Alış - Verişler (Büyü)  Bölümü


Büyû'un üzerine delâlet ettiği bey' [155]; lügat yönünden, mutlaka malı mala değîş-tokuş (mübadele) etmektir. Bu kelime, ezdâd (yâni zıd ma'nâları olan sözler) dendir. Malı sattığı veya satın aldığı zaman «Ba'a şey'e» denir. Harf-i cersiz, ikinci mef'ûle geçer, harf ile de geçer. Meselâ:  «Ba'ahu şey'e» denir. «Ba'ahu minhu» da denir.
Çoğul sîgasiyle «büyü'» denmesine sebeb, satılan şey (mebi') [156] itibariyle dört çeşit olduğu içindir. Çünkü nev'iler: Ya ticâret malının misli ile satıştır. Buna mukâyaza [157] adı verilir. Ya da ticâret malının semeni ile satışdır. Buna da, satış adı verilir, Çünkü bu, satış çeşit­lerinin en meşhurudur. Ya da semeni, semen ile satıştır. Nakdeynin (altın ile gümüşün) satılması gibi. Buna, sarf adı verilir. Ya da deyni ayn ile satıştır. Buna da, selem [158] adı verilir.
Satış, semen[159]  i'tibâıiyk de dört çeşittir: Çünkü birinci semen  (semen-i evvel); eğer mu'teber olmazsa, müsâveme [160], ya da ziyade­siyle ber&ber i'tibâr olunursa, murabaha [161] veya ziyâdesiz i'tibâr olunursa, tevliye [162] veya eksikle beraber i'tibâr olunursa vadîa [163] adı verilir.
Şer'an satış; bir malı bir mala iktisâb yoluyla, yâni ticâret yoluyla değiş-tokuştur. Bu ta'rîf ile, iki adamın mallarım teberru' yoluyla değiş-tokuş veya ivaz [164] şartiyle hibe  [165]  etmeleri hâriç kalmıştır.
Çünkü bu değiş-tokuş (mübadele); her ne kadar hükmünde satış bekası varsa da, ibtidâen satış değildir. ((Birbirini razı etme yolu üzere» deme­mesinin sebebi, mükrehin {zorlanan kimsenin) satışını kapsaması için­dir. Çünkü mükrehin satış; lün'akiddir. Velev ki, lâzım olmasm. Sa­tış, îcâb ve kabul ile nıün'akid olur. İn'ikâd [166], iki âkıdden birinin sözünün diğerine şer'an bir1 vech üzere teallukudur, ki onun eseri ma­halde zahir olur.

îcâb, isbâttır. İki âkıdden birinin ilk sözü, îcâb diye adlandırılmış­tır. Gerek «Sattım!» gerekse «Satm aldım!» desin müsavidir. Çünkü bu söz; yâni îcâb, diğeri için kabulün muhayyerliğini isbât eder. Ka­bul, iki âkıdden birinin söylediği ikinci sözdür. Gerek «Sattım!» gerek­se «Satın aldım!» desin müsavidir.
îcâb ile kabul; mâzî sîgasi ile olur. Hidâye'de: «Satış; mazi sîga-sıyla olmak şartıyla, îcâb ve kabul ile mün'akid olur.» denmiştir. [167] Ondan sonra şöyle devam edilmiştir: «Çünkü satış tasarruf inşâsıdır. İnşâ ise, şeriatla bilinir. İhbar için mevzu olan sözler, burada kullanıl-
[1] Bint-i mahâz; devenin bir yaşını tamamlayjp, ikincisine girenidir.
[2] Bint-i İcbûn; iki yaşını tamamlayıp, üçüncü yaşına giren devedir.
[3] Hıkka; üç yaşını tamamlayıp, dört yaşına giren devedir.
[4] Cezaa; devenin dört yaşını tamamlayıp, beş yaşına girenidir. Bu deve çeşitlerinin açık­laması daha önce «Zekât Bölümü» nde geçti.
[5] Diyet-i Mugallâza; kasden öldürmeye benzer öldürmede gereken tazminattır.
[6] Scniyye; önden olmak üzere  iki  altlan. İki üstten dön dişi düşmüş devedir.
[7] İbn-i  Mahâz;  bir yaşını  tamamlayıp, iRiiîci yasniü giren erkek devedir.
[8] Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm, babasından, o da dedesinden (R. Anhüm). içilmiş olarak rivayet edildiğine göre; Peygamber (S.A.V.V Yemen'lilere bir inektub yazmış, müteakiben ceddi hadîsi rivayet elmiştii.

Hadîs-i şerif şöyle başlar:

«Muhammed Peygamber'dın; Şurahbil b. Kelâl ve Nuaym b. Abd-İ Kelâl ve el -Hars b. Abd-i  Kelâle.  Bundan sonra;

«Hiç şübhe yok kî, eğer bir kimse, bir Mü'mini bir kabahatsiz, şâhidlerin gözü Önünde Öldürürse, muhakkak bu katil (mûcİb-i) kısâsdir. Ancak, Öldürülenin velileri razı olursa, o başka. Yine şübhesiz ki; nefis hakkında diyet, yüz devedir. Burunda, bütünü kesildiği zaman diyet, vardır. Dilde diyet, dudaklarda dîyet, zekerde diyet, ha­yalarda diyet, bel kemiğinde diyet, gözlerde diyet vardır. Bir ayakta, yarım, diyet; hnik yarmakta, diyetin iiçtebiri; derin yarada, diyetin üçtebiri; kemiği kınlan'yarada, onbeş deve vardır. El ve ayak parmaklarının herbirinde on deve; dİşde, beş deve; ke­miği görünen yarada, beş deve vardır. Hem muhakkak kadına mukabil erkek öldürülür. Altım olanlara bin altın vermek lâzımdır.»

Bu hadîsi Ebû Dâvûd mürseller arasında tahrîc etmiştir. O'nu Neseî, İbn-î Hu-zeyme, İbni'l - Cârûd, tbn-i Hibban ve Ahmed de tahrîc elmiş; fakat sahih olup. ol­madığında  ihtilâfa düşmüşlerdir.
(Selâmet Yollan, Ahmed Davndoğlu. c. 3, s. 529; Tâc Tercemesi, Bekir Sadak, c. 3, s. 20)
[9] Çift olan  organların  herbirîride,  yarım  diyet  vardır.    (.Kudûrl.)
[10] Bir adamın dişini' koparır ve yerine başka diş biterse, diyet kalkar. (Kudûrî,  El-İhtiyar.i
[11] Dişler ve azı dişleri, diyet bakımından eşinir.    (Kudûrî.)
[12] Vurularak işe yaramaz, duruma getirilen uzuvda, tam diyet vardır. Nitekim, kesildiği za­man da tam diyet gerekmekledir. Kolun çolak olması ve gözün görme duyusunu yi­tirmesi  gibi.    (Kııdüıi.)
[13] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 102-106.
[14] Hükûmet-i adi: Miktarı şer'an belirli olmayıp, ehl-i vukufun,  yâni bilirkişinin  usûl-ü  dâiresinde takdir ve ta'ym edeceği diyettir. Buna (hükmü'I - adi) ile denir.
[15] Hulâsa;   baş yarıkları  (şecce)  on  çeşittir.

a)  MûdUta:   Başın   kemiğine  kadar  varıp,   kemiğin gözüktüğü  yarık.

b)  Hâşİtne:   Kemiği kırılan yarık.

c)  Âmme: Beyin zarına ulaşan yarık.                                              ;

d)  Câife:  Beyinin   içine  ulaşan  yarık.

e)  Hârısa:  Kan  çıkmayacak  şekilde yalnız derinin  yırtılması.

f)  Dâmİa: Üzerine  gözyaşı miktarı   kadar  kanın   çıktığı  yara.

g)  Dâmiye:  Kan   akıtan   yara. h> Bâdia;   Deriyi   kesen   yara.

i) Mütelâhime: Başın etini   kesip,   koparan  yaradır.

j) Simhâk: Başın eti ile kemiği arasında olan ince deriye ulaşan yarık. Kemiğe işleyen yankda kasıdli ise kısas var, diğerlerinde ise yoktur. Kemiğe  dayanan  yarıktan  aşağısında  âdil  bir kimse (Hükûmet-i   adi) nin   hakem­liğine müracaat edilir.

Kemiğe dayanan yarıkta, kasıdsız ise, diyetin yirmide biri ödenir. Kemiği delen yarıkta, onda bir diyet vardır.  -Kemiği koparan yarıkla,  onda birbuçuk diyet vardır. Beyin  zarına dayanan  yarıkta,  üçle bir diyet  vardır.
[16] AH   et-Makdisî'  (Rh.A.)   nin   beyânına   görcj   zikredilen   diğer   şeylerin   yok   olduğunu anlamak şöyle  olur:

Konuşmada,  diline iğne batınlir.  Kara   kan  çıkarsa doğrudur,  çıkmazsa değildir. Koklamak,  pis şeyleri   koklatmakla   olur.

Tatmak, dalgın bir zamanda tatlıdan sonra Ebû Cehil karpuzu gibi acı bir şey yedirmekle   olabilir.   (Şürünbülâlî.)
[17] Burada  doktorlarla  ilgili  bir hususu  da   belirtelim :

Amr b. Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden (Radiyallâhü Anhüm) mer-fu' olarak  rivayet olunmuştur.

Resülüllah  (S.A.V.) buyurmuşlardır ki:

«Eğer bir kimse hekimlikle maruf olmadığı hâlde hekimliğe Özenir de bir cana kıyar yâhûd ondan aşağı bîr zarar yaparsa (onu) öder.»

Bu hadîsi, Dâre Kûtnî tahrîc etmiştir. Hâkim, onu sahîhlemiştir.

Bu hadîs, hekimlik yapmağa özenirken insan öldüren veya ölümden başka "bir zarar yapan kimsenin, yaptığı telefatı ödeyeceğine delildir.

Bu işi kasden veya hatâen yapması; keza zararın doğrudan doğruya veya sirayet yolu ile vuku' bulması hükmen birdir. Hattâ bu bâbda İcmâ' olduğunu iddia edenler bulunmuştur. Ua'zılnn «Eğer doktor taslağı hastayı müşkül vaziyete düşürürse kendisine dayak, hapis ve diyet ödetme cezâiarı tatbik edilir» demişler; bir takımları; «Diyet, »kilesine ödettirilir.»   kanâatinde  bulunmuşlardır,

Doktor taslağından murâd; hekimlikten haberi olmayan kimsedir. Hekimlik tah­sil eden ve ma'rûf, kâmil bir üstadı bulunan kimseye tabîb-i hâzik, >âni kâmil doktor, ilerler.

îbm'l - JKayyiın (Rh.A.) «eJ - Hedyü'n - Nebevİyy» adlı eserinde tubifo-i hâ<tik'i şöy­le ta'rif eder :

«Tabîb-i hâzik, tedavi esnasında yirmi şeye dikkat etten kimsedir. Câhil labîb i^e; Önceden bir bilgisi olmaksızın Tib İlmini kurcalayan kimsedir. Böylesi cehaleti yüzün­den canlar yakmağa hücum eder; tehevvüre kapılarak bilmediği şeye burnunu sokar ve bu suretle hastayı aldatmış olur. Uinâenaleyh kendisinin, zararı ödemek kâb eder. Bu,   ehl-i  ilim   tarafından  icmâ'dır.»

Hatlâbî (Rh.A.) dahî; «Tedaviyi yapan haddini tecâvüz eder de hasta ölürse, O'nun diyetini öder. Bİr İlim veya isle jneggûl olan fakat onu bilmeyen, mütecavizdir; kendi i-İİnden mÜleveUid zararın diyetini öder. Fakat, kısas olunmaz. Çünkü bu -isi, hasta­nın izni olmaksızın yapmamıştır. Tabibin cinayeti, umumiyetle ehl-i ilmin kavilerine göre,   âkılesine ödettirilir.»   demektedir.

Kâmil bir doktor, hastayı iyileşemez hâle düşürdüğü takdirde, eğer bu hâl sİrâ-vet yolu ile vuku' bulmuşsa, bîl-ittifâk bir şey Ödemez. Zira bu sirayet, scıiat tarafın­dan izin verilen bir fiilden neş'et etmiştir. îiu günâ fiillerin sirayetinde ödeme yoktur. Cumhûr-ü ulemâ'nin; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre İse, ödeme vardır.

İmâm Şafiî (Rh.A.), hudûd gibi şer'an takdir edilmiş fiil ile ta'zir gibi takdir edil­memiş uliin fiilleri birbirinden ayırmış ve şer'aıı mukadder olan fiilde tazminat ol­mayacağına; mukadder olmayandan doğacak zararın tahmin ettirileceğine kail olmuş­tur. Zîrâ bu fiil, ictihâd neticesidir. İctİhadda, düşmanlık yapmış olabilir. Fakat has­tanın fenalaşması sirayet yoluyla değil üe doğrudan doğruya olursa, kasd bulunduğu takdirde, doktora tazmin ettirilir. Hatâ suretiyle olursa, âkılesi öder,
(Selâmet Yollun, Ahmed Davudoğlu, c. 3, s. 541  - 542)
[18] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 107-113.
[19] Vâcib olan gurre; 500 dirhem gümüştür. O hâlde, «Bugün İçin ödenmesi gereken gur­re nedir?» diye sorulacak olursa; şu hesabı yaparız:
I dirhem = 3. 207 gr'dır. 500 dirhem ise; 500 x 3. 207 =   1. 6055 kg eder.
Busun; İ kg gümüş 60 000.- TL.'dır. O hâlde, 60000 x 1. 6035 = 96. 210 TL. çıkar. Yâni, doksanalU bin ikiyüzon liradır.

Binâenaleyh, hür bir kimse, hâmile hür bir kadının karnına vurup; kadın öiü bir erkek çocuk düşürecek olursa, vereceği gurre (yâni tazminat); -doksanaltıbin Uti-yüzon liradır.
[20] Gurre: Düşürülen bir ceninden dolayı verilmesi gereken bir  mâlî tazminattır.

Bunun miktarı Hanefilere göre beşyüz, Şâftilere göre altıyüz dirhem gümüştür.' Gurre; esasen her peyin mukaddemi demektir. Bu bakımdan Kamerî ayların ilk günlerine «Gurre-i çthr»  denilmiştir.
Köleye, cariyeye,   malların en seçkinlerine «Gurret'ül-Emval» denir. "   (Hukûk-u  Islâmiyye ve îstılahat-i Fıkhiyye Kâmûsu.  Ömer Nasûhî Bilmen, c.  3)
[21] Cenin:  Henüz annesinin rahminde (dölyatağında) bulunan çocuk demektir.

Ceninler, ana rahminde canlanmış olup olmamaları i'tibânyle iki nev'îdir. Şoyleki:

a)  Zî-hayât cenin: Canlı cenin.

b)  Gayr-i » hayât cenin: Ölü cenîn.

Ceninler,  yaradılışlarının muhtelif safhalarına  göre dört  nev'e  ayrılır.  Şöyle ki;

a)  Müstebîn'ül - hllka cenin:  Yaradılışı  tebeyyün  etmiş,  a'zâsi  belirmiş  olan   ce-nîndir.

b)  Gayr-i müstebîn'ül - hjlka cenîn:   A'zâsı  henüz belirmemiş oian  cenindir.   Bu, kan parçası mesabesindedir.

c)  Tammül«hilka cenîn: A'zâsı tamâmiyle teşekkül etmiş cenindir. Başı, tırnak­ları, tüyleri belli olan bir cenîn, bu hükümdedir.
d)  Gayr-i tammül<-hilka cenîn: A'zâsı kısmen teşekkül etmiş cenindir. (Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhıyye Kâmüsu. Ömer Nasûhî Bilmen, c. 3, s. 145)
[22] Gulâm;  on yaşını  geçmiş  olan  erkek  çocuğa derler.  Bir başka  deyişle; tüyü, bıyığı çıkmamış delikanlı demektir. Burada, köle olan erkek çocuk demektir.
[23] iskat-ı  cenin  (çocuk düşürme),  bir  zarurete  istinâd  etmedikçe bir  cinayettir.  Bunu irtikâb edenler, ta'zîr cezasına müstahik olacakları gibi, gurre nâmiyle tazminat öde­meye de mahkûm olurlar.

Çocuk düşürmek hâdiseleri, İslâm Hukûk-u cezâiyesince, esasen birer cinayettir. Bunu —bir müsaade-i Şer'îyyeye müstenid olmaksızın— irtikâb edenler, cani sayılır. Çünkü cenîn, bir insan demektir. Cenîn, henüz Zî-hayât değilse onu düşürmek, bir ma'sürau hayâta mazhâr olmaktan mahrum .bırakmak demektir. Bir insanı öldürmek, bir  ma'sûmu hayâta  nâiliyyetden   mahrum  bırakmak  İse,   cinâyetden   başka  bir  sey değildir.

Maişet endişesiyle bu günâha ciir'et edenler; âtıl, Hakka tevekkülden mahrum, güzel bir Dîni terbiyeden binasib kimseler demektir.

Şu kadar var ki; muhakkak bir Özür sebebiyle bazı ceninleri düşürmek, cinayet sayılmayacağı cihette maddî ve ma'nevî mes'ûliyeti müstelzim olmaz. Şöyle ki;

Henüz a'zası belirmemiş olan bir cenin, annesinin hayâtına te'sîr edecek sıhhi bir sebebden dolayı, tıbbî bir tedkîk ve müşavere neticesinde düşürülebilir.

Kezâlik; bir kadın çocuğuna süt vermekte İken, gebe kalmakla siklü kesilmeğe başladığı ve çocıik için süt anne tutmaya servetleri de müsâid bulunmamakla, çocu­ğun helakinden korkulduğu takdirde, henüz bir uzvu teşekkül etmeden hamli düşür­mek caizdir. Çünkü böyle bir hami, henüz bir insan olarak teşekkül etmeyip muzga (et parçası) veya alâka (donmuş kan, kan pıhtısı) hükmünde bulunur. Çocuk ise; tam bir insandır. Binâenaleyh, bunu vsıyânet (koruma) için, o hâmli düşürmekte mahzur yoktur.
Ancak, bu düşürmek için hamlin nihayet 120 günlük olması lâzımdır. Buğdan sonra çocuk düşürmek caiz görülmemektedir. Çünkü a'zası kısmen beliren bir cenin, ta.mâmen müsteöin hükmündedir. Böyle bir cenini ıskat (düşürmek) ise; kati ile be­raberdir. Binâenaleyh bir kadın, yaradılışı famâmen veya kısmen beliren bir cenini düşürüp de, kendi fi'liyle O'nun ölmesine sebebiyyet verse, âdeta bir kaatil gibi ma'-siyet (günâh) işlemiş olur.

Annesinin rahminde (dölyatağıhda) makûs (arzânî / enine) bir vazijet atıp. da. Ölü bulunan bir cenm; annesinin hayâtından korkulduğu takdirde, parça parça edile­rek çıkarılabilir. Fakat bu hâlde, zl-hayât (canlı) olan bir ceninin parçalanarak çı­karılması caiz görülmemektedir. Çünkü muhterem bir nefsi kurtarmak için teâddîsi (düşmanlığı) olmayan  diğer muhterem  bir nefsi öldürmek bâtıldır.
Canlı Wr  cenîn  ise, vefat eden  annesinin  kamı       usîıl-u dâiresinde-   yarılmak suretiyle dışarıya çıkarılır. (Hukûk-u îslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu. Ö. NasÛhî Bilmen, c. 3, fi. 148-150)
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 114-117.
[25] Tarîk-ı aram, içinden geçip gidilen, herkese âid yol demektir.
[26] Tarîk-ı  hâss, belli   kişilere âİ<!  olan   çıkmaz sokak  demektir.   Bu iki   terimin daha  ge-1115 açıklaması,  «Kasâme  Babı» nın  sonunda  gelecektir.
[27] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 118-121.
[28] Mubah, şeriatın yap veya yapm.t ıftye bir hükmü allımla oimıynıı şeydir. Diğer bir deyimle; yapılması ite yapılmaması h.miı olan şeydir. Mubahı yapana sevâb ve apma-vjtna da ilâb voktıır.
[29] Yâni, üzerine bindiği hayvanın ayağını basmasıyla meydana gelen zararı binici biz­zat yapmış gibi -olur. Çünkü zarar, binicinin ağırlığı İle meydana gelmişıir. Buna, «Miibâşereteıı itlaf» denir. Bir de; «Müsebblbcn itlaf» vardır ki. o da bir şeyin tele­fine sebeb olmaktır.  Sebeb  olana   miisebbîb   denir.
[30] Ism-i Fail olan (müteaddî) veya masdar olan (teaddi); lûgaua. saldırmak, /ulum etmek. adaletsizlik,  şeriat  ve  gelenek  sınırlanın   asma  gibi  anlamlara   gelir.
[31] Saik;   hayvanı  arkasından  sürüp   götüren   kimsedir.   Kâfid   ise;  hay;mı  önünden   çekip götüren kimsedir.
[32] Hayvana  binen   kimse,   hayvanın   ayağının   basmasıyla   meydana   gelen   zararda   müseb-bib değil, mübaşirdir.  Yâni,  bizzat  yapmış gibidir.   Çünkü hayvanın  basması   ile  mey­dana geJen zarar, binenin ağırlığı ile olmuştur.
[33] Muttarİd; -ıttirâdli,  birini  tâkiibelme;  muntazam larzda esryân  etme.   bir diiziyc giden.

Mün'akis;  in'ikâs eden, .tersine  dönmüş,  çevrilmiş.
[34] Muris;  mirasçılara   mîrâs bırakan   kimsedir.
[35] Zemân; Bir şeyin, mtisliy>âUan ise mislini; kıyemiyâttan ise, kıymetini vermektir.
[36] Rakab«: Arabca'da, boyun anlamına gelir. Sonra insanın baş, yüz, boyun ve benzer­leri gibi en şerefli cüzlerinden birinin adı İle insanın tamâmı adlandırıldı. Bunda asi olan; o cüz' olmadan insanın yaşaması mümkün olmayan bar cüz'ü ile İnsanın tamâ­mını adlandırmaktır. Bu asla binâen; el ayak ve benzerleri, gibi cüzler, insanın tamâ­mına «lâk olunmaz ve  bunlar ile inşân  murâd  edilmez.  Yukarıdaki  metinde geçen rakabe de, böyledir. Yâni, boyun  anlamına  gelen rakabe İle kölenin tamâmı adlan­dırılmıştır.   NStekim  Aflah Teâlâ'  (C.C.)  nin:   «Bir  rakabe  (köle) âzâd  etmektir,..» âyetinde olduğu gibi. (Bk. Nisa sûresi; âyet: 92)
Rakabe: Mü'min olsun, kâfir olsun, erkek olsun, diji olsun veya büyük olsun, küçük olsun merkûkun yâni, kölenin kendisidir. (Keşçaf-u Istılâhâti'l-Fünün c. 1, s. 532)
[37] Fevr; Lûgatta, galeyan (yâni  kaynama, çalkanma,  coşma, acele) anlamına gelir. Me­caz olarak, bir işte sür'atc de «fevr» denir. Ayrıca; içinde durup, bekleme bulunma­yan vakte de «fevr» adı verilir, ibn-i Esir (Rh.A.), «Her şeyin fevri, onun evvelidir.» de-mistir. (Keşşaf, c. 2)

İslâm jcriatuıda fevr, bir işi mümkün olan ilk vaktinde yapmaktır. Bundan baş­ka, İslâm fıkhında bir-ibâdetin tarz olur olmaz hemen ilk vaktinde yapılma mecbu­riyetine «fevri» denir. O ibâdetin istenildiği zaman yapılabilme serbestliğine de «te-râhî» adı verilir.
[38] Heder: Lûgatta, boşa gitmek, boş yere harcanma, ziyan olma, faydasız ölme gibi an­lamlara gelir. Yukarıdaki hadisi şerîfde; cezasız kalan, ödenmesi gereknıiycjı zarar ve ziyan   kasdcdÜmiştir.  Nitekim MecelIe'nİn 94.  maddesinde de, bu   konuda şöyle  denil­mektedir ;   «Hayvanâtın kendiliğinden  olarak  cinayet  ve mazarratı  hederdir.»
[39] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 122-128.
[40] Rıkk: Şeriatta, bir şahıs için sürekli olan hükmî acz, demektir. Başlangıçla aslı kâfir olan köle, ceza olarak «rıkk» olur ve mülk sayılır. Böyle köleye «rakîk» denir. Rıkk, köleliğin en ağır şeklidir. Çünkü «abd» denen Müslüman kök, ba'zan hür insandan daha güçlü olur.

Sözün kısast; rıkk, hükmî bir aczdir. Ştı ma'nâda ki; Sâri' (Aİİah (C.C.)) rakîk denen köleyi şehâdet, kaza ve velayet (yâni nefs, mal, evlâd, evlenmek ve evlendir­mek üzere velayet),_ gibi hür insanın mâlik olduğu şeylerden bir çoğu için ehil kıl-mamıştır.

Rıkk yâni kâfir olan bir İnsanın köle yapılması, tikin Allah Teâlâ' (C.C.)ıiüi hak­kıdır. Çünkü rıkk, küfrün cezası olarak vâki' olmuştur. Zîrâ kafirler, Allah' (C.C.) a kulluk etmekten âr duyup, kaçındılar. Allah' (C.C.) in birliğini kabul etmediler. Âyet­leri hakkında düşünmediler. Böyle yapmakla kendilerini hayvanlar mertebesine düşür­düler. Bundan dolayı, Allah {C.C) da; onları kullarının, kullan yapmakla cezalandır­dı. Buna binâen nkk, Müslüman için İbttdâen sabit olmaz. Rıkk, kâfir olan köle için sürekli olarak kalır. Hattâ sonradan Müslüman olsa da, yine rakik olarak kalır.
(Keşşâf-u latılâhât'İl - Fünûn, c. 1)'
[41] Dûn: Gayrı, diğer,  mâada.
[42] Ayn: Muayyen ve müşahhas olan şeydir. Çoğulu «a'yân» dır.
[43] Erş:  El  ve ayak gibi insanin  cüzlerinden, uzuvlarından birini  yaralamanın  veya sa­katlamanın bedeli olup, insan Öldürmenin daha agağı bir suç için ödenir. Diğer bir deyimle; bir uzvu yaralayan veya sakatlayan kimseden alınan bedeldir. Ba'zan bir in­sanı öldürmekten dolayı ödenmesi gereken bedel ve tazminata da, erş denir. Bu an­lamdaki erse, diyet de derler.

Er§ lafzı, esasen «fesââ» anlamınadır. Sonra, eşyadaki noksanlarda kullanılmış­tır. Bu nedenle diyete, erş dendiği gibi, ayıbı zahir olan. bîr malın bahâsından indirilen ve düşürülen mikdâra da erş adı verilmiştir. Erş, İki çeşittir:

a)  Erj-İ mukadder: Uzuvlara mahsûs olup, miktarı şer'an belli bulunan diyettir.
b)  Erş-I gayr-i mukadder: Uzuvlara âid, miktarı şer'an belli olmayan ve ehl-4 vu­kufun  (Bilirkişinin) takdîr ve ta'yînine  bırakılan  diyettir  ki,   buna. «Hükûmet-i adb» de denir. (Ke$$âf-u  Istılâhât'il-Fünûn)
[44] îstîlâd : Lûgatta, mutlaka çocuk istemek anlamına gelir. Şeriatta, cariyeyi ümra-ü ve-led yapmaktır. O da, iki şeyle olur : Birincisi, cariyenin çocuğu bendendir, diye iddia etmek, ikincisi de, cariyeye sahip olmak (temellük) dır, (Keşşâf-u  istılâhât'il-Fünun,   c.   2)
[45] Sirayet: Yapılan bir cinayet sonucu meydana gelen kesik veya yaranın dâiresini ge­nişletmesine veya  ölüme götürmesine denir.
[46] .Izn:  Lûgatta, mutlaka salıvermek anlamına  gelir.  Isülâh'da İse:  «Bir şahsa,  tasarruf--    da  bulunmasına  İzin,  müsâade  vermek»  demektir.   Kendisine böyle  izin  verüen «Me'zûn»  denilir.
[47] Hacr: Lûgatta, mutlaka men' anlamına gelir. Tazyik, haram anlamına da gelir. Akla da, hacr denilmiştir, çünkü sahibini çirkin ve akıbeti zararlı şeylerden meneder. Ts-tılâh'da: «Bir muayyen şahsı, kavli tasarruflardan menetmektir,» ki o şahsa, bu hacr-den sonra «Mahcur» denir.

Kavlî  tasarrufdan   men,   o   tasarrufu   geçersiz,   hük'irn«tız   ve   eayr-i   sabit saymak demektir.

Hacr fiilde carî değildir. Çünkü bir fiilin vukuundan sonra, reddi mümkün olmaz, ki ondan hacr tasavvur ulunsun. «Hicr» de, bu anlamdadır.
fHukiik-u tslâmiyye Kamusu,  Ö. Nasûhî Bilmen, c. 7)
[48] Küm:   Erkek   köle,   demektir.   Kıııne   ise;   câriyedir.   Ba'zılarına  göre.   nluııp  satılmadı caiz  olmayan  köle  demektir,  Miidebber  gibi.
(Hukûk-u îslâmi.Yve Kamusu, Ö. Masûlıi Bilinen, c. 3. v-3431
[49] Avl: Lûgatta, fazlalaşmak demekdir. Istılahla İEe, mîrâs vârisler arasında taksim edi­lirken, hisselerin toplamı mes'elenin mahreç (ortak payda) inden fa2la olmasına denir.
[50] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 129-135.
[51] Abdullah İbn-i Abbâs (R.A.):  Resûl-i Ekrem' (S.A.V.) in amcası Hz.  Abbâs1 (R.A.) m   oğludur.   Ashâb-l Kiram   arasında   ilmiyle,   fakîr/liği   ile  temeyyüz  etmiştir.   Tefsir, Hadîs, Fıkıh ilimlerimle ihtisası pek yüksekti. Kendisinden Fıkh'a dâir bir çok mes*-eleler menkûldür. Fetvalarının çokluğu ile ma'rûftur.
[52] Eser: Lûgatta, iz, nişan, belirli, gelenek, yol gibi anlamlara geiİr.  timi bir- terim ola­rak anlamlan ise; daha çak ve değişiktir.
Mecma'üs-Sulûk adlı kltapda denilmiştir ki: Rivayet, Resûlüilah' (S.A.V.) in fi­tli ve sözü anlamında kullanılır. Haber ise, Resûlüllah1 (S.A.V.) in sözü anlamında kullanılıp, fiil için kullanılmaz. Asar ise; Sahabenin (R.Anhüm) fiillerine ıtlak olunur.

Şerh'ül'Mlşkât tercümesinin mukaddimesinde ise şöyle denmiştir; Muhaddislere göre eser, mevkuf ve maktu' hadîs için kullanılır. Nitekim onlar; «Asarda şöyle gel­miştir.» derler
Ba'zisı, eseri (Merfû1 hadîs) için de kullanmıştır. Nitekim «Me'sûr dualarda şöyic gelmiştir.» denilir.

Hulâsat'ül-Hulâsa adlı kitapda açıklandığına göre: Fukahâ'; mevkuf hadîsi, eser; merfû' hadîsi ise, haber diye adlandırmıştır. M ub ad dişler, ikisine de, eser lâfzını kul­lanırlar.

Cevahir adlı kitabın sahibi demiştir ki: Hser, Fukahâ'nın ıstılâhlarımlandır. On­lar  eser lâfzını, Selefin sözü hakkında kullanırlar.

Seyyid Şerif Cürcâni' (Rh'.A.) nin «Ta'rîfât» adlı kitabında; eser'in dört anlamı vardır: Birincisi, netice anlamınadır. O da, bir şeyden hâsıl olan sonuç demektir. İkincisi, alâmet anlamınadır. Üçüncüsü haber anlamınadır. Dördüncüsü be, bîr şey üzerine terettüb eden şeydir. Ona da Fukahâ katında «hüküm» adı verilir.

(Keşşâf-u TsMlâhât'il-Fünûn. c.  i)
[53] Gasb: Lûgatta, başkasına   âid bir  şeyi   kullanmak  için   düşmanlık ve   tegallüb (üstün gelme) yoliyle ahvermekdir, o şey gerek mal olsun ve gerek olmasın.
Tstılâh'tla: «Bir kimsenin miitekavvim ve muhterem bir malını sarahaten ve tİe-lâleten veya âdete nazaran izni olmaksızın haksız yere elinden veya tasarruf-u dâire­sinden almaktır.»-                                                     (Hukuk-u   tslâmiyye  Kamusu,   c. 7}
[54] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 136-138.
[55] Ebû Ubeyde b.- Cerrah (R.A.); Aşere-i Mübeşşere'den, yâni Cennet'e girecekleri müj­delenen on Sahâbî'den bindir. Resûlüllah' (S.A.V.) den (Emîn'ül-ümme), yâni «Üm­metin Emini» unvanını almrş son derece cesur bir kişi idi. Bir çok gazalarda ve Özel­likle Şam fetihlerinde pek çok hizmetleri görülmüştür. Hicrî 18 (Milâdî 639) târihin­de. 58 yaşında olduğu hâlde ölmüştür. Mübarek kabri. Şeria nehri civarında bir köy­dedir. Allah Teâla (C.C.), O'ndan razı olsun.
[56] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 139-143.
[57] Kasâme suretiyle yemîn edeceklerin sayısı elliye ulaşmadığı takdirde kendilerine elliye kadar yemîn tekrar tevcih edilir. Meselâ; bunlar, kırkdokuz kimse olsalar, bunlardan seçilecek birine, bir yemîn daha tevcih edilir. Kasâme4e sayı, Nass ile sabit olduğu için  bu, ihlâl  edilemez.

Kasâme yapılırken o mahalle veya köy halkının mükellef erkekleri veya içinde maktulün bulunduğu mülkün mâliki ve sakinleri üzierİne eşit olarak diyet Ue hükm olunur. Bu husûsda, bunların zenginleri ile fakirleri arasında fark yoktur. Bu vcehle Jcâb eden diyetler, üç yılda alınır. Bu diyetleri vermeğe (mevcûd ise) âkileler de katı­lır, mevcûd değilse, bunları yalnız mahalle veya köy halkı veya mülk ve mesken sâ-hibleri öderler.  Bu hâlde kati suçu,  amden işlenilmiş olsa da kısas uygulanmaz.
(Hukûk-u Islâmiyye Kâmûsu, Ö. Nasûhî Bilmen, c. 3, s. 156)
[58] Şâfit Mezhebine göre kasâme:   Öldürülen   kimsenin velîlerine verilen bir isim olduğu gibi, bunların aralarında bit'tevzî yapacakları yemine de verilen toir İsimdir. Şafiî Fık-htnın   ıstılahına   göre;   «öldürülen  kimsenin   velilerinin yapacakları   elli yeminden  iba­rettir.»

Şafii mezhebine göre, kasâme yapılabilmesi için mutlaka bir «levs» bulunmalıdır. Levs bulununca, elli yemin öldürülen kimserfin velîlerine teveccüh eder. Bunlar, bu yeminden kaçınırlarsa, o vakit müddeâaleyh mevkiinde bulunanlara bu yemîn leklîf edilir,
Levs; öldürülen kimsenin velîlerinin iddialarında sâdık olduklarına dâir bir zann-ı gâlib husule getiren bir karîne-i hâlsyye veya füliyye; demektir ki vâki olan iddiayı te'yîd eder.   (Hukûk-u İslâmiyye Kamusu, Ö. N. Bilmen, c. 3, 3. 174)
[59] Levs: Lûgatta belirti (alâmet), düşmanlık (adavet), yara (çerîha),  kuvvet, kötülük, sı-.ğınmak, betâetle hareket, bir şeyin bulunması,  bir şeyin köiü bir şey ile' buluşması gibi' anlamlan  İfade  eder. Telvîs, deyimi, bu   maddedendir.  Dilimizde ba'zi  gayr-i  ah­lâkî şeylere  «levsiyât»  denildiği ina'lûmdur. Istüâhda ise levs, birini öldürmekle müüehem olan şahısda öldürme belirtisi ve­ya öldürüİejı kimse İle aralarında belli bir düşmanlık bulunması gibi belirtilerden, ka­rinelerden ibarettir.

Levse, gayr-i kâmil zaîf beyyine de denir. Bu. hâl, müddeînin doğruluğuna delâ­let eden, hâkim için galebe-i zan meydana getiren, vâkii olan iddianın sıhhatini te'yîd eden bir karine demektir ki, mâhiyetine göre ya kuvvetli, ya da zayıf olur. Bunun pek kuvvetlisine «Karine-İ kâtıa» adı verilir.
(Hukûk-u İslâmiyye Kânunu,   Ö. N.   Bilmen,  c.   3, >s.   157)
[60] Kamili bilinmeyen bir katil (öldürülmüş kimse) den dolayı kasâme yapılması ve bunu müıcâkih diyet verilmesiyle hııkm edilmesi, Mcbsûi-ı Serahsİ'de, Bedâyi'de ve şâir Fı­kıh kitaplarında beyân olunduğu üzere emr-i Nebevi') e dayanır ve bir takım adli, idâ­ri, içtimaî maslahatlara, hikmetlere m üst ejı iddir. Bunlar aşağıdaki veehüe özetlene­bilir :
1  -- Ileîli   kimselere  âid her  muhalle,  her bemt   ahâlisi   İçin   lazımdır ki, o bölge ile ilgilensinler, orasının güvenliğini  muhafazaya  çalıŞMiilur, orada saldırıya uğrayacak­ların yardımına koşsunlar, gerek idlerinden ve gerek dibandan bir lakım sefihlerin tü-reyerek   bulundukları   yerlerin   asayişini   bozmalarına   meydan   vermesinler.   Böyle   bîr yerde   bir   katilin   bulunması   ise   ahâlînin   görevlerinde   müsamaha   ettiklerini   gösterir. Bundan dolayı haklarında bîr çeşit ceza olarak kasâme ve diye! gerekir.
2  — Belli   kimselerin  mahallesinde,   köyünde ve   özellikle   mülkünde veya   meske-Jiınde öldürülmüş -bir şahsın bulunması,  o kimseleri töhmet  altında bırakır,   bu cinâ-yetİ kendilerinin işlemiş olmalarına bir ip ucu (karine) teşkil cĞes.

Bu nedenle bu töhmetten kurtulmaları için kasâme usûliyle yemin etmeleri ga-rekir.

Bununla beraber belli kişilerin bir Öldürme suçundan dolayı kasâmeye, diyet öden­mesine tâbi tutulmaları, çok kere o cinayet faillerinin meydana çıkmasına, caninin cezasız kalmamasına yardım eder. işte bu bakımdan da "kasâme pek lüzumludur.
[61] Yed: El, ni'met, minnet,. kuvvet, kudret, mâlikİyet, topluluk, kefalet anlamlarım ifâ­de eder.-«Fülân şey, fülânm yedindedir.» demek; O'nun mülkündedir demek olur. Ço­ğulu «eyâdî» gelir.
[62] Töhmet: Zan ve tevehhüm  olunan haslet ve sübûtu hâlinde ceza ve muahezeyi ge­rektiren   suç   demektir.

Bir kimseye töhmet ilkâ ve isnâd etmeye; (itham) ve (iuihâm) denildiği gibi, töh-metli şahsa tia  (müthem) ve (müttehem) denilir.
[63] Yâni, «Külfet, nî'mete ve ni'met, külfete göredir.» demektir. Mecelle'nip 88 inci fiesi-hükmü <İe budur.
[64] Çünkü; «TeTehhümc (evhamlanmaya) itibâr yoktur.». Mecelle, madde: 74.
[65] Karye: (Kâf) in ve (Yâ) nın fethîyle «Köy» anlamına gelir. Çoğulu; «Kura» dır.  İçin­de, su toplanıp biriken büyük havuza da «karye» adı verilir.
[66] Husûmet: Da'vâcılık, demektir, Hasm; da'vacı veya tla'vâh kimsedir. Hasım ise; da'-vâcı kimse, hasm olan kişi, demektir. Çoğulu : «husemâ» dır. Hasım; husûmeti şiddet­li   olan   kimsedir.
[67] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:144-154.
[68] Diyet:  Cinayet sebebiyle meeniyyıın  aleyhe vcyâ vârislerine —bîr çeşit  tazminat  mâ­hiyetinde olarak— ödenmesi gereken maldır.

Diğer bir ta'rîf ile diyet, öldürmek, suretiyle vuku' bütan cinayette, öldürülen kim­senin nefsine bedel ve uzuvlarda yapılan cinayetle de yaralanan veya kesilen uzva be­del olarak, cânî veya cani ile âkilesi   ürerine lâzım gelen belli bir miktar maldır.
[69] Akile: Âkile, diyeti yüklenip ödeyen asabe, aşiret, eiıl-i dîvan >e sairedir. Bunlar, ken­tli  etrafından  birinin şübhe-i   amd veya hatâ süreliyle yaptıkları  cinayetin diyetini ve­ya   «gurre»   denilen   tazminatı   ödemekle   mükellef   bulunurlar.   Diyeti   yüklenenlerden her bîrine (Âkile) denir. Hepsine birden de (Âkile) denir, ki (âkile topluluğu) anlami-nadir.
[70] Va2Îfe: Lûgatta   bir  insan  için her gün  takdir  edilen yiyecek  veya  erzakdır.  Burada, maaş anlamına gelmektedir. Nitekim,  yapılması gereken her hang£ bir hizmete de va­zife denildiği, yaygındır.   Çoğulu;   «Vezâif»   dİr.
[71] Ehl-İ Dîvan (Divan  ehli):  Bir sancak altında  hareket eden, bir dıvân'da kayıtlı bulu­nan, belli at iyeleri alan kimselerin tümüdür.  Bu hey'eı, o divânda mukayyed olan her şahsın  âkilesî sayılır.
[72] Aşiret: Bir  asıldan  gelen, birlikde  yaşayıp konan,  göçeden   kimseler topluluğu,   kabile demektir.
[73] Nesh (nesih): Değiştirmek, hükmünü kaldırmak demektir. Şer'î bir hükmün tatbikden kaldırılmış olması anlamına gelir.
[74] Velâ1: Dostluk yakınlık ve yardım anlamlarına gelir. Efcndisiyle a^âd ettiği köle veya câriye arasındaki ilişkiye

de «velâ» denir. Bir kimse ile başka bir şahıs arasında ya­pılan, genellikle yardımlaşma esâsına dayanan özel bir akd şeklidir.
[75] Aiıtl: Sözleşmek, demektir. Velâ-yı müvfılât ise,' şöyle olur: Meselâ, bir adam, bir Müsiümana : «Sen benim mevlâmsın, ben şâyat bîr dnâyet işlersem, diyetini sen ve­rirsin. Ben ölünce de nen, bana vâris olursun.» deyip; o da kafıûî else, aralarında ve­lâ-yı   miivâlât   m ün'ak id   olur.
[76] Dirhem : Başlıca iki çeşit dirhem vardır. Biri, dirht'm-i jer'î, diğeri de dirhem-i örfi'dir.
Dirhem-i ger'î ou  dört  kırattan ibarettir.   Zekâtda,   nıchrde,   düetlerde,  hırsızlığın nisabında mu'teber oian da bu dirhemdir.  Rcsûlüllah (S.A.V.) zamanında (tO,   12, 20) kırat ağırlığında üç çeşit dirhem varmış, bunlar Hz, Ömer (R.A.) zamanında toplanıp; üçünün ortası olan (14) kırat, bir İslâmi dirhem olarak kabul edilmiştir. 3. 207 gramdır. Dîrhem-i örfî,  on altı  kırattan  ibarettir.  3 granıdfr.   üa'zı  âlimleri; güre;  zekatta, me-hrde,   diyetlerde   Ve   şâir   hususlarda   her   bölgenin   diıhem-İ   örf M   nıu'teberdir.   Şu  kadar var ki bu dirhem, şer'i dirhemden eksik olmamalıdır.  Eksik olursa, şer'î dirhem mu'teber olur.
[77] Mevlâ, kelimesinin bir çok değiyik anlamları vardır. Mesdâ : Sâhib, efendi, â;âd edil­miş köle, âzâdiı ve hattû Mevlâ; Allah' (C.C) m isimlerinden biri olarak da kullanılır.
[78] Âkile usulünün, toplum bakımından Önemi çok büyükıür. Ba'zi diyetleri âkılenin tide-meM, bir bakımdan yardımlaşma; bîr bakımdan da cezalandırma mahiyetindedir. Şöy-leki : Bu diyetleri Ehl-i Divân ve>â aşiret ve saire yüklenmekle, kasıdsız suç işleyen bîr kimseye yardım etmiş,  O'nu   yoksul  Ve  perişan   kalmaktan   kurtarmış olurlar,  ara İarmüa bir dayanışma meydana gelmiş olur. Bu sayede hem cinayete ma'rûz kalan bir bîçâre heder olup gitmekten kurtulur, hem de cİnâyeü kasden işlememiş olan bir in­san perişan oimaz.

Diğer bakımdan da, bu bir cezalandırmadır. Şöyle ki: Caninin cinayetten mene-dilrnesİne medar olabilecek murakabede ve uyarmada bulunma) ip ilgisizlik göstermiş olabilecekleri  için  diyet  ödetmek âkılcyi bir bakımdan   uyarma  sayılabilir.
[79] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 155-159.
[80] Gümüş paralara dirhem; altın paralara  da dînâr denilirdi.
[81] Terike {Tereke):   Vefat   eden   kimsenin,   kendine aid   olmak   üzere   terk  etmiş olduğu maldır.
[82] Rehn  (rehin):  Lûgatta sabit,  dâim,  sürekli demektir.   Her  hangi  bir sebebden dolayı, bir şeyi mahbûs,  mevkuf kılmak anlamına gelir.  Fukahâ'nm ıstılahında ise : «Bir ma­lı ondan  tamamen veya kısmen  alınması  mümkün  olun bir mali hak karşılığında, o hak sahibinin veyâ  başkasının  elinde  işteşi   ile  alıkoymaktır.»     Böyle  alıkonan   mala «merhûn» denildiği  gibi «rehin» de denilir.

Râhin: Rehin  veren, hakikaten  veyâ hükmen borçlu olup, rehin  veren kimsedir.

Mürtehin:   Hak   sahibi   sıfatıyle   rehin   alan   kimsedir.   Bir şey   karşılığında   rehin olarak alıkonan şeye de «mürtehen» denir.
[83] Cu'l: Ücret, karşılık; bir İş için verilecek mükâfat parası demektir. Efendisinden kaç­mış olan köleyi, mâlikine geri vermek üzere bil'işhâd yakalayan kimsenin bu hizmeti karşılığında mmtehik olduğu   ücrete  <!c «cu'l»  denir.
[84] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 160-163.
[85] Mefkûd: Yeri, hayâtı ve ölümü bilinmeyen kayıp kimsedir. Buna «gaybet-i münkatıa ile kayıp» adı da verilir. Böyle bir kimseve hem beldesinden ayrılıp kaybolmuş, hem de ilgililer tarafından araştırılması münâsebetiyle «Mefkûd» denilmiştir. Çünkü mef­kûd ve fâkİd deyimleri lügat bakımından kaybetmek, yok olmak ve araştırmak anlam­larını ifâde eder. «Faka» lafzından türetilmişlerdir.
(Hukûk-u Islâmiyye Kâmûsu, Ö. Nasûhi Bilmen, c. 7, s. 208)
[86] Bk. Bakara sûresi, âyet: 234
[87] Kayıp kimsenin öMüğü hakikaten veya hükmen sabit olmadıkça kansı başkasıyle ev-lenemez.   Çünkü   kayıp   kimsenin- hayatiyle   zevciyyet  hakkına   mâlikiyyeti  evvelce  ya-kînen sabit, sonradan ölümüyle zevciyyetin (karı - kocalığın) ortadan kalkması ile çfîb-belidir. Yakînen sabit olan (yâni, kesinlikle bilinen bir çeyl ise, şübhe İle yok olm«.
[88] Akar  (Gayr-i  menkul):   Akar,  Fıkıh'da;   gayr-i   menkul,  demektir.   Halk  arasında ise; kiraya verilip irâd getiren şeylere denilir.

Akar; hâne, dükkân, arsa gibi başka mahalle nakli mümkün olmayan şeydir. Müljç arsa üzerindeki binalar, ağaçlar da.   o arsaya tetfean gayr-i menkul'dür
[89] Zann-ı gâlib: Büyük bir ihtimâl, kuvvetle tahmin etmek, gerdeğe en şakın zann (şüb-hc)  demektir,
[90] İstıshâb: Mazide sabit olan bir şeyin -değiştiği bilinmedikçe- hâlen de sabit, bakî ol­guna kail olmaktan ibarettir. Meselâ: On yıl Önce hayâtta olduğunu bildiğimiz bir kimsenin Ölümü hakkında bir bilgi bulunmayınca, bugün de hayana olduğuna kail olu­ruz  ki,   bu  istıshâb   ıncs'elesidir.
[91] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 164-167.
[92] Lakît: Lûgatta, melkût ma'nâsına olarak mutlaka yerden kaldırılmış şey demektir. Bi­lâhare menbûz! çocuk, yâni; atılmış çocuk anlamında kullanılması şayi* olmuştur. Çün­kü yere atılan şeyler, âdete göre yerden kaldırılır. Korunmaya lâik bir şey ise, koru­nur. Bir yere atılan çocuk da,  oradan  kaldırılması bakımından  kendisine -meâl-i hâli î'tibâriyle- lakît adı verilmiştir. Bir şeye akıbetine göre ad verilmesi lûgatta şâyidir.

Lakît, istılâhda: Ailesi tarafından bir yere atılmış diri veya ölü çocuk demektir.
[93] Menbûz:   Ba'zı   âlimlere   göre,   hemen   doğmasını   miiteâkib bir   yere   atılmış bulunan '   çocuktur. Lakît ise, böyle değildir. Lakît, kendi işlerini,  meselâ; yiyip İçmesini bizzat

İdareden âciz hâlde olarak bulunan herhangi erkek veya kız çocuğudur.
[94] Töhmet:  îşîenildiğd sanılan, henüz gerçekliği meydana1 çıkmamış suç demektir,
[95] Farz-ı kSfâye: Şartlan hâiz olan ba'zı Müslümanların yapmaları gereken bir Dînî gö­revdir,  ki Onların yapmaları 

ile diğer Müslümanlardan,  o vazife düşer, sorumlu ol­mazlar.
[96] Mültekit: Bir çocuğu atılmış olduğu yerden alıp kaldıran kimsedir. Böyle kimseye (lâ-kit) de denilir.
[97] Beyyjne: Delîl, şâhid, bir davayı isbât için gösterilen hüccet, vesika demektir. Adâlel-li   kimselerin  şahadetlerine de .«Bey>ine-i âdile» denilir,
[98] kare: Arab lûgatuıtia, ücret anlaımnadır. Fakat, icar anlamımla dahî kutlanılır. Fu-kahâ'ıun istilâcında: Ma'lûm menfaati, ivaz-ı ma'iûm karşılığında bey' (satış) -etmek demektir.
[99] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:168-171.
[100] Lükata:   Lûgatta,   alıp   kaldırmak   anlamına   gelen   lakh  sözcüğünden   alınmıştır.   Gâİb olmuş, düşürülmüş bir mala da, genellikle alınıp saklandığı için lükata adı verilmiştir.

Lükata deyimi, aza da çoğa da şâmil bir ismi cemi'dîr. Lâfzan çoğulu; (Lukatât) dır.

Lükata: «Canlı ve cansız yitik mal», «Mâliki bilinmeyen düşmüş mal» veya «yo­lunu şaşırmış hayvan», «Zayi' olmaya ma'rûz her hangi ma'sûm bir mal» diye ta'rîf edilmiştir. Bunlar,  sonuç i'tibâriy'Je aynı şeydir.

Lükatayı kaldıran kimseye; Lâkit, Mültekit denildiği gibi bu yoldaki harekete de «iltikat» denir. Bu bakımdan lükatayı; «Zayi olan bir geyi, temellük için değil, sahibi adına korumak  için alıp kaldırmaktır.» diye ta'rif  etmişlerdir.
[101] Câmİ veya  Mescid'de yitik soruşturmak veya ilân etmek mekruhtur. Bu konuda, bir çok   sahîh   hadîs-i   şerif   vardır.  Bir  hadîs-i   şcrîfde  Peygamberimiz  (S.A.V.)   şöyle   bu­yurmuştur :

«Her kim, mescidde bir yitik araştıran kimse)i işitirse; Allah, onu sana iade et­mesin (bulamaz ol) desin; çünkü mescidler, bunun için yapılmamıştır.»

(Hadîsi,  Müslim  rivayet etnıiştirj
[102] Hıil vp Harem: Mescid-i Harâm'ı çepeçevre kuşatan bir arazî sahası vardır ki, bunun içine Harem ve Harem havzası, dışına da Hıll adı verilir. Mekke ve çevresinin bitki­lerini kesmemek ve hayvanlarını avlamamak gibi bir takım şer'î hükümler1 tealluk et­liği için^ Mekke Harem'inin sınırlan belirlenmiş ve nisan konmuştur.
[103] Bu hadîs-i şerif, bir umûmi kaidedir. Bu kaide, Mecelle'nin 76 inci maddesinde; «Bcy-jine, müddeî İçin ve yemin, münkir üzerinedir.» şeklinde ifâde edilmiştir. 77. madde de ise; «Beyyine, hılâf-ı zahiri isbât için ve yemîn, aslı ibkâ.» denilerek, hüccet İle ye­minin  nerelerde lâzım  geldiği  ta'yin  edilmiştir.
[104] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:172-175.
[105] Vakıf (vaki): Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip, ayn'ını Allah Teâlâ' (C.C.) nın mülkü  hükmünde  olarak  temlik ve  temellükden  müebbeden  men  etmektir. Bu  ta'rîf, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göredir. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre vakıf;  bîr mülkün ayn'ı, sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere menfaatinin bir cihete tesadduk edil­mesidir.

Vakf -eden kişiye «vâkıf»; vakf edilen şeye «mevkuf», «mahall-i vakf»; bir ayn'm menfaati kendisine vakf ve tahsis edilen şahsa veya mahalle de «mevkufun aleyh», «meşrutun leh», «masârif-i vakıf» denilir. Bunlara «mürtezika», «ehl-i vezâif de de­nir.
[106] Ayn: Dışarıda, mevcûd, muayyen,  müşahhas olan şeydir. Meselâ, kitap,  ev,  ai, mtv-cûd olan bir miktar para, buğday ve ev eşyası ayn'dir.
[107] Vakf-ı  lâzım;  Vâkıf veya  hâkim  tarafından  fesh edilmesi  caiz olmayan vakıfdır.  Lü­zumuna  usulen hükmolunan  her hangi bîr vakıf gibi.
[108] Maraz-ı  mevt:   Hastayı  zayıf  düşürüp,   kendisinde  ölüm   korkusu bulunan   maraz  de­mektir, ki araya sıhhat girmeden ölüm ile sonuçlanır.
[109] Tahkim:  İki hasmın husûmet ve da'vâlarmi   fasl  için  istekleri ile bir başka kimseyi hâkim iıtihâz etmelerinden ibarettir. O kimseye, «Hakem» ve «Muhakkem» denilir.
[110] Mütevelli: Vakfjn umur ve mesâlihini ahkâm-ı şer'iyye ve şerâit-i vakfiyye dâiresinde idare etmek üzere ta'ym edilen kimsedir,   ki iki kısma ayrılır.  Birisi; meşrûtiyet veç­hiyle mütevellidir, ki mütevelli olması vâkıfın şartı iktizasındandır. Diğeri, meşrutiye! vechiie olmayan mütevellidir, ki tevliyeti münhal bulunan bir vakfa meşrutun lehi bu­lunmadığı cihetle hâkim  tarafından ta'yîn  edilen  mütevellidir.
[111] Vakf-ı gayr-i lâzım: Vâkjf; hâkim veya vâkıfın vârisi tarafından fesh ve ibtâli sahili olan vakıftır.  Vakf^ı  fuzûlî  gibi.
[112] Gaile: Gelir, demektir. Vakıfın gailesi, vakfın geliri, varidatı, mahsulâtı demektir.  Va­kıf bahçelerinin   meyvaİarı,   vakıf akarlarının   kiraları,  vakıf paralarının   kazanılan  bu cümledendir.
[113] Rakabe: Rakabe etmek, bir vakfın gelirini (gailesini)    aslına ühâk etmek demektir. Şoyleki; bir vakf edilmiş nükûdun bir mikdârı teaddisiz zayi' olsa, bu noksan, gaile­sinden hâkimin re'yi ile ikmâl  edilmedikçe mürtezikasına  bir şey  verilmİyebilir. Bu hâle, fetva diliyle ftMürteâkanua vazifelerini rakabe etmek» denir.
[114] Bk. Cinn sûresi,  âyet:  18
[115] Vech: Şekil, anlayış farkı ve görüş gibi anlamlara gelir.
[116] Evlâd: Oğullar ve kızlardır. Bir insanın bizzat kendisinden türeyen evlâdına (evlâd-ı sulbiyye) denir. Bundan

olduğundan dolayı, oğlanı da kızı da kap­sar. Ve genel bir deyim olduğu için bire de, birden çoğa da ıtlak- olunur.
[117] Şüyû': Lûgatta, yayılmak, demektir. Ulılahda : Htbsc-i 5,âyianın, ortakta»* olan malın İler cüz'üne sâri ve şâmil olmasıdır.
[118] Müşâ': Şayi hisseleri İhtiva eden ortaklaşa şejdir. Meselâ, iki kimse arasında yan ya­rıya ortak olan bir mal müşâ'dır. Başka bir ia'rifie : Ortaklaşa olan bir maldaki ya­rım, dörtte bir, üçte bir gibi yaygın (şayi') hisselerden her hangi biridir. Hisselerden her biri, bu malın  cüz'üne yayılıp şâmil bulunmuşun-.

Hısse-i şayia ise,  ortaklaşa olan   malın her ciı/'uıu- ^âri ve şâmil olan sehtmdir.
[119] Hiyâze: Lûgatta, bir şeyi almak, bir »raya toplamak, kcudkinin malı etmek, demektir. Istılâhda:  Sâhibsiz veya   herkes  ivin   alınması   muhali   olan  bir m;ıh   kendi   mülkü­ne   kalrhaklir.
[120] Kayyım:  Vakfın   kayyimi,  onun  mütevellisi demektir.  Çoğulu; «Kuvvâm'» dır.  Kay-yım'ın bir başka anlamı; «Kendisine vakfın korunması, c*mi' ve tefriki görevi verilmiş

kimse» demektir, ki bu durumda vakfın mütevellisinin İdaresi altında bulunmuş olur. Mütevellinin yetkisi ise, daha geniştir. Çünkü mütevelliye vakıfda tasarruf yetkisi de verilmiş bulunur.
[121] Fetva (Fütyâ): Bir mes'eleyi çözmek ve açıklığa kavuşturmak için sorulan sorunun ce­vabıdır.   Şcr'i   mes'elelere dâir  sorulan   soruların   ccv'âblarına  fotvâ   (fütyâ)  adı   verilir.

Verilen fetva iie bir mes'elenin hükmü açıklanmış, güç bir olay hâl ve takviye edilmiş olur. Çoğulu; «Fetâvâ» (fetâvî) (lir.

Fetva vermeye (iftâ);  fetva verene  de (Müftî) denir,  «istiftâ» ise, fetva  istemek. hır kimsenin  müşkil bir hususu nıüflideıı sorması  demektir.

«Miiftâ bih»;   bir  mes'ele  hakkında  kendisiyle   fetva  verilen şer'i bükümdür.
[122] Mııhâyce:  Menfaatleri   takanı   elnvck,   demektir.
[123] Mübadele:  Bİr  şeyin   başka   bir şey   ite   değiştirilmesi,  değiş-tokuş,   anlamına gelir.
[124] Misli (MisÜyyât):   Mİslî,  çarşı  ve pazarda mu'teddun bih, yâni;  bahânın ihtilafını  ge­rektiren bir farklılık bulunmaksızın misli  (kendi gibisi) bulunan şeydir. Kile ile ölçü­len, terazi ile tartılan şeyler, oeviz ve yumurta gibi birbirine yakın olan adediyyât bu kabildendir. Çoğulu; «Misliyyât» dır.
[125] Mescidin mesâlihi :   Mesciddcn   maksûd  olan  gayenin gerçekleşmesine yarayan  kimseler ile   diğer  gerekli   şeylerdir.   Meselâ;   İmâm,   Hatîb,   Müezzin   gibi   hademe-i   hayrat   ile mescidin   aydınlat 11 m ası   ve abde-st  sulan  gibi.
[126] Bk.   Kakara sûresi;  â>el:   114                                                              
[127] Muhsar: Lügatta, menedilmiş, habs edilmiş kimse demektir, istilânda; düşman vejâ has­talık vejâ nafakasını kaybetmek gibi engeller sebebiyle Hacc efâlinı yapamıyan, Had­islerinden geri kalan ihrâmlı kimse demektir. (Daha geniş bilgi İçin; birinci ciltte, Hacc Holümü   İhsâr Bâb'ına bakılmalıdır.)
[128] Hedy:  Harem-i Şerife hediye edilen  ve orada boğazlanan  hayvanın adıdır.
[129] Haşir: l^ine eşya konan anbar. anlamına gelir. Sa/daıt veya otlan dokuna» >ayjjıya da haşir, derler.
[130] Haşiş: Kuru ollıır.  ki cimisin hnsır dokunur.
[131] Cihet: îmâmd,  hitabet, müezzinlik,  kayyımlık, müderrislik, vaizlik ve kiitübhâne me'-rıurluğu   gibi   müesscsât-i vakfiyyeye  âid   hizmetlerdir.  Çoğul»; «Cihât» «tır.   Zarurî  ve gayr-i zarfırâ kısımîarına ayrılır.
[132] Mersûm:  Rcsm   ve âdete  uygun  olarak   yazılan  vesikadır.  Buradaki  anlamı,  vakıf se­nedinde yazılmış olup mevkufun aleyh olanlara veya vakıf hizmetlerine harcanması ge­reken vakfın geliri veya vakfın malı, demektir.
[133] Tescil   (Sicil): Sicil,   vesikaları,   ilâmları,   mukaveleleri   yazmaya  mahsûs   resmi   defter-. dir, ki çoğulu «Sicilât» du Bir vesikayı, meselâ; bir vakfiyyeyi böyle resmî bir deftere yazuV imza etmeye de tescil denir.

Ba'zan lâzımı, zikr; melzûmu, irâde kabilinden olarak hâkinim verdiği hükme de «Tescil» denilmektedir. Çünkü

bu hüküm, bir sicile kayıi edilecekdİr, Bundan dolayı «vakf-ı müseccel» deyimi, hem sicilde kayıtlı ^kıf. hem de lüzumuna hükm edilmiş vakıf yerinde kullanılmıştır.
[134] Semen : Satılan şeyin bahâsidtr.
[135] Mudârabe;  Bir tarafın  sermâye,   öleki   laraFın  emek  kojmasıvle  meydana   gelen orlak-Iıktır.
[136] Bidâa» Ticâret malı, sermâye gibi anlamlara gelir.
[137] Kürr:  Bir ölçektir, ki 60 kazîfdir. Bir ton ehânndadır.        ,
[138] Teamül: Bir şeyin cokea  kullanılmasıdır. Başka bir dejiın İle; bir şey hakkında mua­melenin   mutâd  bulunmasıdır.     Bir,   iki   kimsenin   yapmayı   ve>â   kullanmasıyle   teamül meydana   gelmez.

meçrûd bir  hâle  getirilmesi  isin  gereken   ta'inirâtı  yapmaktır.
[139] İmaret:   Vakfın  imareti,  vakf edilen  şeyin  vakfı  7amânındaki   hâli  i'ua-  bııhııulıırulma-m  e>â  VAKI
[140] Mecelle, madde: 88'de; «Külfet ni'met e ve ni'met kiüfete yöredir.» şeklinde ifâde edil­miştir.
[141] Müzâraıı: Bir taraf lada ve tohum vererek, diğer laraf da çalışarak ortaklaşmaktır. Mecclle'nin bu konudaki 1431. maddesi şöyledir: «Miizâraa, bir larafdan arazî ve di­ğer tarafdan amel, yâni zirâat olarak hâsılat aralarında taksim ulunmak üzere bir çe§Ü ortaklıktır.»
[142] Mecvlle'niıı  4   üncü   maddesinde; «Şekk  ite ;akîn  /;"ıİl olmaz» seklinde  ilude edilmiştir.
[143] Maraz-i mevt: Hastayı zayıf düşürüp, kendisinde ölüm korkusu bulunan mara£ demek­tir, ki araya sıhhat girmeden ölüm İle sonuçlanır.
[144]  (jeçıılİş kavimler arasında da ba'zı vakıflar vuruda getirilmişin1. Liüıumk ibrahim Alc>-hisstlâm'a aid ulup «Halil-iif-ralmıân fcvkai'ı» adı verilen vakıflar, hala Arabistan'da ıncveûddur.
Müslümanlığın doğuşumla» i'Ubâren vakıflar geniş ölçüde inkişâfa başlamış Kcitûl-i 1-krem Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz, M^dine-i Müııevvere'de mâlik olduğu yedi parça akarlarını, vasiyyeı yoluyla vakıf ve süknâlarmı mü'minlcrin fakirlerine şart bu­yurmuşlardı.
Ashâb-ı Kiram da bir çok vakıflar vücuda getirmişlerdir. Bilhassa 11/.. Ömer (R.A.). I layber'de mâli k olduğu «Kasnı» adındaki pek kı> rmrili bir hurmalığım Pe gamber (S.A.V.) Efendimizin tavsiyeleri üzerine vakfetmişlerdi. H/. Übû Uekir, Jlz. Osman ve 11/. Ali' (R. Anhiim) ıı'm de vakıilan urdtr.
Tarih boyunca; DijâncU-, ilmin jajılnıastıiü, L(KSiin[iğ;ı ve medeniid- hi/ınctlerî lıakınlından   kurulmuş  olan   Vakıi'  110'İterini  jöjlcte  sırala^abitiri/:

a)  Cami, mescid, musalla ve namazgahlar.

b)  Medrese,   mekteb,   küliıblıâne,   zaviye,   rİbâL  ve  dergâhlar.

c)  Çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, göl ve yolfar,

d)  Kervansaray,   hastahane,  hazîre,   makberc,   mer'a   ve  cayırlar.

e)  Ramazân-ı  Şerifde  ve sair  mübarek   günlerde,   akşamleyin Camilerde   cemaata hurma, zeytin ve su dağıtmak için kurulmuş vakıflar.

f)  Mükke-i  Mükerreme ve  Medine-i  Münevvere ahâlîsinden  fakîr  olanlara,   Kacc yolunda parasız kalanlara ve Hüccâc-i Kİrâm'a su ve şerbet  dağılılmasına  mahsûs va­kıflar.

g)  Camilerde va'z edilmesi, Tefhîr, Hadîs.  Fıkıh okutulması; Kıu'ân-ı Kerîm hatns eden çocuklara birer miktar para dağıtılması için kurulan vakıflar.

h) Camilerde., Zaviyelerde Mcvüd-i şerif menkıbesinin okutturulmast, Li!ıye-i seâ-detin. ziyaret ettirilmesi, kandil yaptırılması; cami, mescid, zaviye duvarlarında ve etra­fında  bitecek otların  yoldurulması   için   kurulmuş  vakıflar.

(ı) Fakirlere, bilhassa Ramazân-ı şerifde, Regaib ve Berat gibi mübarek gecelerde para ve erzak dağıtmak; fakir kızlara cihaz te'mhı etmek, fakir cenazelerini kaldırmak, yetim, yoksul çocuklara, fakir dul kadınlara Bayram elbisesi almak, desti ve.bardak gibi şeyleri kıran hizmetçileri serzenişten kurtarmak, kırdıkları şeylerin benzerlerini he­men  alıvermek için  kurulmas vakıflar.

j) Yolculara yardım etmek, esirleri azâd etmek, mükâieblerin kîtâbel bedelini öde­mek, âzâd edilmiş kölelere ve cariyelere nnmvenetde bulunmak için yapılan vakıflar.

k) Mushaf-ı Şerif ve sair Dinî, ilmî kitapların yazılması, alınması, ta'mîr ve teclid edilmesi ve Hayır Müesseselerinin yaşayabilmesi için yapılan vakıflar.

Bütün bu Vakıflar için bir çok paralar, akarlar, çiftlikler, ormanlar, hizmetçiler v;tkf ve taluîs edilmiştir. Bütün bunlar Eslâf-ı Kirâm'm ahlâfı, ne kadar düşündüklerine, sadakalarının birer zfilâl-i rahmet gibi devamını te'mîn etmek islediklerine ve kendilerin-tte inkişâf eden iyilikseverlik ve ihtiyatkârlik fikrinin yüksekliğine birer şanlı, şerefli büihanjır.

Allah Teâlâ Hazretit-ri eüıulcsîndeıı tün oLsun. Ânım..
[145] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 176-191.
[146] İcâre: Lûgalta, ücret anlamına geldiği gibi, bir şeyi kiraya vermek anlammda da kul­lanılır, istilânda: Cinscn ve kaderen ma'lûın bir menfaati malûm bîr bedel (ivaz) kar­gılığında satmaktır. Yâni; menfaati belli bir zaman İçin başkasına temlik veya ibâha kılmaktır. Bu bedel, bir ayn olabileceği gibi, bir menfaat de olabilir. Elverir ki; kira­lanan menfaatin cinsinden olmasın. Bir evi, diğer bir ev karşılığında kiralamak gibi.
[147] Ecr-i, misi: Kiralayan ile kiracıya kargı belli bir kasdı olmayan bilirkişilerin takdir ede­cekleri" ücrettir.
Meçelle'nin 414 üncü maddesinde : «Ecr-i misi, bîgaraz ehl-İ vukufun takdir ettik­leri Ücrettir.» şeklinde ifâde edilmiştir.

Bir başka ifâdeyle ecr-i misi; Bilirkişi tarafından benzerlerine bakılarak belirtilen ücretdir.
[148] Ecr-İ müsemmâ; Akid umanında zikr ve ta'ym edilen ücrettir. Bir evin bir aylık ki­rası olan bin lira gibi. Meçelle'nin 415 inci maddesinde; «Ecr-i müsemmâ, hîn-i akidde rikr ve ta'yîa olunan ücrettir.» şeklinde ifâde edilmiştir.
[149] Rehn (rehin): Bir hakka karşılık bir şeyi alakoymak, demektir. Rehin, merhûn anla­mında da kullanılır.
[150] Tesâmu': Lûgatta» başkasından işidilip, nakl edilmek ahlamınadir. Şer'an «iştihar» de­mektir,

tştibâr (şöhret) ise; iki çeşittir. Biri, «Şöhret-i hakikîyye» dir ki, tevatür ile hâsıl otur. Diğeri de «Şöhret-i hiikmiyye» dir ki, iki âdil erkeğin' veya âdil bir( erkek ile iki âdil kadının şahadet lâfzıyle haber vermeleriyle husule gelir.
[151] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 192-196.
[152] Zt-karabet (zevî karabet): Bir kimseye babası vejâ anası tarafından ilk Islama yetin­miş olan büyük dedesine kadar mensubiyeti olan her hangi bir şahladır. Bunda, mah-rem olanlar ile olmayanlar, erkekler ile kadınlar, yakınlar ile uzaklar müsavidir. Ana, baba ile evlâda karabet nâmı verilmez. Zî - karabetin çoğulu, «zevî karabet» tir. (Zî er* hâm>, (Zî ensâb) da bu anlamdadır.
[153] Karabet: Yakınlık, hısımlık demektir, iki kışına ayrılır: Biri, «Karâbet-i vilâdet» dir ki, usûl ile fürû' arasındaki karabettir. Diğeri, «Karâbet-i gayr-i vilâdet» dir ki, diğer akraba  arasındaki  karabettir.
[154] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:197-200.
[155] Bey':  Malt,  mala  değiştirmektir ki,  ya  mün'akid  veya  gayr-i  ınüıı'akid  olur.  (Mecelle: Madde, 105)
Bey'i  gayr-fc miin'akid,  bey'î  bâtıl  demektir.  (Mecelle:  Madde,   107) Bey'i mün'akid de; sahih, fâsid, nafiz,  mevkuf kısalarına ayrılır. Bey'î nafiz de; bey'i lâzım ve gayr-ı lâzım kısımlarına  ayrılmıştır.

Bey', nıebî' i'übâriyle de jıı dört kısma ayrılır: Bey'i mutlak, bey'i sarf. be>'İ mü-kayaza, bey'i selem. Nitekim bunlar, yeri  geldikçe sırasıyle açıklanacaktır.
[156] Mebi':  Satılan şey, satılık şey veya satılan  mal, sanlık mal gibi anlamlara getir.
[157] Bey'i mukâyaza: Nakid kabilinden .olmayan bir ayn'i diğer bir ayn ile; yâni.  altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal iîe mübadele etmektir ki. buna dilimizde (de­ğiş-tokuş veya trampa) denir. Bir kitabı, diğer bir kitab ile değişmek gibi.
[158] Selem : Müecceli, muaccelle satmak; yâni peşin para ile veresiye mal almaktır. (Mecelle, madde: 123)
[159] Semen :Satılan şeyin bahâsıdır. Meselâ; bir kimse, bir kitabı yit/ liraya satın alsa; bu yüz lira. o kitabın semeni olur.
[160] Müsâveme: Bey1! müsâvıeme; bir kimsenin almış olduğu malı, kendisine kaça mâl ol­duğunu söVlemeksizsn, bîr bedel İle başkasına rızâ île satmasıdır. Bir tacirin  elindeki bir   maîı   kaç liraya  almış  olduğunu   söylemeksizin  başkasına  şu   kadar liraya satması gibi.   Satışlarda en   çok  câri olan  budur.   (Mecelle,   madde:   120)
[161] Murabaha: Bey'i murabaha; bir kimsenin almış olduğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu söyliyerek, ondan ziyâde bir semen ile (kârla) başkasına nzâsıyle satmasıdır.
[162] Tevliye: Bey'i tevliye; bîr kimsenin almış olduğu bir malı, kendisine kaça mâl olmuş ise, onu söyliyerek tam o kadara satmasidır.
[163] Vadîa (vana):  Bey'i vadîa;  bir kimsenin, bir malı   kendisine  kaça  mâi olduğunu  sö'y-liyerek,  ondan eksiğine satmasıdır.
[164] İvaz: Bir şeye karşılık olarak vcrfilen veya alman şeydir.
[165] Hibe: Lûgatîa, bağış veya bağışlamaktır. Bir malı, karşılıksız olarak başkasına temlik etmek, vermektir, istilânda hibe: «Bir malı, bir kimseye ivazsız olarak derhal temlik etmektir. Yani sıhhat ve in'ikâdı İçin ivaz verilmesi-şart olmayan bir temliktir. Gerek ivaz şart edilsin ve gerek edilmesin.»
[166] İn'ikâdı şöyle de ta'rîf edebiliriz!: îcâb ve kabulün taalluk ettiği şeyde eseri 2âhir ola­cak   şekilde biri   diğerine  meşru   surette taalluk   etmesidir.
[167] Bu, Mecelle,  madde:   ]67'de;  «îcûb ve kabul  ile hey' müö'akid olur.»  şeklinde ifâde edilmiştir.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..