvîç eyle.» diye yazsa ve kadın da o şey üzeri­ne erkeğin yazdığı sözün ardına «Kendimi sana tezvîc ettim.» diye yaz­sa nikâh münâkid olmaz. Mi'râcu'd-Dirâye'de böyle zikredilmiştir,

Meselâ «Tezvîc ettim» lafzı gibi. Yani eğer bu lafız kadından sâdır olursa, «kendimi tezvîc ettim» ma'nâsmadır. Veya «Kızımı tezvîc et­tim» ma'nâsmadır. Veya «Müvekkilimi evlendirdim (tezvîc ettim)» mâ'-nâsınadır. Ve bunun benzerleri gibi.

Erk ek don sâdır olursa «Tezevvüc (aidim) ettim.» lafzı gibi. Biri mâ-zî için ve diğeri istikbâl için konulmuş olan iki lafız ile dâhi nikâh mün'akid olur. Yani emir sığası için koaulan lafız istikbâl ile konul­muştur. İstikbâle misâl «Beni tezvîc eyle» gibi. Mâzîye misâl: «Tezvîc eyledim» lafzı gibi. «Konulmuş olan iki lafız ile» sözü, îcâb ve kabul üze­re att' olmasında istikbâl için konulan îcâb ve kabulden olmadığına işa­ret içindir. Çünkü Hidâye sahibi demiştir ki: Nikâh îcâb ve kabul ile mün'akid olur. İki lafızlaki, o iki lafız ile mâzî anlatılır. Yine : Nikâh iki lafız ile mün'akid olur kî, ikisinin biriyle mâzî anlatılır ve diğeri ile gelecek anlatılır. Biri mazi ve diğeri müstakbel olan, iki lafız icâb ka­bul olmadığına tenbîh için «İki lafız ile mün'akid olur.» kelimelerini tekrarlamıştır.
Belki «Beni tezvîc eyle» sözü tevkildir ve «Tezvîc eyledim» sözü hükmen icâb ve kabuldür. Çünkü bir kişi nikâhda iki tarafa velî olur. Satış (bey1) bunun aksinedir. Nitekim yakında yerinde gelecektir.

Vikaye sahibi île Kenz sahibi zannetmişlerdir ki: Hidâye'nin, sa­niyen «iki lafız ile mün'akid olur» sözü gereksizdir. Şuna binâen ki;  mâzî ve müstakbel için konulan lafız îcâb ve kabuldür, İradi ikisi de ihtisar kasdetmişlerdir. Vikaye sahibi: «Nikâh, ikisinin de lafızları mâ­zî olan îcâb ve kabul ile yapılır.» demiştir.

«Tezvîc eyledim ve tezevvüc eyledim» gibi. Veya o lafzın biri mâzî ve biri müstakbel (gelecek zaman) dır. Meselâ : «Beni tezvîc eyle ve tezvîc eyledim» demesi gibi.

Kenz sahibi: «Nifcâh, ikisi de mâzî için konulan veya ikisinden bi­ri mâzî için, diğeri istikbâl için konulan lafızlar ile yapılır. İmdi ge­lecek zaman için konulan lafzı, îcâb ve kabulden saymışlardır. Bu ise kitaplara aykırıdır.»
Tuhaftır ki, Zeylaî (Rh.A.) bundan sonra şöyle demiştir: Bu ma1-nâ, ikisinden biri mâzî olup diğeri gelecek zaman olduğu vakitte dahî mevcuttur. Meselâ, ikisinden biri : «Beni tezvîc eyle» deyip, diğeri de «Seni tezvîc eyledim» demek gibi. Çünkü «beni tezvîc eyle» sözü, vekîl etmek (tevkil) dir ve başkasının yerine geçirmek (inâbet) tir. «Seni tezvîc eyledim» sözü, onun emrini yerine getirmektir. İmdi bununla nikâh kıyılmış olur. Çünkü musannif, «beni tezvîc eyle» lafzını akdin yarısî. kabul etmiş ve şârih de bu hususta ona uymuştur. Ondan sonra, «beni tezvîc eyle» lafzını tevkil ve inâbet yapmıştır.

Bundan daha tuhaftır ki, Hidâye sahibi, bu ince fikir üzere uyar­mış İken, bu faziletli zevat bunu nasıl anlamadılar.

«Doğruyu ilham eden Allah'a hamd olsun. Dönülecek ve geri gidi­lecek olan O'dur.»                          ,

İstikbâlden, müzârîye delâlet eden sözler de kasd edilebilir. Nite­kim Mi'râcu'd-Dirâye'de, Şeyh Hamîdü'd-Din' (Rh.A.) den şöyle dediği nakledilmiştir: Müstakbel ve mâzî ile nikâhın kıyılmasının benzeri, erkeğin «Ben seni tezevvüc ederim» yani seninle evlenirim, demesi, ka­dının da, «Ben kendimi sana tezvîc eyledim» demesidir. Bununla nikâh sahîh olur. Her ne kadar iki âkidin her biri zikredilen lafızların ma'nâ-sım bilmeseler de nikâh sahîh olur.
Fetâvâyı Zahiri yy e'de denmiştir ki: Bir erkek bir kadını Arabi la­fız ile veya ma'uâsım bilmediği bir lafızla tezevvüc etse, veya kadın o lafızla kendisini tezvîc etse, eğer ikisi de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bilirlerse, her ne kadar o lafzın anlamını bilmeseler de, bütün ulemâya göre nikâh sahîh olur. Eğer ikisi de bu lafızla nikâhın kıyıldığını bil­mezler ise, uygun olan nikâhın kıyılmış olmasıdır. İmdi bu bilmemek meselesi; talâk, ıtâk, nikâh, tedbîr, hul' ve hukûkdan ibra, bey' ve temlik meselelerinin hepsinde carîdir. İmdi talâk, ıtâk ve tedbîr hü­kümde vâkidir. İmâm Muhammed (Rh.A.) onu «Asi»m ıtâk bahsinde zikretmiştir. Talâk ve ıtâkda cevâb bilinince, uygun olanı nikâhın da­hî onun gibi olmasıdır. Çünkü lafzın kavramını bilmek ancak kasd için itibâr edilir. Ciddîsi ve şakası müsâvî olan şeyde bilmek şart kılın­mamıştır. Satış (bey1) ve satışa benzeyen bunun aksidir.

Nikâh, iki âkidin Fârisî dili ile «Verdin mi ve aldın mı?» sözlerinden sonra «mîm» siz, «verdi ve aldı» sözleriyle kıyılmış olur. Yani, kadına : «Kendini fülân kimseye karılığa ^zevceliğe) verdin mi?» denilse, kadın da (mîm) siz «verdi» dese, ondan sonra erkeğe «Kabul eder misin?» denilse, erkek de «mîm» siz, «Kabul etti» dese, nikâh sahîh olur. Böy­le demekle örf câri olduğu için nikâh kıyılmış olur. el-Mudmarât adlı eserde zikredilmiştir ki: İhtiyaten «mîm» ile «verdim» ve «kabul et­tim» demek gerekir.

Nccmüddîn Nesefî' (Rh.A.) den rivayet edilmiştir ki: Nesefî (Rh.-A.) uygun olan kadını isteyenin, «Kendini zevceliğe verir misin?» de­mesi ve kadının da «Kendimi zevceliğe verdim.» demesi gerekir, der­miş. Çünkü nikâhın, «zevceliğe» lafzını zikretmeden kıyılmış olmasında Ulemânın ihtilâfı vardır. Şu halde, meselede oy birliği olsun diye «zev­celiğe veya karılığa» lafzını zikretmeli; gerekir. Zahire'de böyle zikredil­miştir.

Satmak ve satın almak gibi. Yâni satıcıya «Satar mısın?» denilse, satıcı da «sattı» dese, ondan sonra, alıcıya «satın alır mısın?» denilse, alıcı da «satın aldı» dese, her ne kadar (mîm) ile «Sattım ve satın aldım» demediler ise Üe Örf carî olduğu için bey' (satış) sahîh olur.

Şahitlerin huzurunda «Biz karı kocayız» demeleriyle nikâh kıyılmış (mün'akid) olmaz. Keza şâhidler huzurunda bir adam bir kadın için «bu kadın benim karım (zevcem) dır», dese ve kadın da «bu benim kocam (zevcim) dır» dese, nikâh olmaz. İmâm Kâdîhân (Rh.A.) demiş­tir ki: Uygun olan cevâbın tafsil üzere olmasıdır. Eğer erkek geçmiş bir akdi ikrar etse, halbuki ikisi arasında akd olmasa, bu nikâh olmaz. Eğer kadın, erkeğin kocası olduğunu ikrar etse ve erkek de o kadının karısı olduğunu ikrar etse, bu nikâh olur. İkisinin bu sözleri ile ikrar­ları ikisi arasında yeni nikâhın inşâsı olur. Aslı olmayan akdi ikrar etmeleri bunun aksinedir. Çünkü o hâlis yalandır.

Teâtî üe de nikâh mün'akid olmaz. Teâtî: İki taraf îcâb ve kabul­den bir şey zikretmeyip belki mehrden bir miktar üzere anlaşsalar, koca veya vekîli o miktarı gönderip kadın veya vekili de o miktân alıp kendini teslim etse, nikâh kayılmış olmaz.

Bununla nikâhın kıyılmış olmamasına seheb, tereleri hiçe saymak­tan korumak hususunda titizlik içindir. Ferçlerin sânına ihtiram için teâtî ile nikâh caiz değildir.

Bu teâtî ile, satış mün'akid olur.'Çünkü satışda bu ma'nâ yoktur. Bundan dolayı bazıları demiştir ki: Âdi ve değersiz satışda mün'akid olur, değerli satışda mün'akid olmaz. Yani teati ile alış - veriş ufak tefek işlerde caiz olur. Kıymetli mallarda olmaz.

Nikâh ancak, nikâh lafzı ile ve, tezvîc ile ve temlîk-i ayn için konu­lan lafız ile sahîh olur. Hibe, temlik, sadaka, satmak ve satın almak gibi. Şu halde nikâh, icâre (kiraya verme) lafzı ile ve iare (ödünç ver­me) lafzı ile sahîh olmaz. Çünkü bu ikisi, halde menfaati temlik için-. dir. İstikbalde değil. Vasiyet lafzı ile de sahîh olmaz. Çünkü vasiyet ölümden sonra malın temliki içindir.

Gâyetu'İ-Beyân'da şöyle denmiştir : Bunun sahih olmaması, vasi­yet ölümden sonra diye kayd olunduğu vakittedir. Amma : «Ben kızım fülâneyi senin için şimdi şâhidler huzurunda vasiyet eyledim» dese ve kızı alacak erkek de^ «kabul ettim» dese, nikâh olur.

Tatârhâniyye'de denmiştir ki: Eğer mehr zikrederse temlik için konulan lafzın hepsiyle nikâh kıyılmış olur. Yani eğer vasiyet eden kim­se, mehr zikretti ise, mehr-i müsemmâ yâcib olur. Eğer mehr zikretmezse niyet ile mün'akid olur. Yani eğer mehr zikretmediyse mehr-i misi niyet ile vâcib.olur.

İki âkidin her birinin diğerinin sözünü işitmesi şarttır. Çünkü bir­birlerinin sözünü işitmezlerse iki tarafın rızâları anlaşılmaz. Bu tak­dirde nikâh kıyılmış olmaz. Daha önce bildirmiştir ki; nikâh hâzırda yazı ile kıyılmış olmaz. Şu halde birbirlerinin sözlerini işitmeleri ge­rekir.

Hür mükellef iki erkeğin, yani âkil, baliğ iki hürrün veya bir hür mükellef erkek ile iki hür mükellef kadının, beraberce iki âkidin söz­lerini işittikleri halde hâzır olmaları şarttır.

Bazıları demiştir ki: İki şahidin hâzır olması şarttır. İki âkidin sözlerini işitmeleri şart değildir. Sahîh olan kavi, işitmeleridir. Şu hal­de nikâh iki sağırın huzurunda kıyılmış olmaz. İki âkidin sözlerini anlamayan, meselâ iki Hindlinin hâzır olmasıyle de nikâh kıyılmış ol­maz. İki sarhoşun huzuru ile, söylenenleri anlarsa nikâh kıyılmış olur. Velev ki ayıldıktan sonra hatırlamasınlar.

İki şahidin biri işitse ve diğerine söz tekrariandıkda diğeri işitip, önceki şâhid tekrarlanan sözü işitınese nikâh sahîh olmaz. Ancak îmanı Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir rivayette, meclis bîr olursa İstihsânen sahih olur.                          

Eğer iki şahidin biri sağır olsa, sağır olmayan şâhid ona işidincc-ye kadar tekrar etse caiz olmaz.

Şayet iki şahidin biri kocanın sözünü işitse ve diğer şâhid karının sözünü işitse, ondan sonra tekrariandıkda kocamn sözünü işiten şâhid karnım sözünü ve karının sözünü işiten şâhid de kocamn sözünü îşit-se. âlimlerin çoğuna göre, caiz ol/naz. Ebü Suhey! (Rh.A), meclis bir olursa caiz görmüştür.

Musannifin, «iki âkidin sözü» demesi, Vikâye'nin «zevceynin laf­zı» demesinden evlâdır. Çünkü Vikâye'nin sözü karı - kocanın (zev­ceynin) vekillerini kapsamaz. O iki şahidin şâhidlikleri, gerek kâfirin nikâhı için olsun ve gerek Müslümanın nikâhı için olsun müsavidir,
İki şahidin, Müslüman kadının nikâhı için Müslüman olmaları şarttır. Çünkü kâfirin Müslüman için şahitlik etmesi caiz değildir. Ge­rekse o şâhidler fâsık olslın veya hadd-i kazf cezası yemiş olsunlar veya a'mâ veya karı -kocanın oğullan veya karı - kocadan birinin iki oğlu olsunlar, caizdir. Çünkü bunların her biri ehl-i velayettir. Şu halde ta­hammül yönünden ehl-i şehâdet olurlar. [74] Ancak şehâdetin edâsının semeresi elden gider, o semerenin kaçmasına da önem verilmez.

Amma, da'vâcı onların yakını olursa, yâni kan - kocanın oğullariy-le veya ikisinden birinin iki oğlu ile, nikâh sabit olmaz. Çünkü yakının (akrabanın) yakma şâhidliği caiz değildir. Aleyhine şâhidlik ederse caiz olur.

Şayet karı - koca (zevceyn), kocanın iki oğullan huzurunda nikâh-Iansalar, eğer adam da'vâ ederse onların şâhidlikleri kabul edilmez. Eğer karı da'vâ ederse şâhidlikleri kabul edilir. Eğer karının iki oğulla­rının yanında nikâhlansalar, da'vâcı kadın olursa oğullarının şâhidlik­leri kabul edilmez. Eğer koca dava ederse, şahitlikleri kabul edilir.

Nitekim Müslümamn, Zimmiyye kadını iki Zinımî huzurunda - her ne kadar Müslüman inkâr ettikde o Zimmîlerin şahitlikleri makbul ol­mazsa da - nikâhı sahîhdir. Çünkü kâfirin Müslüman aleyhine şâhidliği kabul edilmez. Da'vâcı Müslüman olursa kabul edilir.

Küçük bir kızın babası, bir başka kişiye, küçük kızını nikâh etmek için emretse, o kişi de onu bir erkek veya iki kadın huzurunda nikâh etse, eğer küçük kızın babası o meclisde hâzır bulunursa nikâh sahih olur. Bulunmazsa sahîh olınaz. Çünkü baba orada hâzır bulununca, ve-kîlin sözü ona intikâl eder. ve hükmen baba âkid olur. Vekil o erkek ile beraber veya iki kadın ile beraber iki şâhid olmuş olur. Meselâ baba gibi ki, bâliğa olan kızını bir erkeğin huzurunda evlendirse, eğer o mec­lisde o bâliğa hâzır ise nikâh sahîh olur ve eğer hâzır olmazsa nikâh sahîh olmaz. İmdi bâliğa sanki âkid ve baba ve o hâzır olan erkek iki şâhid olurlar.

Erkeğin aslını - ne kadar yukarı giderse gitsin - tezevvüc etmesi ha­ramdır. Ve ne kadar aşağı giderse gitsin fer'ini de tezevvüc etmesi ha­ramdır.

Yine erkeğe, kız kardeşini ye kız kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin tezevvüc etmesi haramdır.

Teyzesini ve halasım ve erkek kardeşinin kızını, ne kadar aşağı giderse gitsin, hangi yönden olursa olsun tezevvüc etmek haramdır. Fakat amcanın ve halanın, dayının ve teyzenin kızlarım, tezevvüc ya­ni almak helâldir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Bunlardan başkası size. helâl kılındı.» [75] buyurmuştur. Bunlar muharremâtta (haramlar arasında) zikredilmiş değillerdir.

Cinsî münâsebette bulunduğu karısının kızı ve cinsî münâsebette bulunmasa bile, karısının anası ile evlenmek haramdır. Çünkü, tekar-rur etmiş bir kaidedir ki, annelerle cima etmek kızlarım haram kılar. Kızları nikâh etmek, anneleri haram kılar.

Aslının ne kadar yukarı giderse gitsin, ve fer'inin ne kadar aşağı giderse gitsin karısını almak haramdır. Yukarıda zikredilenler ndâ (süt emme) yönünden de haramdır. Yani asıldan ve fer'den ve başkaların­dan zikredilen haramlar, ndâ yönünden olsa da evlenmek haramdır.

Bu bir kaç kısma şâmil olur. Meselâ : Kızkardeşinin kızı gibi ki ne-seben kız kardeşinin süt kızma ve süt kız kardeşinin neseben kızma ve üüt kız kardeşinin süt kızına şâmildir.

Zina ettiği kadının aslını da, ne kadar yukarı giderse gitsin, tezev-vüc edemez, yani evlenmesi haramdır. Yine erkeğin şehvet ile hailsiz do­kunduğu kadinm aslı da haramdır. Erkeğe şehvetle dokunan kadının aslı ve erkeğin zekerine (erkeklik organına) bakan kadının aslı da ha­ramdır.

Erkeğin şehvetle, tercinin dâhiline baktığı kadının aslı da haram­dır. Gerekse o erkeğin bakması camdan olsun ve gerekse kadının içinde bulunduğu sudan olsun aslı haram olur.

Keza zikredilen kadınların fürûlan da haramdır. Çünkü bize göre, hürmet-i müsâhere zina ile sabit olur. İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı görüşte­dir. Fakat kadının ferci dâhiline bakmak aynadan veya kadının içinde olmadığı sudan yansıma ile olursa o kadının usûlü ve fürûu haram ol­maz. Yâni, erkek kadının ferci dâhiline camdan veya kadının içinde ol­duğu sudan bakarsa o kadının aslı ve f'er'i bakana haram olur. Fakat bakan kimse, kadının ferci dâhiline aynadan veya sudan yansıması ile bakarsa o kadının aslı ve fer'i bakan kimseye haram olmaz. Kâdinân' (Rh.A.) in «Fetâvâ» sın da ve «Hulâsa» da böyle zikredilmiştir.

Erkek, karısının anasını Öpse, şehvet ile öpmediği zahir olmadıkça,' karısı o adama haram olur. Erkek karısının anasına dokunsa, şehvet ile dokunduğu bilinmedikçe haram olmaz. Çünkü kadınları öpmek çok kere şehvet ile olur. Sarılmak da öpmek menzilesindedir. Kâdîhân'- (Rh.A.) in «Fetâvâ»sında böyle zikredilmiştir.
Dokuz yaşından eksik olan kız müştehât değildir. Zira dokuz yaşın­da olan kız hazan müştehât olur ve bazan müştehât olmaz. Çünkü do­kuz yaşında olan kız bedenin büyüklüğü ve küçüklüğü ile çeşitli olur. Fakat dokuz yaşma varmadan Önce müştehât [76] olmaz. Fetva bu-nunladır.

Erkeğin zina ettiği kadının aslı ve benzerleri ile evlenmesi haram olduğu gibi, nikâhda ve iddette iki kadının cem'i, gerekse o iddet bâ-yin talâkdan olsun haramdır. Bunda İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı görüşte­dir.

Yine cima yönünden mülkü yemin ile iki kadının - ki her hangisi erkek olarak düşünülse diğeri .o erkeğe helâl olmaz - arasım cenı'etmek yani nikâhı altında bulundurmak haramdır. Diğer bir ifâde ile o iki kadını bir akd ile veya her birini bir akd ile nikâhı altında toplamak veya birini diğerinin iddetinde cem' etmek haramdır. Gerek o iddet, bâ-yiu talâkdan olsun ve gerek ricl talâkdan olsun müsavidir. Yine iki memlûke câriye ki ikisinden biri erkek farz edilince, diğeri ona haram olsa, onların ikisi arasını cima yoluyla cem' haramdır. Çünkü bu şekil­de cem etmek, rahim ile ilgiyi (akrabalık bağını) kesmeye götürür. Çünkü kumalar atasında düşmanlık âdettir.

Bir kadın ile o kadının Önceki kocasının kızını nikâhı altında top­laması caizdir. Yani kadının Önceki kocasının başka -karısından hâsıl olan kızı ile bir arada nikâhına almak caiz olur. Zira kadın ile o kızın arasında neseben ve rtdâen yakınlık yoktur. Çünkü kocanın kızı erkek farz edilse kocanın oğlu olur. Bu ise haramdır. Fakat diğer kadın, er­kek farz edilse o kadına haram olmaz.

Eğer erkek, cima ettiği cariyenin kızkardeşini ni katılasa, nikâh sahih olur. Çünkü nikâh ehlinden sâdır olmuş mahalline izafe edilmiş­tir. Lâkin nikâh edilenle cima edilenden birini, kendisine haram kıl­madıkça, hiçbiri ile cinsî münâsebette bulunamaz. Çünkü menkûha (nikahlı) yi cima etse, ikisinin arasını .hakîkaten cima yönünden cem' etmiş olur. Eğer memlûke (câriye) yi cima ederse hükmen cima et­mek suretiyle ikisinin arasını cemetmiş olur. Çünkü nikâhlı olan hük­men cima edilmiştir. Şayet memlûke olan câriye, satış ve teslim ile hibe gibi ve i'tâk ve kitabet gibi sebeblerden bir sebeb- ile erkeğin ken­disine haram olsa menkûhamn cimâı helâl olur. Şayet menkûhayı yânf nikâhlı karısını cimâ'dan önce boşasa memlûkenin yâni câviyenin ci-mâ'ı helâl olur. Eğer memlûke yâni câriye cima edilmiş değil ise, ne hakîkaten ve ne hükmen çimâ yönünden cem' olmadığı için menkû­hayı yani nikâhlı kadını cima eder. Eğer erkek iki kız kardeşi iki akd ile tezevvüc etse.- musannifin iki akd diye kaydına sebeb ; ikisini bir akd ile tezevvüc edip, iki kız kardeşin arasını c^metmesidir - nikâh bâ^ tıl olur. İkisi de mehrden bir şeye müstehık olmazlar.   

Birinciyi unutsa. Bu kayda sebeb şudur ki, birinciyi bilirken akd yapsa ikinci nikâh bâtıl olur. O erkek ile o iki kız kardeşlerin araları ayırılır. Çünkü ikisinden birinin nikâhı yakînen bâtıl olur ve evleviyet bulunmadığı için bâtıl olan hangisi olduğunu ta'yine imkân yoktur. Tercih edilecek bir şey bulunmadıkça tercih bâtıldır. Fayda olmadığı için cehaletle tenfîze de imkân yoktur. Çünkü, kazayı hacetten başka, ikisinden biriyle faydalanmak mümkün olmaz. Kocanın, karıya nafaka ve giyim sağlamakda zararı olduğu için ve kadının muallâka gibi olma­sından dolayı terelerde araştırma caiz olmaz. Muallaka: Kocası kendi­sinden yüz çevirmiş olan kadındır. Şu halde ayırmak gerektiği belli olmuştur:

Eğer bu ayırüan iki kadın mehr isteyip, «Biz önceliği (evveliyye-ti) bilmeyiz,» deseler, onlara mehrden bir şey verilmez. Ancak iki kadın anlaşırlarsa verilir. Çünkü hak meçhule (bilinmeyen) içindir.' Şu halde öncelik da'vâsı lâzımdır. Veya kâdînin onlar hakkında hüküm vermesi için anlaşırlar. Anlaşmanın şekli şöyledir: tki kadın kâdî huzurunda, «Bizim kocamızda bir mehr hakkımız vardır. Bu hak bizden öteye geç­mez. Yarım mehr almaya ikimiz razı olduk» derler. Bu takdirde kâdî hüküm verir.                                                ,       .

Şayet iki kadının her biri beyyinesiz öncelik da'vâ ederse, ve koca duhûldan sonra aynldıysa, ikisi için iki mehrin tamâmı vardır. Çünkü mehr duhûl ile- müstekar (yerleşmiş) olmuştur. O mehrden bir şey düş­mez.

Eğer koca duhûldan önce ayırıldı ise, mehr-i m üsı:m mâlarının eşit­liği katında iki kadın için mehrin yansı gerekir. Çünkü sonuncu nikâh bâtıldır, mehri gerektirmez.

Birinci nikâh şahindir. Birinci kadın, cinsî münâsebetten önce ay­rılmıştır. Şu halde mehrin yarısı vâcib olur. Hangisi için olduğu ma'-lûm değildir. Şu halde mehrin yarısı ikisi arasında yarı yarıya bölüş­türülür.                             

Eğer o iki kadın mehr-i müsemmâlarmda anlaşamazlarsa, şayet ikisinin de mehr-i müsemmâlanmn mikdân bilinirse, ikisinden her bi­ri için mehr-i müsemmâsuun dörttebirİ gerekir. Eğer mehr-i müsem-mâları bilinmezse her biri için iki müsemmânın az olanının yarısı veri­lir. Çünkü bu yüzde yüz malûmdur. Eğer o iki kadının mehrleri tes­miye olunmazsa, ikisi için mut'a-ı vahide (bir mut'a) vardır. Bu, yarım mehrin yerini tutar. Yine ikisinin bir arada nikâh edilmesi haram olan­lardan diğer muharremler de dahî hüküm zikredilen gibidir;

Bir hak Peygamberi, kabul edip kitâbiyye olan kadının nikâhı sa-hîh olur. Sâbienin zikrine hacet yoktur. Çünkü sâbie, eğer kitabiye ise Peygamberi ikrar eder. Bunu söylemek boşuna olur. Eğer sâbie, ki­tabiye değil ise yakında onun açıklaması gelecektir.

Hac veya umre için ihrama girmiş olan kadının nikâh», gerekse o nikâh bir ihrâmlı erkek için olsun, şahindir. Çünkü ihram nikâhın sıh­hatini menetnıez.

Bir cariyeyi nikâh etmek, gerek câriye kitâbiyye gerekse o erkek Küı- kadın nikâh etmeye kudretli olsun, şahindir. İmâm Şafiî (Rh.A.) ikisinde de ayrı görüştedir. Çünkü İmâm Şafiî (Rh.A.), hür Müslüman için, kitâbiyye olan cariyeyi tezevvüc etmeyi caiz görmez. Câriye Müs­lüman olursa, hür kadın ile evlenmeye gücü olmamak şartı ile cevaz verir.

Hür kadına gücü yetmek demek, mehriııi ve nafakasını vermeye gücü yetmekle hür kadının nikâhına kadir olmaktır.

Câriye üzerine hür kadının nikâhı şahindir. Fakat hür kadın üze­rine cariyenin nikâhı, her ne kadar cariyenin nikâhı hür kadının idde-tinde olsa da, akde mâni olan nikâhın eseri bakî kaldığı için, sahih değildir.                      

Hür erkek için, hür kadınlardan ve cariyelerden ancak dört kadı­nın nikâhı şahindir. Yani hür erkeğin dörtten fazla kadını nikâhında bulundurması caiz olmaz. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) :
«Hoşunuza giden kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsi­niz.» [77] âyet-i kerîmesinde açıklamıştır. Şu hâlde aded üzerine tah-sîs, o adam için daha fazlayı meneder.. İmâm Şâfü' (Rh.A.) ye göre, o kimse ancak bir câriye daha teeevvüc edebilir.

Köle için hür kadınlardan ve cariyelerden dördün yansı caizdir. Zinadan hâmile olan kadının, nikâhı caizdir. Yani onunla evlen­mek caizdir. Çünkü Allah Teâlâ' (C.C.) nın:
{(Bunlardan başkası size helâl kılındı.» [78] kavl-i şerifi altına girer. Lâkin o kadının çocuğunu doğurmazdan Önce cima olunması caiz de­ğildir. Çünkü bu, o kadını cima eden kimsenin menisi ile başkasının ekimi sulanmasın diyedir. Yoksa zânînin menisine saygı için değildir. Bu hüküm, kadını tezevvüc eden kimse zânîden başkası olduğu va­kittedir. Eğer o kadını tezevvüc ecien kimse zânînin kendisi olsa, hep­sine göre, nikâh sahih olur. Hepsine göre, o kadın nafakaya müstehak olur. Bütün Fukahâya göre, o kadınla cinsî münâsebette bulunmak o er­keğe helâl olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.

Mülkü yemin ile cima olunmuş cariyenin efendisi onu cima etmek­le nikâhı caiz olur. Musannifin, «mülkü yemîn ile cima olunmuş cari­yenin nikâhı» sözüne ümmü veled de dâhil olur. Ümmü veledin hamli belli olmadıkça nikâh caiz olur. Çünkü cariyenin döşeği zayıftır. Bunun için cariyenin çocuğu efendisinin sâdece inkârı ile reddedilmiş olur. Efendinin kendi suyunu (menisini) koruması için o cariyeyi istibrâ etmesi (temize çıkarması) müstehabdır. Zina ile cima edilmiş olan ka­dının nikâhı caizdir. Hattâ bir erkek bir kadını zina eder görse de onu kendisi tezevvüc etse caiz olur. İmdi o erkeğin o kadını cima etmesi caizdir. İmâm Muhammed (Rh.A.) ayrı görüştedir. «Yâni o adamın o kadını cima etmesi caiz değildir.»

Nikâhı haram kılınmış olan kadına (muharreme) eklenmiş kadı­nın nikâhı da caiz olur. Bir erkek şayet, kendisi için haram kılınmış ol­makla veya koca sahibi veya putperest olmakla ikisinden birinin ni­kâhı helâl olmayan iki kadm ile evlense, o erkek için diğer kadının ni­kâhı helâl olur. Helâl olan kadının nikâhı sahîh olur ve diğerinin ni­kâhı bâtıl olur. Çünkü iptal eden şey ikisinden birindedir. Şu halde diğer kadın kalır.

Satış (bey') bunun aksinedir. Çünkü satılmış olan şeyden başkası şayet satılmış olan şeye (mebî'a) eklense, satılmış olandan başkasının kabulü satılmış olanın kabulü^, için şart olur. Şu halde şart fâsiddir. Halbuki fâsîd şart ile satış fâsid olur. Nikâh bunun aksidir.

Mehrden tesmiye olunan şeyin hepsi o eklenen kadın içindir. İmâmeyn (Rh.Aleyhimâ), «İkisinin mehr-î misli üzere taksim edilir,» demişlerdir. Şu halde katılana isabet edeni ona vermek gerekir, diğeri­ne isabet edeni vermek gerekmez.

Efendinin cariyesini ve kölenin hanımefendisini nikâh etmesi ca­iz olmaz. Yani efendinin kendi -cariyesini nikâh etmesi sahîh olmaz. Gerek o câriye müdebbere, ümmü veled, mükâtebe veya ortak olsun sa­hîh olmaz. Kölenin de hamm-efendisini nikâh etmesi, ikisinin butlanı üzere icrnâ' bulunduğu için sahîh olmaz.
Mecûsiyyenin ve putperestin nikâhı da sahîh olmaz. Çünkü ınecûsiyye veya putperest kadın müşriklerdendir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ (C.C.) :«İnanmalarına kadar, Allah'a eş koşan kadınlarla evlenmeyin.» [79] buyurmuştur.
Kitabı olmayan ve yıldıza ibâdet eden sâbieyi de nikâh etmek sa-hîh olmaz. Sâbie'nin açıklamasında meşâyih ihtilâf etmişlerdir. İmâ-meyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, sâbîe puta tapanlardır. Onlar yıldızlara ibâdet ederler. İmâm Ebû'Hanîfe' (Rh.A,) ye göre, onlar putlara tapıcı değillerdir. Çünkü onların yıldızlara ta'zîm etmeleri ancak Müslüma-îım Ka'be'ye ta'zîmi gibidir. Eğer Sâbie İmâm A'zam' (Rh.A.) m teisîr ettiği gibi ise, bi'l-icmâ nikâhı sahîh olur. Çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, Sâbie ehl-i kitâbdir. Bu takdirde yukarıda geçen şeye dâhil olur. Eğer İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) in teisîr ettiği gibi ise, bi'1-İcmâ nikah­lan sahîh olmaz. Çünkü İmâmeyn' (Rh.Aleyhimâ) e göre, onlar müş­riklerdir. Bundan dolayı zikredilen şey burada kayd olunmuştur. Ke­za zikredilen mecûsiyye, ve senîyye (putperest) ve sâbie'nin mülkü ye-mîn ile cimâları da caiz olmaz. Çünkü nikâh onların elmaları üzere mahmuldür. Veya biz deriz ki, nikâh nefy yerinde yâkîdir. Şu halde ci-mâa şâmil olur. Bunu Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Hür erkek için dördüncü kadının iddeti içinde beşinci kadını ve kö­le olan erkek için ikinci kadının iddeti içinde üçüncü kadım nikâh et­mek caiz olmaz. Yani eğer hür erkek, nikâhında olan dört kadının bi­rini bâyin talâk ile boşasa, o boyadığı kadının iddeti bitinceye kadar, diğer dördüncü kadım tezevvüc* etmek o hür erkek için caiz olmaz. Bunda İmâm Şafiî (Rh.A.) ayrı göçüştedir. Bunun benzeri, bir kız karr deşin iddeti içinde diğer kız kardeşin nikâhının cevazıdır.

Karnındaki çocuğun nesebi zevcinden sabit olan bir hâmile har-biyye kadının nikâhı caiz olmaz. Dâr-ı harbde hâmile iken esir edilen harbiyye gibi. Yani kocasından dâr-ı harbde hamlinin nesebi sabit olan bir hâmile harbiyye kadın esîr edilse, esîr eden kimsenin o harbiyyeyi, çocuğu doğurmadıkca tezevvüc etmesi caiz olmaz. İmdi o harbiyyenin hamlinin nesebi dâr-ı harbde sabit olmuştur. Nitekim bizim ülkemiz­de şâbit olduğu gibi. Şu halde bu ibare kailin «esîr eden kimsenin hâ­mili gibi» sözünden daha güzeldir. Çünkü bu ibareden akla gelen, esîr edildikden sonra hamilin husulüdür. Bu ise bâtıldır. Çünkü bu tak­dirde neseb sabit olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinden sabit olan bir hâmile cariyenin nikâhı, o efendi bu cariyenin hamli bendedir diye, iddia etmekle caiz olmaz. Veya hamlinin nesebi efendisinin tezvîc ey­lediği başka kimseden sabit olan bir hâmile cariyenin nikâhı da caiz olmaz. Şüphesiz bu hamlin efendide olduğu gibi nesebi sabittir.
Mut'a nikâhı da caiz değildir. [80] Mut'a nikâhı: Bîr erkeğin bir kadın için, maldan şu kadar şeyle şu kadar müddette ben senden fay­dalanayım, demesidîr.                                    .
Muvakkat nikâh da caiz olmaz. Yani bu muvakkat nikâh, bir er­keğin bir kadım iki şahidin şehâdetiyle o güne dek tezevvüc eylemesi gibidir.  [81]

Bir kadın bir erkeğin kendisini tezevvüc ettiğim iddia edip ve iki şâhiu de o erkeğin o kadını tezevvüc ettiğine şâhidlik edip ve karısı ol­duğuna hükmedilse, halbuki o erkek o kadım tezevvüc etmemiş olsa, o erkeğin o kadını cima etmesi helâl olur. O kadın için bu meselenin aksinde nefsini teınkîn dahî vardır. İmdi bu «aksinde» sözü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. İmâm EM Yûsuf (Rh.A.) un ilk sözü de budur. Ebû Yûsuf (Rh.A.) un ikinci kavline göre ki, İmânı Muhammed* (Rh.A.) in kavli de budur, o erkek için cimâa cevaz yoktur Bu söz İmâm Şafiî' (Rh.A.) nin de sözüdür. Çünkü kâdî hüccette yanılmıştır. Zira şâhidler yalancıdır. Nitekim şâhidlerin köle veya kâfir olduğu belli ol­sa, hüküm budur.                                                         

İmâm Ebû Hanîfe' (Rh.A.) nin delüi şu rivayettir : Bir adam bir kadın üzerine delil getirip Hz. Ali' (R.A.) nin (Allah Teâlâ (C.C.) onun yüzünü ağartsın) huzurunda, bu kadın o adamın karışıdır, diye iki kişi şâhidlik ettiler. Hz. Ali (R.A.) de şâhidlerin şahâdetiyle hüküm verdi. O kadın Hz. Ali' (R.A.) ye; «Eğer bu adamdan benim için kurtuluş yok ise, beni ona tezvîc edin (evlendirin),» dedi. Hz. Ali (R.A.) de «Se­nin iki şahidin seni evlendirdiler (tezvîc ettiler).» dedi. Eğer nikâh kı­yılmış olmasaydı, o kadının istediği şeyi Hz. Ali (R.A.) yapardı.

Şart ile nikâhın bağlanması sahih olmaz. Yani bir adam kızı için : «Eğer sen şu eve girersen, ben seni fülân kimseye tezvîc ettim (ev­lendirdim).)) deyip ve fülân da, «Ben de o kızı tezevvüc ettim» demesi gibi. Çünkü, her ne kadar nikâh sahîh olursa da, ta'lîk sahîh olmaz. Nitekim tekarrur etti ki, şart ile bağlamak (ta'lîk) sırf ıskatlara mah-sûsdur, talâk ve ıtâk gibi bunlarla yemin edilir. Iskatlar bunlardan öte­ye geçmez. Nikâh bunlardan değildir.

Nikâhı gelecekte bir emre izafe etmek sahîh olmaz. Meselâ bir ada­mın Muharrem ayında; ben onu Saferde fülâna tezvîc ettim, deyip ve fülân da ben onu kabul ettim, demesi gibi ki, nikâh sahîh" olmaz. Yani şart bâtıl olur, nikâh bâtıl olmaz. Ancak o şart mevcutsa bâtıl olmaz.
Mecmûu'n-Nevâzil adlı kitâbdan İmâdiyye'de nakledilmiş ki: Şim­di ma'lûnı olan bir şart ile nikâhı bağlamak caiz olur, ve bu ta'lik değil, hakîki nikâh olur. O bağlama, *bir kimsenin diğer bir kimseye, sen kı­zını bana tezvîc eyle demesiyle olur. Diğeri de, ben o kızı fülân kim­seye bundan önce tezvîc ettim, der, kızı isteyen de o sözü tasdik et­mezse, imdi kızın babası, eğer ben bu kızı bundan önce fülân kimseye tezvîc etmedim ise ben bu kızı sana tezvîc ettim, demesi ve o kimsenin de kabul ettim, demesiyle olur. Halbuki o babanın bundan önce o kızı tezvîc etmediği anlaşılsa, bu nikâh kıyılmış olur. Çünkü mevcut şarta nikâhı bağlamak, gerçekleştirmektir. O nikâh tamamlanmış olur. Bu­nun tahkiki   «Büyü'   Bölümü»   nün sonunda gelecektir. [82]
[1] Cîbâd: Kâfir veya âsîlerle çarpışmak için gücünü kuvvetini sarfetmeye gerîatte cihâd denir. Cihâd; fazileti pek' büyük olan hâlis bir ibâdettir.

Cihâd farz-ı kifâyedir; ancak umûmî seferberlikte eli silâh tutan herkese farz-ı «yn olur.

Müslim' (Rh.A.) in; Ebû Hüreyre' (Rh.A.) den rivayet ettiği hadîs-i jerîfte Resû-liiUah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Her kim harb etmeden veya harbetmeyi gönlünden geçirmeden ölürse nifakın bir şubesi üzerine Ölür.

Ahmed (Rh.A.) ve Nesâî' (Rh.A.) nin Enes' (R.A.) den rivayet ettikleri bir hadls-i şerifte Peygamber (S.A.V,) Efendimiz:

«Müdriklerle mallarınız, canlarınız ve dillerinizle mücâdele edin» buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerifteki ma'nâ Tevbe sûresinin 89. âyet-i kerimesinde de mevcuttur.
[2] Bk. Hicr sûresi (15); âyet: 85
[3] Bk. En'âm sûresi (6); âyet: 106
[4] Bk. Nahl sûresi (16); âyet: 125
[5] Bk. Hacc sûresi (22); âyet: 39
[6] Bk. Tevbc sûresi (9); âyet: 5
[7] Blc. Enfâl sûresi (8); âyet: 39
[8] Bk. Tevbo sûresi (9); âyet: 36
[9] Bk. Tevbe sûresi (9); âyet: 29
[10] Cumhûr-u ulemâ'ya göre; ebeveyn veya onlardan birisi evlâdını harbe gitmekten me-nederse, evlâdın harbe gitmesi haram olur. Ancak, ebeveynin Müslüman olmaları (arttır.

Çünkü Müslüman olan ana - babaya itaat umûmî olarak farz-ı ayn, cihâd ise farz-ı kıfâyedir. Fakat, cihâd farz-ı ayn, yâni umûmî seferberlik mâ'nasında olursa,  evlâdın ebeveyni  bırakıp  cihâda  koşması  gerekir.   Çünkü,   bu  durumda cihâdın  te'min  ettiği faydalar umûmîdir. Âmmeyi alâkadar eden maslahatlar ise dâima tercih olunurlar. (Selâmet.Yolları, Ahmed Davudoğlu, C. IV.)                .                               .
[11] İmâm Nesâî? (Rh.A.) in Ebû Hüreyre' (R.A.) den tahrîç ettiği hadîs-i şerifte Resuldü Ekrem (S.A.V.) Efendimiz:

«Büyüğün yâni âcizin ve kadınla zailin cihâdı hacedir.» buyurmuştur.

Hadîs-i şerifler; kadına cihâdın vâcib olmadığına, Hacc veya Umre yapmaları ken­dilerine cihâd sevabı kazandıracağına delildir. Bununla beraber, hâdis-i şeriflerde ka­dınlara cihâd caiz olmadığına delâlet yoktur.

Buhârî'nin «Kadınların harbe çıkmaları ve harbetmeleri babında» İmâm Müslİm'-(Rh.A.) in Eries' (R.A.) den rivayet ettiği hadîsten; kadınların harbe katılabilecekleri ama yalnız müdâfaa harbi yapabilecekleri  anİaşılabilfrıektedir.
Buhâri'de; kadınların harbe gittikleri takdirde yapacakları cihâdın askere su ve erzak taşımak, yaralılara bakmak gibi şeylerden ibaret olacağını bildiren rivayetler vardır. (Selâmet Yollan. C. 3, Ahmed Davudoğlu)
[12] N e H r: Lûgatta topluluk ma'nâsmadır.  Istılahda,  canlarına,  mallarına çoluk ve ço­cuklarına saldırmak üzere düşmanın gelmekde olduğundan bir beldede bulunan halkın

haberdâr edilmesidir ki, bu halde o belde ahâlîsinden gücü yeten. Müslümanlar üzerine Cihâd farz olur. Çoğulu: Enfârdır.

Gazaya çıkılmasını ilân ve taleb eden kimseye (müstenfîr) denir. Savaşa sürükleoib götürülenlere de (nefr) adı verilir.

Nefîr-i âmm: Savaş bölgesinde bulunan bütün efrâdm savaş için seferber hâline gelmesi demektir ki buna, düşmanın bir İslâm beldesine ansızın saldırdığı ve düşmanı bir kısım islâm kuvvetlerinin defedemjyeceği takdirde müracaat olunur ve bunun dâiresi ihtiyâca göre genişler, İslâm âleminin imkân ölçüsünde doğusuna ve batısına kadar yayılır. Bu, genel bir seferberlik, demektir.

Nefîr-i hâss: Savaş. için yalnız bir kısım fertlerin seferber hâline gelmesi demektir. Bu kısmen seferberlik hâlidir. Bu, fazla kuvvet toplamaya lüzum görülmediği takdirde iltizâm edilir. Meselâ, sınırlardan birinde zuhur eden bir haıb olayını savmak için o bölgede bulunan İslâm kuvveti yettiği takdirde diğer efradın silâh altına celbine lüsura görülmez.
[13] Cnl alel'cihâd: Gazada bulunmak üzere alınıp verilen ücrettir. Cihâdına yardım olmak üzere mücâhidlere verilen atiyyeye cul denilmiştir,
[14] Fahr-İ Kâinat' (S-A.V.) in küffârdan istenmesini tavsiye buyurduğu üç şey: İSLAMA DA'VET, VERGİ ve

HARP'tir.

Süleyman b. Büreyde'den o da babasından (Rh.Anhümâ) işitmiş olarak rivayet olun-mufftur.

Baban demlgtlr ki:

Resûlüllah (S.A.V.) bîr orduya veya müfrezeye kumandan ta'yin ettiği zaman, ona yakınları hakkında Allah'tan korkmasını tavsiye eder; yanında bulunan Müslümanlara da hayn tavsiyede bulunur; sonra:

«Allah'ın adile Allah yolunda gaiâ edin; Allah'a küfredenlerle çarpışın. Gaza edin,

fakat «anime* hususunda hıyanette bulunmayın; hem gadîretmeyin, kimsenin bir yerini kesmeyin; hiçbir çocuğu Öldürmeyin. (Kumandan!) Müşriklerden dan düşmanınla kar-SÛagUğm zaman onları üç haslete da'vet et. Bunların hangisi hususunda sana icabet ederlerse hemen kabul eyle; ve kendilerini serbest bırak. Onları İslama da'vet et; eğer sana İcabet ederlerse derhal kabul et. Sonra onları kendi yurtlarından muhacirler di~ yârma göçmeye da'vet eyle. Eğer kabul etmezlerse kendilerine haber ver ki, Müslüman­ların yerlileri gibi olacaklar; onlara ganimet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir. An­cak Müslümanlarla birlikte mücâhede ederlerse o başka. Eğer İslâmiyet! kabul et­mezlerse o halde kendilerinden cizye iste. Sana icabet ederlerse bunu onlardan kabul et Kabul etmezlerse artık Allah'tan yardım dileyerek kendUeriie harbet. Bir kal'a ahâ­lisini muhasara altına alır da sana Allah ve Resulüne ahd-ü peymân vermeni teklif ederlerse bunu yapma; lâkin onlara kendi zimmetinde ahd-ü peymân ver. Çünkü sii kendi ahd-ü peymânınızg bozarsanız bu Allah'a verilen ahdi bozmanızdan ehvendir.

Şayet senden kendilerini Allah'ın hükmüne havale etmeni İsterlerse bunu da yap­ma. Bilâkis kendi hükmüne bırak. Zira sen onlar hakkında Allah'ın hükmüne İsabet edip edemeyeceğini bilmezsin»» buyururdu.
(Selâmet Yollan, Ahmed Davudoğhı, C. 4)
[15] Bk. Lokman Sûresi (31); âyet:  15
[16] Emân: Korkusuzluk, rahatlık, endişeden beri olmak ma'nâsınadır. Karşıtı: korku (havf) dır. Emen, emene, imn kelimeleri de emân ile eşanlamlıdır. Korkusuz, endişe­den bert, hayâtı mahfuz kimseye de («mln), (âmin) denilir.

Savaş terimi olarak emân: Emniyete ve güvenliğe kavuşması hakkında düşmana verilen söz veya yapılan işâretden ibarettir, îsti'mân da emân İstemek ve emâna nail olmak "demektir. Emâtım bir çok çeşitleri vardır. Meselâ Emân-i sarih: Bir kimseye karşı; Sana emân verdim, siz eminsiniz, size bir zarar yoktur gibi bir tabir ile verilen

emândır.

Emân bUTdtâbe: Ehl-i harbe emannârae gönderilmek suretiyle verilen emândır. Şu kadar var ki, bu emannâmeyi gönderen zâtın emin, müslüman, diğer şartları hâiz bir kimse olduğu malûm olmalıdır. Bu, açık delil ile bilinmedikçe emân tahakkuk etmez.
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 3-11.
[18] HanefOere göre cizye; Arap olsun, Acem olsun, ehl-i kitap denilen Hiristİyanlarİa, Ya­hudilerden ve Mecûsîlerle Acem putperestlerinden alınır. Arap putperestlerde Mürted-lerden alınmaz. Bunlar ya Müslüman olur yâhud kılıçtan geçirilirler. Kadın, jjpcuk ve sakatlara da cizye yoktur.
Cizye Hicret'in 9. yılında (M. 630) meşru' olmuştur. «S. yılda meşru' olmuştur.» di­yenler de vardır.
(Selâmet Yollan. Abmed Davudoğİu. C. 4)
[19] Men:   Esirleri  bir lütuf olarak  mcccânen  salıvermek, düşmanın   dâr-ı  harbe dönüp gitmesine bedelsiz müsaade etmektir. Bu kelime esasen  lütf  ve  ihaân  ve minnet ma'nâlaruıa da gelir.
[20] t h r â z (muhrez): İhraz, bir malı harz denilen mahfuz bir yere koymak, ma'nâsın«fir. Düşmandan alınan bir mal, alanların mahfuz olan ülkesine sokulmakla İhraz edilmif <muhrez) olur.

İhraz lafzı, maddî veya manevî bir şeyi kazanıp elde etmek ma'nâsında da kullanılir. Ganimetlerin ihrazı, zafer ihrazı gibi.
[21] M ü s û': Şayi hisseleri ihtiva eden ortaklasa şeydir. Meselâ:. İki kimse arasında yarı yarıya ortak olan bir mal müşâ'dır. Başka bir ta'rîf ile: Ortaklaşa olan bir maldaki yarım, dörtte bir, üçte bir gibi, şayi' hisselerden her hangi biridir. Hisselerden her biri bil malın cüz'üne yayılıp şâmil bulunmuştur.
[22] Bk. Enfâl sûresi (8); âyet: 65
[23] Nefel: Gaza eden askere ganimet hissesinden fazla olarak verilen mükâfattır.
[24] Seriyye: Ordudan çıkıp yine orduya dönen 500 kişi kadar asker kit'asıdır.  Geceleyin vazifeye çıkanlarına seriyye; gündüz çıkanlara sâriye denir.
Kamus Tercümesine göre; Seriyye düşman üzerine sevkedijen en az 5 en çoğu 300 veya 400 kişilik asker topluluğuna seriyye denir. Gece vakti yol aldıkları için bu isim verilmiştir. Dilimize Çete olarak girmiştir.
(Selâmet Yolları. Ahmed Davudoglu. C. 4)
Hadîscilerle Sîyerciler Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bizzat kumanda ettikleri harblere Gazve; Ashâbdan birisinin kumandasında sevk ettiği kuvvetlere de seriyye derler. îslâm Tarihinde 27 Gazve vardır. Seriyyelerin en meşhuru 47 tanedir.

Gazvelerin ilki; «Ebvâ» gazvesi diye de anılan «Veâdan» gazvesidir. Hicret'in II. ayının başlarında Sefer ayında vuku' bulmuştur.
Ebvâ; Furu' Üe Cuhfe arasında; Medine'ye 23 mil (43585 m.) mesâfe'de bir karyedir.
İlk Seriyye ise; Hicretten 7. ay sonra Raraazan'da Cühenîlerin arazîsinde bulunan Sîf-Ül-Bahr mevkiinde vuku' bulmuştur. Hı. Hanım (R.A.) kumandasındaki 30 kişilik lalam seriyyesi; 300 kişilik Kureyş süvârisiyle karşılaşmış, fakat iki tarafın da dostu ve müttefiki olan Mecdî b. Amr b. Ciihenî'nin arabuluculuk etmesi sonucu, kan dö­külmeden, sulh yapılmıştır.

(îslâm Tarihi. CİM. Âsun Koksal)
[25] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  12-19.
[26] Semen: Satılan şeyin bahâsıdır.
[27] İvaz: Bir şeye karşılık olarak verilen veya alman şeydir.
[28] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 20-24.
[29] (I)   Müste'men   (Müste'min):   İsti mân,   emân   istemek,   emâna   nail   olmak   ma'nâsına

gelir. Bİr şahsın yabancı bir milletin ülkesine girmek İçin o milletin hükümetinden müsaade istemesi, ma'nâsmda kullanılır. Bu halde başka, bir milletin, ülkesine emân ile, müsaade ile giren kimseye de «müzemin» denir.  çerek müsiim,» gerek zirnmî veya harbi olsun.

Böyle bir müsaade ve kin ile başkanının yurduna giden bir yabancı; canı, malı ve namusu hakkında emin, korkudan âzâde bir halde olduğu için kendisine «müste'min» denilir. Buna «Müste'men» de denilir. Bu takdirde «kendisine emân verilmiş olan kim­se» ma'nâsııiı ifâde eder.-

Müste'minler dört kısma ayrılır:
1- Dâr-i  harbe (bir  yabancı memleketine) emâ  ile.   yâni,  Özel   bir   müsaade ile gitmiş olan Müslumanlardır.
2- Dâr-ı harbe emân ile gitmiş olan Zimmîler.
3- Dâr-ı İslâm'a emân ile gelmiş olan Harbîler.
4-- Bir dâr-ı harbden diğer bir dâr-ı   harbe, yâni  bir gayri  mıi-djm eaıebî mem­leketinden   diğer gayri  müslim  bir ecnebi memleketine   müsaade  ile   gitmiş olan   gayri

müslimler,
(Hukûk-î  islâıniyye  ve  lsOlahât-ı   rıkhiyye Kamusu,  C.   3  Ömer  Nasûlıi   bilmen)
[30] Bk. Nisa sûresi (4); âyet: 92
[31] Menea: Kuvvet, cemâat. Bu kelime, hem isim, Kem mascİar, hem de mâm'iıı çoğulu olabilir. Çoğul olduğuna göre : «Bir şahsın hâmisi ve aşireti olan kimseler» demek olur ki, o   şahsa   başkalarının  tecâvüz etmelerine   mâni   olurlar.   Kuvvet   ve   cemaata   sâhib olduğu için asker veya, orduya da menea denebilir.

En az on ve bir kavle göre dört kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kim­seye «zî menea», (sahibi menea) denir.
[32] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  25-30.
[33] Müslümanların eli  altında hâkimiyetleri dâiresinde bulunan  yerler  birer dâr-ı  Islâra1-*    dır ki, Müslümanlar oralarda güvenlik içinde yaşayarak dinî görevlerini yapmaya muk­tedir olurlar,

Müslümanlar ile aralarında barış ve andlaşma bulunmayan gayr-İ müslimlerin hâ­kimiyetleri altında bulunan yerler de birer dâr-ı harbdir. Bunların gayri müslim ahâ­lisinden her birine «harbî» denir.

Bîr dâm harbin dâr-ı İslâm hâline gelebilmesi için yalnız bir şart vardır ki, o da, o darda İslâm ahkâmının uygulanmaya başlanmasından ibarettir. O ülkenin içinde eski gayr-i müslim ahâlisinden bazıları  mukîm bulunsa  da ve  o  ülke  dâr-ı  îslâma bitişik olmasa da dâr-ı İslâm sayılır.

Bundan dolayı İslâm mücâhitleri gayr-i müslimlere âid bir ülkenin her hangi bii beldesini feth ederek İçinde Cuma, Bayram vesaire gibi İslâm ahkâmını uygulamaya başlasalar, o belde bir dâr-ı İslama dönüşmüş olur. Bu husûsda bütün hanefî müetehid-leri müttefiktir.

Bîr dâr-ı İdamın - Allah korusun - bir dâr-ı harbe dönüşmek, İmâm A'uun' (Rh.A.) a güre gu üç şartın tahakkuk etmesiyle olur;

t —Dâr-ı harbe bitişik olmalıdır.
2  — İçerisinde $kk ahkamı uygulanmalıdır.
3  — teinde evvelki emân ile emin bir Müslüman veya zîmmî kalmamış olmalıdır,

Evvelki (ilk) emândan maksad, Müslüman İçin İslâmiyet i bakımından, zimmî için . de zimmet akdi sebebiyle İslâm hükümetinin kuvvetine dayanarak sabit bulunan em­niyet ve selâmettir.

Bu aç şart tahakkuk etmedikçe bir belde veya bir ülke dâr-ı harb sayılmaz.

Bu kavle göre, bir' İslâm ülkesi sadece ehî-İ harbden birinin galebe ve istüâsıyle veya ahâlîsinin İslâm dîninden çıkarak ahkâmı küfrü uygulamasıyle^veya içindeki ehl-i zimmetin ahdi bozarak tegallübde bulunmasıyle dâr-ı harbe dönüşmüş olmaz. Meğerki mezkûr üç sattın üçü de tahakkuk etsin.

Zikrettiğimiz üc şartsa tahakkuku ile dâr-ı harbe dönüşen bir İslâm beldesi tekrar İslâm mücâhitleri tarafından feth edilip geri alınınca önceki hükmüne rücû eder. Yâni: Arazîsi öşriyye İse yine öşriyye, harâciyye ise yine harâciyye olur. Kadîm ahâlîsi, tak­simden Önce geri  dönünce   mallarını   meccânen   alırlar, taksimden  sonra  gelince  de yalnız kıymetleriyle alabilirler.
hnâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) e göre, herhangi bir İslâm beldesinde ahkâmı küfr İcra edilmeğe bağlandığı, yâni; Harbi olan, hükmü geçerli bir hükümdarın istilâsına uğradığı takdirde dâr-ı fearb h&line gehniş olur. Çünkü bir ülkenin dâr-ı harb olması, gayr-ı müs­limlerin kuvvet ve üstünlüğü ve ordusu itibarîyledir. Bunları da hükmü geçerli olan hükümdarları ve hükümetleri temsil eder.

Bundan dolayı, dâr-ı İslama bitişik de olsa, hükümdarları harbî olan her hangi bir ülke, bir dâr-ı harb bulunmuş olur. Müftâ bih olan da budur. Şafiî fukahâ&ımn beyânına göre, dâr-ı İslâm şöylece üç kısmıdır;
1  — Müslümanların ikâmet etlikleri  beldeler.
2  — Müslümanların feth edip eski ahâlîsini içerisinde bir cizye karşılığında iskân ey­ledikleri beldeler. Bunların arazîsi, gerek kendilerine temlîk edilsin ve gerekse edilme­sin. İslâm hükümetinin istilâsı altında bulunması yeter.
3  — Evvelce Müslümanların ikâmet edip sonraları gayri müslİmkrîn zaM ettikleri bel­delerdir. Müslümanların bu beldelere olan  kadîm istilâsı, bunlarda dâr-ı  İslâm olmak hükmünün istimrarı için yeter.

Demek oluyor ki: Bir belde bir kerre dâr-ı İslâm oldu mu, artık ondan sonra mut­laka, yâni: Gerek sonraları orayı gayr-i müslimler ele geçirsinler ve gerekse ele geçir­mesinler ve orada Müslümanların İkâmetine gerek müsâde etsinler ve gerekse etme­sinler, orası dâr-ı küfr ve dâr-ı harb hükmünde olamaz.
[34] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 31-32.
[35] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 33-36.
[36] Müslümanlar düşman memleketine girip de bir cehri veya kal'ayt muhasara ederlerse; ordu komutanının yapacağı Ük is, o yer halicini İslâm Dinine da'vettir. Bunu kabul ederlerse maksad hâsıl olduğundan muharebeden vazgeçilir.
Eğer tsîâm Dînine dVvetl kabul etmezlerse ötejc ödemeye da'ı-et edilirler. Çün­kü Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ordu komutanlarına bunu emretmiştir. Bunu da kabul etmezlerse; Allan1 (CC) tan yardım dileyerek harbolunur. Harbte Müslümanlar muzaffer olurlarsa komutan İki şey arasında muhayyer olur:

a)  İsterse alınan esirleri öldürür veya köle yapar yahud Müslümanlara zimmî ola­rak bırakır.

b)  Dilerse mallarını gâzîlcr arasında taksîm eder; yahud mallarını mülklerini ken­dilerine bırakarak arazilerinden harâc, kendilerinden de cizye alır.
CiKye Hicretin 9. yılında (M. 630) meşru' olmuştur. «H, 8 yılda meşru1 olmuştur.» diyenler de vardır.
[37] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:37-42. 
[38] Bk. Feth sûresi (48): âyet: 16
[39] Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) e nübüvvet geldiği zaman ona ilk İmân eden Hz. Hadice (R.An-hâ) dır. Bir gün sonra da Hz. Ali (R.A.), erginlik çağına yakm olduğu halde Müslüman olmuştur. Bundan dolayı Hz. Alî (R.A.) mü'rain olduğu halde bulûğ yaşına ulaşarak asl| putlara tapmamıştır. Yukarıda geçen şiirinin devamı, Firuzâbâdî'nİn Kamusunun Âsun Efendi tarafından yapılan tercemesinde, « s ı h r » kelimesinin açıklamasında (Kamus Tercemesî, C: I) şöyle, geçmektedir:

«Bıyığı henüz terlememiş, erginlik çağına uîagnuunif bir çocuk İken İslâm'a (gir­mekle) sizi geçtim.

Allah Tealâ' (C.C.) nın Peygamberi olan Hz. Muhammed (S.A.V.) benim kardeftm tc kayınpederlmdir.

$ehtdlerin efendisi olan Hz. Jtsamza (R.A.) benim amcamdır.

Sabah, akçam meleklerle beraber ucan Hz. Ca'fer (R.A.) benim anamın oğludur.

Hz. Muhammed' (S.A.V.) in kızı olan Hz. Fâtıme (R.A.) benim can yoldaşım reercemdir. Onun eti, beolm kanun ve etimle kanpnıştır.

Ahmed'in (yâni Hz. Muhammed' (S.A.V.) in) iki torunu (Hz. Hasan (R.A.) ile Hz. Hüseyin (R.A.)) Hz. Faüme' (R.A.) den doğmu; benîm İki cocuğumdur. Bundan dolayı o benim hissem gibi hisse iddi* ederj»
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  43-49.
[40] Bâğî (Bağy): Zulüm, isyan, cinayet, fesat ve doğru yoldan sapmak gibi ma'nâlara gelir. Istılahta ise: Hükümete isyan eden kimselere bâğî, denir.

Bâğîler, kendilerini koruyacak ordu ve silâhlan olan bir taifedir. Bunlar kendi­lerini haklı görerek te'vil yolu ile Müslümanlara karşı harbederler.
Âsî tc bâğilerle muharebe etmek caizdir. İcmâ' da budur. Allah Teâlâ (C.C.) Haz-reüeri de Hucurât sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde; «Siz bâğîlik eden taife Ele çarpıcın...» buyurmuştur.

Ulemâ'dan bir cemâate göre; «Asîlerle çarpışmak kâfirlerle muharebe etmekten efdâidir,» Fakat, onlarla çarpışmaya başlamadan önce kendilerini bu isyandan vaz geç­meğe da'vet îcâbettiğini unutmamak gerekir. Nitekim, Uz. Ali (R.A.) Haricîlere kar|i böyle hareket etmiştir.
[41] Bk. Hucurât sûtesi (49); âyet:  9
[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 50-52.
[43] Atoı: Su başlarında hayvanların yatıp istirahat ettiği yer.
[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 53-56.
[45] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 57.
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:  57-59.
[47] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 59-61.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:62. 
[49] Yemeğe ballarken «Beâncle» çekmek müstehâbtır. Su içerken de buna kiyâsen mtiste-hâb olur.

Besmeîe'yi sebebli veya sebebsiz olarak yemeğin başında çekmeyen, yemek es­nasında çekmeli ve; «Bacında da sonunda da Allah Teâlâ' (C.C.) m adı ile...» deme­lidir.

Hadîs-i şerifte buyurulduğuna güre: «Yemeği sağ el ile yemek gerekir.» tbni Ömer* (R.Anhümâ) dan rivayet olunduğuna göre Resûliillah (S.A.V.): «Biriniz yediği zaman sağ elile yesin; içtiği zaman -da sağ elile İçsin; zira şeytan sol clile yer İçer.» buyurmuşlardır.
Araf sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri: «Yeyin, İçin fakat İsraf etmeyin.» buyurmuştur.
[50] İmâm Ahmed' (Rh.A.) e güre; velîme' denilen düğün ziyafeti sünnet; Cumhûrtı gfcc famendûbtur.
Ulemâ; veUme'nin vakti hususunda da ihtilâf. etmişlerdir. Bilhassa, bunun  zifaf zamanında mt yoksa zifaftan sonra'mı olacağı hususu ihtilaflıdır. fi>afg>Sübkl be «Pey­gamber1 (S.A.V.) in nakledilen fiili zifaftan sonra olduğunu gösterir» diyerek Eesûltü* lah' (S.A.V.) İn Zcyneb bb^ti Cafaj fle evlenmesine işaret etmiştir.

İbnt Abdilberr, Kâdi lyaz ve NcvctÎ düğün da'vetine icftbetin vâcib olduğuna mâ'ın ittifakı bulunduğunu^ nakletmişlerdir. Ancak Hanef&ere sflre; v&cîb değil, kuvvetinde bir sünnettir. Fakat ona münkerât (şer'an caiz olmayan şeyler) tan bir şey bulunursa mâni' ile muktezi tearuz etro^ oîur. Bu takdirde hüküm mâni'a göre verflir.

Düğün davetlerinde yenilmesi icâbedcn en az miktar bir lokmadır. Fazlast vftcib değildir.

Ekseri Ulema'nm Mezhebine göre; düğünde İki gün ziyafet vermek mezrudur. De­lili; tbni Mes'ud' (R.A) den rivayet edilen hadîs-i jerîftir. Düğün ziyafetinde; ilk gün hak (yâni vâcib yahud mendûb), ikinci gün sünnet (yâni devamlı âdet); üçüncü gün/ riya ve gösteriştir. Jtmâm Bufaârî (Rh.A.); yedi gün bile devam etse, düğün da'vetiode hiç bir beîs olmadığına meyletmiştir.
[51] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat: 63-67.
[52] Elbisenin kol, etek, cep, paça, yaka gibi yerlerine; dört parmak enine kadar geniş ipek şerit dikmek caizdir.

İpek takke giymek ve boyuna İpek kaşkol koymak mekrûhdur. İpek seccadede na­maz kılmak caizdir. İpek yorganla örtünmek caiz değildir.

Saat, anahtar, teşbih ipleri ve cebe konan kese, çantalar, raushaf kesesi ve bohça­nın İpekten olması caizdir.

Duvarlara İpek halı asmak, kibir ve zinet için olmazsa caizdir. Jpek yemek peşkiri ve içdonu mekrûhdur. Abdest avlusu ise caizdir.
[53] ErkeJdcrin altın yüzük takmaları, Dört Mezhebte de caiz değildir.

Resûlüllah (S.A.V.) Efendimiz akik taşlı gümüş yüzük takardı.

«HatUka» da denmiştir ki: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin yüzük tasının; birinci Satırında «Muhammed», ikincisinde «Resul», üçüncüsünde «Allah» yazılı idi.»

TinnizTnüı «Şemaili Şerife» sinde Ali' (R.A.) den rivayete göre:

«ResûlüUah (S.A.V.) yüzüğünü sağ eline takardı» Ancak, sol eline taktığı da gö­rülmüştür. Binâenaleyh, yüzüğü sağ ele de sol ele de takmak caizdir.

Yüzük küçük parmağa veya yarımdaki parmağa takılır. Üzerinde yazı bulunan yüzüğü, hetâya girerken, sol elden sağ ele geçirmek müstehâbdır.

Gösteri? ve övünmek İçin yüzük takmak haramdır.

Ni^an yüzüğü takmak emr olunmamıştır. Adete uyarak takılmaktadır.
[54] İmâm Mabamnıed' (Rh,A.) in «Siyeri Kebîr» adlı eseri; 30 ciltlik Mehsfit sahibi Şera-süT-Eünme İmâm SerahsS (Rh.A.) tarafından şerhedilmiştîr. Bu şerhin 1. didinin 132. sayfasındaki 127 numarada diş yaptırma ve kaplatmaya dair açık hüküm vardır.

Sözünü ettiğimiz numarada zikredilen «Altından Burun Edinme Bölümü» nde ifade edildiğine göre:
Takma veya kaplama < yaptırmakta herhangi bir mahzur yoktur. Gümüş, plastik re bunlara benzer m&âddenien yapılmasında ûa ihtilâf yoktur. Ancak, <Hg yapımında altın kullaiuimasmı yaîmz îm&m-ı A'zam (Rh.A.) mekruh saymıştır. Diğer İmamların hükmü 0e amel ederek «liglerde altın kutlanmak, dînin hükümlerine rîâyefcsfeük olmaz. Şu kadar rar ki, gö^eri^ ve süs igm Si$ kapiatma.mahâır. Zk&t bu maksatlarla dîj yaptırmak c&fst değildir.

Çıkarılıp takılabilen di* ve protezlerin gusûl esnasında, ağzı yıkarken çıkanlnus oî-

(/'c,.V!unaİi - MuİmtîâÜı İslim IknİhalI, A. Ffkri Varuz)
[55] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 2, Eser Neşriyat:68-72. 
[56] Ebû Hüreyre' (R.A.) nin rivayet etliği bir hadis-ı şerifle Resûlüllah (S.A.V.) göyle bu­yurmuştur :                                         

«.Eğer bir kimse izinsiz senin gizli bir mahalline bakar da ona bir taş atarak gözünü çıkarırsan sana bir günah olma


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..