İstihkak  Babı

Sair metinlerde zikredildiği gibi Musannif, haklan (hukuku) zik-retmemiştir. Çünkü haklar, «Alı§~verişler Bölümü» nün bastaraflann-da zikredilmiştir.   
İstihkak [111] iki çeşittir: Birincisi, mülkü bâtıl kılar. Yâni, mül­kü bütünüyle ortadan kaldırır. Öyle ki, onun üzerinde bir kimse için temellük hakkı kalmaz. Aslî hürriyet; âzâd ve azadın çeşitleri olan ted­bîr, kitabet ve istîlad gibi.

İstihkakın ikinci çeşidi; mülkü bir şahıslan, bir şahsa nakleder. Mülke istihkak ğiıbi. Meselâ Zeyd, Bekr'in üzerine; «ıBekr'in elinde olan köle benim mülkümdür.» diye iddia edip delil getirmekle mülke müs-tehik olur.

İstihkakın her iki çeşidi bir cihetten birleşir. Bir cihetten, bir­birinden ayrılırlar. Üzerine hak iddia edilen şey ile o şeyi kendi tara­fından temellük edip satıcılara tnüstehik yapmakta birleşirler. Hattâ satıcılardan biri, mutlak mülkle hak edilen bir mal üzerine da'vâ açıp beytyine getirse, beyyinesi kabul edilmez.

Ayrıldıkları cihet de şudur: Birinci çeşit, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih olmasını îcâb eder. Akdlerin her birinin mün­fesih olmasında, kadının hükmüne ihtiyâç yoktur. Bu, bü'ittifak böy­ledir.

Musannif buna şu sözüyle tefri' yapnnıştır: Satıcıların her biri için, o malın satıcısı üzere rücû etmek hakkı vardır. Velev ki, kendisi­ne rücû hâsıl olmasın. Her ne kadar kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) üzere hüıkmolunmasa da, o satıcı da kefile rücû eder.    Çünkü ba'zısının dönmesinin, kadının hükmüne bağlı olması, ancak akdin eseri bakî olduğu vakitte olur. O eser de nıülkdür. Nitekim, ikinci çe-şidde olduğu gibi. Akdin eseri bakî kalmayınca kadının hükmüne ih­tiyâç duyulmaz. Keza hürrün bedeli mülk değildir. İmdi bir mülkde, iki semen bir araya gelmez. Mülkle istihkak, bunun aksinedir. Nite­kim, yakında zikredilecektir.
Aslî hürriyetle hüküm, tütün insanlar için hükümdür. Hattâ hiç-bİT ferdin mülk da'vâsi dinlenmez. Keza, âzâd ve âzâdm çeşitleri ile hüküm de böyledir. Çünkü hürriyet, Allah Teâlâ' (C.C.) mn hakkıdır. Hattâ hür insanın, kendi nzâsı ile köle yapılması caiz olmaz. İnsan­ların hepsi, Allah Teâlâ1 (C.C.) mn haklanın isbâtta, Hak Teâlâ' (C.C.) dan niyabetle dadacıdırlar. Çünkü insanlar, O'nun kullan ve yeryü­zünde halîfeleridir. İmdi insanlardan bir ferdin hâzır olması, hepsi­nin hâzır olması gibidir. Mülik bunun aksinedir, ki mülk hassaten ku­lun hakkıdır. İmdi hâzır, gâifoden hasım nasb olunmaz, çünkü hâzı­rın hasım nasb olunmasını îcâb eden şey yoktur. Ancak bir hâzır, o mülkü gâib yönünden kabul etmiş olursa, gâib kimseden hasım nasb olunup, o gaibin, hâzır gibi üzerine hütkmolunur. Çünkü mülkün bir­leşmesi sebebiyle hükmün eseri ona geçmiştir. Bir olayda, bir kimse­nin aleyhine hüküm verilse, bu cihetle o kimsenin lehine hüküm ve­rilmiş olmaz.

Târihi! olan mülkde ise, hüküm o târihten f t ibaren herkes üze­rinedir. O târihdcn önce hüküm yoktur. Yâni Zeyd, Bekr'e; «Sen, be­nim kölemsin; ben, sana mâlik olalı ıbugün beş yıl oldu.» dese, Bekr de; «Ben, Bişr'in kölesi idim, Bi§r bana mâlik olalı bugün -altı yıl ol­du. Mezkûr Bişr, beni âzâd etti.» deyip, müddeâsını Zeyd'e karşı isbât etse, Zeyd'in da'vâsı savulmuş olur, yâni düşer.

Bundan sonra Amr, Bekr'e; «Sen .benim kölemsin; ben, sana mâ­lik olalı yedi yıl oldu. Şimdi de sen, benim mülkümsün.» deyip, Bekr'e arşı müddeâsını isbât etse, Amr'm şâhidleri kabul edilir ve Bekr'in hürriyetine dâir hüküm fesh olup, Aıur'ın mülkü sayılır.

Şu da bunun üzerine delâlet eder ki: Kâdîhân (Rh.A.), «Ziyâdât Şerhi» nde, Alışverişler (Büyü') Bölümünün başında mes'eleyi hak-kiyle tahkik ettikden sonra şöyle demiştir: Böylece, bu babın mes'ele-leri iki kısım olmuştur. Birincisi, mutlak mülkde âzâddır. Bu, aslın hürriyeti menzîlesindedir. Bunun üzerine verilen hüküm, bütün in­sanlar üzerine hükümdür. İkincisi, tarihli olan mülkde âzâd ile hü­kümdür. Bu da, târih vaktinden i'tibâren bütün insanlar üzerine hü­kümdür. O tâlinden önce hüküm olmaz. Bu; hatırında olsun. Zîrâ meşhur olan kitablarda bu fayda yoktur.

İstihkakın ikinci çeşidi,  akdlerin  münfesih olmasını îcâb etmez.

Yâni zahir rivayette, satıcılar arasında câri olan akdlerin münfesih ol­masını gerektirmez. Çünkü ikinci çeşit, mülkün bâtıl olmasını îcâb etmez.
İstihkâkdan ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere: hükümdür. Hat­tâ iddia olunan mal, zi'1-yedin elinden alınır. Yine zi'1-yedin mülkü, vasıtasız veya vasıtalı olarak kendisinden aldığı kimse üzerine hüküm­dür. Mahkûmun aleyh oldukları için onlardan mülk da'vâsı dinlen­mez. Bu söz; «Bu ikinci nev'î ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür... ilâh» sözü üzere tefrî'dir. Belki, üretmek (nütâc) da'vâsı dinlenir. Me­selâ; satıcılardan biri üzerine semen ile rücû olunduğu vakitte; «Ben, semeni vermem, çünkü müstehık yalancıdır. Zira satılan mal benim mülkümde üredi veya vasıtasız veya vasıtalı satıcının mülkünde üre-di.» demesiyle, satıcının da'vâsı dinlenir. Eğer isbât ederse, hüküm bâtıl olur.
Ya da, «Ben, semeni yermem, çünkü ben mebî'i müstehıkrîan sa­tın aldım.» demesiyle mülkü müstehikdan almış olursa, bunun da da'­vâsı dinlenir. Şayet müşterilerden biri satıcısı üzere semenle rücû et­mek (yâni semeni geri almak) istese, tekrar delîl (beyyine) getirme­sine hacet olmaz. Bu söz de; yukarda geçen «İkinci1 nevî ile hüküm, zi'l-yed üzere hükümdür.» sözüne tefrî'dir. Lâkin müşterilerden bir ferd, kendi üzerine rücû edilmedikçe, satıcı üzere rücû edemez. Hat­tâ sonuncu müşteri onun üzerine rücû etmedikçe, ortadaki .müşteri İçin satıcıya rücû caiz olmaz.

Hüküm giyen kimsenin, (mahkûmun aleyh) kefîl üzerine, mek-fûlün anh aleyhine hüküm verilmezden önce rücûu sahih olmaz. Zîrâ kendisine kefîl olunan (mekfûlün anh) asıldır ve hüküm, kefile on­dan geçer. Asıl üzere, rücûdan Önce kefîl üzere rücû edilmemesine se-beb, bir şahsın mülkünde iki semen bir araya gelmesin diyedir. Çün­kü mtistehıfckın bedeli memlûktur. Bundan sonra rücû, yâni müşte­rinin semeni satıcıdan istemesi ancak istihkak, beyyine ile sabit ol­duğu vakitte olur. Çünkü bilirsin ki, delîl geçici (müteaddî) hüccet­tir. Ama müşterinin ikrâriyle sabit olur veya yeminden kaçmmasiyle veya müşterinin husûmete vekilinin ikrâriyle yâhûd vekilin yemin­den kaçmmasiyle sabit olursa, istihkakın sübûtu, semenle rücû gerek­tirmez. Çünkü müşterinin ikrarı, başkası hakkında hüccet olmaz.
Ebû Bekr b. Hâmid el-Buhârî' (Rh.A.) nin «Ziyâdât» mda zikre­dilmiştir ki; bir kimse, bir ev (dâr) satın alıp, bir adam o eve müşte­rinin ikrarı ile veya yeminden kaçmmasiyle müstehık çıksa; müşteri, semeni satıcıdan geri alamaz. Şayet müşteri; ev, müstehıkkın mülküdür, diye satıcıdan semeni geri almak için beyyine getirse, beyyinesi dinlenmez. Amma, satılan şey (ınebi1) müstehıkkm mülküdür, diye satıcının ikrarı üzerine delil getirirse, kabul edilir. Semen, satıcıdan alınır. Müşteri, satıcının ikrarına müstehıkkııı mülkü olduğuna dâir delîl getiremezse, ancak, bu malın da'vâcının mülkü olmadığına Allah' (C.C.) a yemin etmesini isterse, buna hakkı vardır. Çünkü yeminden kaçınması mümkün olup, kaçmmasiyle ikrar etmiş gibi olur ve bun­dan sonra ondan' semen geri alınır. İınâdiyye'de de böyle denmiştir. Bu'mes'elenin bellenmesi gerekir. İnsanlar, bundan gafildirler.

Musannif «Bundan sonra rücû, ancak istihkak delîl ile sabit oldu­ğu vakitte olur.» sözü üzerine lefrî ederek şöyle demiştir: Satılan bir câriye müşteri yanında çocuk doğursa ve bu, müşterinin istîlâdı (ço­cuk istemesi) ile olmasa ve o satılan cariyeye delille hak sahibi çık­sa, çocuğu cariyeye tâbi olur. Yâni müstehık, satılan cariyeyi ve çocu­ğunu alır.
Eğer müşteri o satılan cariyeyi bir adam için ikrar ederse, çocuğu, satılan cariyeye tâbi olmaz. Belki kendisi için ikrar edilen kimse fmu-karrun leh), satılan cariyeyi alır, çocuğunu alamaz. Aradaki fark şu­dur: Delîl, mülkü asıldan isbât eder. Çocuk, satılan cariyeye o gün bitişik idi. Binâenaleyh, istihkak, delîl ile ikisinde de sabit olur. İk­rar ise, kasır (kısa) 'hüccettir. Haıber verilen şeyde, haberin sıhhatinin zaruretinden dolayı onunla miüllc sabit olur ve zaruretle sabit olan şey zaruret miktarı takdir olunur. Çelişme (tenakuz), mülk da'vâsını meneder. Çünkü anüddeî, o da'vâda müttehem olur. Hürriyet da'vâsın-da menettmez. Aslî hürriyette menetmediğinin sebebi, uruk [112] hâli gizli olduğu içindir. Zîrâ çocuk, küçük olduğu hâlde dâr-ı harbden getirilir; babasının ve anasının hürriyeti ma'lûnı olmaz. Köle (rıkk) ol­duğunu ikrar eder. Ondan sonra anasının ve babasının hür olduğunu öğrenir ve hürriyet iddia eder. Tarîkında gizlilik olan şeyde çelişme (tenakuz), da'vânın sıhhatini menetmez.

Ânzî hürriyete gelince; efendi kölenin haberi yok iken, onu tek başına âzad ve müdefober. ettiği içindir. Bunda da gizlilik câri olur ve bunda çelişme (tenakuz) bağışlanır. Şayet mükâteb, kitabetten önce efendisinin âzâd ettiğine dâir beyyine getirse, kabul edilir. Çünkü efendisi, köleyi hür kılmakda bağımsızdır. Çelişme, talâk da'vâsmı da nıcııetmez: Çünkü kadın, şayet muhâ-laa olunsa, bundan sonra kadın muhâlaadan Önce kocasının kendisini boşadiğına dâir delil getirse, dinlenir. Her ne kadar boşamasında giz­lilik bulunması nedeniyle çelişme olsa da koca bununla müstakil ol­duğu için, kadının delili dinlenir. Kocanın, kadını boşayıp, kadının onu bilmemesi caizdir.

Neşet» da'vâsmı da çelişme nıenelmez. Nitekim, bir kimse oğlu için; «Bu, benim oğlum değildir.» deyip ondan sonra, «Bu benim oğ-lumdur.» dese, da'vâsı dinlenir. Keza bir kimse; «Ben, iülâna vâris değilim.» deyip, ondan sonra «Vârisim.» diye iddia etse ve irs yönünü de açıklasa, da'vâsı sahih olur.

Musannif bunu tefri' edip şöyle demiştir: Bir adam başkasına; «Beni satın al, çünikü taı köleyim!» dese,,o adam da, onu satın aldık-dan sonra, hür olduğunu iddia edip hürriyetini isbât etse, eğer o kö­leyi satanın yerini bilmezse, köle semeni öder. Çünkü köle olduğunu ikrar eden kimse, satıcıdan semenin alınması imkânsız olduğu zaman kendisinin veya semenin selâmetine kefil oîur. Bu durumda, müşteri aldatılmış olur ve değiş-tokuş (muâveze) da aldatma ise, imkân öl­çüsünde zararın savulması için, ödemenin sebebidir. Kölenin hürriyeti ve ödemeye ehliyeti zahir olup satıcıdan semenin alınması da imkân­sız kalınca, kölenin ödemesi gerektiğine hükmedilir. Satıcısını buldu­ğu .zaman, köle de satıcıdan alır. Çünkü köle, satıcının borcunu öde­miştir. Bu hususta, köle mecburdur. Binâenaleyh, teberru' etmiş sayıl­maz. Nasıl ki; rehni emânet veren kimse onun için borcu ödediği va­kitte müteberri' olma/yap ödediği şeyi borçludan aldığı gibi. Şayet kö­le, «Beni satın al!» demez yâhûd «Beni satın al!» deyip, «Ben köle­yim!» derse, köle üzerine bir şey lâzım gelmez. Eğer köle, satıcının yerini bilirse, ödemez. Rehn, bunun aksinedir. Çünkü, «Beni reihn koy, zîrâ ben köleyim!» dese, köleye ödetilmez. Zîrâ ödemek, değiş-tokuş (muâveze) akdine muhtasdır. Rehin, böyle değildir. Belki, ona karşı­lık ivazsız habs olunur. Bu asıl üzerine ayırma yoluyla, bu mes'elenin zikredilmesinde fayda, işin başlangıcından işkâlı savmak içindir. Meş­hur kitaplarda zikredilmiştir ki, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, kölenin hürriyetinde da'vâ şarttır ve çelişme da'vâyı ifsâd eder.

Kaybolma târihi ıııu'tebcr değildir, belki mülkün târihi mu'teber­dir. Şayet müstehik; «Benden kaybolalı, bugün bir yıl oldu.» dese; yâ­ni bir adam, diğerinin elinde olan bir hayvana müstehik çıksa ve da'­vâ Birasında müstehik, «Bu hayvan, benden kaybolalı bugün bir yıl oldu.» dese, fcâdî hayvanın, müstehik çıkana âid olduğuna dâir hüküm vermezden önce ona müstehik olan satıcıya olayı bildirse, bunun üze­rine satıcı da; «Bu hayvan, benim mülküm olalı bugün iki yıl olduğuna- delilim vardır.» dese, husûmet savulmuş olmaz. Belki kâdî, hayva­nın, müstehık olan satıcının olduğuna hükmeder. Zîrâ müstehık ol­duğunu iddia eden kimse, mülkün târihini zikretmemiştir. Belki, hay­vanın kaybolma târihini zikretmiştir. Bu durumda, onun mülk da'vâ­si tarihsiz kalır. Satıcı ise, mülk için târih zikretmiştir. Satıcının daı-vâsı, müşterinin da'vâsıdır. Zîrâ müşteri, mülkü satıcıdan almıştır. Sanki müşteri, satıcısının mülkünü iki yıl târihle iddia etmiştir. An­cak şu kadar fark var ki; târih, ayrılma târihinde mu'teber olmaz. Ni­tekim, yakında açıklaması gelecektir. İmdi târih zikredilmesine i'tibâr kalmayıp, da'vâ mutlak mülkde kalır. Şu hâlde, hayvanın satıcıya âid olduğuna hükmedilir.

İstihkakı bilmek, rücû'un sıhhatini menetmez. Yâni bir kimse, bir adamdan, bir şey satın alıp onun satıcının mülkü olmadığını, belki başkasının olduğunu bilse; imdi o başkası müstehık çıkıp, satın alınan şeyi müşterinin elinden alsa, müşteri, satıcıdan semeni geri alır ve müş­terinin, mala başkasının müstehık olduğunu bilmesi rücû'unun sıhha­tini menetmez.

Şayet müşteri satın aldığı cariyeye, satıcının onu gasb ettiğini bil­diği hâlde, çocuk doğurtsa, o çocuk köle olur ve semeni satıcıdan geri alır. Yâni bir kimse gasbedilmiş. bir cariyeyi satın alıp, onu satıcının gasb ettiğini bilse ve cariyeden bir çocuğu doğsa, çocuk köle olur. Çün­kü müşteri, hâlin hakikatim bilmekle satıcının aldatması yok olmuş­tur. Lâkin müşteri, semeni satıcıdan geri alır. Şayet satıcı, müşterinin, satılan şey müstehıikkın mülkü olduğunu ikrar ettiğine delîl (beyyine) getirse, semeni geri alma hakkı bâtıl olmaz. İnıâdiyye'de de böyle den­miştir.
İstihkak siciline [113]; «Sicil, şu vech üzere yazıldı.» diye şehâdet etmekle hükmedilmez, belki o sicilin mazmunu üzere şehâdet edilme­siyle hüküm verilir. Yâni, bir Buihârâlı, müşteri elinde bulunan bir . hayvana müstehık çıksa ve müstehıkkun aleyh kadıdan sicili alsa ve hayvanın satıcısını Semeiikand'da bulup ondan semeni almak istese ve Buhârâ kâdîsımn sicilini gösterip ve o sicilin Buhara kadısının ya­zısı olduğuna dâir delîl (beyyine) gösterse, Semerkand kadısının o de­lil ile amel edip, mtistehıkkun aleyhe semenin geri verilmesine dâir hüküm,vermesi — şâhidler: «Buhârâ kâdîsı, Buhârâ'da müstehıkkun aleyh üzere bu satıcıdan satın aldığı hayvan ile hüküm verdi ve hayvanı bu müstehıkkun aleyhin elinden çıkardı.» diye şehâdet etmedik­çe— caiz değildir. Çünkü yazı, yazıya benzer. Şu hâlde, sicilin ken­disine i'timâd edilmez. Belki, kâdînın hükmüne ve müstehıkkun aley­hin mâlikiyetinin kaldırıldığına şâhkuerin şehâdeti şart kılınmıştır. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Keza, şahadet naklinden ve vekâletten başkasında da hüküm böy­ledir. Şahadet nakli ve vekâletten başkasiyle murâd, tutanaklar (mah­zarlar) [114], siciller ve vesikalar (saklar) dır. [115] Zîrâ, onlardan her birinde yazılan şeyin mazmunu üzerine şehâdet edilmesi vâcib olur. Çünkü onlardan her birinden maksad; hasım üzerine hüccet olması­dır. Hüccet ise, anc.ak bununla, yâni şahadetle olur. Şahadetin ve vekâ­letin nakli bunun aksinedir. Çünkü bu ikincisinden jnaksad, kâdî için ilmin hâsıl olmasıdır. Bundan dolayı şâhidlik yolunun kâfirlerden ibaret olması, her ne kadar hasım kâfir olsa da caiz olmaz.

Müşteri satılan şeyin (mebî'in) hepsini teslim aldıkda, ba'zisma m üs t e hık çıkı İsa, o ba'zin miktarında satış bâtıl olur. Eğer ba'zın is­tihkakı geri kalanda kusur îrâs ederse veya müstehak bir şey hükmün­de iki şey olursa —meselâ, kını ile kılıç ve yay ile.kirişi gibi— müş­teri o geri kalanda muhayyer kılınır. Bu zahirdir. Eğer ba'zın istihka­kı geri kalanda kusur îrâs etmezse ve iki şey olup bir tek şey gibi ol­mazsa, satın alınan şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması ge­rekir. Bunun açıklaması şudur: Satış, mü&tehakkın ba'zı miktarında bâtıl olursa, bakılır; eğer müstehak çıkılan şeye istihkak, geri kalan­da kusur îrâs ederse —nitekim ma'kûdun aleyh, ev, tarla, bağ, köle ve bunların benzerleri gibi teb'îzinde (bölünmesinde) zarar yukû bu­lan bir şey olursa— müşteri geri kalanda muıhayyerclir. Dilerse se­menden hissesi ile razı olur. Dilerse geri verir. Keza, ma'kûdun aleyh iki şey olup hükümde bir şey gibi olsa, ikisinden birine müstehık çı-kılsa, müşteri geri kalanda muhayyerdir. Eğer istihkak, müstehak çıkı­lan şeyin geri kalanında kusur îrâs etmezse, —nitekim ma'kûdun aleyh iki giyecek olup veya iki köle olup, birine müstehık çıkılsa veya buğday yığını veya veznî olan şeyin yükü ise, — onun teb'îzinde (bö­lünmesinde) zarar yıdktur. Satın alman şeyin geri kalanı semenden hissesi ile alınması gerekir ve müşteri için muhayyerlik yoktur, Tahâ--vî Şerhinde de böyle denmiştir.

Ya da müşteri satılan şeyin (mebî'in) ba'zısını teslim aldıkda, tesHm alınana veya teslim almandan başkasına nıüstehık olsun, hepsini teslim alma suretinde, müstehak olan miktarda satış bâtıl olduğu gibi, ba'zısım teslim aldığı vakitte dahî teslim alman şeyde satış bâtıl olur.

Müşteri, o ba'zisına müstehlik çıkılan malın geri kalanında muhayyer kılınır. Gerek o ba'zın istihkakı geri kalanda kusur îrâs etsin, gerekse /etmesin müsavidir. Çünkü tamâm olmazdan önce, istihkak sebebiyle müşteri üzerine satış pazarlığı (saika) ayrılmıştır.
Bir kiiin.se, bir evde meçhul bir hak iddia edip bir miktar üzere; meselâ, yüz dirheme anlaşsa (sulh olsa) [116] ve o evin bir kısmına müs-tehık çıkılsa, evin sahibi anlaşma (sulh) bedelinden bir şeyi o müd-deîden alamaz. Çünkü onun da'vâsı — her ne kadar az olsa da — geri kalanda olması caizdir. Ya da, o evin hepsine müstehık çıksa, ivazın hepsini geri verir. Çünkü, o müddeînin mâlik olmadığı ivazı almış ol­duğu anlaşılmıştır. Şu hâlde, ivazın hepsi geri verilir.

Eğ«r müddeî evin hepsini iddia edip; meselâ, yüz dirheme sulh olsa ve o evin bir kısmına müstehık çıkılsa, evin sahibi o hisse mikta­rını miiddeîden alır. Zîrâ sulh, yüz dirhem üzere evin hepsi için vâki' olmuştur. İmdi o evden bir şeye müstehık çıkınca, müddeînin o mikta­ra mâlik olmadığı anlaşılır. Şu hâlde ivazdan hissesi miktarı hesabiyle geri verir.

Bir kimse dinarlara karşılık dirhemler üzerine sulh olup, o dir­hemleri teslim alsa; birbirlerinden ayrıldıktan sonra o dirhemlere müs­tehık çıksa, dinarları geri alır. Çünkü bu sulh,    sarf ma'nâsındadır.

Bedele müstehık çıkınca, sulh bâtıl olur. Şu hâlde, dinarlara rücû vâ-ctb olur.

Gâsıbdan satın alınan kölenin âzâd edilmesi, mâlikinin gâsıba kö­lenin »atılmasına izin vermesiyle, müşterinin köleyi âzâd etmesi caiz olur. Yâni fbir adam, bir köle gasb edip satsa, sonra müşteri onu âzâd etse, sahibi de gâsıbm satışına cevaz verse, İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre, caiz olur. îmânı Muhammed' (Rh.A.) e göre, caiz olmaz. Çünkü, mülksüz âzâd olmaz. Zîrâ, Resûlüllah (S.A.V.):

«Ademoğlunun mâlik olmadığı kölede, âzâd caiz olmaz.» buyur­muştur.
Mevkuf, mülk ifâde etmez. Eğer ifâde et.se, izin verme (icazet) vak­tine müstenid olduğu hâlde sabit olur. Bu ise, bir bakımdan sabit ve bir bakımdan sabit değildir. Âzâd için musahhih olan mülk, hadîs-i şerifden dolayı kâmil mülkdür. İmânı A'zam iie İmâm Ebû Yusuf (Rh. Aleyhimâ) un delîH şudur: Mülk, mülkü ifâde için konulan mutlak tasarruf ile mevkuf olduğu hâlde sabit olur. İmdi âzâd, o tasarruf üze­re tertîb edilmiş olduğu hâlde mütevakkıf olup, o tasarrufun nefâzı ile nafiz (geçerli) [117] olur. Râhinden satın alınan kölenin âzâd edil-.mesi gibi olur. Vârisin, borca batmış olan terekeden bir köleyi âzâd etmesi gibi, ki o vakitte âzâd salhîlı olur. Ondan sonra borcu ödeditede, nafiz olur.

Gâsıbdan satın alınan kölenin satılması, mâlik gâsıbın satmasına izin verse de, caiz olmaz. Çünkü, izin vermekle mal satıcı için sabit olur. O satıcı da birinci müşteri olup, mülk-ü bât (kesin mülk) ile sabit olur. Mülk-ü bât, başkasının mevkuf olan mülkü üzerine ânz olunca, onu ibtâl eder. Çünkü mülk-ü bât ile mülk-ü mevkufun bir yerde, bir araya gelmeleri imkânsızdır.

Bir kimse başkasının kölesini, emri olmaksızın satsa ve müşteri, satıcının veya kölenin efendisinin satışı emretmediğini ikrarda bulun­duğuna delil getirse ve satılan şeyin geri verilmesini istese, kabul edil­mez. Çünkü, da'vâda çelişme vardır. Zîrâ satıcı ile efendinin, kölenin satışına girişmeleri, satışın sıhhat ve geçerliliğini ikrardır. Zîrâ Müs­lüman olan âkilin hâlinden zahir olan, sahih ve geçerli olan akde mü­başerettir. Delü ise, sahih da'vâ üzere mebnîdir. Da'vâ bâtıl olunca, delîl kabul edilmez. Şayet satıcı, kölenin mâlikinin emri bulunmadı­ğını, kâdî huzurunda ikrar ederse; eğer müşteri isterse, satış bâtıl olur. Zîrâ çelişme, ikrarın sıhhatini menetmez. Çünkü satıcı, o ikrarda müt-tehem değildir. Zîrâ bir kimse, bir şeyi ikrar edip ondan sonra inkâr etse, ikrarı fiahîh olur. Da'vâ, bunun aksinedir. Çünkü da'vâda mütte-hem (itham altında) dır. İmdi müşteri için satıcının ikrarı üzere mü­sâade etmek hakkı vardır. Bu durumda, ikisi arasında ittifak gerçek­leşmiş olur. Bundan dolayı, müşterinin isteği şart kılınmıştır.

Bir kimse başkasının evini emri olmaksızın satsa, gasb ettiğini de i'tirâf etse ve müşteri inkâr etse, satıcı ödemez, Kenz'de denmiştir ki: Bir kimse başkasının evini satıp, müşteri de o evi kentli binasına katsa, satıcı ödemez.
Zeylaî (Rlı.A.) şöyle demiştir: Mes'elenin ma'nâsı şudur: Şayet bir kimse, başka bir kimsenin evini izni olmaksızın satsa, ondan son­ra satıcı gasb ettiğini i'tirâf edip müşteri inkâr etse, satıcı evi ödemez. Çünkü satıcının iikrân, müşteri üzere tasdik edilmez. Evi alabilmesi için delil (beyyine)' göstermesi gerekir. Müstehık —ki evin sahibidir — delîl getiremeyince; telef, delîl getirmekden aczine muzâf olur. Yok­sa satıcının akdine muzâf olmaz. Çünkü, gasıbın satışı caiz değildir. Bu izahla ma'lûm olur ki; «Müşteri, o evi kendi binasına katsa...» sö­zü tesadüfen söylenmiştir. Zîrâ binaya katmanın bu husûsda te'sîrj yoktur. Bundan dolayı, burada bu ibare terk edilmiştir. [118]
[1] Bu gibi cümleleri daha İyi anlayabilmek için, kitabın Arabca aslına bakılması gerekir. Ancak şu kadarım söyliyelim ki, Arabcada ismin başına gelen (Elif-Lâm); ya cinsin ta'ıfcfi için otur, ki buna «Cinsiyye» denir, ya da o cinsden ma'hûd olan bir hassanın ta'rîfi için olur ki, buna da «Ahdiyyc» denir. «Ahdiyye» de; «Ahd-i jîikri» ve «Ahd-i huzur!» kısımlarına ayrılır. (Tafsilât için, Câmiu'd-Dürûs'il-Arabiyye, cüz:  î, s,  150'ye balcınız.)
[2] "Veeh: Sebeb; yüz, şekil, anlayış farkı, görüş gibi anlamlara gelir.
[3] Şirket-i   mufâveze:   Ortaklar  arasında   hem   sermayenin* miktarı;   hem   de   fayda   ve kârdan payları eşit bir hâlde bulunup, hiç birinin  fazla  ticârete  elverişli matı bulun­mamak üzere akd edilen bir ortaklıktır. Mecelle, madde:   1331  hükmü de aynı  meal­dedir.
[4] Ka/îz; Hem mekîlât, hem de alan ölçüsüdür.
Mekllât Ölçüsü olarak; 12 sa' mikdârmaa bir ölçektir. O hâlde;
1 kafîz = 12x2. 917 kg = 35. 917 kilogramdır.
Alan Ölçüsü olarak; 144 zira' mikdân yerdir. 13u di», bir cerîb'in onda biridir. J cerib, 10,000 metre kare olduğuna göre;            
, .  „        10.000        
l kafiz =—_= lıW)0 mctfe
[5] Meclis: Her hangi bir iş için toplanılan yer, toplantı yeri, toplantı dem«ktir.
[6] RisâleC: Bir kimsenin, tasarrufta dahli olmaksızın, bir kimsenin sözünü diğerine teb­liğ etmesidir, O kimseye Reeûl (elci) ve o gönderen kimseye «Mürrîl» ve diğerine de «Mürseİ'utt-İlejh» denilir.
[7] Muhayyerlik (hıyar): İki Skidden birinin-veya ikisinin o akdi şu kadar gün içinde ka­bul veya fesih etmek üaere muhAyyer olmasıdır.
[8] Bk. Nisa sûresi, âyet; 29
[9] Mevkuf: Bir hüküm ifâde etmesi, meselâ; başkasına mülkiyeti müfid olması, başkası­nın izin ve icazetine muhtâc olan bir fiildir veya akiddir. Başkasının malını fuzûlî ola­rak satmak gibi ki, satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icaze­tine bağlı bulunur.
[10] Mübaşeret: Bir ijİ bizzat yapmak, bir şeyi bizzat meydana getirmek demektir.
[11] Rk. Bakara sûresi;  âyet;  275
[12] Cüzâf ve mücâzefe: Götürü pazar demektir. Mecelle'nin 141 inci maddesinde de böy­le ta'rîf edilmiştir.
[13] Safka: Satış sırasında, salısın  kesinliğini  bildirmek için elini   karşısındakinin eline vur­mak   demektir.  Akid   ve  sal iş  anlamlarına da  gelir.
[14] Zİrâ': Dirsek ucundan orta parmağın.ucuna kadar olan bir uzunluk ölçüsüdür. Türk­çe'de buna «Arşın» denir. 75-90 santimetre arasında değişen şekilleri vardır.
[15] Teâtî ile satmak : İcâb ve kabulden asıl maksâd, iki tarafın nzâsıdır. Rızâ; kalbi bir şey olduğundan, îcâb ve kabul buna delâlet eder. »undan dolayı, bu rızâya delâlet eden teâtî (yâni fiilî değiş-tokuş) ile de bey' mün'akid olur, ki bu satışa «Teâtî ile bey'» denir.   Bu satışa  şöyle dört   misâl  verebiliriz:

a) Pazarlıksız ve lakırdısı/ olarak,   müçteri  akçeyi   verip,   Fırıncı  da O'na  ekmeği verse, her iki taraftan fiilî alıp-verme tahakkuk cimi* ve be>" mün'akid olmuş olur. b)  (Müjşterî  akçeyi  verip  karpuzu   alsa, satıcı  da görüp  sussa,  yalnız bir  laraflan verme bulunmuş ve yine bey' mün'akid olmuş olur.

c)  Müşteri, meselâ; buğday aîraak için satıcıya beş yüz kuruş verip ve «Şu buğ­dayı kaça satıyorsun » deyip, O da; «Kilesini yüz kuruşa» demesi üzerine müşterij sus-tukdan sonra buğdayı istediğinde sattci;  «Yarın, veririm.» dese ve böylece aralarında îcâb ve kabul bulunmayıp, yalnız müşteri semeni vermiş bulunsa, yine bey' mün'akid olur. Halta bilâhare buğdayın kilesi yiizelli kuruşa çıksa veya yetmiş kuruşa düşse, sa­tıcı buğdayın kilesini yüz kuruşa vermekten,  müşteri de almaktan, kaçinamaz.

d)  Müşteri, bir miktar etin; «Şurasından bana, şu kadar kuruşluk kesip tartıver,» deyip, kasap da oradan kesip tartsa, kasabın bu fiili de bey'i mün'akid olur, artık bun­dan kaçinamaz.
[16] Kirbâs: Ham keten bezi veya pamuklu bez demektir. Çoğulu «kerâbis» dır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiş, (muarreb) dir.
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 201-217.
[18] Merafık: Lûgatta, mirfek'in çoğulu olup, dirsek ma'nâsınadır. istilânda, bir şejin ta­mamlayıcılarından, müştemilâtından olup, kendisine ihtiyâç görülen şeyler, fayda de­mektir. Bir evin, su yolları gibi.
[19] Galak : Kapıya takılan kilittir, ki aıiahiarîii kilitlenir ve açılır.
[20] Şirb hakkı: Genel veya özel bir ırmakları bir (adayı, bağı veya bahçeyi veya hayvan­ları sulamak. İçin zamanı veya miktarı nıa'lûm, muayyen nasîbdir.
[21] Baki: Her çeşit sebzeye «baki» aıiı  verilir. Lâkin ba'zı yerlerde sebzelerin iyisi,  ene-cek durumda olanı demektir.        
[22] Bâkıltâ:  Bâkıllâ vejâ  bâkılâ,  baklagillerden   yurdumuzun   her t :ı rafı nda  ekimi  yapılan bir bitki;  sebzedir.  Tâ/csi  ve  kurusu  veıur.
[23] Mütekavvim mal (Mâl-i mütekavvim):  İki anlamda kullanılır. Biri, yararlanılması mu­bah olan şeydir. Diğeri de, ihraz edilmiş mal demektir.

İhraz: Mâliki olmayan mubah bir şeyi meşru' surette ele geçirmek anlamındadır.

Mütekavvim ise; lûgatta,  zî-kıymet (kıymet  sahibi)  demektir.  Meselâ :   «Besmele ile kesilmiş koyunun eti, şer'an mubah, olduğundan bir mütekavvim maldır. Denizdeki balık, havadaki kuş ise, gayr-i muhrez bulundukça;    gayr-i mütekavvim olup, bunlar avlanılmakia ihraz olunduğu zaman birer müıekavvim  mal olur.
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 218-222.
[25] Şart muhayyerliği (Hıyâr-i şart): Âkitlerden birinin, veya her birinin, akdi muayyen bir müddet içinde fesh veya icazetle infaz edebilmek.hususunda muhayyer olmasıdır.
[26] Ta'yîn: Bu da bir çeşit muhayyerliktir. Kıyemiyyâttan olan ve bahâları ayrı ayrı beyân edilen iki veya üç şeyden dilediğini müşterinin almak veya dilediğini satıcının vermek üzere muhayyer olması, demektir.
[27] Bu muhayyerlik çeşitlerinin  açıklamaları ileride kendi bâblannd.a gelecektir.
[28] Mümâtalc: Borcu, borcun vâdesini bugün, yarın diye uzatıp ertelemektir. Böyle hare­ket edea bir borçluya, «Medyûn-i münıâtil» denir. Borcunu Ödemeye gücü yettiği hâl­de erteleyip, duran kimse demektir.                             
[29] Hafi (kapalı) kıyâs:  İstihsân, demektir,  istihsân ise; zahir kıyâsın  hükmünü bırakıp, tç'sîr-bakımından daha kuvvetli olan gizli (hafî) kıyâsı kabul etme prensibidir.
[30] Celî (açık) kıyâs: Bir ?eyde sabit olan hükmün benzerin/ı -o hükmün İçtihadı İlletini taşıması halamından- diğer bir şeyde de bir re'y ve »ctihâd sonucu olarak izhâr et­mektir, ,
[31] Ayb: Eksiklik, bir malın değerini düşüren kusur, demektir.
[32] Maslahat: Bir işin salâhına, hayriyetİne götüren ve sebeb olan şeydir. Karşıtı; «Mefse-det» dir.

Maslahat; Maslahat-ı Dînİyye, Maslahat-ı Dünyeviyye, Maslahal-ı Zarurîye, Masla-hat-ı hâcibe, Maslahat-ı Tahsilliye, Maslahat-ı Mürsele, Maslahat-ı Mu'tebere ve Mas­lahat-ı Merdûde kısımlarına ayrılır,
[33] B!kr: Kocaya varmamış olan kızdır. Çoğulu «Ebkâr» dır. Bİkr, hakikî ve hükmî kısım­larına ayrılır.
[34] Zî-rahra: Lûgatta, mutlaka karabet sahibi, demektir. Istilâhda : «Tertkcden sülüs, nı-bıı' gibi belirli payı almayan ve terikeyi asabadan olmak sifatıyle ihraz etmeyen her hangi karîb» demektir. Mahrem İse; karabetten dolayı nikâhı haram olan kimsedir.
[35] İbra: Bir kimseyi, bir da'vâdan, bir hakdan beri kılmak, onun hakkında da'vâda, hak talebinde bulunmakdan vazgeçmektir.
[36] İlzam : Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Müddeâ»aleyh!in İkrarı ürerine, aleyhine verilen hükme, «ilzam»  denmesi  yaygındır  ki,  bununla  müddeâ - aleyh,  mahkûmun  -aleyh olmuş olur.
[37] Muâraza; Hasmın ileri sürdüğü deJîle taarruz etmeyip; yalnız bu delilin muktezâsma aykırı, nâkızını müsbit diğer bir delil Üeri sürmektir. Şöyleki: İki delilden biri, bir şe­yin meselâ; caiz olduğunu, diğeri de câi? olmadığını İsbâtlasa, bir muâraza meydana gelmiş olur.
[38] Ayb muhayyerliği (Hıyâr-ı ayb): Dir şeyde mcvcüd blan bir kusurun akdden^ sonra 2w hûrundan dolayı âkitlerden biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malın zuhur eden kadîm aybından(yâni, satıcı elinde iken mevcüd olan kusurun­dan) dolayı müşteri için. sabit olan  muhayyerlik gibi.
[39] Nâib (Niyabet):  Nâib; vekil, demektir.  Niyabet İse, vekîllikdir.
[40] Ruhsat: Kulların özürlerine mebni kendilerine bir kolaylık ve müsâade olmak üzere ikinci derecede meşru kılınan şevdir. Yolculuk (sefer) hâlinde Ramazan orucunun tu­tulmaması g'tM.                                                                    

Zorlanmış bir adamın, bankasının malını telef etmesi de bu çeşittendir ki, bu du­rumda, bu itlaf hakkında şer*j bir ruhsat bulunmuş olur. Bir olayda azîftct ile ruhsat bir araya gelince," azimet yolunu seçmek bir takva belirtisidir.

Azimet İse; kulların özürlerine mebnî olmaksızın ibtidâen meşru kılınan şeydir.  ,
[41] Şuf'it «Şefi'» kelimesinden alınmıştır. Şefi' kelimesi lûgatta tek'in zıddı olan, çift anla­mına gelir. Katmak ve toplamak anlamına da gelir. Bazı âlimler, şefaatten alınmıştır, demişlerdir. Çünkü bununla, şefaat eden ile hakkında şefâal ulunan kimse birleşmiş olur. Nitekim Peygamberin (S.A.V.) şefaati ile günahkârlar, âbidier zümresine katılıp onlar ile çift bulunmuş olacaktır.

istilânda İse: Satılan veya ivaz şartıyle hibe edilen bir akan veya o hükümde olan bir malı müşteriye veya kendisine hîbe edilene her kaça mâl otmuş İse, o miktar ile müfteriden veya satıcısından veya mevhûbun lehtlen cebren alıp temellük etmektir. Böylece şuf'a sahibi,   malı  mülküne katmış olur.
[42] Rıtl:   i30 dirhemlik bir ağırlık ölçüsüdür,  4.17.45 gramdır.
[43] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 223-235.
[44] Alcnçt Nişan ve alâmet anlamına gelir. Değerli bezlere vurdukları damgaya giyeceğin alemi, nişâiu, denir.
[45] Miisâveme; Bir malın bahâsını konuşup, kararlaştırmaktır.
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 236-241.
[47] Ayb muhayyerliği (hıyâr-i ayb): Bir şeyde meveûd olan bir kusurun akdden sonra zu­hurundan dolayı âkidlerin biri için sabit olan muhayyerliktir. Mutlak surette satılan bir malm zuhur eden kadtm aybmdan (yâni satıcı elinde iken mevcûd olan kusurundan) dolayı, müşteri İçin sabit olan muhayyerlik gibi.
[48] İkâle": Lügatte, ref ve ıskat ma'nâsınadır. Istjlâhda: Bir akd-i mahsûsdur ki;

ettim,  kabût eyledim.» gibi îcâb ve kabul ile yapılır.  Bununla satış ve icâre gibi her­hangi bir akid, ref ve izâle edilir.
[49] Leff-u neşr: Edebiyatçılara göre, ma'nâya âid edebî güzelliklerdendir. İki veya daha çok isim veya sözcük yazdıktan sonra onların her birine âid sıfat veya fiilleri ayrıca sı­ralamaktır. Bu da, ya tafsîien olur veya içmâlen olur.

İlk sözcüklerin tafstlen veya icmâlen zikredilmesine «leff» denir. İlk zikredilen söz­cüklere râci olan ikinci sözcüklere İse, «neşr» denir.

Tafsili de iki çeşittir: Çünkü neşr, ya leffin tertibine (sırasına) göre olur. Meselâ neşrden birinci kelime leffden birinci kelimeye,. ikinci kelime de leffin ikinci ke­limesine âid olmak üzere leffin tertibine (sırasına) göre olur. Diğerleri de bu te'rtîb üze­re bulunur. Nitekim Allah Teâlâ (Ç.C) nın şu âyetinde olduğu gibi:
«Allah'ın rahmetindendir, ki sizin için geceyi-ve gündüzü, içinde dinlenmeni* ve farf-u kereminden nzık aramanız için yaratmıştır.» (Kasas sûresi; âyet: 73) Allah Teâlâ (C.C.), bu âyette gece ve gündüzü tafsil üzere zikretti. Sonra geceye mahsûs olan «tçin* de dinlenmeyi» ve gündüze mahsûs olan «Allah'ı» fazl-u kereminden nzık aramayı» tertîb üzere sıraladı.                                 " '

Va da neşr, leffin tertibine (sırasına) göre olmaz. Bu da, iki çeşittir: Ya neşrden birinci kelime, leffden sonuncu kelime için ve ikincisi de sonuncudan bir önceki leİn olur ve bu tertib üzere devam eder. Buna tertibi tersine olan (maTfûs'ut-tertîb) denir. Nitekim Allah' Teâlâ (Ç.C.) nın şu âyet-i kerimesinde olduğu gibi:
«Peygamber ve O'nûnla beraber olan mü'minleri Allah'ın yardımı ne zaman diyor­du. İyi, bftinki, Allah'ın yardımı şübhesiz yakındır.» (Bakara sûresi; âyet: 214) Ba*n âlimler: «Allah'ın yardımı ne zaman» kavli îmân edenlerin sözüdür. «îyİ bİünkİ Al-lahın yardımı şübhesiz yakındır.» kavli de Peygamberin sözüdür, demişlerdir.

Ya da, hiç bir tertib gözetilmez. Buna da, tertibi karışık olan (muhteiit'ut-tertîb) adı verilir.
İcmâliyc misâl ise, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu âyet-i kerimesidir: «Yahudi veya Hı­ristiyan olmayan kimse Cennet'e giremeyecek dediler.» (Bakara sûresi; âyet: 111) Yâni: «Yahudiler: Yahudi olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olmayan kimse Cennet'e giremiyecektir, dediler.» demektir.
Yahudi ve Nasârâ arasında İnâd sabit olduğu için iki sözün arası leff edildi. Ba'zi âlimler demişlerdir ki: îcmâl ba'zan neşrde oîur, leffde olmaz. Meselâ, Önce bir kaç kelime veya. söz söylenir sonra bu bir kaç kelime veya söze şâmil olan bir kelime v$yâ söz getirilir. Meselâ, Allah Teâlâ' (C.C.) nın şu sözünde olduğu-gibi: «Beyaz lpük, si­yah îplikden tan yerinde (fecr-İ sâdıkda) sizce ayırd edilinceye kadar, yiyin içim» (Ba­kara sûresi; âyet:  187) Ebü Ubcyde'nin sözüne göre, siyah iplik (hayt-i esved) den murâd, fecr-i kâzibdir, gece (leyi) değildir. -(Bu âyetlerdeki edebî incelikleri daha iyi anlayabilmek İçin âyetle­rin -Arabca asıllarına bakmak faydalı olur. Biz sözü daha fazla uzatmamak için sâ­dece meallerini koyduk.)
Zemahşerî demiştir ki: Allah Teâlâ1 (C.C.) nm :
«Geceleyin uyumanız, gündüz de lütfundan rrak aramanız O'nuo varliğınm b*h gelerindendir.» (Rûm sûresi; âyet: 23) kavl-i şerifi leff bâbmdandır. Zemahşerî'ye göre, bunun takdiri judur:                 .                                                           

demektir. Ancak AUah Teâlfl (C.C.):arasını Ue ayırdl* CUnkü gece ve gündüz İki zaman>
dır. Zaman ve onda vâki olan şey, ittihâd üzere leff'in ikâmesiyle beraber bir tek sey Sibi olur. tgte bu da, lef fin bir btt$ka çeşididir. (Keşşâf-u latilâhât'il-Fünûn, ^c :  2)
[50] En'âm sûresi; âyet:  158                                                                          
[51] Bey-4 betât: Kesin (kat'î) satış demektir. Ba'zi âlimlere göre; Muhayyerliklerden mut­lak olan satıştır.
[52] Âdil • Doğru .güvenilir, yapılması gereken şeyleri yapan, adaletle muttasıf kimse de­mektir. Adaletle muttasıf olan böyle bir zâta mübalağa maksadıyla (adi) de denir. Bu­nun zıddı; zâlim, fâsık, haksızlık yapan kimsedir.
[53] Ntıkûl: Yemînden nukûl etmek: Bir müddeî veya müddeâ aleyhin kendisine yöneltilen ve teklif edilen yemini yapmakdan kaçınması, çekinmesidir, BöyJe yemîn etmek4en ka­çman kimseye «nâkil» denir.
[54] Mecelle madde 88'de; «Külfet nVmete ve ni'mct külfete göredir.» şeklinde ifâde edil-aüfür.
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 242-255.
[55] Fâsid. bey1: Esasen sahih olup vasfı bakımından sahih olmayan, yâni; zâten mün'akid olup da ba'zı dış nitelikleri bakımından meşru olmayan satıştır. Semenin, gayr-i mütekav-vim bir mal olması gibi.
[56] Bâtıl bey1: Kendisinde in'ikâd şartlan tamamen veya kısmen bulunmadığı İçin asla sa-hîh olmayan satıştır ki, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâje gibi mütekavvim -olmayan bir şeyi satmak gibi.                                                                                        
[57] Mevkuf bey': Başka şahsın hakkı taalluk, edip geçerli olması, o şahsın iznine bağlı bu­lunan satıştır. Bey'-i fuzûlî

gibi. Fuzûlî ise, başkasının hakkında, onun izni olmaksızın tasarrufda bulunan kimsedir.
[58] Sahîh bey*j Zâtı ve vasfı bakımından meşru olan-satıştır ki, buna (câU olan satış) da denir. Zâten meşrûiyyet, *îcâb ile kabulün meşru surette birbirine bağlanması ile husule gelir. Vasfen meşrûiyyet ise âkidlerin rızâları İle ve semenin bilinmesiyle gerçekleşir.
[59] Meyte: ölmüş insan ve davara denir. Ba'zi âlimlere göre, meyte, boğazlanmamış, mur­dar olmuş davara denir. Diğer bir deyimle: Meyte, İslâmt şartlara uymadan ölmüş ve­ya Öldürülmüş hayvan demektir.

Molla Husrev'in açıklamasına göre: Meyte: Kendi düşüp, eceliyle ölen hayvandır. Meyyite ise: Kendi düşüp, eceliyle ölmeyen hayvandır. Meselâ, mevkûze yâni, değ­nekle vurulup öldürülen hayvan gibi. Nitekim, ilende gelecektir.
[60] Sevm-i şirâ: Sevm, taleb anlammadır. Sevm-i şirâ: üir kimsenin, bir malını satılığa, çıkarması, arzetmesi ve satılacak bahâsını belirlemesidir ki. buna (Sevm'ul-Bâjİ') denir. Bir malı, şu kadar bahâ ile satın almak istemek

anlamına da gelir, ki buna da (Sevm'ül-Müşteri) denir.

«Sevm-i nazar» da, satın alınması istenilen bir malı görmek veya başkasına göster­mek üzere satın alacak kimsenin istemesi demektir. Böyle satın alma ist eğinde buluna­na (müsavim -bi$'§irâ>, bakmak İsteğinde bulunan kimseyi; do (müsavim -huTıuzdr) de­nilir. Bunlara (bayi' ve müşteri) denilmesi  mecazdır.
[61] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 256-260.
[62] Domuzlan: Kınkanatlılardan; mavi, siyah, sun karışımı, alaca renkli ;ığıh hır bocekdir. Taşların allında veya kır yerlerde döküntüler içinde küçük gruplar hâlinde aşarlar. İlginç bir savunma kabiliyeti vardır-: Anüs'ünden aşındırıcı ve çok uçucu bir sıvı fışkırtır.  Bu salgı, düştüğü  deride yanık  hissi uyandırır, ilmî adı; Bradıymış crepitans'dır.
[63] Akçe deyimi, lisânımızda nakid,  parn,  meblâğ, senet  anUıiul.tnııa yddisı gibi, v.tlui>I<;

kullanılmış küçük  gümiiş sikke  anlamında   da  kullanılır.   Bir U*se  -i (et e.  hışuı/   kurı:>

demektir. Akçe, ilk önce Sullan  Ortıan Uırafındmı H   ıy (M    l'UM târihindi- BurvTda darb edilmiştir.
[64] Mesti hakkı: Bir evin vea başka bir yerin, ıiış.ın>a, >aııi; b.ışk.iMiıııı mülküne mi>u Ve seli akmak ve damlamak liakkn.hr. Mesih suyun aktığı, geçip gİtliği yerdir. Sel v.ı-lağı da denebilir.  Tcsbîİ  ise, akılmak  anlamında kullanılır.
[65] IMürûr hakkı:   Başkasının   mülkünden  bîr  kimsenin >;ı!tıız geçmek  hakkıdır.  Hu.   «mti-L-errcd haklar» daıuîır. Düşürmekte iâkıl otur.
[66] Nevruz;  Aslen Farsça bir kelimedir.   «Yeni»  demek olan  (nev) e «gün»  demek olan , (rûz)   kelimelerinin   birleşmesinden   meydana   gelmiştir.   Arabcaya   «Nîrü/»" olarak   geç­miştir. Nevruz,   Güneş'in   kuzu  (Koç)  burcuna   girdiği   çiin'dür    ilkbahar başlangıcı  ve Celâli takvimine göre yilbaşıdır.
[67] Mihrecân : Farsça bir  kelime olup   asiı  «Milıigân» dır.   Arabcaya «Mihrecâıı» olarak geçmiştir.   Sonbabar  aylarından   «Eylül»   ayının bir  günüdür.   Rivayet  edilir, ki Feridun Şâh, Dahlıâk'e karşı bu günde zafer kazanmış, bu sen'ebden onu i'tibâr edip, bu günü yılbaşı yapmışlardır.
[68] Dehâkîn : Dihkâk veya dühkâıûn çoğuludur.   Aslı  Farzca uhıp.   Arabcaya geçmiş (mu-arreb)   dir. Bölge reisi,   mıntıka  âmiri,   iklim   reisi,   muhtar ve   vali   a!ilaml;ırma   gelir. Mal ve akar sahibi anlamına da gelir.
[69] Tedavül;  Tiden  ele gezme, <iohışm;ı, kullanılma, alınıp verilme giht anlamlara gelir.
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 260-269.
[71] Fekk-t rehn: Rehni izâle etmek, borcu verip merhûııu rehinlikıîen kurtarmaktır. (Fü-kûk), (iftikâk) da, rehni kurtarmak anlammadır. (Fikâk) da, hem rehni veyâ esiri kur­tarmak anlammadır, hem de kurtarmaya sebcb olun şey demektir.
[72] Ribh: Fayda, kâr demektir. Meselâ; yüz kuruşa alınan bir mal, yüzon kuruşa sa[ıls:t, bu on kuruş ribh olmuş olur. Çoğulu; «Erbâh» dır. İrbâh da, bîr maldan kâr sağla­maktır.
[73] Şefi': Satılan veya ivazla hîbe edilen akarda şuf'a hakkı olan, yâni o akara temellüke yetkisi bulunan kimsedir. Satılan akarda payı olan veya o akara akarı bitişik bulunan kimse gibi.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 269-274.
[75] R«şîd (rüşd): Rüşd, din ve dünyâ seiâhıdir; dine ve dünyâya zarar verib vermeyecek şeyîeri bilmektir. Hakk'a, Kur'ân'a da «Rüşd»> ilenir. «Reşed», hayır, rahme!, hidâyet demektir, «Re§âd» kuvvetli akıl sahibi olmaktır. Malını muhafaza hususunda tekayyüd ederek sefâhattan, savurganlıktan kaçınan kimseye (Reşîd) denir. İşlerini güzelce ida­reye muktedir surette baliğ olan kimseye de (Reşîd) adı verilir.
[76] Ecîr: Bir işi yapmak için kendisini kiraya veren kimsedir. İki kısma ayrılır:
a)  Ecîr-i hâs: Yalnız müste'cİriııe işlemek üzere tutulan ecirdir. Aylıklı hizmetkâr feîbi. Buna, «4Ecr-i vahd» de denir.

b)  Ecr-i  müşterek :   Müste'cirindcn  başkasına  işlemek şanıyla   bağlı  olmavan  ecir­dir. Hammâl, terzi, saatçi, iskele kayıkçısı, köy çobanı gibi. Böyle bir kimse, başkasına bil-fiil İş görmese de yine müşterek ec$? sayılır. Çünkü, bu İşi görmeye yetkisi vardır.
[77] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 274-276.
[78] Allah Teâlâ (C.C) Cum'a sûresinin 9.  âyetinde söyle buyuruyor :. Meale» :

«Ey îmân edenler! Cum'a günü namaz için çağrıldığınız (yâni ezan okunduğu) za­man hemen Allah'ı zikretmeye gidin (sa'y edin).  Ahş-verijJİ bırakın.,...»

Bu âyette geçen (sa'y) i müfessirler (Itcmcıı gidin) diye tefsir etmişlerdir. (Ebu's-Suûd, Nesefî)

Râgib Isfehânî'ye göre; Sa'y'den murâtl, koşmak değil hızlı >ürümektir. (Müfredat)

Elmalı'Iı Tefsirinde de bu konuda şöyle denmektedir:

«Burada sa'yden maksad, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hut­beye yetişmeğe çalışmaktır. Telâş ile koşarak gitmek demek değildir.»

«Cum'a günü namaz için çağrıldığınız /aman» elan murâd; Cum'a günü okunan ezandır. Ancak bunun iç ezanı mı yoksa dış ezanı mı olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bu konuda Elmalılı Tefsirinde şu ma'Iûmât nakledilmektedir:
«Peygamber (S.A.V.) zamanında Cum'a için birinci nida hatîb minbere oturduğu zaman Mescidin kapısı üstünde okunan ezan, ikinci ezan da hatîb inerken edilen ikâ­met idi. Hz. Osman zamanından beri tekarrür etmiş oian icmâ' ve teamüle nazaran da birinci nida Cum'a vaktinin girmesiyle okunan dış ezanı, ikinci nida hatib minbere otur­duğunda okunan iç ezanı, üçüncüsü de kâmet'tir. Bu âyette (Çağrıldığınız zaman) de­mekten murâd ilk okunan ezan olmak lâzım geleceği aşikârdır. Çünkü birinci ezan okununca nida, yâni Zikrullâha sa'yin şartı olan çağırılma vâki olmuş olur. Fakat bi­rinci ezan hangisi i'tibâr edilmeli? Ba'zı âlimler Peygamber (S.A.V.) zamanındaki bi­rinci ezanı nazar-ı ftibâra alarak şa'yin viicûbu hatibin minbere oturduğu zaman oku­nan ezan ile başlıyacağına kail olmuşlardır. İlk bakışta bu pek uygun gibi görünür. Lâ­kin Kenz Şerhi Bahr-i Râik'de ve Tenvîr'ul-Ebsâr'da ve sâirede beyân olunduğu üzere Hanefîyyece esah olan şudur ki, bu vücûb ilk okunan dış ezânıyla başlar. Çünkü Cum'-aya nida, da'vet bununladır. Fetâvây-ı Hİndiyye'de mes'eleyi şöyle nakleder: Sa'y ve terki bey1 birinci ezan ile vâcib olur. Tahâvî demiştir ki: Minber ezanı sırasında sa'y vâcib ve bey mekruh olur. Hasan tbn-i Ziyâd da demiştir kî: Mu'teber olan minaredeki ezandır...»
Hmah'lı Tefsiri.  (Hak Dini, Kur'ân Dili).  Elmah'lı Hamdi Yazır,  c. 6, s. 4963)
Dürer'in birinci cildinde (c. 1, s. 247) Cum'a Namazı Bâbı'nda Molla Husrev; dış ezanını birinci ezan ve iç ezanım ikinci ezan kabul ederek sa'yin birinci ezan ile vâcib olduğunu ve esah olan kavlin de bu olduğunu kabul ediyor ve:

«Eğer musallî, ikinci ezan vaktinde gitmeye yönetse, hutbeden Önce sünneti kılma* ya ve hutbeyi dinlemeye imkân bulamaz. Belki onun Cum'ayı kaçırmasından korkulur.» diyoi
[79] Vaîd: Cezasını söyliyerek fenalıktan  korkutmak,  vıktırinak demektiı
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 276-279.
[81] Mceelie'riİn   190.   maddesinde;   «Âkıdeyn   ba'dei-akd   rızâlanyla   bej'i   ikâle   edebilirler.» şeklinde ifâde edilmiştir.
[82] Mecelle, madde 191 hükmü şöyledir: «Bey' gibi (ikâle) dahi îcâb ve kabul iie olur.»
[83] Mecelle,  madde  193'de  de söyle  denmiştir: «Bey  gibi i kalede dahî ittilıâd-ı  meclis la-. zımdır.»
[84] Deyn-i müeccel: Bir müddetle ertelenmiş olan burçtur. Bir yıl nıûılıktk istikraz edilen para gibi.
[85] Mecelle, madde: 196 hükmü de

«Semenin  telef olması  ikâlenin  sıhhatine  mâni değildir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 280-283.
[87] Murabaha:  Bey'i  murabaha;  bir  kimsenin   almış olduğu bir  malı,   kendisine kaça   mâl olduğunu söyliyerek, ondan ziyâde bîr semen ile başkasına nzâsıyle salmasını.

Tevliye: Bey'i tevliye; bir kimsenin atmış olduğu bir inalı, kemlisine k-.^.ı mâl olmuş ise, onu söyliyerek, tanı o kadara satmasıdır.

Vadîa (vazîa): Bey'i vadîa; bir kimsenin, bîr malı kendisine kaça mâl olduğu­nu  söyliyerek  ondan   eksiğine salmasırtır.
[88] Adediyyât-ı mütckâribe: Bireyleri ve tenleri arasında kıymetçe önemli fark bulunma­yan ma'dudâttır, ki hepsi de misliyyâttandır. Ceviz e yumurta gibi.
[89] MİslE:   Çarşı  ve  pazarda bahâsının   İhtilâfını gerektiren  bir   fark  bulunmaksızın   misli, yâni kendi gibisi bulunan şeydir.                                  
[90] Kıyemî: Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya bulunsa da fiyatça farklı ulan şeydir. Yazma kitaplar, hayvanlar, karpuz ve kavun gibi meyveler bu kabilden dir.
[91] Simsar: Satıcı ile müşteri arasında, malı satmak ve pazarlık etmek için aracılık japan kimsedir. Salıvermesi için, dışarıdan kendisine arpa ve buğday gibi şeyler getirilen kim­seye de simsar denir. Zamanımızda buna komisyoucu, derler.
[92] Dellât: Alışverişte aracılık eden kimse, satılacak; bir şeyi yüksek sesle satan adam, de­mektir.
[93] Mudârİb:  Şirket-i  mudârebe, bir tanıfclan  sermâye,  diğer  tarafdan  çalınmak  ve  iş  ul-', mak  üzere  akd  edilen  bir  çeşit  ortaklıktır.  Sermâye  sahibine  (rab&'iil-nıâl)  yâni   mal sahibi, çalışan işçiye (âmile) de, «mudârib» denilir.
[94] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 284-289.
[95] Bakara sûresi; âvel : 275.
[96] Bakara sûresi; âyet: 275
[97] Garar: Akıbeti bilinmeyen, yâni sonu ma'lûaı olmayan şeydir.

Resûlüllah  (S.A.V.):  Sonu nıa'lûm olmayan işeyin  satılmasını  yasak  etnıiştîr.  Me­selâ;  sudaki  balığı, 

havadaki  kuşu  satmak gibi.
[98] i'mâl:  Fıkıh usûlüne göre;   ihmâi   etmeyip söze  bir  ma'nâ   verme;   yürürlüye   koyımık. amel ettirmek.
[99] Mukâyaza: Bey'i mukâyaza; nakit kabilinden olmayan bir aynı diğer bir ayn ile, yâni; altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile mübadele etmektir ki, buna lisânı­mızda değiş-tokuş «Trampa» denir. Bir kitabı, diğer bir kitabla değişmek gibi.
[100] Hulu': Nİkâh mülkünü zevcenin kabulüne bağlayarak özel lâfıAırdan. birile nrtaılan kaldırmaktır. Muhâlea. İvaz karşılığında olup olmamak hakımmıhut iki kısımdır. Mut­lak olarak hııju' denildiği zaman, şer'an bir örfî hakikat olarak n .*/ k;u?ı!ı;jııul;ıki mu-lıâleaya masruf olur. Hulu' için verilen bedele, «Hulu' bodeîi» denir
[101] Budu' (buzu'):  Nikâh anJamınadır.   Kadının tenasül uzvuna <i;ı   ıilâk olunur.
[102] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 290-295.
[103] Ribâ: Şiddetle yasak edilen fâsid alls-verişlerdemiir.- Liigat'tan anlamı; ziyâde demek­tir. Fukahânm ıstılahında isa: Bir cinsden olan iki bedelden birine yapılan karşılıksız ziyâdedir, ki bu gün buna'«faiz» diyoruz. Ribâ; «Ribe'n-ncsîc» ve «Itibc'i-fadl» olmak üzere iki kısımdır. Hatifi Şâfiiler buna «R'ibetf-ycct* adiyle üçüncü bîr çeşidi eklemiş­lerdir.

" * Ribe'n-nesie: Ziyâdesi geç ödemeden, yâni bir müddetten ibaret olan ribâ'dır. Kışın bir Ölçek buğday vererek, Güzün onun karşılığında bir buçuk ölçek buğday almak gibi. Dundaki yarım ölçeğin karşısında satılık bîr mal yoklur; o yalnız beklediği müddetin karşılığıdır. Bundan dolayıdır ki bu ribâya, «Erteleme fâi/İ» anlamına «Ribe'n-nesie» denilmiştir.

*    Ribc'I-fadl «Va'desİz Faiz» : Karşılığında hiç bir şey bulunmayan ziyâdedir. Bun­da müddet filân yoktur."Bir ölçek buğday vererek bir buçuk ölçek buğday almak ve teslim - tesellüm   işlemini   yaparak   işi   kesinleştirmek  gibi.   Oniki   mıskal  ağırlığında   iş­lenmemiş altını vererek, on miskal ağırlığında işlenmiş bir alım almak da böyledir. '

*    Ribel-yed:   Bİr   cinsden   iki   şeyi   teslîm  ve   teseliümsüz   satmaktır.   Buğday   ile buğdayı satmak gibi:

Ribe'n-nesîe'njn hükmü: Ribe'n-nesie'nin haram olduğu hususunda İmamlar ara­sında ihtilâf yoktur. Onun büyük günâhlardan sayıldığı münâkaşa götürmez bir haki­kattir. Bu cifte t, Kftâb, Sünnet ve femâ-i Ümmet ile sabittir.

Rİbo'l-fadFın hükmü: Va'dcsiz faiz demek olan bu işlem dört mezhebe göre ha­ramdır. Sahâbe-i Kirâm'dan ba'zılarının bunu tecvîz ettîği, hal tâ İbni Ahbâs (R.A.") nın da bunlar arasında bulunduğu rivayet edilmişse de sonradan bu fikirden döndüğü ve ribe'I-fadl'm* haram olduğunu kabul ettiği kesinlikle sabit olmuş bir -gerçektir.
(Şeamet Yolları, Alımed Davııdoğlu C:  3. S. 70-741
[104] Bakara sûresi; âyel: 28.1
[105] Za'ferân : Safran, süaengillerden küçük bitki ve boya olarak kullanılan   kokulu tepeciğidir. (Fazla bilgi için; C.   1, S. 284'e bakınız.")
[106] Biftman   (Menn):   Menıı,   iki   rıt!  ağırlığında,   âni:   260  dirhemlik  bir  olcudur.  Dört nıenn, bir sâ'dır. Menn'e Türkçe'de «Batman»  dü  denir. Batman;  7 kilogram, 697 gram, 670 miligramdır.
[107] Sancat:  «Sance» nin çoğuludur.   «Sance»:   Terazide  tartı   ivin   kuH.ından   Uısiır.   Diğer bir  deyimle,  terazide kullanılan  ağırlık  ölçüsüdür.
[108] Mt'yâr: Bir şeyin değerini, saflık derecesini anlamak için kullanılan âlettir, Mizan, terâzî, ayar mikyası, ölçü anlamlarına da gelir.
[109] Fels: Bakır para, ufak akçe, pul demektir. Pwl ise, lıesab ve fersiz ıstüâhıncu; bir ak­çanın üçde veya dörtte biridir. Mullaka paraya, mangıra ve yuvarlak tna'den parama (la «pul» denir.                         '     '
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 296-304.
[111] İstihkak: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin bir şahsa âid bir hak olduğunun  ortaya çıkması anlamına gelir.
[112] Ulûk; Bİr şeye ilgili olmak, iki şey arasındaki sadâkat veya husûmet. Gebe kalmak. Rahim gibi, oğJan yatağı denilen mahal.

«Alûk» da, arzu ve süt anİamınadır. Ölüme ve dâhiyeye de alûk ve alûka denir.
«Alâka» da, bir şeye sevgi veya husûmet sureliyle olan bağhlık ve ilgidir. (Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyyc Kâmûsu, Ömer Nasûbî Bilmen, c. 2, s. 396)
[113] Sicil: Kendisine nikâha, talâka, vakfa, İkrara, satmak ve satın almaya ve diğer huku­kî muamelelere dâir mahkemede cereyan eden ifâdelerin ve hükümlerin zabt ve tahrîr edilmiş olduğu defterdir. Çoğulu; «Sîcillât» tır. Hâkimin verdiği hükme de, «Tescil» de­nilmektedir. Çünkü bu hüküm, bîr sicİie kayd edilmektedir,
[114] Mahzar: Kendisinde  iki   hasmın   arasındaki  ikrara,   inkâra,   be>7İneye   veya  yeminden kaçındığına binâen verilen hükme dâir carî olan  şeylerin  iştibâhı kaldıracak biçimde yazılmış olduğu mahkeme defteri veya tutanaklardır.
[115] Sak: îlâm, hâkimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu husûsdaki hükmüne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır.  Çoğulu; «Sukûk» dur.
[116] Sulh: Istılâhda; iki tarafın, yâni müddeî ile müddeâ aleyhin aralarında rızâları iie çe­kişmeyi ortadan kaldıran ve yok eden bir akdden ibarettir.
[117] Nafiz: Başkasının hakkı tealluk etmeyen, meselâ; icazetine mevkuf bulunmayan mua­meledir. Şartlarını ve rükünlerini cami olan bîr akd, bir akd-i nafizdir ki, kendisinde muhayyerlik bulunup bulunmamak i'tibâfiyle lâzım ve gayr-i lâzım kısımlarına ayrılır. Karşılı; «Gayr-f nafiz» dir.
(Hukûk-ıı tslâmiyye ve UtılâhîU-ı  Pıkhiy>e Kânunu. Ömer Nasûlıt Bilmen, c    1. s. .'5)
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 305-314.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..