İstihkak Babı
Sair metinlerde zikredildiği gibi Musannif, haklan (hukuku) zik-retmemiştir. Çünkü haklar, «Alı§~verişler Bölümü» nün bastaraflann-da zikredilmiştir.
İstihkak [111] iki çeşittir: Birincisi, mülkü bâtıl kılar. Yâni, mülkü bütünüyle ortadan kaldırır. Öyle ki, onun üzerinde bir kimse için temellük hakkı kalmaz. Aslî hürriyet; âzâd ve azadın çeşitleri olan tedbîr, kitabet ve istîlad gibi.
İstihkakın ikinci çeşidi; mülkü bir şahıslan, bir şahsa nakleder. Mülke istihkak ğiıbi. Meselâ Zeyd, Bekr'in üzerine; «ıBekr'in elinde olan köle benim mülkümdür.» diye iddia edip delil getirmekle mülke müs-tehik olur.
İstihkakın her iki çeşidi bir cihetten birleşir. Bir cihetten, birbirinden ayrılırlar. Üzerine hak iddia edilen şey ile o şeyi kendi tarafından temellük edip satıcılara tnüstehik yapmakta birleşirler. Hattâ satıcılardan biri, mutlak mülkle hak edilen bir mal üzerine da'vâ açıp beytyine getirse, beyyinesi kabul edilmez.
Ayrıldıkları cihet de şudur: Birinci çeşit, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını îcâb eder. Akdlerin her birinin münfesih olmasında, kadının hükmüne ihtiyâç yoktur. Bu, bü'ittifak böyledir.
Musannif buna şu sözüyle tefri' yapnnıştır: Satıcıların her biri için, o malın satıcısı üzere rücû etmek hakkı vardır. Velev ki, kendisine rücû hâsıl olmasın. Her ne kadar kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) üzere hüıkmolunmasa da, o satıcı da kefile rücû eder. Çünkü ba'zısının dönmesinin, kadının hükmüne bağlı olması, ancak akdin eseri bakî olduğu vakitte olur. O eser de nıülkdür. Nitekim, ikinci çe-şidde olduğu gibi. Akdin eseri bakî kalmayınca kadının hükmüne ihtiyâç duyulmaz. Keza hürrün bedeli mülk değildir. İmdi bir mülkde, iki semen bir araya gelmez. Mülkle istihkak, bunun aksinedir. Nitekim, yakında zikredilecektir.
Aslî hürriyetle hüküm, tütün insanlar için hükümdür. Hattâ hiç-bİT ferdin mülk da'vâsi dinlenmez. Keza, âzâd ve âzâdm çeşitleri ile hüküm de böyledir. Çünkü hürriyet, Allah Teâlâ' (C.C.) mn hakkıdır. Hattâ hür insanın, kendi nzâsı ile köle yapılması caiz olmaz. İnsanların hepsi, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn haklanın isbâtta, Hak Teâlâ' (C.C.) dan niyabetle dadacıdırlar. Çünkü insanlar, O'nun kullan ve yeryüzünde halîfeleridir. İmdi insanlardan bir ferdin hâzır olması, hepsinin hâzır olması gibidir. Mülik bunun aksinedir, ki mülk hassaten kulun hakkıdır. İmdi hâzır, gâifoden hasım nasb olunmaz, çünkü hâzırın hasım nasb olunmasını îcâb eden şey yoktur. Ancak bir hâzır, o mülkü gâib yönünden kabul etmiş olursa, gâib kimseden hasım nasb olunup, o gaibin, hâzır gibi üzerine hütkmolunur. Çünkü mülkün birleşmesi sebebiyle hükmün eseri ona geçmiştir. Bir olayda, bir kimsenin aleyhine hüküm verilse, bu cihetle o kimsenin lehine hüküm verilmiş olmaz.
Târihi! olan mülkde ise, hüküm o târihten f t ibaren herkes üzerinedir. O târihdcn önce hüküm yoktur. Yâni Zeyd, Bekr'e; «Sen, benim kölemsin; ben, sana mâlik olalı ıbugün beş yıl oldu.» dese, Bekr de; «Ben, Bişr'in kölesi idim, Bi§r bana mâlik olalı bugün -altı yıl oldu. Mezkûr Bişr, beni âzâd etti.» deyip, müddeâsını Zeyd'e karşı isbât etse, Zeyd'in da'vâsı savulmuş olur, yâni düşer.
Bundan sonra Amr, Bekr'e; «Sen .benim kölemsin; ben, sana mâlik olalı yedi yıl oldu. Şimdi de sen, benim mülkümsün.» deyip, Bekr'e arşı müddeâsını isbât etse, Amr'm şâhidleri kabul edilir ve Bekr'in hürriyetine dâir hüküm fesh olup, Aıur'ın mülkü sayılır.
Şu da bunun üzerine delâlet eder ki: Kâdîhân (Rh.A.), «Ziyâdât Şerhi» nde, Alışverişler (Büyü') Bölümünün başında mes'eleyi hak-kiyle tahkik ettikden sonra şöyle demiştir: Böylece, bu babın mes'ele-leri iki kısım olmuştur. Birincisi, mutlak mülkde âzâddır. Bu, aslın hürriyeti menzîlesindedir. Bunun üzerine verilen hüküm, bütün insanlar üzerine hükümdür. İkincisi, tarihli olan mülkde âzâd ile hükümdür. Bu da, târih vaktinden i'tibâren bütün insanlar üzerine hükümdür. O tâlinden önce hüküm olmaz. Bu; hatırında olsun. Zîrâ meşhur olan kitablarda bu fayda yoktur.
İstihkakın ikinci çeşidi, akdlerin münfesih olmasını îcâb etmez.
Yâni zahir rivayette, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını gerektirmez. Çünkü ikinci çeşit, mülkün bâtıl olmasını îcâb etmez.
İstihkâkdan ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere: hükümdür. Hattâ iddia olunan mal, zi'1-yedin elinden alınır. Yine zi'1-yedin mülkü, vasıtasız veya vasıtalı olarak kendisinden aldığı kimse üzerine hükümdür. Mahkûmun aleyh oldukları için onlardan mülk da'vâsı dinlenmez. Bu söz; «Bu ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür... ilâh» sözü üzere tefrî'dir. Belki, üretmek (nütâc) da'vâsı dinlenir. Meselâ; satıcılardan biri üzerine semen ile rücû olunduğu vakitte; «Ben, semeni vermem, çünkü müstehık yalancıdır. Zira satılan mal benim mülkümde üredi veya vasıtasız veya vasıtalı satıcının mülkünde üre-di.» demesiyle, satıcının da'vâsı dinlenir. Eğer isbât ederse, hüküm bâtıl olur.
Ya da, «Ben, semeni yermem, çünkü ben mebî'i müstehıkrîan satın aldım.» demesiyle mülkü müstehikdan almış olursa, bunun da da'vâsı dinlenir. Şayet müşterilerden biri satıcısı üzere semenle rücû etmek (yâni semeni geri almak) istese, tekrar delîl (beyyine) getirmesine hacet olmaz. Bu söz de; yukarda geçen «İkinci1 nevî ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür.» sözüne tefrî'dir. Lâkin müşterilerden bir ferd, kendi üzerine rücû edilmedikçe, satıcı üzere rücû edemez. Hattâ sonuncu müşteri onun üzerine rücû etmedikçe, ortadaki .müşteri İçin satıcıya rücû caiz olmaz.
Hüküm giyen kimsenin, (mahkûmun aleyh) kefîl üzerine, mek-fûlün anh aleyhine hüküm verilmezden önce rücûu sahih olmaz. Zîrâ kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) asıldır ve hüküm, kefile ondan geçer. Asıl üzere, rücûdan Önce kefîl üzere rücû edilmemesine se-beb, bir şahsın mülkünde iki semen bir araya gelmesin diyedir. Çünkü mtistehıfckın bedeli memlûktur. Bundan sonra rücû, yâni müşterinin semeni satıcıdan istemesi ancak istihkak, beyyine ile sabit olduğu vakitte olur. Çünkü bilirsin ki, delîl geçici (müteaddî) hüccettir. Ama müşterinin ikrâriyle sabit olur veya yeminden kaçmmasiyle veya müşterinin husûmete vekilinin ikrâriyle yâhûd vekilin yeminden kaçmmasiyle sabit olursa, istihkakın sübûtu, semenle rücû gerektirmez. Çünkü müşterinin ikrarı, başkası hakkında hüccet olmaz.
Ebû Bekr b. Hâmid el-Buhârî' (Rh.A.) nin «Ziyâdât» mda zikredilmiştir ki; bir kimse, bir ev (dâr) satın alıp, bir adam o eve müşterinin ikrarı ile veya yeminden kaçmmasiyle müstehık çıksa; müşteri, semeni satıcıdan geri alamaz. Şayet müşteri; ev, müstehıkkın mülküdür, diye satıcıdan semeni geri almak için beyyine getirse, beyyinesi dinlenmez. Amma, satılan şey (ınebi1) müstehıkkm mülküdür, diye satıcının ikrarı üzerine delil getirirse, kabul edilir. Semen, satıcıdan alınır. Müşteri, satıcının ikrarına müstehıkkııı mülkü olduğuna dâir delîl getiremezse, ancak, bu malın da'vâcının mülkü olmadığına Allah' (C.C.) a yemin etmesini isterse, buna hakkı vardır. Çünkü yeminden kaçınması mümkün olup, kaçmmasiyle ikrar etmiş gibi olur ve bundan sonra ondan' semen geri alınır. İınâdiyye'de de böyle denmiştir. Bu'mes'elenin bellenmesi gerekir. İnsanlar, bundan gafildirler.
Musannif «Bundan sonra rücû, ancak istihkak delîl ile sabit olduğu vakitte olur.» sözü üzerine lefrî ederek şöyle demiştir: Satılan bir câriye müşteri yanında çocuk doğursa ve bu, müşterinin istîlâdı (çocuk istemesi) ile olmasa ve o satılan cariyeye delille hak sahibi çıksa, çocuğu cariyeye tâbi olur. Yâni müstehık, satılan cariyeyi ve çocuğunu alır.
Eğer müşteri o satılan cariyeyi bir adam için ikrar ederse, çocuğu, satılan cariyeye tâbi olmaz. Belki kendisi için ikrar edilen kimse fmu-karrun leh), satılan cariyeyi alır, çocuğunu alamaz. Aradaki fark şudur: Delîl, mülkü asıldan isbât eder. Çocuk, satılan cariyeye o gün bitişik idi. Binâenaleyh, istihkak, delîl ile ikisinde de sabit olur. İkrar ise, kasır (kısa) 'hüccettir. Haıber verilen şeyde, haberin sıhhatinin zaruretinden dolayı onunla miüllc sabit olur ve zaruretle sabit olan şey zaruret miktarı takdir olunur. Çelişme (tenakuz), mülk da'vâsını meneder. Çünkü anüddeî, o da'vâda müttehem olur. Hürriyet da'vâsın-da menettmez. Aslî hürriyette menetmediğinin sebebi, uruk [112] hâli gizli olduğu içindir. Zîrâ çocuk, küçük olduğu hâlde dâr-ı harbden getirilir; babasının ve anasının hürriyeti ma'lûnı olmaz. Köle (rıkk) olduğunu ikrar eder. Ondan sonra anasının ve babasının hür olduğunu öğrenir ve hürriyet iddia eder. Tarîkında gizlilik olan şeyde çelişme (tenakuz), da'vânın sıhhatini menetmez.
Ânzî hürriyete gelince; efendi kölenin haberi yok iken, onu tek başına âzad ve müdefober. ettiği içindir. Bunda da gizlilik câri olur ve bunda çelişme (tenakuz) bağışlanır. Şayet mükâteb, kitabetten önce efendisinin âzâd ettiğine dâir beyyine getirse, kabul edilir. Çünkü efendisi, köleyi hür kılmakda bağımsızdır. Çelişme, talâk da'vâsmı da nıcııetmez: Çünkü kadın, şayet muhâ-laa olunsa, bundan sonra kadın muhâlaadan Önce kocasının kendisini boşadiğına dâir delil getirse, dinlenir. Her ne kadar boşamasında gizlilik bulunması nedeniyle çelişme olsa da koca bununla müstakil olduğu için, kadının delili dinlenir. Kocanın, kadını boşayıp, kadının onu bilmemesi caizdir.
Neşet» da'vâsmı da çelişme nıenelmez. Nitekim, bir kimse oğlu için; «Bu, benim oğlum değildir.» deyip ondan sonra, «Bu benim oğ-lumdur.» dese, da'vâsı dinlenir. Keza bir kimse; «Ben, iülâna vâris değilim.» deyip, ondan sonra «Vârisim.» diye iddia etse ve irs yönünü de açıklasa, da'vâsı sahih olur.
Musannif bunu tefri' edip şöyle demiştir: Bir adam başkasına; «Beni satın al, çünikü taı köleyim!» dese,,o adam da, onu satın aldık-dan sonra, hür olduğunu iddia edip hürriyetini isbât etse, eğer o köleyi satanın yerini bilmezse, köle semeni öder. Çünkü köle olduğunu ikrar eden kimse, satıcıdan semenin alınması imkânsız olduğu zaman kendisinin veya semenin selâmetine kefil oîur. Bu durumda, müşteri aldatılmış olur ve değiş-tokuş (muâveze) da aldatma ise, imkân ölçüsünde zararın savulması için, ödemenin sebebidir. Kölenin hürriyeti ve ödemeye ehliyeti zahir olup satıcıdan semenin alınması da imkânsız kalınca, kölenin ödemesi gerektiğine hükmedilir. Satıcısını bulduğu .zaman, köle de satıcıdan alır. Çünkü köle, satıcının borcunu ödemiştir. Bu hususta, köle mecburdur. Binâenaleyh, teberru' etmiş sayılmaz. Nasıl ki; rehni emânet veren kimse onun için borcu ödediği vakitte müteberri' olma/yap ödediği şeyi borçludan aldığı gibi. Şayet köle, «Beni satın al!» demez yâhûd «Beni satın al!» deyip, «Ben köleyim!» derse, köle üzerine bir şey lâzım gelmez. Eğer köle, satıcının yerini bilirse, ödemez. Rehn, bunun aksinedir. Çünkü, «Beni reihn koy, zîrâ ben köleyim!» dese, köleye ödetilmez. Zîrâ ödemek, değiş-tokuş (muâveze) akdine muhtasdır. Rehin, böyle değildir. Belki, ona karşılık ivazsız habs olunur. Bu asıl üzerine ayırma yoluyla, bu mes'elenin zikredilmesinde fayda, işin başlangıcından işkâlı savmak içindir. Meşhur kitaplarda zikredilmiştir ki, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kölenin hürriyetinde da'vâ şarttır ve çelişme da'vâyı ifsâd eder.
Kaybolma târihi ıııu'tebcr değildir, belki mülkün târihi mu'teberdir. Şayet müstehik; «Benden kaybolalı, bugün bir yıl oldu.» dese; yâni bir adam, diğerinin elinde olan bir hayvana müstehik çıksa ve da'vâ Birasında müstehik, «Bu hayvan, benden kaybolalı bugün bir yıl oldu.» dese, fcâdî hayvanın, müstehik çıkana âid olduğuna dâir hüküm vermezden önce ona müstehik olan satıcıya olayı bildirse, bunun üzerine satıcı da; «Bu hayvan, benim mülküm olalı bugün iki yıl olduğuna- delilim vardır.» dese, husûmet savulmuş olmaz. Belki kâdî, hayvanın, müstehık olan satıcının olduğuna hükmeder. Zîrâ müstehık olduğunu iddia eden kimse, mülkün târihini zikretmemiştir. Belki, hayvanın kaybolma târihini zikretmiştir. Bu durumda, onun mülk da'vâsi tarihsiz kalır. Satıcı ise, mülk için târih zikretmiştir. Satıcının daı-vâsı, müşterinin da'vâsıdır. Zîrâ müşteri, mülkü satıcıdan almıştır. Sanki müşteri, satıcısının mülkünü iki yıl târihle iddia etmiştir. Ancak şu kadar fark var ki; târih, ayrılma târihinde mu'teber olmaz. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir. İmdi târih zikredilmesine i'tibâr kalmayıp, da'vâ mutlak mülkde kalır. Şu hâlde, hayvanın satıcıya âid olduğuna hükmedilir.
İstihkakı bilmek, rücû'un sıhhatini menetmez. Yâni bir kimse, bir adamdan, bir şey satın alıp onun satıcının mülkü olmadığını, belki başkasının olduğunu bilse; imdi o başkası müstehık çıkıp, satın alınan şeyi müşterinin elinden alsa, müşteri, satıcıdan semeni geri alır ve müşterinin, mala başkasının müstehık olduğunu bilmesi rücû'unun sıhhatini menetmez.
Şayet müşteri satın aldığı cariyeye, satıcının onu gasb ettiğini bildiği hâlde, çocuk doğurtsa, o çocuk köle olur ve semeni satıcıdan geri alır. Yâni bir kimse gasbedilmiş. bir cariyeyi satın alıp, onu satıcının gasb ettiğini bilse ve cariyeden bir çocuğu doğsa, çocuk köle olur. Çünkü müşteri, hâlin hakikatim bilmekle satıcının aldatması yok olmuştur. Lâkin müşteri, semeni satıcıdan geri alır. Şayet satıcı, müşterinin, satılan şey müstehıikkın mülkü olduğunu ikrar ettiğine delîl (beyyine) getirse, semeni geri alma hakkı bâtıl olmaz. İnıâdiyye'de de böyle denmiştir.
İstihkak siciline [113]; «Sicil, şu vech üzere yazıldı.» diye şehâdet etmekle hükmedilmez, belki o sicilin mazmunu üzere şehâdet edilmesiyle hüküm verilir. Yâni, bir Buihârâlı, müşteri elinde bulunan bir . hayvana müstehık çıksa ve müstehıkkun aleyh kadıdan sicili alsa ve hayvanın satıcısını Semeiikand'da bulup ondan semeni almak istese ve Buhârâ kâdîsımn sicilini gösterip ve o sicilin Buhara kadısının yazısı olduğuna dâir delîl (beyyine) gösterse, Semerkand kadısının o delil ile amel edip, mtistehıkkun aleyhe semenin geri verilmesine dâir hüküm,vermesi şâhidler: «Buhârâ kâdîsı, Buhârâ'da müstehıkkun aleyh üzere bu satıcıdan satın aldığı hayvan ile hüküm verdi ve hayvanı bu müstehıkkun aleyhin elinden çıkardı.» diye şehâdet etmedikçe caiz değildir. Çünkü yazı, yazıya benzer. Şu hâlde, sicilin kendisine i'timâd edilmez. Belki, kâdînın hükmüne ve müstehıkkun aleyhin mâlikiyetinin kaldırıldığına şâhkuerin şehâdeti şart kılınmıştır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Keza, şahadet naklinden ve vekâletten başkasında da hüküm böyledir. Şahadet nakli ve vekâletten başkasiyle murâd, tutanaklar (mahzarlar) [114], siciller ve vesikalar (saklar) dır. [115] Zîrâ, onlardan her birinde yazılan şeyin mazmunu üzerine şehâdet edilmesi vâcib olur. Çünkü onlardan her birinden maksad; hasım üzerine hüccet olmasıdır. Hüccet ise, anc.ak bununla, yâni şahadetle olur. Şahadetin ve vekâletin nakli bunun aksinedir. Çünkü bu ikincisinden jnaksad, kâdî için ilmin hâsıl olmasıdır. Bundan dolayı şâhidlik yolunun kâfirlerden ibaret olması, her ne kadar hasım kâfir olsa da caiz olmaz.
Müşteri satılan şeyin (mebî'in) hepsini teslim aldıkda, ba'zisma m üs t e hık çıkı İsa, o ba'zin miktarında satış bâtıl olur. Eğer ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs ederse veya müstehak bir şey hükmünde iki şey olursa meselâ, kını ile kılıç ve yay ile.kirişi gibi müşteri o geri kalanda muhayyer kılınır. Bu zahirdir. Eğer ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etmezse ve iki şey olup bir tek şey gibi olmazsa, satın alınan şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir. Bunun açıklaması şudur: Satış, mü&tehakkın ba'zı miktarında bâtıl olursa, bakılır; eğer müstehak çıkılan şeye istihkak, geri kalanda kusur îrâs ederse nitekim ma'kûdun aleyh, ev, tarla, bağ, köle ve bunların benzerleri gibi teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yukû bulan bir şey olursa müşteri geri kalanda muıhayyerclir. Dilerse semenden hissesi ile razı olur. Dilerse geri verir. Keza, ma'kûdun aleyh iki şey olup hükümde bir şey gibi olsa, ikisinden birine müstehık çı-kılsa, müşteri geri kalanda muhayyerdir. Eğer istihkak, müstehak çıkılan şeyin geri kalanında kusur îrâs etmezse, nitekim ma'kûdun aleyh iki giyecek olup veya iki köle olup, birine müstehık çıkılsa veya buğday yığını veya veznî olan şeyin yükü ise, onun teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yıdktur. Satın alman şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir ve müşteri için muhayyerlik yoktur, Tahâ--vî Şerhinde de böyle denmiştir.
Ya da müşteri satılan şeyin (mebî'in) ba'zısını teslim aldıkda, tesHm alınana veya teslim almandan başkasına nıüstehık olsun, hepsini teslim alma suretinde, müstehak olan miktarda satış bâtıl olduğu gibi, ba'zısım teslim aldığı vakitte dahî teslim alman şeyde satış bâtıl olur.
Müşteri, o ba'zisına müstehlik çıkılan malın geri kalanında muhayyer kılınır. Gerek o ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etsin, gerekse /etmesin müsavidir. Çünkü tamâm olmazdan önce, istihkak sebebiyle müşteri üzerine satış pazarlığı (saika) ayrılmıştır.
Bir kiiin.se, bir evde meçhul bir hak iddia edip bir miktar üzere; meselâ, yüz dirheme anlaşsa (sulh olsa) [116] ve o evin bir kısmına müs-tehık çıkılsa, evin sahibi anlaşma (sulh) bedelinden bir şeyi o müd-deîden alamaz. Çünkü onun da'vâsı her ne kadar az olsa da geri kalanda olması caizdir. Ya da, o evin hepsine müstehık çıksa, ivazın hepsini geri verir. Çünkü, o müddeînin mâlik olmadığı ivazı almış olduğu anlaşılmıştır. Şu hâlde, ivazın hepsi geri verilir.
Eğ«r müddeî evin hepsini iddia edip; meselâ, yüz dirheme sulh olsa ve o evin bir kısmına müstehık çıkılsa, evin sahibi o hisse miktarını miiddeîden alır. Zîrâ sulh, yüz dirhem üzere evin hepsi için vâki' olmuştur. İmdi o evden bir şeye müstehık çıkınca, müddeînin o miktara mâlik olmadığı anlaşılır. Şu hâlde ivazdan hissesi miktarı hesabiyle geri verir.
Bir kimse dinarlara karşılık dirhemler üzerine sulh olup, o dirhemleri teslim alsa; birbirlerinden ayrıldıktan sonra o dirhemlere müstehık çıksa, dinarları geri alır. Çünkü bu sulh, sarf ma'nâsındadır.
Bedele müstehık çıkınca, sulh bâtıl olur. Şu hâlde, dinarlara rücû vâ-ctb olur.
Gâsıbdan satın alınan kölenin âzâd edilmesi, mâlikinin gâsıba kölenin »atılmasına izin vermesiyle, müşterinin köleyi âzâd etmesi caiz olur. Yâni fbir adam, bir köle gasb edip satsa, sonra müşteri onu âzâd etse, sahibi de gâsıbm satışına cevaz verse, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, caiz olur. îmânı Muhammed' (Rh.A.) e göre, caiz olmaz. Çünkü, mülksüz âzâd olmaz. Zîrâ, Resûlüllah (S.A.V.):
«Ademoğlunun mâlik olmadığı kölede, âzâd caiz olmaz.» buyurmuştur.
Mevkuf, mülk ifâde etmez. Eğer ifâde et.se, izin verme (icazet) vaktine müstenid olduğu hâlde sabit olur. Bu ise, bir bakımdan sabit ve bir bakımdan sabit değildir. Âzâd için musahhih olan mülk, hadîs-i şerifden dolayı kâmil mülkdür. İmânı A'zam iie İmâm Ebû Yusuf (Rh. Aleyhimâ) un delîH şudur: Mülk, mülkü ifâde için konulan mutlak tasarruf ile mevkuf olduğu hâlde sabit olur. İmdi âzâd, o tasarruf üzere tertîb edilmiş olduğu hâlde mütevakkıf olup, o tasarrufun nefâzı ile nafiz (geçerli) [117] olur. Râhinden satın alınan kölenin âzâd edil-.mesi gibi olur. Vârisin, borca batmış olan terekeden bir köleyi âzâd etmesi gibi, ki o vakitte âzâd salhîlı olur. Ondan sonra borcu ödeditede, nafiz olur.
Gâsıbdan satın alınan kölenin satılması, mâlik gâsıbın satmasına izin verse de, caiz olmaz. Çünkü, izin vermekle mal satıcı için sabit olur. O satıcı da birinci müşteri olup, mülk-ü bât (kesin mülk) ile sabit olur. Mülk-ü bât, başkasının mevkuf olan mülkü üzerine ânz olunca, onu ibtâl eder. Çünkü mülk-ü bât ile mülk-ü mevkufun bir yerde, bir araya gelmeleri imkânsızdır.
Bir kimse başkasının kölesini, emri olmaksızın satsa ve müşteri, satıcının veya kölenin efendisinin satışı emretmediğini ikrarda bulunduğuna delil getirse ve satılan şeyin geri verilmesini istese, kabul edilmez. Çünkü, da'vâda çelişme vardır. Zîrâ satıcı ile efendinin, kölenin satışına girişmeleri, satışın sıhhat ve geçerliliğini ikrardır. Zîrâ Müslüman olan âkilin hâlinden zahir olan, sahih ve geçerli olan akde mübaşerettir. Delü ise, sahih da'vâ üzere mebnîdir. Da'vâ bâtıl olunca, delîl kabul edilmez. Şayet satıcı, kölenin mâlikinin emri bulunmadığını, kâdî huzurunda ikrar ederse; eğer müşteri isterse, satış bâtıl olur. Zîrâ çelişme, ikrarın sıhhatini menetmez. Çünkü satıcı, o ikrarda müt-tehem değildir. Zîrâ bir kimse, bir şeyi ikrar edip ondan sonra inkâr etse, ikrarı fiahîh olur. Da'vâ, bunun aksinedir. Çünkü da'vâda mütte-hem (itham altında) dır. İmdi müşteri için satıcının ikrarı üzere müsâade etmek hakkı vardır. Bu durumda, ikisi arasında ittifak gerçekleşmiş olur. Bundan dolayı, müşterinin isteği şart kılınmıştır.
Bir kimse başkasının evini emri olmaksızın satsa, gasb ettiğini de i'tirâf etse ve müşteri inkâr etse, satıcı ödemez, Kenz'de denmiştir ki: Bir kimse başkasının evini satıp, müşteri de o evi kentli binasına katsa, satıcı ödemez.
Zeylaî (Rlı.A.) şöyle demiştir: Mes'elenin ma'nâsı şudur: Şayet bir kimse, başka bir kimsenin evini izni olmaksızın satsa, ondan sonra satıcı gasb ettiğini i'tirâf edip müşteri inkâr etse, satıcı evi ödemez. Çünkü satıcının iikrân, müşteri üzere tasdik edilmez. Evi alabilmesi için delil (beyyine)' göstermesi gerekir. Müstehık ki evin sahibidir delîl getiremeyince; telef, delîl getirmekden aczine muzâf olur. Yoksa satıcının akdine muzâf olmaz. Çünkü, gasıbın satışı caiz değildir. Bu izahla ma'lûm olur ki; «Müşteri, o evi kendi binasına katsa...» sözü tesadüfen söylenmiştir. Zîrâ binaya katmanın bu husûsda te'sîrj yoktur. Bundan dolayı, burada bu ibare terk edilmiştir. [118]
[1] Bu gibi cümleleri daha İyi anlayabilmek için, kitabın Arabca aslına bakılması gerekir. Ancak şu kadarım söyliyelim ki, Arabcada ismin başına gelen (Elif-Lâm); ya cinsin ta'ıfcfi için otur, ki buna «Cinsiyye» denir, ya da o cinsden ma'hûd olan bir hassanın ta'rîfi için olur ki, buna da «Ahdiyyc» denir. «Ahdiyye» de; «Ahd-i jîikri» ve «Ahd-i huzur!» kısımlarına ayrılır. (Tafsilât için, Câmiu'd-Dürûs'il-Arabiyye, cüz: î, s, 150'ye balcınız.)
[2] "Veeh: Sebeb; yüz, şekil, anlayış farkı, görüş gibi anlamlara gelir.
[3] Şirket-i mufâveze: Ortaklar arasında hem sermayenin* miktarı; hem de fayda ve kârdan payları eşit bir hâlde bulunup, hiç birinin fazla ticârete elverişli matı bulunmamak üzere akd edilen bir ortaklıktır. Mecelle, madde: 1331 hükmü de aynı mealdedir.
[4] Ka/îz; Hem mekîlât, hem de alan ölçüsüdür.
Mekllât Ölçüsü olarak; 12 sa' mikdârmaa bir ölçektir. O hâlde;
1 kafîz = 12x2. 917 kg = 35. 917 kilogramdır.
Alan Ölçüsü olarak; 144 zira' mikdân yerdir. 13u di», bir cerîb'in onda biridir. J cerib, 10,000 metre kare olduğuna göre;
, . 10.000
l kafiz =_= lıW)0 mctfe
[5] Meclis: Her hangi bir iş için toplanılan yer, toplantı yeri, toplantı dem«ktir.
[6] RisâleC: Bir kimsenin, tasarrufta dahli olmaksızın, bir kimsenin sözünü diğerine tebliğ etmesidir, O kimseye Reeûl (elci) ve o gönderen kimseye «Mürrîl» ve diğerine de «Mürseİ'utt-İlejh» denilir.
[7] Muhayyerlik (hıyar): İki Skidden birinin-veya ikisinin o akdi şu kadar gün içinde kabul veya fesih etmek üaere muhAyyer olmasıdır.
[8] Bk. Nisa sûresi, âyet; 29
[9] Mevkuf: Bir hüküm ifâde etmesi, meselâ; başkasına mülkiyeti müfid olması, başkasının izin ve icazetine muhtâc olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzûlî olarak satmak gibi ki, satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.
[10] Mübaşeret: Bir ijİ bizzat yapmak, bir şeyi bizzat meydana getirmek demektir.
[11] Rk. Bakara sûresi; âyet; 275
[12] Cüzâf ve mücâzefe: Götürü pazar demektir. Mecelle'nin 141 inci maddesinde de böyle ta'rîf edilmiştir.
[13] Safka: Satış sırasında, salısın kesinliğini bildirmek için elini karşısındakinin eline vurmak demektir. Akid ve sal iş anlamlarına da gelir.
[14] Zİrâ': Dirsek ucundan orta parmağın.ucuna kadar olan bir uzunluk ölçüsüdür. Türkçe'de buna «Arşın» denir. 75-90 santimetre arasında değişen şekilleri vardır.
[15] Teâtî ile satmak : İcâb ve kabulden asıl maksâd, iki tarafın nzâsıdır. Rızâ; kalbi bir şey olduğundan, îcâb ve kabul buna delâlet eder. »undan dolayı, bu rızâya delâlet eden teâtî (yâni fiilî değiş-tokuş) ile de bey' mün'akid olur, ki bu satışa «Teâtî ile bey'» denir. Bu satışa şöyle dört misâl verebiliriz:
a) Pazarlıksız ve lakırdısı/ olarak, müçteri akçeyi verip, Fırıncı da O'na ekmeği verse, her iki taraftan fiilî alıp-verme tahakkuk cimi* ve be>" mün'akid olmuş olur. b) (Müjşterî akçeyi verip karpuzu alsa, satıcı da görüp sussa, yalnız bir laraflan verme bulunmuş ve yine bey' mün'akid olmuş olur.
c) Müşteri, meselâ; buğday aîraak için satıcıya beş yüz kuruş verip ve «Şu buğdayı kaça satıyorsun » deyip, O da; «Kilesini yüz kuruşa» demesi üzerine müşterij sus-tukdan sonra buğdayı istediğinde sattci; «Yarın, veririm.» dese ve böylece aralarında îcâb ve kabul bulunmayıp, yalnız müşteri semeni vermiş bulunsa, yine bey' mün'akid olur. Halta bilâhare buğdayın kilesi yiizelli kuruşa çıksa veya yetmiş kuruşa düşse, satıcı buğdayın kilesini yüz kuruşa vermekten, müşteri de almaktan, kaçinamaz.
d) Müşteri, bir miktar etin; «Şurasından bana, şu kadar kuruşluk kesip tartıver,» deyip, kasap da oradan kesip tartsa, kasabın bu fiili de bey'i mün'akid olur, artık bundan kaçinamaz.
[16] Kirbâs: Ham keten bezi veya pamuklu bez demektir. Çoğulu «kerâbis» dır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiş, (muarreb) dir.
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 201-217.
[18] Merafık: Lûgatta, mirfek'in çoğulu olup, dirsek ma'nâsınadır. istilânda, bir şejin tamamlayıcılarından, müştemilâtından olup, kendisine ihtiyâç görülen şeyler, fayda demektir. Bir evin, su yolları gibi.
[19] Galak : Kapıya takılan kilittir, ki aıiahiarîii kilitlenir ve açılır.
[20] Şirb hakkı: Genel veya özel bir ırmakları bir (adayı, bağı veya bahçeyi veya hayvanları sulamak. İçin zamanı veya miktarı nıa'lûm, muayyen nasîbdir.
[21] Baki: Her çeşit sebzeye «baki» aıiı verilir. Lâkin ba'zı yerlerde sebzelerin iyisi, ene-cek durumda olanı demektir.
[22] Bâkıltâ: Bâkıllâ vejâ bâkılâ, baklagillerden yurdumuzun her t :ı rafı nda ekimi yapılan bir bitki; sebzedir. Tâ/csi ve kurusu veıur.
[23] Mütekavvim mal (Mâl-i mütekavvim): İki anlamda kullanılır. Biri, yararlanılması mubah olan şeydir. Diğeri de, ihraz edilmiş mal demektir.
İhraz: Mâliki olmayan mubah bir şeyi meşru' surette ele geçirmek anlamındadır.
Mütekavvim ise; lûgatta, zî-kıymet (kıymet sahibi) demektir. Meselâ : «Besmele ile kesilmiş koyunun eti, şer'an mubah, olduğundan bir mütekavvim maldır. Denizdeki balık, havadaki kuş ise, gayr-i muhrez bulundukça; gayr-i mütekavvim olup, bunlar avlanılmakia ihraz olunduğu zaman birer müıekavvim mal olur.
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 218-222.
[25] Şart muhayyerliği (Hıyâr-i şart): Âkitlerden birinin, veya her birinin, akdi muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek.hususunda muhayyer olmasıdır.
[26] Ta'yîn: Bu da bir çeşit muhayyerliktir. Kıyemiyyâttan olan ve bahâları ayrı ayrı beyân edilen iki veya üç şeyden dilediğini müşterinin almak veya dilediğini satıcının vermek üzere muhayyer olması, demektir.
[27] Bu muhayyerlik çeşitlerinin açıklamaları ileride kendi bâblannd.a gelecektir.
[28] Mümâtalc: Borcu, borcun vâdesini bugün, yarın diye uzatıp ertelemektir. Böyle hareket edea bir borçluya, «Medyûn-i münıâtil» denir. Borcunu Ödemeye gücü yettiği hâlde erteleyip, duran kimse demektir.
[29] Hafi (kapalı) kıyâs: İstihsân, demektir, istihsân ise; zahir kıyâsın hükmünü bırakıp, tç'sîr-bakımından daha kuvvetli olan gizli (hafî) kıyâsı kabul etme prensibidir.
[30] Celî (açık) kıyâs: Bir ?eyde sabit olan hükmün benzerin/ı -o hükmün İçtihadı İlletini taşıması halamından- diğer bir şeyde de bir re'y ve »ctihâd sonucu olarak izhâr etmektir, ,
[31] Ayb: Eksiklik, bir malın değerini düşüren kusur, demektir.
[32] Maslahat: Bir işin salâhına, hayriyetİne götüren ve sebeb olan şeydir. Karşıtı; «Mefse-det» dir.
Maslahat; Maslahat-ı Dînİyye, Maslahat-ı Dünyeviyye, Maslahal-ı Zarurîye, Masla-hat-ı hâcibe, Maslahat-ı Tahsilliye, Maslahat-ı Mürsele, Maslahat-ı Mu'tebere ve Maslahat-ı Merdûde kısımlarına ayrılır,
[33] B!kr: Kocaya varmamış olan kızdır. Çoğulu «Ebkâr» dır. Bİkr, hakikî ve hükmî kısımlarına ayrılır.
[34] Zî-rahra: Lûgatta, mutlaka karabet sahibi, demektir. Istilâhda : «Tertkcden sülüs, nı-bıı' gibi belirli payı almayan ve terikeyi asabadan olmak sifatıyle ihraz etmeyen her hangi karîb» demektir. Mahrem İse; karabetten dolayı nikâhı haram olan kimsedir.
[35] İbra: Bir kimseyi, bir da'vâdan, bir hakdan beri kılmak, onun hakkında da'vâda, hak talebinde bulunmakdan vazgeçmektir.
[36] İlzam : Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Müddeâ»aleyh!in İkrarı ürerine, aleyhine verilen hükme, «ilzam» denmesi yaygındır ki, bununla müddeâ - aleyh, mahkûmun -aleyh olmuş olur.
[37] Muâraza; Hasmın ileri sürdüğü deJîle taarruz etmeyip; yalnız bu delilin muktezâsma aykırı, nâkızını müsbit diğer bir delil Üeri sürmektir. Şöyleki: İki delilden biri, bir şeyin meselâ; caiz olduğunu, diğeri de câi? olmadığını İsbâtlasa, bir muâraza meydana gelmiş olur.
[38] Ayb muhayyerliği (Hıyâr-ı ayb): Dir şeyde mcvcüd blan bir kusurun akdden^ sonra 2w hûrundan dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malın zuhur eden kadîm aybından(yâni, satıcı elinde iken mevcüd olan kusurundan) dolayı müşteri için. sabit olan muhayyerlik gibi.
[39] Nâib (Niyabet): Nâib; vekil, demektir. Niyabet İse, vekîllikdir.
[40] Ruhsat: Kulların özürlerine mebni kendilerine bir kolaylık ve müsâade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şevdir. Yolculuk (sefer) hâlinde Ramazan orucunun tutulmaması g'tM.
Zorlanmış bir adamın, bankasının malını telef etmesi de bu çeşittendir ki, bu durumda, bu itlaf hakkında şer*j bir ruhsat bulunmuş olur. Bir olayda azîftct ile ruhsat bir araya gelince," azimet yolunu seçmek bir takva belirtisidir.
Azimet İse; kulların özürlerine mebnî olmaksızın ibtidâen meşru kılınan şeydir. ,
[41] Şuf'it «Şefi'» kelimesinden alınmıştır. Şefi' kelimesi lûgatta tek'in zıddı olan, çift anlamına gelir. Katmak ve toplamak anlamına da gelir. Bazı âlimler, şefaatten alınmıştır, demişlerdir. Çünkü bununla, şefaat eden ile hakkında şefâal ulunan kimse birleşmiş olur. Nitekim Peygamberin (S.A.V.) şefaati ile günahkârlar, âbidier zümresine katılıp onlar ile çift bulunmuş olacaktır.
istilânda İse: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan veya o hükümde olan bir malı müşteriye veya kendisine hîbe edilene her kaça mâl otmuş İse, o miktar ile müfteriden veya satıcısından veya mevhûbun lehtlen cebren alıp temellük etmektir. Böylece şuf'a sahibi, malı mülküne katmış olur.
[42] Rıtl: i30 dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür, 4.17.45 gramdır.
[43] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 223-235.
[44] Alcnçt Nişan ve alâmet anlamına gelir. Değerli bezlere vurdukları damgaya giyeceğin alemi, nişâiu, denir.
[45] Miisâveme; Bir malın bahâsını konuşup, kararlaştırmaktır.
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 236-241.
[47] Ayb muhayyerliği (hıyâr-i ayb): Bir şeyde meveûd olan bir kusurun akdden sonra zuhurundan dolayı âkidlerin biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malm zuhur eden kadtm aybmdan (yâni satıcı elinde iken mevcûd olan kusurundan) dolayı, müşteri İçin sabit olan muhayyerlik gibi.
[48] İkâle": Lügatte, ref ve ıskat ma'nâsınadır. Istjlâhda: Bir akd-i mahsûsdur ki;
ettim, kabût eyledim.» gibi îcâb ve kabul ile yapılır. Bununla satış ve icâre gibi herhangi bir akid, ref ve izâle edilir.
[49] Leff-u neşr: Edebiyatçılara göre, ma'nâya âid edebî güzelliklerdendir. İki veya daha çok isim veya sözcük yazdıktan sonra onların her birine âid sıfat veya fiilleri ayrıca sıralamaktır. Bu da, ya tafsîien olur veya içmâlen olur.
İlk sözcüklerin tafstlen veya icmâlen zikredilmesine «leff» denir. İlk zikredilen sözcüklere râci olan ikinci sözcüklere İse, «neşr» denir.
Tafsili de iki çeşittir: Çünkü neşr, ya leffin tertibine (sırasına) göre olur. Meselâ neşrden birinci kelime leffden birinci kelimeye,. ikinci kelime de leffin ikinci kelimesine âid olmak üzere leffin tertibine (sırasına) göre olur. Diğerleri de bu te'rtîb üzere bulunur. Nitekim Allah Teâlâ (Ç.C) nın şu âyetinde olduğu gibi:
«Allah'ın rahmetindendir, ki sizin için geceyi-ve gündüzü, içinde dinlenmeni* ve farf-u kereminden nzık aramanız için yaratmıştır.» (Kasas sûresi; âyet: 73) Allah Teâlâ (C.C.), bu âyette gece ve gündüzü tafsil üzere zikretti. Sonra geceye mahsûs olan «tçin* de dinlenmeyi» ve gündüze mahsûs olan «Allah'ı» fazl-u kereminden nzık aramayı» tertîb üzere sıraladı. " '
Va da neşr, leffin tertibine (sırasına) göre olmaz. Bu da, iki çeşittir: Ya neşrden birinci kelime, leffden sonuncu kelime için ve ikincisi de sonuncudan bir önceki leİn olur ve bu tertib üzere devam eder. Buna tertibi tersine olan (maTfûs'ut-tertîb) denir. Nitekim Allah' Teâlâ (Ç.C.) nın şu âyet-i kerimesinde olduğu gibi:
«Peygamber ve O'nûnla beraber olan mü'minleri Allah'ın yardımı ne zaman diyordu. İyi, bftinki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır.» (Bakara sûresi; âyet: 214) Ba*n âlimler: «Allah'ın yardımı ne zaman» kavli îmân edenlerin sözüdür. «îyİ bİünkİ Al-lahın yardımı şübhesiz yakındır.» kavli de Peygamberin sözüdür, demişlerdir.
Ya da, hiç bir tertib gözetilmez. Buna da, tertibi karışık olan (muhteiit'ut-tertîb) adı verilir.
İcmâliyc misâl ise, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu âyet-i kerimesidir: «Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremeyecek dediler.» (Bakara sûresi; âyet: 111) Yâni: «Yahudiler: Yahudi olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler.» demektir.
Yahudi ve Nasârâ arasında İnâd sabit olduğu için iki sözün arası leff edildi. Ba'zi âlimler demişlerdir ki: îcmâl ba'zan neşrde oîur, leffde olmaz. Meselâ, Önce bir kaç kelime veya. söz söylenir sonra bu bir kaç kelime veya söze şâmil olan bir kelime v$yâ söz getirilir. Meselâ, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu sözünde olduğu-gibi: «Beyaz lpük, siyah îplikden tan yerinde (fecr-İ sâdıkda) sizce ayırd edilinceye kadar, yiyin içim» (Bakara sûresi; âyet: 187) Ebü Ubcyde'nin sözüne göre, siyah iplik (hayt-i esved) den murâd, fecr-i kâzibdir, gece (leyi) değildir. -(Bu âyetlerdeki edebî incelikleri daha iyi anlayabilmek İçin âyetlerin -Arabca asıllarına bakmak faydalı olur. Biz sözü daha fazla uzatmamak için sâdece meallerini koyduk.)
Zemahşerî demiştir ki: Allah Teâlâ1 (C.C.) nm :
«Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rrak aramanız O'nuo varliğınm b*h gelerindendir.» (Rûm sûresi; âyet: 23) kavl-i şerifi leff bâbmdandır. Zemahşerî'ye göre, bunun takdiri judur: .
demektir. Ancak AUah Teâlfl (C.C.):arasını Ue ayırdl* CUnkü gece ve gündüz İki zaman>
dır. Zaman ve onda vâki olan şey, ittihâd üzere leff'in ikâmesiyle beraber bir tek sey Sibi olur. tgte bu da, lef fin bir btt$ka çeşididir. (Keşşâf-u latilâhât'il-Fünûn, ^c : 2)
[50] En'âm sûresi; âyet: 158
[51] Bey-4 betât: Kesin (kat'î) satış demektir. Ba'zi âlimlere göre; Muhayyerliklerden mutlak olan satıştır.
[52] Âdil Doğru .güvenilir, yapılması gereken şeyleri yapan, adaletle muttasıf kimse demektir. Adaletle muttasıf olan böyle bir zâta mübalağa maksadıyla (adi) de denir. Bunun zıddı; zâlim, fâsık, haksızlık yapan kimsedir.
[53] Ntıkûl: Yemînden nukûl etmek: Bir müddeî veya müddeâ aleyhin kendisine yöneltilen ve teklif edilen yemini yapmakdan kaçınması, çekinmesidir, BöyJe yemîn etmek4en kaçman kimseye «nâkil» denir.
[54] Mecelle madde 88'de; «Külfet nVmete ve ni'mct külfete göredir.» şeklinde ifâde edil-aüfür.
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 242-255.
[55] Fâsid. bey1: Esasen sahih olup vasfı bakımından sahih olmayan, yâni; zâten mün'akid olup da ba'zı dış nitelikleri bakımından meşru olmayan satıştır. Semenin, gayr-i mütekav-vim bir mal olması gibi.
[56] Bâtıl bey1: Kendisinde in'ikâd şartlan tamamen veya kısmen bulunmadığı İçin asla sa-hîh olmayan satıştır ki, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâje gibi mütekavvim -olmayan bir şeyi satmak gibi.
[57] Mevkuf bey': Başka şahsın hakkı taalluk, edip geçerli olması, o şahsın iznine bağlı bulunan satıştır. Bey'-i fuzûlî
gibi. Fuzûlî ise, başkasının hakkında, onun izni olmaksızın tasarrufda bulunan kimsedir.
[58] Sahîh bey*j Zâtı ve vasfı bakımından meşru olan-satıştır ki, buna (câU olan satış) da denir. Zâten meşrûiyyet, *îcâb ile kabulün meşru surette birbirine bağlanması ile husule gelir. Vasfen meşrûiyyet ise âkidlerin rızâları İle ve semenin bilinmesiyle gerçekleşir.
[59] Meyte: ölmüş insan ve davara denir. Ba'zi âlimlere göre, meyte, boğazlanmamış, murdar olmuş davara denir. Diğer bir deyimle: Meyte, İslâmt şartlara uymadan ölmüş veya Öldürülmüş hayvan demektir.
Molla Husrev'in açıklamasına göre: Meyte: Kendi düşüp, eceliyle ölen hayvandır. Meyyite ise: Kendi düşüp, eceliyle ölmeyen hayvandır. Meselâ, mevkûze yâni, değnekle vurulup öldürülen hayvan gibi. Nitekim, ilende gelecektir.
[60] Sevm-i şirâ: Sevm, taleb anlammadır. Sevm-i şirâ: üir kimsenin, bir malını satılığa, çıkarması, arzetmesi ve satılacak bahâsını belirlemesidir ki. buna (Sevm'ul-Bâjİ') denir. Bir malı, şu kadar bahâ ile satın almak istemek
anlamına da gelir, ki buna da (Sevm'ül-Müşteri) denir.
«Sevm-i nazar» da, satın alınması istenilen bir malı görmek veya başkasına göstermek üzere satın alacak kimsenin istemesi demektir. Böyle satın alma ist eğinde bulunana (müsavim -bi$'§irâ>, bakmak İsteğinde bulunan kimseyi; do (müsavim -huTıuzdr) denilir. Bunlara (bayi' ve müşteri) denilmesi mecazdır.
[61] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 256-260.
[62] Domuzlan: Kınkanatlılardan; mavi, siyah, sun karışımı, alaca renkli ;ığıh hır bocekdir. Taşların allında veya kır yerlerde döküntüler içinde küçük gruplar hâlinde aşarlar. İlginç bir savunma kabiliyeti vardır-: Anüs'ünden aşındırıcı ve çok uçucu bir sıvı fışkırtır. Bu salgı, düştüğü deride yanık hissi uyandırır, ilmî adı; Bradıymış crepitans'dır.
[63] Akçe deyimi, lisânımızda nakid, parn, meblâğ, senet anUıiul.tnııa yddisı gibi, v.tlui>I<;
kullanılmış küçük gümiiş sikke anlamında da kullanılır. Bir U*se -i (et e. hışuı/ kurı:>
demektir. Akçe, ilk önce Sullan Ortıan Uırafındmı H ıy (M l'UM târihindi- BurvTda darb edilmiştir.
[64] Mesti hakkı: Bir evin vea başka bir yerin, ıiış.ın>a, >aııi; b.ışk.iMiıııı mülküne mi>u Ve seli akmak ve damlamak liakkn.hr. Mesih suyun aktığı, geçip gİtliği yerdir. Sel v.ı-lağı da denebilir. Tcsbîİ ise, akılmak anlamında kullanılır.
[65] IMürûr hakkı: Başkasının mülkünden bîr kimsenin >;ı!tıız geçmek hakkıdır. Hu. «mti-L-errcd haklar» daıuîır. Düşürmekte iâkıl otur.
[66] Nevruz; Aslen Farsça bir kelimedir. «Yeni» demek olan (nev) e «gün» demek olan , (rûz) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Arabcaya «Nîrü/»" olarak geçmiştir. Nevruz, Güneş'in kuzu (Koç) burcuna girdiği çiin'dür ilkbahar başlangıcı ve Celâli takvimine göre yilbaşıdır.
[67] Mihrecân : Farsça bir kelime olup asiı «Milıigân» dır. Arabcaya «Mihrecâıı» olarak geçmiştir. Sonbabar aylarından «Eylül» ayının bir günüdür. Rivayet edilir, ki Feridun Şâh, Dahlıâk'e karşı bu günde zafer kazanmış, bu sen'ebden onu i'tibâr edip, bu günü yılbaşı yapmışlardır.
[68] Dehâkîn : Dihkâk veya dühkâıûn çoğuludur. Aslı Farzca uhıp. Arabcaya geçmiş (mu-arreb) dir. Bölge reisi, mıntıka âmiri, iklim reisi, muhtar ve vali a!ilaml;ırma gelir. Mal ve akar sahibi anlamına da gelir.
[69] Tedavül; Tiden ele gezme, <iohışm;ı, kullanılma, alınıp verilme giht anlamlara gelir.
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 260-269.
[71] Fekk-t rehn: Rehni izâle etmek, borcu verip merhûııu rehinlikıîen kurtarmaktır. (Fü-kûk), (iftikâk) da, rehni kurtarmak anlammadır. (Fikâk) da, hem rehni veyâ esiri kurtarmak anlammadır, hem de kurtarmaya sebcb olun şey demektir.
[72] Ribh: Fayda, kâr demektir. Meselâ; yüz kuruşa alınan bir mal, yüzon kuruşa sa[ıls:t, bu on kuruş ribh olmuş olur. Çoğulu; «Erbâh» dır. İrbâh da, bîr maldan kâr sağlamaktır.
[73] Şefi': Satılan veya ivazla hîbe edilen akarda şuf'a hakkı olan, yâni o akara temellüke yetkisi bulunan kimsedir. Satılan akarda payı olan veya o akara akarı bitişik bulunan kimse gibi.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 269-274.
[75] R«şîd (rüşd): Rüşd, din ve dünyâ seiâhıdir; dine ve dünyâya zarar verib vermeyecek şeyîeri bilmektir. Hakk'a, Kur'ân'a da «Rüşd»> ilenir. «Reşed», hayır, rahme!, hidâyet demektir, «Re§âd» kuvvetli akıl sahibi olmaktır. Malını muhafaza hususunda tekayyüd ederek sefâhattan, savurganlıktan kaçınan kimseye (Reşîd) denir. İşlerini güzelce idareye muktedir surette baliğ olan kimseye de (Reşîd) adı verilir.
[76] Ecîr: Bir işi yapmak için kendisini kiraya veren kimsedir. İki kısma ayrılır:
a) Ecîr-i hâs: Yalnız müste'cİriııe işlemek üzere tutulan ecirdir. Aylıklı hizmetkâr feîbi. Buna, «4Ecr-i vahd» de denir.
b) Ecr-i müşterek : Müste'cirindcn başkasına işlemek şanıyla bağlı olmavan ecirdir. Hammâl, terzi, saatçi, iskele kayıkçısı, köy çobanı gibi. Böyle bir kimse, başkasına bil-fiil İş görmese de yine müşterek ec$? sayılır. Çünkü, bu İşi görmeye yetkisi vardır.
[77] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 274-276.
[78] Allah Teâlâ (C.C) Cum'a sûresinin 9. âyetinde söyle buyuruyor :. Meale» :
«Ey îmân edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınız (yâni ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı zikretmeye gidin (sa'y edin). Ahş-verijJİ bırakın.,...»
Bu âyette geçen (sa'y) i müfessirler (Itcmcıı gidin) diye tefsir etmişlerdir. (Ebu's-Suûd, Nesefî)
Râgib Isfehânî'ye göre; Sa'y'den murâtl, koşmak değil hızlı >ürümektir. (Müfredat)
Elmalı'Iı Tefsirinde de bu konuda şöyle denmektedir:
«Burada sa'yden maksad, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeğe çalışmaktır. Telâş ile koşarak gitmek demek değildir.»
«Cum'a günü namaz için çağrıldığınız /aman» elan murâd; Cum'a günü okunan ezandır. Ancak bunun iç ezanı mı yoksa dış ezanı mı olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda Elmalılı Tefsirinde şu ma'Iûmât nakledilmektedir:
«Peygamber (S.A.V.) zamanında Cum'a için birinci nida hatîb minbere oturduğu zaman Mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikinci ezan da hatîb inerken edilen ikâmet idi. Hz. Osman zamanından beri tekarrür etmiş oian icmâ' ve teamüle nazaran da birinci nida Cum'a vaktinin girmesiyle okunan dış ezanı, ikinci nida hatib minbere oturduğunda okunan iç ezanı, üçüncüsü de kâmet'tir. Bu âyette (Çağrıldığınız zaman) demekten murâd ilk okunan ezan olmak lâzım geleceği aşikârdır. Çünkü birinci ezan okununca nida, yâni Zikrullâha sa'yin şartı olan çağırılma vâki olmuş olur. Fakat birinci ezan hangisi i'tibâr edilmeli? Ba'zı âlimler Peygamber (S.A.V.) zamanındaki birinci ezanı nazar-ı ftibâra alarak şa'yin viicûbu hatibin minbere oturduğu zaman okunan ezan ile başlıyacağına kail olmuşlardır. İlk bakışta bu pek uygun gibi görünür. Lâkin Kenz Şerhi Bahr-i Râik'de ve Tenvîr'ul-Ebsâr'da ve sâirede beyân olunduğu üzere Hanefîyyece esah olan şudur ki, bu vücûb ilk okunan dış ezânıyla başlar. Çünkü Cum'-aya nida, da'vet bununladır. Fetâvây-ı Hİndiyye'de mes'eleyi şöyle nakleder: Sa'y ve terki bey1 birinci ezan ile vâcib olur. Tahâvî demiştir ki: Minber ezanı sırasında sa'y vâcib ve bey mekruh olur. Hasan tbn-i Ziyâd da demiştir kî: Mu'teber olan minaredeki ezandır...»
Hmah'lı Tefsiri. (Hak Dini, Kur'ân Dili). Elmah'lı Hamdi Yazır, c. 6, s. 4963)
Dürer'in birinci cildinde (c. 1, s. 247) Cum'a Namazı Bâbı'nda Molla Husrev; dış ezanını birinci ezan ve iç ezanım ikinci ezan kabul ederek sa'yin birinci ezan ile vâcib olduğunu ve esah olan kavlin de bu olduğunu kabul ediyor ve:
«Eğer musallî, ikinci ezan vaktinde gitmeye yönetse, hutbeden Önce sünneti kılma* ya ve hutbeyi dinlemeye imkân bulamaz. Belki onun Cum'ayı kaçırmasından korkulur.» diyoi
[79] Vaîd: Cezasını söyliyerek fenalıktan korkutmak, vıktırinak demektiı
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 276-279.
[81] Mceelie'riİn 190. maddesinde; «Âkıdeyn ba'dei-akd rızâlanyla bej'i ikâle edebilirler.» şeklinde ifâde edilmiştir.
[82] Mecelle, madde 191 hükmü şöyledir: «Bey' gibi (ikâle) dahi îcâb ve kabul iie olur.»
[83] Mecelle, madde 193'de de söyle denmiştir: «Bey gibi i kalede dahî ittilıâd-ı meclis la-. zımdır.»
[84] Deyn-i müeccel: Bir müddetle ertelenmiş olan burçtur. Bir yıl nıûılıktk istikraz edilen para gibi.
[85] Mecelle, madde: 196 hükmü de
«Semenin telef olması ikâlenin sıhhatine mâni değildir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 280-283.
[87] Murabaha: Bey'i murabaha; bir kimsenin almış olduğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu söyliyerek, ondan ziyâde bîr semen ile başkasına nzâsıyle salmasını.
Tevliye: Bey'i tevliye; bir kimsenin atmış olduğu bir inalı, kemlisine k-.^.ı mâl olmuş ise, onu söyliyerek, tanı o kadara satmasıdır.
Vadîa (vazîa): Bey'i vadîa; bir kimsenin, bîr malı kendisine kaça mâl olduğunu söyliyerek ondan eksiğine salmasırtır.
[88] Adediyyât-ı mütckâribe: Bireyleri ve tenleri arasında kıymetçe önemli fark bulunmayan ma'dudâttır, ki hepsi de misliyyâttandır. Ceviz e yumurta gibi.
[89] MİslE: Çarşı ve pazarda bahâsının İhtilâfını gerektiren bir fark bulunmaksızın misli, yâni kendi gibisi bulunan şeydir.
[90] Kıyemî: Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya bulunsa da fiyatça farklı ulan şeydir. Yazma kitaplar, hayvanlar, karpuz ve kavun gibi meyveler bu kabilden dir.
[91] Simsar: Satıcı ile müşteri arasında, malı satmak ve pazarlık etmek için aracılık japan kimsedir. Salıvermesi için, dışarıdan kendisine arpa ve buğday gibi şeyler getirilen kimseye de simsar denir. Zamanımızda buna komisyoucu, derler.
[92] Dellât: Alışverişte aracılık eden kimse, satılacak; bir şeyi yüksek sesle satan adam, demektir.
[93] Mudârİb: Şirket-i mudârebe, bir tanıfclan sermâye, diğer tarafdan çalınmak ve iş ul-', mak üzere akd edilen bir çeşit ortaklıktır. Sermâye sahibine (rab&'iil-nıâl) yâni mal sahibi, çalışan işçiye (âmile) de, «mudârib» denilir.
[94] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 284-289.
[95] Bakara sûresi; âvel : 275.
[96] Bakara sûresi; âyet: 275
[97] Garar: Akıbeti bilinmeyen, yâni sonu ma'lûaı olmayan şeydir.
Resûlüllah (S.A.V.): Sonu nıa'lûm olmayan işeyin satılmasını yasak etnıiştîr. Meselâ; sudaki balığı,
havadaki kuşu satmak gibi.
[98] i'mâl: Fıkıh usûlüne göre; ihmâi etmeyip söze bir ma'nâ verme; yürürlüye koyımık. amel ettirmek.
[99] Mukâyaza: Bey'i mukâyaza; nakit kabilinden olmayan bir aynı diğer bir ayn ile, yâni; altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile mübadele etmektir ki, buna lisânımızda değiş-tokuş «Trampa» denir. Bir kitabı, diğer bir kitabla değişmek gibi.
[100] Hulu': Nİkâh mülkünü zevcenin kabulüne bağlayarak özel lâfıAırdan. birile nrtaılan kaldırmaktır. Muhâlea. İvaz karşılığında olup olmamak hakımmıhut iki kısımdır. Mutlak olarak hııju' denildiği zaman, şer'an bir örfî hakikat olarak n .*/ k;u?ı!ı;jııul;ıki mu-lıâleaya masruf olur. Hulu' için verilen bedele, «Hulu' bodeîi» denir
[101] Budu' (buzu'): Nikâh anJamınadır. Kadının tenasül uzvuna <i;ı ıilâk olunur.
[102] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 290-295.
[103] Ribâ: Şiddetle yasak edilen fâsid alls-verişlerdemiir.- Liigat'tan anlamı; ziyâde demektir. Fukahânm ıstılahında isa: Bir cinsden olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyâdedir, ki bu gün buna'«faiz» diyoruz. Ribâ; «Ribe'n-ncsîc» ve «Itibc'i-fadl» olmak üzere iki kısımdır. Hatifi Şâfiiler buna «R'ibetf-ycct* adiyle üçüncü bîr çeşidi eklemişlerdir.
" * Ribe'n-nesie: Ziyâdesi geç ödemeden, yâni bir müddetten ibaret olan ribâ'dır. Kışın bir Ölçek buğday vererek, Güzün onun karşılığında bir buçuk ölçek buğday almak gibi. Dundaki yarım ölçeğin karşısında satılık bîr mal yoklur; o yalnız beklediği müddetin karşılığıdır. Bundan dolayıdır ki bu ribâya, «Erteleme fâi/İ» anlamına «Ribe'n-nesie» denilmiştir.
* Ribc'I-fadl «Va'desİz Faiz» : Karşılığında hiç bir şey bulunmayan ziyâdedir. Bunda müddet filân yoktur."Bir ölçek buğday vererek bir buçuk ölçek buğday almak ve teslim - tesellüm işlemini yaparak işi kesinleştirmek gibi. Oniki mıskal ağırlığında işlenmemiş altını vererek, on miskal ağırlığında işlenmiş bir alım almak da böyledir. '
* Ribel-yed: Bİr cinsden iki şeyi teslîm ve teseliümsüz satmaktır. Buğday ile buğdayı satmak gibi:
Ribe'n-nesîe'njn hükmü: Ribe'n-nesie'nin haram olduğu hususunda İmamlar arasında ihtilâf yoktur. Onun büyük günâhlardan sayıldığı münâkaşa götürmez bir hakikattir. Bu cifte t, Kftâb, Sünnet ve femâ-i Ümmet ile sabittir.
Rİbo'l-fadFın hükmü: Va'dcsiz faiz demek olan bu işlem dört mezhebe göre haramdır. Sahâbe-i Kirâm'dan ba'zılarının bunu tecvîz ettîği, hal tâ İbni Ahbâs (R.A.") nın da bunlar arasında bulunduğu rivayet edilmişse de sonradan bu fikirden döndüğü ve ribe'I-fadl'm* haram olduğunu kabul ettiği kesinlikle sabit olmuş bir -gerçektir.
(Şeamet Yolları, Alımed Davııdoğlu C: 3. S. 70-741
[104] Bakara sûresi; âyel: 28.1
[105] Za'ferân : Safran, süaengillerden küçük bitki ve boya olarak kullanılan kokulu tepeciğidir. (Fazla bilgi için; C. 1, S. 284'e bakınız.")
[106] Biftman (Menn): Menıı, iki rıt! ağırlığında, âni: 260 dirhemlik bir olcudur. Dört nıenn, bir sâ'dır. Menn'e Türkçe'de «Batman» dü denir. Batman; 7 kilogram, 697 gram, 670 miligramdır.
[107] Sancat: «Sance» nin çoğuludur. «Sance»: Terazide tartı ivin kuH.ından Uısiır. Diğer bir deyimle, terazide kullanılan ağırlık ölçüsüdür.
[108] Mt'yâr: Bir şeyin değerini, saflık derecesini anlamak için kullanılan âlettir, Mizan, terâzî, ayar mikyası, ölçü anlamlarına da gelir.
[109] Fels: Bakır para, ufak akçe, pul demektir. Pwl ise, lıesab ve fersiz ıstüâhıncu; bir akçanın üçde veya dörtte biridir. Mullaka paraya, mangıra ve yuvarlak tna'den parama (la «pul» denir. ' '
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 296-304.
[111] İstihkak: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin bir şahsa âid bir hak olduğunun ortaya çıkması anlamına gelir.
[112] Ulûk; Bİr şeye ilgili olmak, iki şey arasındaki sadâkat veya husûmet. Gebe kalmak. Rahim gibi, oğJan yatağı denilen mahal.
«Alûk» da, arzu ve süt anİamınadır. Ölüme ve dâhiyeye de alûk ve alûka denir.
«Alâka» da, bir şeye sevgi veya husûmet sureliyle olan bağhlık ve ilgidir. (Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyyc Kâmûsu, Ömer Nasûbî Bilmen, c. 2, s. 396)
[113] Sicil: Kendisine nikâha, talâka, vakfa, İkrara, satmak ve satın almaya ve diğer hukukî muamelelere dâir mahkemede cereyan eden ifâdelerin ve hükümlerin zabt ve tahrîr edilmiş olduğu defterdir. Çoğulu; «Sîcillât» tır. Hâkimin verdiği hükme de, «Tescil» denilmektedir. Çünkü bu hüküm, bîr sicİie kayd edilmektedir,
[114] Mahzar: Kendisinde iki hasmın arasındaki ikrara, inkâra, be>7İneye veya yeminden kaçındığına binâen verilen hükme dâir carî olan şeylerin iştibâhı kaldıracak biçimde yazılmış olduğu mahkeme defteri veya tutanaklardır.
[115] Sak: îlâm, hâkimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu husûsdaki hükmüne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır. Çoğulu; «Sukûk» dur.
[116] Sulh: Istılâhda; iki tarafın, yâni müddeî ile müddeâ aleyhin aralarında rızâları iie çekişmeyi ortadan kaldıran ve yok eden bir akdden ibarettir.
[117] Nafiz: Başkasının hakkı tealluk etmeyen, meselâ; icazetine mevkuf bulunmayan muameledir. Şartlarını ve rükünlerini cami olan bîr akd, bir akd-i nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak i'tibâfiyle lâzım ve gayr-i lâzım kısımlarına ayrılır. Karşılı; «Gayr-f nafiz» dir.
(Hukûk-ıı tslâmiyye ve UtılâhîU-ı Pıkhiy>e Kânunu. Ömer Nasûlıt Bilmen, c 1. s. .'5)
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 305-314.
İstihkak [111] iki çeşittir: Birincisi, mülkü bâtıl kılar. Yâni, mülkü bütünüyle ortadan kaldırır. Öyle ki, onun üzerinde bir kimse için temellük hakkı kalmaz. Aslî hürriyet; âzâd ve azadın çeşitleri olan tedbîr, kitabet ve istîlad gibi.
İstihkakın ikinci çeşidi; mülkü bir şahıslan, bir şahsa nakleder. Mülke istihkak ğiıbi. Meselâ Zeyd, Bekr'in üzerine; «ıBekr'in elinde olan köle benim mülkümdür.» diye iddia edip delil getirmekle mülke müs-tehik olur.
İstihkakın her iki çeşidi bir cihetten birleşir. Bir cihetten, birbirinden ayrılırlar. Üzerine hak iddia edilen şey ile o şeyi kendi tarafından temellük edip satıcılara tnüstehik yapmakta birleşirler. Hattâ satıcılardan biri, mutlak mülkle hak edilen bir mal üzerine da'vâ açıp beytyine getirse, beyyinesi kabul edilmez.
Ayrıldıkları cihet de şudur: Birinci çeşit, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını îcâb eder. Akdlerin her birinin münfesih olmasında, kadının hükmüne ihtiyâç yoktur. Bu, bü'ittifak böyledir.
Musannif buna şu sözüyle tefri' yapnnıştır: Satıcıların her biri için, o malın satıcısı üzere rücû etmek hakkı vardır. Velev ki, kendisine rücû hâsıl olmasın. Her ne kadar kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) üzere hüıkmolunmasa da, o satıcı da kefile rücû eder. Çünkü ba'zısının dönmesinin, kadının hükmüne bağlı olması, ancak akdin eseri bakî olduğu vakitte olur. O eser de nıülkdür. Nitekim, ikinci çe-şidde olduğu gibi. Akdin eseri bakî kalmayınca kadının hükmüne ihtiyâç duyulmaz. Keza hürrün bedeli mülk değildir. İmdi bir mülkde, iki semen bir araya gelmez. Mülkle istihkak, bunun aksinedir. Nitekim, yakında zikredilecektir.
Aslî hürriyetle hüküm, tütün insanlar için hükümdür. Hattâ hiç-bİT ferdin mülk da'vâsi dinlenmez. Keza, âzâd ve âzâdm çeşitleri ile hüküm de böyledir. Çünkü hürriyet, Allah Teâlâ' (C.C.) mn hakkıdır. Hattâ hür insanın, kendi nzâsı ile köle yapılması caiz olmaz. İnsanların hepsi, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn haklanın isbâtta, Hak Teâlâ' (C.C.) dan niyabetle dadacıdırlar. Çünkü insanlar, O'nun kullan ve yeryüzünde halîfeleridir. İmdi insanlardan bir ferdin hâzır olması, hepsinin hâzır olması gibidir. Mülik bunun aksinedir, ki mülk hassaten kulun hakkıdır. İmdi hâzır, gâifoden hasım nasb olunmaz, çünkü hâzırın hasım nasb olunmasını îcâb eden şey yoktur. Ancak bir hâzır, o mülkü gâib yönünden kabul etmiş olursa, gâib kimseden hasım nasb olunup, o gaibin, hâzır gibi üzerine hütkmolunur. Çünkü mülkün birleşmesi sebebiyle hükmün eseri ona geçmiştir. Bir olayda, bir kimsenin aleyhine hüküm verilse, bu cihetle o kimsenin lehine hüküm verilmiş olmaz.
Târihi! olan mülkde ise, hüküm o târihten f t ibaren herkes üzerinedir. O târihdcn önce hüküm yoktur. Yâni Zeyd, Bekr'e; «Sen, benim kölemsin; ben, sana mâlik olalı ıbugün beş yıl oldu.» dese, Bekr de; «Ben, Bişr'in kölesi idim, Bi§r bana mâlik olalı bugün -altı yıl oldu. Mezkûr Bişr, beni âzâd etti.» deyip, müddeâsını Zeyd'e karşı isbât etse, Zeyd'in da'vâsı savulmuş olur, yâni düşer.
Bundan sonra Amr, Bekr'e; «Sen .benim kölemsin; ben, sana mâlik olalı yedi yıl oldu. Şimdi de sen, benim mülkümsün.» deyip, Bekr'e arşı müddeâsını isbât etse, Amr'm şâhidleri kabul edilir ve Bekr'in hürriyetine dâir hüküm fesh olup, Aıur'ın mülkü sayılır.
Şu da bunun üzerine delâlet eder ki: Kâdîhân (Rh.A.), «Ziyâdât Şerhi» nde, Alışverişler (Büyü') Bölümünün başında mes'eleyi hak-kiyle tahkik ettikden sonra şöyle demiştir: Böylece, bu babın mes'ele-leri iki kısım olmuştur. Birincisi, mutlak mülkde âzâddır. Bu, aslın hürriyeti menzîlesindedir. Bunun üzerine verilen hüküm, bütün insanlar üzerine hükümdür. İkincisi, tarihli olan mülkde âzâd ile hükümdür. Bu da, târih vaktinden i'tibâren bütün insanlar üzerine hükümdür. O tâlinden önce hüküm olmaz. Bu; hatırında olsun. Zîrâ meşhur olan kitablarda bu fayda yoktur.
İstihkakın ikinci çeşidi, akdlerin münfesih olmasını îcâb etmez.
Yâni zahir rivayette, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını gerektirmez. Çünkü ikinci çeşit, mülkün bâtıl olmasını îcâb etmez.
İstihkâkdan ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere: hükümdür. Hattâ iddia olunan mal, zi'1-yedin elinden alınır. Yine zi'1-yedin mülkü, vasıtasız veya vasıtalı olarak kendisinden aldığı kimse üzerine hükümdür. Mahkûmun aleyh oldukları için onlardan mülk da'vâsı dinlenmez. Bu söz; «Bu ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür... ilâh» sözü üzere tefrî'dir. Belki, üretmek (nütâc) da'vâsı dinlenir. Meselâ; satıcılardan biri üzerine semen ile rücû olunduğu vakitte; «Ben, semeni vermem, çünkü müstehık yalancıdır. Zira satılan mal benim mülkümde üredi veya vasıtasız veya vasıtalı satıcının mülkünde üre-di.» demesiyle, satıcının da'vâsı dinlenir. Eğer isbât ederse, hüküm bâtıl olur.
Ya da, «Ben, semeni yermem, çünkü ben mebî'i müstehıkrîan satın aldım.» demesiyle mülkü müstehikdan almış olursa, bunun da da'vâsı dinlenir. Şayet müşterilerden biri satıcısı üzere semenle rücû etmek (yâni semeni geri almak) istese, tekrar delîl (beyyine) getirmesine hacet olmaz. Bu söz de; yukarda geçen «İkinci1 nevî ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür.» sözüne tefrî'dir. Lâkin müşterilerden bir ferd, kendi üzerine rücû edilmedikçe, satıcı üzere rücû edemez. Hattâ sonuncu müşteri onun üzerine rücû etmedikçe, ortadaki .müşteri İçin satıcıya rücû caiz olmaz.
Hüküm giyen kimsenin, (mahkûmun aleyh) kefîl üzerine, mek-fûlün anh aleyhine hüküm verilmezden önce rücûu sahih olmaz. Zîrâ kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) asıldır ve hüküm, kefile ondan geçer. Asıl üzere, rücûdan Önce kefîl üzere rücû edilmemesine se-beb, bir şahsın mülkünde iki semen bir araya gelmesin diyedir. Çünkü mtistehıfckın bedeli memlûktur. Bundan sonra rücû, yâni müşterinin semeni satıcıdan istemesi ancak istihkak, beyyine ile sabit olduğu vakitte olur. Çünkü bilirsin ki, delîl geçici (müteaddî) hüccettir. Ama müşterinin ikrâriyle sabit olur veya yeminden kaçmmasiyle veya müşterinin husûmete vekilinin ikrâriyle yâhûd vekilin yeminden kaçmmasiyle sabit olursa, istihkakın sübûtu, semenle rücû gerektirmez. Çünkü müşterinin ikrarı, başkası hakkında hüccet olmaz.
Ebû Bekr b. Hâmid el-Buhârî' (Rh.A.) nin «Ziyâdât» mda zikredilmiştir ki; bir kimse, bir ev (dâr) satın alıp, bir adam o eve müşterinin ikrarı ile veya yeminden kaçmmasiyle müstehık çıksa; müşteri, semeni satıcıdan geri alamaz. Şayet müşteri; ev, müstehıkkın mülküdür, diye satıcıdan semeni geri almak için beyyine getirse, beyyinesi dinlenmez. Amma, satılan şey (ınebi1) müstehıkkm mülküdür, diye satıcının ikrarı üzerine delil getirirse, kabul edilir. Semen, satıcıdan alınır. Müşteri, satıcının ikrarına müstehıkkııı mülkü olduğuna dâir delîl getiremezse, ancak, bu malın da'vâcının mülkü olmadığına Allah' (C.C.) a yemin etmesini isterse, buna hakkı vardır. Çünkü yeminden kaçınması mümkün olup, kaçmmasiyle ikrar etmiş gibi olur ve bundan sonra ondan' semen geri alınır. İınâdiyye'de de böyle denmiştir. Bu'mes'elenin bellenmesi gerekir. İnsanlar, bundan gafildirler.
Musannif «Bundan sonra rücû, ancak istihkak delîl ile sabit olduğu vakitte olur.» sözü üzerine lefrî ederek şöyle demiştir: Satılan bir câriye müşteri yanında çocuk doğursa ve bu, müşterinin istîlâdı (çocuk istemesi) ile olmasa ve o satılan cariyeye delille hak sahibi çıksa, çocuğu cariyeye tâbi olur. Yâni müstehık, satılan cariyeyi ve çocuğunu alır.
Eğer müşteri o satılan cariyeyi bir adam için ikrar ederse, çocuğu, satılan cariyeye tâbi olmaz. Belki kendisi için ikrar edilen kimse fmu-karrun leh), satılan cariyeyi alır, çocuğunu alamaz. Aradaki fark şudur: Delîl, mülkü asıldan isbât eder. Çocuk, satılan cariyeye o gün bitişik idi. Binâenaleyh, istihkak, delîl ile ikisinde de sabit olur. İkrar ise, kasır (kısa) 'hüccettir. Haıber verilen şeyde, haberin sıhhatinin zaruretinden dolayı onunla miüllc sabit olur ve zaruretle sabit olan şey zaruret miktarı takdir olunur. Çelişme (tenakuz), mülk da'vâsını meneder. Çünkü anüddeî, o da'vâda müttehem olur. Hürriyet da'vâsın-da menettmez. Aslî hürriyette menetmediğinin sebebi, uruk [112] hâli gizli olduğu içindir. Zîrâ çocuk, küçük olduğu hâlde dâr-ı harbden getirilir; babasının ve anasının hürriyeti ma'lûnı olmaz. Köle (rıkk) olduğunu ikrar eder. Ondan sonra anasının ve babasının hür olduğunu öğrenir ve hürriyet iddia eder. Tarîkında gizlilik olan şeyde çelişme (tenakuz), da'vânın sıhhatini menetmez.
Ânzî hürriyete gelince; efendi kölenin haberi yok iken, onu tek başına âzad ve müdefober. ettiği içindir. Bunda da gizlilik câri olur ve bunda çelişme (tenakuz) bağışlanır. Şayet mükâteb, kitabetten önce efendisinin âzâd ettiğine dâir beyyine getirse, kabul edilir. Çünkü efendisi, köleyi hür kılmakda bağımsızdır. Çelişme, talâk da'vâsmı da nıcııetmez: Çünkü kadın, şayet muhâ-laa olunsa, bundan sonra kadın muhâlaadan Önce kocasının kendisini boşadiğına dâir delil getirse, dinlenir. Her ne kadar boşamasında gizlilik bulunması nedeniyle çelişme olsa da koca bununla müstakil olduğu için, kadının delili dinlenir. Kocanın, kadını boşayıp, kadının onu bilmemesi caizdir.
Neşet» da'vâsmı da çelişme nıenelmez. Nitekim, bir kimse oğlu için; «Bu, benim oğlum değildir.» deyip ondan sonra, «Bu benim oğ-lumdur.» dese, da'vâsı dinlenir. Keza bir kimse; «Ben, iülâna vâris değilim.» deyip, ondan sonra «Vârisim.» diye iddia etse ve irs yönünü de açıklasa, da'vâsı sahih olur.
Musannif bunu tefri' edip şöyle demiştir: Bir adam başkasına; «Beni satın al, çünikü taı köleyim!» dese,,o adam da, onu satın aldık-dan sonra, hür olduğunu iddia edip hürriyetini isbât etse, eğer o köleyi satanın yerini bilmezse, köle semeni öder. Çünkü köle olduğunu ikrar eden kimse, satıcıdan semenin alınması imkânsız olduğu zaman kendisinin veya semenin selâmetine kefil oîur. Bu durumda, müşteri aldatılmış olur ve değiş-tokuş (muâveze) da aldatma ise, imkân ölçüsünde zararın savulması için, ödemenin sebebidir. Kölenin hürriyeti ve ödemeye ehliyeti zahir olup satıcıdan semenin alınması da imkânsız kalınca, kölenin ödemesi gerektiğine hükmedilir. Satıcısını bulduğu .zaman, köle de satıcıdan alır. Çünkü köle, satıcının borcunu ödemiştir. Bu hususta, köle mecburdur. Binâenaleyh, teberru' etmiş sayılmaz. Nasıl ki; rehni emânet veren kimse onun için borcu ödediği vakitte müteberri' olma/yap ödediği şeyi borçludan aldığı gibi. Şayet köle, «Beni satın al!» demez yâhûd «Beni satın al!» deyip, «Ben köleyim!» derse, köle üzerine bir şey lâzım gelmez. Eğer köle, satıcının yerini bilirse, ödemez. Rehn, bunun aksinedir. Çünkü, «Beni reihn koy, zîrâ ben köleyim!» dese, köleye ödetilmez. Zîrâ ödemek, değiş-tokuş (muâveze) akdine muhtasdır. Rehin, böyle değildir. Belki, ona karşılık ivazsız habs olunur. Bu asıl üzerine ayırma yoluyla, bu mes'elenin zikredilmesinde fayda, işin başlangıcından işkâlı savmak içindir. Meşhur kitaplarda zikredilmiştir ki, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kölenin hürriyetinde da'vâ şarttır ve çelişme da'vâyı ifsâd eder.
Kaybolma târihi ıııu'tebcr değildir, belki mülkün târihi mu'teberdir. Şayet müstehik; «Benden kaybolalı, bugün bir yıl oldu.» dese; yâni bir adam, diğerinin elinde olan bir hayvana müstehik çıksa ve da'vâ Birasında müstehik, «Bu hayvan, benden kaybolalı bugün bir yıl oldu.» dese, fcâdî hayvanın, müstehik çıkana âid olduğuna dâir hüküm vermezden önce ona müstehik olan satıcıya olayı bildirse, bunun üzerine satıcı da; «Bu hayvan, benim mülküm olalı bugün iki yıl olduğuna- delilim vardır.» dese, husûmet savulmuş olmaz. Belki kâdî, hayvanın, müstehık olan satıcının olduğuna hükmeder. Zîrâ müstehık olduğunu iddia eden kimse, mülkün târihini zikretmemiştir. Belki, hayvanın kaybolma târihini zikretmiştir. Bu durumda, onun mülk da'vâsi tarihsiz kalır. Satıcı ise, mülk için târih zikretmiştir. Satıcının daı-vâsı, müşterinin da'vâsıdır. Zîrâ müşteri, mülkü satıcıdan almıştır. Sanki müşteri, satıcısının mülkünü iki yıl târihle iddia etmiştir. Ancak şu kadar fark var ki; târih, ayrılma târihinde mu'teber olmaz. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir. İmdi târih zikredilmesine i'tibâr kalmayıp, da'vâ mutlak mülkde kalır. Şu hâlde, hayvanın satıcıya âid olduğuna hükmedilir.
İstihkakı bilmek, rücû'un sıhhatini menetmez. Yâni bir kimse, bir adamdan, bir şey satın alıp onun satıcının mülkü olmadığını, belki başkasının olduğunu bilse; imdi o başkası müstehık çıkıp, satın alınan şeyi müşterinin elinden alsa, müşteri, satıcıdan semeni geri alır ve müşterinin, mala başkasının müstehık olduğunu bilmesi rücû'unun sıhhatini menetmez.
Şayet müşteri satın aldığı cariyeye, satıcının onu gasb ettiğini bildiği hâlde, çocuk doğurtsa, o çocuk köle olur ve semeni satıcıdan geri alır. Yâni bir kimse gasbedilmiş. bir cariyeyi satın alıp, onu satıcının gasb ettiğini bilse ve cariyeden bir çocuğu doğsa, çocuk köle olur. Çünkü müşteri, hâlin hakikatim bilmekle satıcının aldatması yok olmuştur. Lâkin müşteri, semeni satıcıdan geri alır. Şayet satıcı, müşterinin, satılan şey müstehıikkın mülkü olduğunu ikrar ettiğine delîl (beyyine) getirse, semeni geri alma hakkı bâtıl olmaz. İnıâdiyye'de de böyle denmiştir.
İstihkak siciline [113]; «Sicil, şu vech üzere yazıldı.» diye şehâdet etmekle hükmedilmez, belki o sicilin mazmunu üzere şehâdet edilmesiyle hüküm verilir. Yâni, bir Buihârâlı, müşteri elinde bulunan bir . hayvana müstehık çıksa ve müstehıkkun aleyh kadıdan sicili alsa ve hayvanın satıcısını Semeiikand'da bulup ondan semeni almak istese ve Buhârâ kâdîsımn sicilini gösterip ve o sicilin Buhara kadısının yazısı olduğuna dâir delîl (beyyine) gösterse, Semerkand kadısının o delil ile amel edip, mtistehıkkun aleyhe semenin geri verilmesine dâir hüküm,vermesi şâhidler: «Buhârâ kâdîsı, Buhârâ'da müstehıkkun aleyh üzere bu satıcıdan satın aldığı hayvan ile hüküm verdi ve hayvanı bu müstehıkkun aleyhin elinden çıkardı.» diye şehâdet etmedikçe caiz değildir. Çünkü yazı, yazıya benzer. Şu hâlde, sicilin kendisine i'timâd edilmez. Belki, kâdînın hükmüne ve müstehıkkun aleyhin mâlikiyetinin kaldırıldığına şâhkuerin şehâdeti şart kılınmıştır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Keza, şahadet naklinden ve vekâletten başkasında da hüküm böyledir. Şahadet nakli ve vekâletten başkasiyle murâd, tutanaklar (mahzarlar) [114], siciller ve vesikalar (saklar) dır. [115] Zîrâ, onlardan her birinde yazılan şeyin mazmunu üzerine şehâdet edilmesi vâcib olur. Çünkü onlardan her birinden maksad; hasım üzerine hüccet olmasıdır. Hüccet ise, anc.ak bununla, yâni şahadetle olur. Şahadetin ve vekâletin nakli bunun aksinedir. Çünkü bu ikincisinden jnaksad, kâdî için ilmin hâsıl olmasıdır. Bundan dolayı şâhidlik yolunun kâfirlerden ibaret olması, her ne kadar hasım kâfir olsa da caiz olmaz.
Müşteri satılan şeyin (mebî'in) hepsini teslim aldıkda, ba'zisma m üs t e hık çıkı İsa, o ba'zin miktarında satış bâtıl olur. Eğer ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs ederse veya müstehak bir şey hükmünde iki şey olursa meselâ, kını ile kılıç ve yay ile.kirişi gibi müşteri o geri kalanda muhayyer kılınır. Bu zahirdir. Eğer ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etmezse ve iki şey olup bir tek şey gibi olmazsa, satın alınan şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir. Bunun açıklaması şudur: Satış, mü&tehakkın ba'zı miktarında bâtıl olursa, bakılır; eğer müstehak çıkılan şeye istihkak, geri kalanda kusur îrâs ederse nitekim ma'kûdun aleyh, ev, tarla, bağ, köle ve bunların benzerleri gibi teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yukû bulan bir şey olursa müşteri geri kalanda muıhayyerclir. Dilerse semenden hissesi ile razı olur. Dilerse geri verir. Keza, ma'kûdun aleyh iki şey olup hükümde bir şey gibi olsa, ikisinden birine müstehık çı-kılsa, müşteri geri kalanda muhayyerdir. Eğer istihkak, müstehak çıkılan şeyin geri kalanında kusur îrâs etmezse, nitekim ma'kûdun aleyh iki giyecek olup veya iki köle olup, birine müstehık çıkılsa veya buğday yığını veya veznî olan şeyin yükü ise, onun teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yıdktur. Satın alman şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir ve müşteri için muhayyerlik yoktur, Tahâ--vî Şerhinde de böyle denmiştir.
Ya da müşteri satılan şeyin (mebî'in) ba'zısını teslim aldıkda, tesHm alınana veya teslim almandan başkasına nıüstehık olsun, hepsini teslim alma suretinde, müstehak olan miktarda satış bâtıl olduğu gibi, ba'zısım teslim aldığı vakitte dahî teslim alman şeyde satış bâtıl olur.
Müşteri, o ba'zisına müstehlik çıkılan malın geri kalanında muhayyer kılınır. Gerek o ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etsin, gerekse /etmesin müsavidir. Çünkü tamâm olmazdan önce, istihkak sebebiyle müşteri üzerine satış pazarlığı (saika) ayrılmıştır.
Bir kiiin.se, bir evde meçhul bir hak iddia edip bir miktar üzere; meselâ, yüz dirheme anlaşsa (sulh olsa) [116] ve o evin bir kısmına müs-tehık çıkılsa, evin sahibi anlaşma (sulh) bedelinden bir şeyi o müd-deîden alamaz. Çünkü onun da'vâsı her ne kadar az olsa da geri kalanda olması caizdir. Ya da, o evin hepsine müstehık çıksa, ivazın hepsini geri verir. Çünkü, o müddeînin mâlik olmadığı ivazı almış olduğu anlaşılmıştır. Şu hâlde, ivazın hepsi geri verilir.
Eğ«r müddeî evin hepsini iddia edip; meselâ, yüz dirheme sulh olsa ve o evin bir kısmına müstehık çıkılsa, evin sahibi o hisse miktarını miiddeîden alır. Zîrâ sulh, yüz dirhem üzere evin hepsi için vâki' olmuştur. İmdi o evden bir şeye müstehık çıkınca, müddeînin o miktara mâlik olmadığı anlaşılır. Şu hâlde ivazdan hissesi miktarı hesabiyle geri verir.
Bir kimse dinarlara karşılık dirhemler üzerine sulh olup, o dirhemleri teslim alsa; birbirlerinden ayrıldıktan sonra o dirhemlere müstehık çıksa, dinarları geri alır. Çünkü bu sulh, sarf ma'nâsındadır.
Bedele müstehık çıkınca, sulh bâtıl olur. Şu hâlde, dinarlara rücû vâ-ctb olur.
Gâsıbdan satın alınan kölenin âzâd edilmesi, mâlikinin gâsıba kölenin »atılmasına izin vermesiyle, müşterinin köleyi âzâd etmesi caiz olur. Yâni fbir adam, bir köle gasb edip satsa, sonra müşteri onu âzâd etse, sahibi de gâsıbm satışına cevaz verse, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, caiz olur. îmânı Muhammed' (Rh.A.) e göre, caiz olmaz. Çünkü, mülksüz âzâd olmaz. Zîrâ, Resûlüllah (S.A.V.):
«Ademoğlunun mâlik olmadığı kölede, âzâd caiz olmaz.» buyurmuştur.
Mevkuf, mülk ifâde etmez. Eğer ifâde et.se, izin verme (icazet) vaktine müstenid olduğu hâlde sabit olur. Bu ise, bir bakımdan sabit ve bir bakımdan sabit değildir. Âzâd için musahhih olan mülk, hadîs-i şerifden dolayı kâmil mülkdür. İmânı A'zam iie İmâm Ebû Yusuf (Rh. Aleyhimâ) un delîH şudur: Mülk, mülkü ifâde için konulan mutlak tasarruf ile mevkuf olduğu hâlde sabit olur. İmdi âzâd, o tasarruf üzere tertîb edilmiş olduğu hâlde mütevakkıf olup, o tasarrufun nefâzı ile nafiz (geçerli) [117] olur. Râhinden satın alınan kölenin âzâd edil-.mesi gibi olur. Vârisin, borca batmış olan terekeden bir köleyi âzâd etmesi gibi, ki o vakitte âzâd salhîlı olur. Ondan sonra borcu ödeditede, nafiz olur.
Gâsıbdan satın alınan kölenin satılması, mâlik gâsıbın satmasına izin verse de, caiz olmaz. Çünkü, izin vermekle mal satıcı için sabit olur. O satıcı da birinci müşteri olup, mülk-ü bât (kesin mülk) ile sabit olur. Mülk-ü bât, başkasının mevkuf olan mülkü üzerine ânz olunca, onu ibtâl eder. Çünkü mülk-ü bât ile mülk-ü mevkufun bir yerde, bir araya gelmeleri imkânsızdır.
Bir kimse başkasının kölesini, emri olmaksızın satsa ve müşteri, satıcının veya kölenin efendisinin satışı emretmediğini ikrarda bulunduğuna delil getirse ve satılan şeyin geri verilmesini istese, kabul edilmez. Çünkü, da'vâda çelişme vardır. Zîrâ satıcı ile efendinin, kölenin satışına girişmeleri, satışın sıhhat ve geçerliliğini ikrardır. Zîrâ Müslüman olan âkilin hâlinden zahir olan, sahih ve geçerli olan akde mübaşerettir. Delü ise, sahih da'vâ üzere mebnîdir. Da'vâ bâtıl olunca, delîl kabul edilmez. Şayet satıcı, kölenin mâlikinin emri bulunmadığını, kâdî huzurunda ikrar ederse; eğer müşteri isterse, satış bâtıl olur. Zîrâ çelişme, ikrarın sıhhatini menetmez. Çünkü satıcı, o ikrarda müt-tehem değildir. Zîrâ bir kimse, bir şeyi ikrar edip ondan sonra inkâr etse, ikrarı fiahîh olur. Da'vâ, bunun aksinedir. Çünkü da'vâda mütte-hem (itham altında) dır. İmdi müşteri için satıcının ikrarı üzere müsâade etmek hakkı vardır. Bu durumda, ikisi arasında ittifak gerçekleşmiş olur. Bundan dolayı, müşterinin isteği şart kılınmıştır.
Bir kimse başkasının evini emri olmaksızın satsa, gasb ettiğini de i'tirâf etse ve müşteri inkâr etse, satıcı ödemez, Kenz'de denmiştir ki: Bir kimse başkasının evini satıp, müşteri de o evi kentli binasına katsa, satıcı ödemez.
Zeylaî (Rlı.A.) şöyle demiştir: Mes'elenin ma'nâsı şudur: Şayet bir kimse, başka bir kimsenin evini izni olmaksızın satsa, ondan sonra satıcı gasb ettiğini i'tirâf edip müşteri inkâr etse, satıcı evi ödemez. Çünkü satıcının iikrân, müşteri üzere tasdik edilmez. Evi alabilmesi için delil (beyyine)' göstermesi gerekir. Müstehık ki evin sahibidir delîl getiremeyince; telef, delîl getirmekden aczine muzâf olur. Yoksa satıcının akdine muzâf olmaz. Çünkü, gasıbın satışı caiz değildir. Bu izahla ma'lûm olur ki; «Müşteri, o evi kendi binasına katsa...» sözü tesadüfen söylenmiştir. Zîrâ binaya katmanın bu husûsda te'sîrj yoktur. Bundan dolayı, burada bu ibare terk edilmiştir. [118]
[1] Bu gibi cümleleri daha İyi anlayabilmek için, kitabın Arabca aslına bakılması gerekir. Ancak şu kadarım söyliyelim ki, Arabcada ismin başına gelen (Elif-Lâm); ya cinsin ta'ıfcfi için otur, ki buna «Cinsiyye» denir, ya da o cinsden ma'hûd olan bir hassanın ta'rîfi için olur ki, buna da «Ahdiyyc» denir. «Ahdiyye» de; «Ahd-i jîikri» ve «Ahd-i huzur!» kısımlarına ayrılır. (Tafsilât için, Câmiu'd-Dürûs'il-Arabiyye, cüz: î, s, 150'ye balcınız.)
[2] "Veeh: Sebeb; yüz, şekil, anlayış farkı, görüş gibi anlamlara gelir.
[3] Şirket-i mufâveze: Ortaklar arasında hem sermayenin* miktarı; hem de fayda ve kârdan payları eşit bir hâlde bulunup, hiç birinin fazla ticârete elverişli matı bulunmamak üzere akd edilen bir ortaklıktır. Mecelle, madde: 1331 hükmü de aynı mealdedir.
[4] Ka/îz; Hem mekîlât, hem de alan ölçüsüdür.
Mekllât Ölçüsü olarak; 12 sa' mikdârmaa bir ölçektir. O hâlde;
1 kafîz = 12x2. 917 kg = 35. 917 kilogramdır.
Alan Ölçüsü olarak; 144 zira' mikdân yerdir. 13u di», bir cerîb'in onda biridir. J cerib, 10,000 metre kare olduğuna göre;
, . 10.000
l kafiz =_= lıW)0 mctfe
[5] Meclis: Her hangi bir iş için toplanılan yer, toplantı yeri, toplantı dem«ktir.
[6] RisâleC: Bir kimsenin, tasarrufta dahli olmaksızın, bir kimsenin sözünü diğerine tebliğ etmesidir, O kimseye Reeûl (elci) ve o gönderen kimseye «Mürrîl» ve diğerine de «Mürseİ'utt-İlejh» denilir.
[7] Muhayyerlik (hıyar): İki Skidden birinin-veya ikisinin o akdi şu kadar gün içinde kabul veya fesih etmek üaere muhAyyer olmasıdır.
[8] Bk. Nisa sûresi, âyet; 29
[9] Mevkuf: Bir hüküm ifâde etmesi, meselâ; başkasına mülkiyeti müfid olması, başkasının izin ve icazetine muhtâc olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzûlî olarak satmak gibi ki, satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.
[10] Mübaşeret: Bir ijİ bizzat yapmak, bir şeyi bizzat meydana getirmek demektir.
[11] Rk. Bakara sûresi; âyet; 275
[12] Cüzâf ve mücâzefe: Götürü pazar demektir. Mecelle'nin 141 inci maddesinde de böyle ta'rîf edilmiştir.
[13] Safka: Satış sırasında, salısın kesinliğini bildirmek için elini karşısındakinin eline vurmak demektir. Akid ve sal iş anlamlarına da gelir.
[14] Zİrâ': Dirsek ucundan orta parmağın.ucuna kadar olan bir uzunluk ölçüsüdür. Türkçe'de buna «Arşın» denir. 75-90 santimetre arasında değişen şekilleri vardır.
[15] Teâtî ile satmak : İcâb ve kabulden asıl maksâd, iki tarafın nzâsıdır. Rızâ; kalbi bir şey olduğundan, îcâb ve kabul buna delâlet eder. »undan dolayı, bu rızâya delâlet eden teâtî (yâni fiilî değiş-tokuş) ile de bey' mün'akid olur, ki bu satışa «Teâtî ile bey'» denir. Bu satışa şöyle dört misâl verebiliriz:
a) Pazarlıksız ve lakırdısı/ olarak, müçteri akçeyi verip, Fırıncı da O'na ekmeği verse, her iki taraftan fiilî alıp-verme tahakkuk cimi* ve be>" mün'akid olmuş olur. b) (Müjşterî akçeyi verip karpuzu alsa, satıcı da görüp sussa, yalnız bir laraflan verme bulunmuş ve yine bey' mün'akid olmuş olur.
c) Müşteri, meselâ; buğday aîraak için satıcıya beş yüz kuruş verip ve «Şu buğdayı kaça satıyorsun » deyip, O da; «Kilesini yüz kuruşa» demesi üzerine müşterij sus-tukdan sonra buğdayı istediğinde sattci; «Yarın, veririm.» dese ve böylece aralarında îcâb ve kabul bulunmayıp, yalnız müşteri semeni vermiş bulunsa, yine bey' mün'akid olur. Halta bilâhare buğdayın kilesi yiizelli kuruşa çıksa veya yetmiş kuruşa düşse, satıcı buğdayın kilesini yüz kuruşa vermekten, müşteri de almaktan, kaçinamaz.
d) Müşteri, bir miktar etin; «Şurasından bana, şu kadar kuruşluk kesip tartıver,» deyip, kasap da oradan kesip tartsa, kasabın bu fiili de bey'i mün'akid olur, artık bundan kaçinamaz.
[16] Kirbâs: Ham keten bezi veya pamuklu bez demektir. Çoğulu «kerâbis» dır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiş, (muarreb) dir.
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 201-217.
[18] Merafık: Lûgatta, mirfek'in çoğulu olup, dirsek ma'nâsınadır. istilânda, bir şejin tamamlayıcılarından, müştemilâtından olup, kendisine ihtiyâç görülen şeyler, fayda demektir. Bir evin, su yolları gibi.
[19] Galak : Kapıya takılan kilittir, ki aıiahiarîii kilitlenir ve açılır.
[20] Şirb hakkı: Genel veya özel bir ırmakları bir (adayı, bağı veya bahçeyi veya hayvanları sulamak. İçin zamanı veya miktarı nıa'lûm, muayyen nasîbdir.
[21] Baki: Her çeşit sebzeye «baki» aıiı verilir. Lâkin ba'zı yerlerde sebzelerin iyisi, ene-cek durumda olanı demektir.
[22] Bâkıltâ: Bâkıllâ vejâ bâkılâ, baklagillerden yurdumuzun her t :ı rafı nda ekimi yapılan bir bitki; sebzedir. Tâ/csi ve kurusu veıur.
[23] Mütekavvim mal (Mâl-i mütekavvim): İki anlamda kullanılır. Biri, yararlanılması mubah olan şeydir. Diğeri de, ihraz edilmiş mal demektir.
İhraz: Mâliki olmayan mubah bir şeyi meşru' surette ele geçirmek anlamındadır.
Mütekavvim ise; lûgatta, zî-kıymet (kıymet sahibi) demektir. Meselâ : «Besmele ile kesilmiş koyunun eti, şer'an mubah, olduğundan bir mütekavvim maldır. Denizdeki balık, havadaki kuş ise, gayr-i muhrez bulundukça; gayr-i mütekavvim olup, bunlar avlanılmakia ihraz olunduğu zaman birer müıekavvim mal olur.
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 218-222.
[25] Şart muhayyerliği (Hıyâr-i şart): Âkitlerden birinin, veya her birinin, akdi muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek.hususunda muhayyer olmasıdır.
[26] Ta'yîn: Bu da bir çeşit muhayyerliktir. Kıyemiyyâttan olan ve bahâları ayrı ayrı beyân edilen iki veya üç şeyden dilediğini müşterinin almak veya dilediğini satıcının vermek üzere muhayyer olması, demektir.
[27] Bu muhayyerlik çeşitlerinin açıklamaları ileride kendi bâblannd.a gelecektir.
[28] Mümâtalc: Borcu, borcun vâdesini bugün, yarın diye uzatıp ertelemektir. Böyle hareket edea bir borçluya, «Medyûn-i münıâtil» denir. Borcunu Ödemeye gücü yettiği hâlde erteleyip, duran kimse demektir.
[29] Hafi (kapalı) kıyâs: İstihsân, demektir, istihsân ise; zahir kıyâsın hükmünü bırakıp, tç'sîr-bakımından daha kuvvetli olan gizli (hafî) kıyâsı kabul etme prensibidir.
[30] Celî (açık) kıyâs: Bir ?eyde sabit olan hükmün benzerin/ı -o hükmün İçtihadı İlletini taşıması halamından- diğer bir şeyde de bir re'y ve »ctihâd sonucu olarak izhâr etmektir, ,
[31] Ayb: Eksiklik, bir malın değerini düşüren kusur, demektir.
[32] Maslahat: Bir işin salâhına, hayriyetİne götüren ve sebeb olan şeydir. Karşıtı; «Mefse-det» dir.
Maslahat; Maslahat-ı Dînİyye, Maslahat-ı Dünyeviyye, Maslahal-ı Zarurîye, Masla-hat-ı hâcibe, Maslahat-ı Tahsilliye, Maslahat-ı Mürsele, Maslahat-ı Mu'tebere ve Maslahat-ı Merdûde kısımlarına ayrılır,
[33] B!kr: Kocaya varmamış olan kızdır. Çoğulu «Ebkâr» dır. Bİkr, hakikî ve hükmî kısımlarına ayrılır.
[34] Zî-rahra: Lûgatta, mutlaka karabet sahibi, demektir. Istilâhda : «Tertkcden sülüs, nı-bıı' gibi belirli payı almayan ve terikeyi asabadan olmak sifatıyle ihraz etmeyen her hangi karîb» demektir. Mahrem İse; karabetten dolayı nikâhı haram olan kimsedir.
[35] İbra: Bir kimseyi, bir da'vâdan, bir hakdan beri kılmak, onun hakkında da'vâda, hak talebinde bulunmakdan vazgeçmektir.
[36] İlzam : Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Müddeâ»aleyh!in İkrarı ürerine, aleyhine verilen hükme, «ilzam» denmesi yaygındır ki, bununla müddeâ - aleyh, mahkûmun -aleyh olmuş olur.
[37] Muâraza; Hasmın ileri sürdüğü deJîle taarruz etmeyip; yalnız bu delilin muktezâsma aykırı, nâkızını müsbit diğer bir delil Üeri sürmektir. Şöyleki: İki delilden biri, bir şeyin meselâ; caiz olduğunu, diğeri de câi? olmadığını İsbâtlasa, bir muâraza meydana gelmiş olur.
[38] Ayb muhayyerliği (Hıyâr-ı ayb): Dir şeyde mcvcüd blan bir kusurun akdden^ sonra 2w hûrundan dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malın zuhur eden kadîm aybından(yâni, satıcı elinde iken mevcüd olan kusurundan) dolayı müşteri için. sabit olan muhayyerlik gibi.
[39] Nâib (Niyabet): Nâib; vekil, demektir. Niyabet İse, vekîllikdir.
[40] Ruhsat: Kulların özürlerine mebni kendilerine bir kolaylık ve müsâade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şevdir. Yolculuk (sefer) hâlinde Ramazan orucunun tutulmaması g'tM.
Zorlanmış bir adamın, bankasının malını telef etmesi de bu çeşittendir ki, bu durumda, bu itlaf hakkında şer*j bir ruhsat bulunmuş olur. Bir olayda azîftct ile ruhsat bir araya gelince," azimet yolunu seçmek bir takva belirtisidir.
Azimet İse; kulların özürlerine mebnî olmaksızın ibtidâen meşru kılınan şeydir. ,
[41] Şuf'it «Şefi'» kelimesinden alınmıştır. Şefi' kelimesi lûgatta tek'in zıddı olan, çift anlamına gelir. Katmak ve toplamak anlamına da gelir. Bazı âlimler, şefaatten alınmıştır, demişlerdir. Çünkü bununla, şefaat eden ile hakkında şefâal ulunan kimse birleşmiş olur. Nitekim Peygamberin (S.A.V.) şefaati ile günahkârlar, âbidier zümresine katılıp onlar ile çift bulunmuş olacaktır.
istilânda İse: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan veya o hükümde olan bir malı müşteriye veya kendisine hîbe edilene her kaça mâl otmuş İse, o miktar ile müfteriden veya satıcısından veya mevhûbun lehtlen cebren alıp temellük etmektir. Böylece şuf'a sahibi, malı mülküne katmış olur.
[42] Rıtl: i30 dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür, 4.17.45 gramdır.
[43] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 223-235.
[44] Alcnçt Nişan ve alâmet anlamına gelir. Değerli bezlere vurdukları damgaya giyeceğin alemi, nişâiu, denir.
[45] Miisâveme; Bir malın bahâsını konuşup, kararlaştırmaktır.
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 236-241.
[47] Ayb muhayyerliği (hıyâr-i ayb): Bir şeyde meveûd olan bir kusurun akdden sonra zuhurundan dolayı âkidlerin biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malm zuhur eden kadtm aybmdan (yâni satıcı elinde iken mevcûd olan kusurundan) dolayı, müşteri İçin sabit olan muhayyerlik gibi.
[48] İkâle": Lügatte, ref ve ıskat ma'nâsınadır. Istjlâhda: Bir akd-i mahsûsdur ki;
ettim, kabût eyledim.» gibi îcâb ve kabul ile yapılır. Bununla satış ve icâre gibi herhangi bir akid, ref ve izâle edilir.
[49] Leff-u neşr: Edebiyatçılara göre, ma'nâya âid edebî güzelliklerdendir. İki veya daha çok isim veya sözcük yazdıktan sonra onların her birine âid sıfat veya fiilleri ayrıca sıralamaktır. Bu da, ya tafsîien olur veya içmâlen olur.
İlk sözcüklerin tafstlen veya icmâlen zikredilmesine «leff» denir. İlk zikredilen sözcüklere râci olan ikinci sözcüklere İse, «neşr» denir.
Tafsili de iki çeşittir: Çünkü neşr, ya leffin tertibine (sırasına) göre olur. Meselâ neşrden birinci kelime leffden birinci kelimeye,. ikinci kelime de leffin ikinci kelimesine âid olmak üzere leffin tertibine (sırasına) göre olur. Diğerleri de bu te'rtîb üzere bulunur. Nitekim Allah Teâlâ (Ç.C) nın şu âyetinde olduğu gibi:
«Allah'ın rahmetindendir, ki sizin için geceyi-ve gündüzü, içinde dinlenmeni* ve farf-u kereminden nzık aramanız için yaratmıştır.» (Kasas sûresi; âyet: 73) Allah Teâlâ (C.C.), bu âyette gece ve gündüzü tafsil üzere zikretti. Sonra geceye mahsûs olan «tçin* de dinlenmeyi» ve gündüze mahsûs olan «Allah'ı» fazl-u kereminden nzık aramayı» tertîb üzere sıraladı. " '
Va da neşr, leffin tertibine (sırasına) göre olmaz. Bu da, iki çeşittir: Ya neşrden birinci kelime, leffden sonuncu kelime için ve ikincisi de sonuncudan bir önceki leİn olur ve bu tertib üzere devam eder. Buna tertibi tersine olan (maTfûs'ut-tertîb) denir. Nitekim Allah' Teâlâ (Ç.C.) nın şu âyet-i kerimesinde olduğu gibi:
«Peygamber ve O'nûnla beraber olan mü'minleri Allah'ın yardımı ne zaman diyordu. İyi, bftinki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır.» (Bakara sûresi; âyet: 214) Ba*n âlimler: «Allah'ın yardımı ne zaman» kavli îmân edenlerin sözüdür. «îyİ bİünkİ Al-lahın yardımı şübhesiz yakındır.» kavli de Peygamberin sözüdür, demişlerdir.
Ya da, hiç bir tertib gözetilmez. Buna da, tertibi karışık olan (muhteiit'ut-tertîb) adı verilir.
İcmâliyc misâl ise, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu âyet-i kerimesidir: «Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremeyecek dediler.» (Bakara sûresi; âyet: 111) Yâni: «Yahudiler: Yahudi olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler.» demektir.
Yahudi ve Nasârâ arasında İnâd sabit olduğu için iki sözün arası leff edildi. Ba'zi âlimler demişlerdir ki: îcmâl ba'zan neşrde oîur, leffde olmaz. Meselâ, Önce bir kaç kelime veya. söz söylenir sonra bu bir kaç kelime veya söze şâmil olan bir kelime v$yâ söz getirilir. Meselâ, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu sözünde olduğu-gibi: «Beyaz lpük, siyah îplikden tan yerinde (fecr-İ sâdıkda) sizce ayırd edilinceye kadar, yiyin içim» (Bakara sûresi; âyet: 187) Ebü Ubcyde'nin sözüne göre, siyah iplik (hayt-i esved) den murâd, fecr-i kâzibdir, gece (leyi) değildir. -(Bu âyetlerdeki edebî incelikleri daha iyi anlayabilmek İçin âyetlerin -Arabca asıllarına bakmak faydalı olur. Biz sözü daha fazla uzatmamak için sâdece meallerini koyduk.)
Zemahşerî demiştir ki: Allah Teâlâ1 (C.C.) nm :
«Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rrak aramanız O'nuo varliğınm b*h gelerindendir.» (Rûm sûresi; âyet: 23) kavl-i şerifi leff bâbmdandır. Zemahşerî'ye göre, bunun takdiri judur: .
demektir. Ancak AUah Teâlfl (C.C.):arasını Ue ayırdl* CUnkü gece ve gündüz İki zaman>
dır. Zaman ve onda vâki olan şey, ittihâd üzere leff'in ikâmesiyle beraber bir tek sey Sibi olur. tgte bu da, lef fin bir btt$ka çeşididir. (Keşşâf-u latilâhât'il-Fünûn, ^c : 2)
[50] En'âm sûresi; âyet: 158
[51] Bey-4 betât: Kesin (kat'î) satış demektir. Ba'zi âlimlere göre; Muhayyerliklerden mutlak olan satıştır.
[52] Âdil Doğru .güvenilir, yapılması gereken şeyleri yapan, adaletle muttasıf kimse demektir. Adaletle muttasıf olan böyle bir zâta mübalağa maksadıyla (adi) de denir. Bunun zıddı; zâlim, fâsık, haksızlık yapan kimsedir.
[53] Ntıkûl: Yemînden nukûl etmek: Bir müddeî veya müddeâ aleyhin kendisine yöneltilen ve teklif edilen yemini yapmakdan kaçınması, çekinmesidir, BöyJe yemîn etmek4en kaçman kimseye «nâkil» denir.
[54] Mecelle madde 88'de; «Külfet nVmete ve ni'mct külfete göredir.» şeklinde ifâde edil-aüfür.
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 242-255.
[55] Fâsid. bey1: Esasen sahih olup vasfı bakımından sahih olmayan, yâni; zâten mün'akid olup da ba'zı dış nitelikleri bakımından meşru olmayan satıştır. Semenin, gayr-i mütekav-vim bir mal olması gibi.
[56] Bâtıl bey1: Kendisinde in'ikâd şartlan tamamen veya kısmen bulunmadığı İçin asla sa-hîh olmayan satıştır ki, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâje gibi mütekavvim -olmayan bir şeyi satmak gibi.
[57] Mevkuf bey': Başka şahsın hakkı taalluk, edip geçerli olması, o şahsın iznine bağlı bulunan satıştır. Bey'-i fuzûlî
gibi. Fuzûlî ise, başkasının hakkında, onun izni olmaksızın tasarrufda bulunan kimsedir.
[58] Sahîh bey*j Zâtı ve vasfı bakımından meşru olan-satıştır ki, buna (câU olan satış) da denir. Zâten meşrûiyyet, *îcâb ile kabulün meşru surette birbirine bağlanması ile husule gelir. Vasfen meşrûiyyet ise âkidlerin rızâları İle ve semenin bilinmesiyle gerçekleşir.
[59] Meyte: ölmüş insan ve davara denir. Ba'zi âlimlere göre, meyte, boğazlanmamış, murdar olmuş davara denir. Diğer bir deyimle: Meyte, İslâmt şartlara uymadan ölmüş veya Öldürülmüş hayvan demektir.
Molla Husrev'in açıklamasına göre: Meyte: Kendi düşüp, eceliyle ölen hayvandır. Meyyite ise: Kendi düşüp, eceliyle ölmeyen hayvandır. Meselâ, mevkûze yâni, değnekle vurulup öldürülen hayvan gibi. Nitekim, ilende gelecektir.
[60] Sevm-i şirâ: Sevm, taleb anlammadır. Sevm-i şirâ: üir kimsenin, bir malını satılığa, çıkarması, arzetmesi ve satılacak bahâsını belirlemesidir ki. buna (Sevm'ul-Bâjİ') denir. Bir malı, şu kadar bahâ ile satın almak istemek
anlamına da gelir, ki buna da (Sevm'ül-Müşteri) denir.
«Sevm-i nazar» da, satın alınması istenilen bir malı görmek veya başkasına göstermek üzere satın alacak kimsenin istemesi demektir. Böyle satın alma ist eğinde bulunana (müsavim -bi$'§irâ>, bakmak İsteğinde bulunan kimseyi; do (müsavim -huTıuzdr) denilir. Bunlara (bayi' ve müşteri) denilmesi mecazdır.
[61] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 256-260.
[62] Domuzlan: Kınkanatlılardan; mavi, siyah, sun karışımı, alaca renkli ;ığıh hır bocekdir. Taşların allında veya kır yerlerde döküntüler içinde küçük gruplar hâlinde aşarlar. İlginç bir savunma kabiliyeti vardır-: Anüs'ünden aşındırıcı ve çok uçucu bir sıvı fışkırtır. Bu salgı, düştüğü deride yanık hissi uyandırır, ilmî adı; Bradıymış crepitans'dır.
[63] Akçe deyimi, lisânımızda nakid, parn, meblâğ, senet anUıiul.tnııa yddisı gibi, v.tlui>I<;
kullanılmış küçük gümiiş sikke anlamında da kullanılır. Bir U*se -i (et e. hışuı/ kurı:>
demektir. Akçe, ilk önce Sullan Ortıan Uırafındmı H ıy (M l'UM târihindi- BurvTda darb edilmiştir.
[64] Mesti hakkı: Bir evin vea başka bir yerin, ıiış.ın>a, >aııi; b.ışk.iMiıııı mülküne mi>u Ve seli akmak ve damlamak liakkn.hr. Mesih suyun aktığı, geçip gİtliği yerdir. Sel v.ı-lağı da denebilir. Tcsbîİ ise, akılmak anlamında kullanılır.
[65] IMürûr hakkı: Başkasının mülkünden bîr kimsenin >;ı!tıız geçmek hakkıdır. Hu. «mti-L-errcd haklar» daıuîır. Düşürmekte iâkıl otur.
[66] Nevruz; Aslen Farsça bir kelimedir. «Yeni» demek olan (nev) e «gün» demek olan , (rûz) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Arabcaya «Nîrü/»" olarak geçmiştir. Nevruz, Güneş'in kuzu (Koç) burcuna girdiği çiin'dür ilkbahar başlangıcı ve Celâli takvimine göre yilbaşıdır.
[67] Mihrecân : Farsça bir kelime olup asiı «Milıigân» dır. Arabcaya «Mihrecâıı» olarak geçmiştir. Sonbabar aylarından «Eylül» ayının bir günüdür. Rivayet edilir, ki Feridun Şâh, Dahlıâk'e karşı bu günde zafer kazanmış, bu sen'ebden onu i'tibâr edip, bu günü yılbaşı yapmışlardır.
[68] Dehâkîn : Dihkâk veya dühkâıûn çoğuludur. Aslı Farzca uhıp. Arabcaya geçmiş (mu-arreb) dir. Bölge reisi, mıntıka âmiri, iklim reisi, muhtar ve vali a!ilaml;ırma gelir. Mal ve akar sahibi anlamına da gelir.
[69] Tedavül; Tiden ele gezme, <iohışm;ı, kullanılma, alınıp verilme giht anlamlara gelir.
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 260-269.
[71] Fekk-t rehn: Rehni izâle etmek, borcu verip merhûııu rehinlikıîen kurtarmaktır. (Fü-kûk), (iftikâk) da, rehni kurtarmak anlammadır. (Fikâk) da, hem rehni veyâ esiri kurtarmak anlammadır, hem de kurtarmaya sebcb olun şey demektir.
[72] Ribh: Fayda, kâr demektir. Meselâ; yüz kuruşa alınan bir mal, yüzon kuruşa sa[ıls:t, bu on kuruş ribh olmuş olur. Çoğulu; «Erbâh» dır. İrbâh da, bîr maldan kâr sağlamaktır.
[73] Şefi': Satılan veya ivazla hîbe edilen akarda şuf'a hakkı olan, yâni o akara temellüke yetkisi bulunan kimsedir. Satılan akarda payı olan veya o akara akarı bitişik bulunan kimse gibi.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 269-274.
[75] R«şîd (rüşd): Rüşd, din ve dünyâ seiâhıdir; dine ve dünyâya zarar verib vermeyecek şeyîeri bilmektir. Hakk'a, Kur'ân'a da «Rüşd»> ilenir. «Reşed», hayır, rahme!, hidâyet demektir, «Re§âd» kuvvetli akıl sahibi olmaktır. Malını muhafaza hususunda tekayyüd ederek sefâhattan, savurganlıktan kaçınan kimseye (Reşîd) denir. İşlerini güzelce idareye muktedir surette baliğ olan kimseye de (Reşîd) adı verilir.
[76] Ecîr: Bir işi yapmak için kendisini kiraya veren kimsedir. İki kısma ayrılır:
a) Ecîr-i hâs: Yalnız müste'cİriııe işlemek üzere tutulan ecirdir. Aylıklı hizmetkâr feîbi. Buna, «4Ecr-i vahd» de denir.
b) Ecr-i müşterek : Müste'cirindcn başkasına işlemek şanıyla bağlı olmavan ecirdir. Hammâl, terzi, saatçi, iskele kayıkçısı, köy çobanı gibi. Böyle bir kimse, başkasına bil-fiil İş görmese de yine müşterek ec$? sayılır. Çünkü, bu İşi görmeye yetkisi vardır.
[77] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 274-276.
[78] Allah Teâlâ (C.C) Cum'a sûresinin 9. âyetinde söyle buyuruyor :. Meale» :
«Ey îmân edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınız (yâni ezan okunduğu) zaman hemen Allah'ı zikretmeye gidin (sa'y edin). Ahş-verijJİ bırakın.,...»
Bu âyette geçen (sa'y) i müfessirler (Itcmcıı gidin) diye tefsir etmişlerdir. (Ebu's-Suûd, Nesefî)
Râgib Isfehânî'ye göre; Sa'y'den murâtl, koşmak değil hızlı >ürümektir. (Müfredat)
Elmalı'Iı Tefsirinde de bu konuda şöyle denmektedir:
«Burada sa'yden maksad, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeğe çalışmaktır. Telâş ile koşarak gitmek demek değildir.»
«Cum'a günü namaz için çağrıldığınız /aman» elan murâd; Cum'a günü okunan ezandır. Ancak bunun iç ezanı mı yoksa dış ezanı mı olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda Elmalılı Tefsirinde şu ma'Iûmât nakledilmektedir:
«Peygamber (S.A.V.) zamanında Cum'a için birinci nida hatîb minbere oturduğu zaman Mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikinci ezan da hatîb inerken edilen ikâmet idi. Hz. Osman zamanından beri tekarrür etmiş oian icmâ' ve teamüle nazaran da birinci nida Cum'a vaktinin girmesiyle okunan dış ezanı, ikinci nida hatib minbere oturduğunda okunan iç ezanı, üçüncüsü de kâmet'tir. Bu âyette (Çağrıldığınız zaman) demekten murâd ilk okunan ezan olmak lâzım geleceği aşikârdır. Çünkü birinci ezan okununca nida, yâni Zikrullâha sa'yin şartı olan çağırılma vâki olmuş olur. Fakat birinci ezan hangisi i'tibâr edilmeli? Ba'zı âlimler Peygamber (S.A.V.) zamanındaki birinci ezanı nazar-ı ftibâra alarak şa'yin viicûbu hatibin minbere oturduğu zaman okunan ezan ile başlıyacağına kail olmuşlardır. İlk bakışta bu pek uygun gibi görünür. Lâkin Kenz Şerhi Bahr-i Râik'de ve Tenvîr'ul-Ebsâr'da ve sâirede beyân olunduğu üzere Hanefîyyece esah olan şudur ki, bu vücûb ilk okunan dış ezânıyla başlar. Çünkü Cum'-aya nida, da'vet bununladır. Fetâvây-ı Hİndiyye'de mes'eleyi şöyle nakleder: Sa'y ve terki bey1 birinci ezan ile vâcib olur. Tahâvî demiştir ki: Minber ezanı sırasında sa'y vâcib ve bey mekruh olur. Hasan tbn-i Ziyâd da demiştir kî: Mu'teber olan minaredeki ezandır...»
Hmah'lı Tefsiri. (Hak Dini, Kur'ân Dili). Elmah'lı Hamdi Yazır, c. 6, s. 4963)
Dürer'in birinci cildinde (c. 1, s. 247) Cum'a Namazı Bâbı'nda Molla Husrev; dış ezanını birinci ezan ve iç ezanım ikinci ezan kabul ederek sa'yin birinci ezan ile vâcib olduğunu ve esah olan kavlin de bu olduğunu kabul ediyor ve:
«Eğer musallî, ikinci ezan vaktinde gitmeye yönetse, hutbeden Önce sünneti kılma* ya ve hutbeyi dinlemeye imkân bulamaz. Belki onun Cum'ayı kaçırmasından korkulur.» diyoi
[79] Vaîd: Cezasını söyliyerek fenalıktan korkutmak, vıktırinak demektiı
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 276-279.
[81] Mceelie'riİn 190. maddesinde; «Âkıdeyn ba'dei-akd rızâlanyla bej'i ikâle edebilirler.» şeklinde ifâde edilmiştir.
[82] Mecelle, madde 191 hükmü şöyledir: «Bey' gibi (ikâle) dahi îcâb ve kabul iie olur.»
[83] Mecelle, madde 193'de de söyle denmiştir: «Bey gibi i kalede dahî ittilıâd-ı meclis la-. zımdır.»
[84] Deyn-i müeccel: Bir müddetle ertelenmiş olan burçtur. Bir yıl nıûılıktk istikraz edilen para gibi.
[85] Mecelle, madde: 196 hükmü de
«Semenin telef olması ikâlenin sıhhatine mâni değildir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 280-283.
[87] Murabaha: Bey'i murabaha; bir kimsenin almış olduğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu söyliyerek, ondan ziyâde bîr semen ile başkasına nzâsıyle salmasını.
Tevliye: Bey'i tevliye; bir kimsenin atmış olduğu bir inalı, kemlisine k-.^.ı mâl olmuş ise, onu söyliyerek, tanı o kadara satmasıdır.
Vadîa (vazîa): Bey'i vadîa; bir kimsenin, bîr malı kendisine kaça mâl olduğunu söyliyerek ondan eksiğine salmasırtır.
[88] Adediyyât-ı mütckâribe: Bireyleri ve tenleri arasında kıymetçe önemli fark bulunmayan ma'dudâttır, ki hepsi de misliyyâttandır. Ceviz e yumurta gibi.
[89] MİslE: Çarşı ve pazarda bahâsının İhtilâfını gerektiren bir fark bulunmaksızın misli, yâni kendi gibisi bulunan şeydir.
[90] Kıyemî: Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya bulunsa da fiyatça farklı ulan şeydir. Yazma kitaplar, hayvanlar, karpuz ve kavun gibi meyveler bu kabilden dir.
[91] Simsar: Satıcı ile müşteri arasında, malı satmak ve pazarlık etmek için aracılık japan kimsedir. Salıvermesi için, dışarıdan kendisine arpa ve buğday gibi şeyler getirilen kimseye de simsar denir. Zamanımızda buna komisyoucu, derler.
[92] Dellât: Alışverişte aracılık eden kimse, satılacak; bir şeyi yüksek sesle satan adam, demektir.
[93] Mudârİb: Şirket-i mudârebe, bir tanıfclan sermâye, diğer tarafdan çalınmak ve iş ul-', mak üzere akd edilen bir çeşit ortaklıktır. Sermâye sahibine (rab&'iil-nıâl) yâni mal sahibi, çalışan işçiye (âmile) de, «mudârib» denilir.
[94] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 284-289.
[95] Bakara sûresi; âvel : 275.
[96] Bakara sûresi; âyet: 275
[97] Garar: Akıbeti bilinmeyen, yâni sonu ma'lûaı olmayan şeydir.
Resûlüllah (S.A.V.): Sonu nıa'lûm olmayan işeyin satılmasını yasak etnıiştîr. Meselâ; sudaki balığı,
havadaki kuşu satmak gibi.
[98] i'mâl: Fıkıh usûlüne göre; ihmâi etmeyip söze bir ma'nâ verme; yürürlüye koyımık. amel ettirmek.
[99] Mukâyaza: Bey'i mukâyaza; nakit kabilinden olmayan bir aynı diğer bir ayn ile, yâni; altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile mübadele etmektir ki, buna lisânımızda değiş-tokuş «Trampa» denir. Bir kitabı, diğer bir kitabla değişmek gibi.
[100] Hulu': Nİkâh mülkünü zevcenin kabulüne bağlayarak özel lâfıAırdan. birile nrtaılan kaldırmaktır. Muhâlea. İvaz karşılığında olup olmamak hakımmıhut iki kısımdır. Mutlak olarak hııju' denildiği zaman, şer'an bir örfî hakikat olarak n .*/ k;u?ı!ı;jııul;ıki mu-lıâleaya masruf olur. Hulu' için verilen bedele, «Hulu' bodeîi» denir
[101] Budu' (buzu'): Nikâh anJamınadır. Kadının tenasül uzvuna <i;ı ıilâk olunur.
[102] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 290-295.
[103] Ribâ: Şiddetle yasak edilen fâsid alls-verişlerdemiir.- Liigat'tan anlamı; ziyâde demektir. Fukahânm ıstılahında isa: Bir cinsden olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyâdedir, ki bu gün buna'«faiz» diyoruz. Ribâ; «Ribe'n-ncsîc» ve «Itibc'i-fadl» olmak üzere iki kısımdır. Hatifi Şâfiiler buna «R'ibetf-ycct* adiyle üçüncü bîr çeşidi eklemişlerdir.
" * Ribe'n-nesie: Ziyâdesi geç ödemeden, yâni bir müddetten ibaret olan ribâ'dır. Kışın bir Ölçek buğday vererek, Güzün onun karşılığında bir buçuk ölçek buğday almak gibi. Dundaki yarım ölçeğin karşısında satılık bîr mal yoklur; o yalnız beklediği müddetin karşılığıdır. Bundan dolayıdır ki bu ribâya, «Erteleme fâi/İ» anlamına «Ribe'n-nesie» denilmiştir.
* Ribc'I-fadl «Va'desİz Faiz» : Karşılığında hiç bir şey bulunmayan ziyâdedir. Bunda müddet filân yoktur."Bir ölçek buğday vererek bir buçuk ölçek buğday almak ve teslim - tesellüm işlemini yaparak işi kesinleştirmek gibi. Oniki mıskal ağırlığında işlenmemiş altını vererek, on miskal ağırlığında işlenmiş bir alım almak da böyledir. '
* Ribel-yed: Bİr cinsden iki şeyi teslîm ve teseliümsüz satmaktır. Buğday ile buğdayı satmak gibi:
Ribe'n-nesîe'njn hükmü: Ribe'n-nesie'nin haram olduğu hususunda İmamlar arasında ihtilâf yoktur. Onun büyük günâhlardan sayıldığı münâkaşa götürmez bir hakikattir. Bu cifte t, Kftâb, Sünnet ve femâ-i Ümmet ile sabittir.
Rİbo'l-fadFın hükmü: Va'dcsiz faiz demek olan bu işlem dört mezhebe göre haramdır. Sahâbe-i Kirâm'dan ba'zılarının bunu tecvîz ettîği, hal tâ İbni Ahbâs (R.A.") nın da bunlar arasında bulunduğu rivayet edilmişse de sonradan bu fikirden döndüğü ve ribe'I-fadl'm* haram olduğunu kabul ettiği kesinlikle sabit olmuş bir -gerçektir.
(Şeamet Yolları, Alımed Davııdoğlu C: 3. S. 70-741
[104] Bakara sûresi; âyel: 28.1
[105] Za'ferân : Safran, süaengillerden küçük bitki ve boya olarak kullanılan kokulu tepeciğidir. (Fazla bilgi için; C. 1, S. 284'e bakınız.")
[106] Biftman (Menn): Menıı, iki rıt! ağırlığında, âni: 260 dirhemlik bir olcudur. Dört nıenn, bir sâ'dır. Menn'e Türkçe'de «Batman» dü denir. Batman; 7 kilogram, 697 gram, 670 miligramdır.
[107] Sancat: «Sance» nin çoğuludur. «Sance»: Terazide tartı ivin kuH.ından Uısiır. Diğer bir deyimle, terazide kullanılan ağırlık ölçüsüdür.
[108] Mt'yâr: Bir şeyin değerini, saflık derecesini anlamak için kullanılan âlettir, Mizan, terâzî, ayar mikyası, ölçü anlamlarına da gelir.
[109] Fels: Bakır para, ufak akçe, pul demektir. Pwl ise, lıesab ve fersiz ıstüâhıncu; bir akçanın üçde veya dörtte biridir. Mullaka paraya, mangıra ve yuvarlak tna'den parama (la «pul» denir. ' '
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 296-304.
[111] İstihkak: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin bir şahsa âid bir hak olduğunun ortaya çıkması anlamına gelir.
[112] Ulûk; Bİr şeye ilgili olmak, iki şey arasındaki sadâkat veya husûmet. Gebe kalmak. Rahim gibi, oğJan yatağı denilen mahal.
«Alûk» da, arzu ve süt anİamınadır. Ölüme ve dâhiyeye de alûk ve alûka denir.
«Alâka» da, bir şeye sevgi veya husûmet sureliyle olan bağhlık ve ilgidir. (Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyyc Kâmûsu, Ömer Nasûbî Bilmen, c. 2, s. 396)
[113] Sicil: Kendisine nikâha, talâka, vakfa, İkrara, satmak ve satın almaya ve diğer hukukî muamelelere dâir mahkemede cereyan eden ifâdelerin ve hükümlerin zabt ve tahrîr edilmiş olduğu defterdir. Çoğulu; «Sîcillât» tır. Hâkimin verdiği hükme de, «Tescil» denilmektedir. Çünkü bu hüküm, bîr sicİie kayd edilmektedir,
[114] Mahzar: Kendisinde iki hasmın arasındaki ikrara, inkâra, be>7İneye veya yeminden kaçındığına binâen verilen hükme dâir carî olan şeylerin iştibâhı kaldıracak biçimde yazılmış olduğu mahkeme defteri veya tutanaklardır.
[115] Sak: îlâm, hâkimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu husûsdaki hükmüne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır. Çoğulu; «Sukûk» dur.
[116] Sulh: Istılâhda; iki tarafın, yâni müddeî ile müddeâ aleyhin aralarında rızâları iie çekişmeyi ortadan kaldıran ve yok eden bir akdden ibarettir.
[117] Nafiz: Başkasının hakkı tealluk etmeyen, meselâ; icazetine mevkuf bulunmayan muameledir. Şartlarını ve rükünlerini cami olan bîr akd, bir akd-i nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak i'tibâfiyle lâzım ve gayr-i lâzım kısımlarına ayrılır. Karşılı; «Gayr-f nafiz» dir.
(Hukûk-ıı tslâmiyye ve UtılâhîU-ı Pıkhiy>e Kânunu. Ömer Nasûlıt Bilmen, c 1. s. .'5)
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 305-314.
Konular
- Evlâda Vakf İle İlgili Şeylere Dâir Bir Fasıl
- Alış - Verişler (Büyü) Bölümü
- Alım Satımla İlgili Ba'zı Asıllar Hakkında Bir Fasıl
- Şartın Muhayyerliği Ve Ta'yin Bâbı
- Görme Muhayyerliği Babı
- Ayb (Kusur) Muhayyerliği Babı
- Fasid Satış Bâbı
- Fâsid Satış :
- Fâsid Satışın Hükmü :
- Mevkuf Satış :
- Mekruh Satış :
- Satışı Bozmak (İkâle) Babı
- Murabaha, Tevliye Ve Vadîa Babı
- Akâr'in Satılması Hakkında Bir Fasıl
- Ribâ (Fâîz) Babı
- İstihkak Babı
- Selem Babı (Peşîn Para İle Veresiye Mal Almak)
- İstisna' :
- Çeşitli Mes'eleler
- Fâsid Şart İle Bâtıl Olan Ve Şarta Bağlanması Sahîh Olmayan Şeyler :
- Sarf (Sarraflık) Bâbı
- Alım Satım Bölümüne Ek
- Şufa Bölümü
- Kendisinde Şuf'a Olan Veya Olmayan Şey Babı
- Hibe Bölümü
- Hîbe'den Dönmek Babı
- Şarta Bağlı Hibe Hakkında Bir Fasıl
- Kira Bölümü
- Fâsid Kiralama Babı
- Kiralamaya Dâir Bir Bâb