On Birinci Mesele:


Şâri'in teşrî sırasındaki, maslahatların teminine yönelik amacı, mutlak ve genel bir özellik arzeder; fıkhın belli konula­rına, veya belli mahallere ait olmadığı gibi, ihtilâf mahalleri dikkate alınmaksızın sadece üzerinde ittifak edilen alanlara da münhasır de­ğildir.[91]

Bunun delillerinden biri, daha önce açıklanan ve maslahatların mutlak anlamda dikkate alındığının ve hükümlerin teşrii sırasında kulların maslahatlarının amaçlandığının belirlenmesidir. Eğer mas­lahata riâyet esası belli mahal ve konulara münhasır olsaydı, o durum­da hükümler mutlak anlamda maslahatlar için konulmuş olmazdı. Ancak deliller, hükümlerin mutlak surette maslahatlar için konul­muş olduğunu ortaya koymuştur. Bu husus, maslahata riâyet prensi­binin belli konu ve alanlarla sınırlandırılmış olmadığını; aksine, hü­kümlerin konulması sırasında mutlak surette ve genel anlamda mas­lahatların dikkate alındığını göstermektedir.                                   
Sonra gelen âlimlerden biri ki Karâiî[92] oluyor yanlış bir mütâlâa yürütmüş ve şöyle demiştir: "Maslahata riâyet prensibi, an­cak 'İçtihadı meselelerde isabet eden yalnız bir kişidir' (muhâttıe) di­yenlerin görüşüne göre geçerlilik kazanır. Çünkü aklen zorunlu ola­rak bilinir ki, râcih (güçlü ve tercihe şâyân) olan bir şeyin, hem râcih hem de zıddı (mercûh, zayıf) olması imkansızdır.[93]Aksine, iki şeyden birisi daha güçlü (râcih) olduğunda tabiatıyla öbürü de mercûh (zayıf) olacaktır. Aklen zorunlu olarak bilinen bu husus, içtihadı konularda ancak bir kişinin İsabet etmiş olacağını ortaya koymaktadır, Bu du­rumda râcih (gü"çlü ve tercihe şâyân) olan doğrultusunda fetva veren isabet etmiş olacak, diğerlerinin ise hata etmiş oldukları ortaya çıka­caktır. Çünkü onlar mercûh doğrultusunda fetva vermiş olacaklardır.Dolayısıyla 'bütün müctehidlerin ictihâdlarmda isabetli olacakları' (musavvibe) tezi, hem kıyâsın delîlliği, lıem de şeriatın maslahatlara tâbi olduğu esaslarıyla çelişki arzetmektedir." Karâfî'nin sözleri işte böyle,Karâfî, hocası İbn Abdisselâm'dan da fö. 660/1262) şöyle nakilde bulunur: "Bunların: (Bu kaide ancak icmâa dayalı hükümlerde söz ko­nusu olabilir' demeleri kaçınılmazdır. İhtilaflı konularda ise, Al-lah'dan sâdır olan hüküm, işin aslında râcihe (daha güçlü ve tercihe şâyân) tâbi değildir; aksine sadece zanlarda râcih durumunda bulu­nanlara tâbidir. O şeyin işin aslında râcih ya da mercûh bulunması arasında bir fark yoktur." İbn Abdisselâm, musavvibenin tezinin, râcih belirlenmiş olacağı için, hükümlerde maslahata riâyet prensibiyle bağdaşmayacağı konusunu da kabul etmiştir. O devamla şöyle demiştir: "Her müctehidin içtihadında isabetli olacağı tezini kabul eden kimselerin 'hüküm veren hâkim' hadisindeki[94] 'hata' tabirini sebeblere yorması gerekecektir. Çünkü, hatanın içtihadın sebeblerin-de yapılabileceğinde ittifak vardır. Bu durumda hadiste sözü geçen ictihâd hatasını, bizzat hükümde yapılan hataya değil de, ittifakla ka­bul edilen sebeblerde (vesâil) yapılan hata anlamına yormak daha uy­gun olacaktır,"

İbn Abdisselâm'dan nakledilen de böyle.
Öyle gözüküyor ki, kaide her iki mezhebe göre de yürümektedir. Çünkü musavvibeye göre hükümler izafî (göreli) dir. Zira onlara göre, Allah'ın hükmü müctehidin inceleme ve düşüncesine bağlıdır. Masla­hatlar ise ya (Eşarîlere göre) hükme tâbidir ya da (Mutezile'ye göre) hükümler maslahatlara tâbidir. Bu durumda ihtilaflı konularda mas­lahat ya da mefsedetler, müctehide göre işin aslında ve kendi zanmnca sabit bulunurlar. (Bu durum da izafîdir) ve burada muhattıe ile mu­savvibe arasında bir fark da bulunmamaktadır. Mesela: Mâliki mez­hebine mensup birisi, yaş sebze ve meyvelerde ''ribâ'1-fadl"[95]caiz ol­duğu kanâatinde (zann-ı gâlib) bulunur. Bu durumda ona göre gâlib yön, maslahat yönü olmaktadır. Bizzat işin aslında ve onun zanmnca durum aynı olmaktadır. Çünkü ona göre böyle bir muamele şer'an ha­ram olan ribâ kapsamı dışında kalmaktadır. Dolayısıyla bu mallarda, aynı cinsten peşin mübadelelerde fazlalık almaya yeltenen kimse, caiz olan bir şeye teşebbüs etmiş olacaktır. Caiz olan bir şeyin yapılmasın­da ise, dünyada ve âhirette bir zarar bulunmamaktadır. Aksine böyle bir muamelede bir maslahat bulunmaktadır; onun için de caiz görülmüştür. Şafiî birinin kanâatine göre de böyle bir muamele caiz olmasa; o takdirde bu muamele haram olan ribâ kapsamına girecektir ve bu muameledeki maslahat ciheti zayıf kalan (mercûh) yönü teşkil etmiş olacaktır. Onun zanmnca da, bizzat işin aslında da durum aynıdır. Onu işlemesi durumunda hem dünyâda hem de âhirette kendisine za­rar dokunacaktır. Dolayısıyla burada musavvibenin hükmüyle mu-hattıenin hükmü aynı olmaktadır.Tenakuzun (çelişki) olması için, râcihin mercûh telakki edilmesi­nin aynı kişi tarafından yapılması lâzımdır. Oysaki, burada iki ayrı müctehidin değerlendirmesi söz konusudur ve onlardan her biri, ken­di verdiği hükme esas aldığı illetin, haddizatında işin aslında olduğu gibi değil, kendince işin aslında ve kendi zanmnca mevcut olduğuna kanidir. Zira işin bizzat aslında da aynen olması ancak icmâ ile sabit bulunan meselelerde[96] sahih olur. Bu konuda iki taraf da ittifak et­mişlerdir. Bundan sonrasında ihtilaf etmişler ve muhattıe; hükmün, müctehide göre işin aslında ve kendi zanmnca olan hükümle aynı ol­duğu; musavvibe de, işin aslında bir hükmün olmadığı, hükmün icti­hâd sırasında ortaya çıktığı sonucunu benimsemiştir. Her iki grup da, kendi hükmünü, işin aslında da aynı olduğu zannedilen bir illet üzeri­ne bina etmektedir.Burada, teşrî sırasında maslahatı dikkate almayı, Allah üzerine vâcib görenlerle, onun bunu bir lütuf eseri olarak yaptığı görüşünde olanlar, neticede birleşmektedirler. Keza maslahat ve mefsedetlerin (hüsün ve kubhun) eşyanın sıfatlarından olduğu kanâatinde olanlarla böyle olmadığı inancını taşıyanlar da (Mutezile'nin ilk mensuplarıyla sonra gelenleri) neticede aynı noktaya gelmektedirler. Bu konu üze­rinde daha genişçe durulabilir; ancak konu fıkıh usûlünün problemle­rinden olmaktadır. Durum böyle olunca, İbn Abdisselâm'ın öngördüğü mazerete ihtiyaç kalmamaktadır ve konuyla ilgili çıkmazdan söz et­mek yerinde değildir. Çünkü el-Cüveynî, Mutezile'nin, hem ictihâd hem de hüküm hakkında "her müctehidin isabet etmiş olacağı" (mu­savvibe) görüşünü ittifakla benimsediklerini nakletmiştir.[97]Buna göre Mutezile, musavvibe görüşüyle, hüsün ve kubuhun aklî ve fiille­rin eşyanın zâtında bulundukları görüşünü bir arada ele almakta ve bunların arasını birleştirmektedir. Karâfî'nin sözü ise, nereden bakı­lırsa bakılsın tam bir problem arzetmektedir. Allahu a'lem! [98]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..