Kaza   Bölümü

Musannif, «Kaza Bölümü» nü Sulh Bölümü'nden sonra getirmiş­tir. Çünkü kazaya, yânî kâdînm hükmüne ancak iki hasmın arasında sulh olmadığı zaman başvurulur.
Kaza (veya kadâ), lügat bakımından ihkâm (bir şeyi muhkem yapmak) ma'nâsma gelir, [87] Şer'an; kaza, beyyine, ikrar veya yemin­den dönmekle başkası üzerine ilzamdır. [88] Çünkü kazanın hakikati husûmeti ayırmakdır. Bu da, ancak ilzam ile olur.
Kazanın ehli, şahadete ehil olan kimsedir. Çünkü her ikisi de, yâ­nî ehl-i kaza ve ehl-i şahadet velayet bâbmdandır. Çünkü kaza, kav­li (sözü), başkasına tenfîz etmektir,  (geçirmektir.)  [89]

Bir de; kaza ve şahadetten her biri ilzamdır. Çünkü şahadet, kâdî üzere; kaza ise, hasım üzere mülzimdir (ilzam edicidir). İmdi, şahâdete ehil olmak için şart kılman şeyler, kazaya ehil olmak için de şart kılınmıştır. Şahadete ehil olmanın şartı, kazaya ehil olmanın da şar­tıdır. Bunun açıklaması, daha Önce «Şahadet Bölümü» nde geçti.

Fâsık olan kimse şahadete ehildir. Binâenaleyh, kazaya da ehil olur. Lâkin fâsıka, kaza (kadılık) görevi verilmez. Çünkü fâsık, fışkı sebebiyle (dinî yasaklara) aldırış etmediği ve gayreti az olduğu için kendisine güvenilmez. Hattâ fâsıka kadılık görevi verilse, veren kim­se günahkâr olur. Nitekim, fâsıkın şahadetinin kabul edilmesi sahîh olmakla beraber kabul edilmez. Hattâ kâdî, fâsıkın şahadetini kabul edip onunla hüküm verse, günahkâr olur. Lâkin hükmü geçerli sayı­lır.

Fetâvâ-yı Kâidiyye'de; «Şahadet eden fâsıkın doğruluğuna kadının zannı gâlib olduğu zaman yerdiği hüküm geçerli olur.» denmiştir. Bu sözün, önemle bellenmesi ve bilinmesi gerekir.
Kazanın (hükmün) geçerli olması için, hüküm verilen yerin şehir olması şartında ve kısmetin [90] kaza işlerinden olmasında ihtilâf edil­miştir. Şehir, hükmün geçerli olması için, zahir rivayette, şarttır Ne-vâdir'in rivayetinde; şart değildir. Bizim Ulemâmızdan çoğu, ihtiyâc-dan dolayı Nevâdir'in rivayetini almışlardır.

Eğer kâdi, bir adama çarşı ve pazarı dâimi duran yerleşilmiş bîr köyde taksim yapması için emir verse, rivayetlerin ittifakiyle caiz olur.

Çünkü taksim, Mahkeme işlerinden değildir.

Keza kâdî, köylere çıkıp küçük çocukların işleri veya vakıf İşleri yâhûd küçük çocukların nikâhı için velî ta'yîn etse, caiz olur. Za-hîr'üd-Dîn el-Mergînânî (Rh.A.)'nin Fetvâ'smda böyle hikâye edil­miştir. Çünkü bu velî ta'yîni, hüküm değildir. Mahkeme işlerinden de değildir.

«Muhit» adlı kitabın Şahadetler Bölümü'nün otuzbirinci faslında müellif demiştir ki: Bu; bana göre, müşkildir. Çünkü kâdî bunları an­cak kaza velayeti ile yapabilir. Görülmez mi ki, kâdîya bu işler için izin verilmese, bunları yapamazdı. Binâenaleyh bu işler, Mahkeme işlerindendir.
Eğer kâdî, fcâdîliğı rüşvet [91] ile almış olsa, hükmü geçerli olmaz.

îmâdiyye'de, müellifi demiştir ki: «Kâdî, kadılığı rüşvetle almış olsa, kâdî olur mu?» diye sorulacak olursa, derim ki; Bunda Ulemâ ih­tilâf etmişlerdir. Sahîh olan kavle göre, o kimse kâdî sayılmaz ve eğer hüküm verirse, hükmü geçerli olmaz. Her ne kadar kadılığı rüşvetle alan o kâdî, âdil olsa da, kâdihğı rüşvetle almasiyl.e fâsık olup azls ' müstehlik olur. Çünkü azi edilmesini gerektiren sebeb mevcûddur.

Ulemadan ba'zisı demiştir ki: Kâdî, fisk sebebiyle kendiliğinden azl edilir. Çünkü ona kadılığı veren kimse, onun adaletine güvenmiş­tir. O'nun kazasına adaletsiz razı olmamıştır.

Kâdîhân (Rh.A.) da demiştir ki: Kâdî rüşvet alırsa, hükmünün rüşvet aldığı şeyde geçerli olmayacağına fakîhler icmâ eylemişlerdir.

Uygun olan, kadirim iffetinde kendisine güvenilir (mevsûk-un bih) olmasıdır. Yâni haramdan sakınmada, akıl ve salanda, Sünnet'i bil­mek ve anlamakda ve asarda (yâni Sahabeden rivayet edilen haberler­de), olayların hükümleri ile ilgili olan mes'eleleri bilmekde kendisine güvenilir kimse olmasıdır. İçtihada ehil olması, evleviyyetin şartıdır. Cevazın şartı değildir.

Keza, müftî de öyledir. Yâni onun da mezkûr sıfatlarla nitelenmiş olması gerekir. Kâdî gibi onda dahî içtihada ehil olması şart kılınma­mıştır.

Kâdî, ne kalbi ile ve ne de dili ile kadılığı taleb etmemelidir. Çün­kü Resûlüliah (S.A.V.) :                                                      

«Bir kimse kadılığa tâlib olursa, kendi nefsine bırakılır. Bir kim­seye de zorla kadılık verilirse, o kimse üzerine bir Melek inip ona doğ­ruyu gösterir. Yânı ona rüşd İlham edip doğru (olanı yapma) ya mu­vaffak kılar.» buyurmuştur.
Kadılık görevini veren kimsenin, kadılığa en kudretli ve en lâyık olan kimseyi seçmesi gerekir. Kötü huylu ve zorba, olan kimseyi seç-memelidir. [92] Çünkü kâdî, hüküm hususunda Resûlüliah (S.A.V.)'in halîfesidir (vekilidir). Allah  (C.C.)'m Elçisi:

«Bir kimse, başkasına bir iş (yâni kâdîlık) verin de o işi veren kim­senin raiyyesinde (yânî halkı arasında) o işe görevlendirdiği adamdan daha uygun bir kimse bulunursa, işi veren kimse Allah (CC)'a Resu­lüne ve Müslümanların cemâatine hıyanet etmiş olur.» buyurmuştur.

Kâdîlık işi, Dîn işlerinin ve Müslümanların amellerinin en önem-lilerindendir.

Başkasına zulüm ve cevr etmekden korkan kimsenin kâdîhk gö­revi alması mekruh olur. Eğer başkasına zulüm ve cevr etmekden emîn olursa mekruh olmaz. Fukahâ'dan ba'zısı; zorlanmadan kâdîhğa ken­disi tâlib olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Kim kâdîhğa mübtelâ olursa, sanki bıçaksız boğazlanmış gibi olur.» Duyurmuştur.

Ulemâdan birisi demiştir ki: Kadılardan biri bu hadîs-i şerifi ha­fife alıp; «Böyle şey nasıl olur?» demiş. Sonra o kâdî tıraş olmak için meclisine bir berber çağırıp, berber çenesinin ba'zı kıllarını tıraş et­meye başlamış. Derken, kâdî aksırmış ve ustura boğazına isabet edip başı önüne düşüvermiş. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Âdil olan kimseden kâdîhk görevi almak caiz olduğu gibi, zâlim olan kimseden de almak caizdir. Çünkü Sahâjbe (R.Anhüm), Hz. Ali (R.A.)  için ihtilâf ortaya çiktıkdan sonra, Hz. Ali  (R.A.)  haklı iken Muâviye'den kâdîlık görevini almışlardır. Yine Sahabe; Yezîd, [93] fâ-sık ve zorba olmakla beraber ondan kâdîlık görevi almışlardır. Tabiîn de, zamanının en zâlim insanı olan Haccac'dan [94] kâdîlık görevi al­mışlardır. Âsüer (ehi-i bağy) den de kâdîhk görevi almak caizdir.

İmâdiyye'de denmiştir ki: Âsîlerden kâdîlık görevi almak caiz olur. Âsîlerin, sâdece istilâsı ile âdil olan sultânın tâ'yîn etmiş olduğu kâ-dîlar azl edilmiş olmazlar. Onları âsîlerin azl etmesi sahih olup, hattâ âsîler yenik düşüp de onların yenilgisinden sonra, kâdîlann kazaları, âdil sultân tarafından yeniden görevlendirilmedikce, geçerli olmaz.

Bir kâdîya, kâdîhk görevi verilince, kendinden önceki kâdfom di­vânını ister. O divân; içinde sicillerin, belgelerin ve bunların benzeri Şerl Sak'lerin bulunduğu çantalardır. Çünkü kâdî iki nüsha yazar, biri hasmın elinde olur, diğeri de kadının divânında kalır. Zîrâ kâdî faa'zan her hangi bir sebeble ona muhtaç olur. Hasmın elinde bulunan nüsha üzerindeki fazlalık ve eksikliğe güvenilmez. Sonra azl edilmiş olan kâdînm, üzerine bu nüshaları yazmış olduğu beyaz varak (kâğıt veya defter), eğer Beyt'ul-mâl'den (Devlet hazînesinden) verilmiş ise, azl edilmiş kâdîdan zorla alınır. Çünkü o varak, onun eline ancak iş görmek için verilmiştir. Artık iş başkasına geçmiştir. Eğer varak, azl edilmiş kâdînm kendi malından veya hasmın malından olsa; sahih olan kavle göre, yine vermesi için zorlanır. Çünkü kâdî, o varakı mal edinmek için değil, belki tedeyyün için almıştır. Keza hasımlar o vara­kı kâdî görevde iken onun elinde bırakmışlardır. Halbuki o kâdî azl edilmekle görev başkasına geçmiştir.

Kâdî, hakkı ikrar eden, yânî doğruyu söyleyen veya üzerine bey-yine getirilen tutukluyu (mahbûsu) ilzam eder. Yânî, mahbûslann hâ­line bakar. Çünkü kâdî, Müslümanların işleri için nazır (bakan) ta'yîn edilmiştir. Hakkı ikrar etmiş vcyâ inkâr edip üzerine beyyine getiril­miş olan tutukluyu da ilzam eder. Azl edilmiş olan kâdtnın, tutuklu üzerine sözü ancak beyyine ile kabul edilir. Çünkü azl edilmiş olan kâdî, halkdan bir kimse gibi olmuştur. Tek kişinin şahadeti ise; hiU hassa kendi fiili ile olursa hüccet değildir.

Eğer tutuklu doğruyu söylemez ve üzerine beyyine de getirilmiş olmazsa; üzerine nida eder. Yânî; nida edilip hasım çağrılmadıkça kâdî onu salıvermekde acele etmez. Yânî her gün duruşmaya otur­duğu zaman münâdîye (mübaşire) emredip; «Tutuklu olan fülân oğ­lu fülândan hak taleb eden kimse gelip hakkını istesin!» diye, hasım ile tutuklu- biraraya gelinceye kadar çağırttırır. Eğer hasım çıkmazsa tutukludan kendisine bir kefil alıp, onu salıverir.
Yeni kâdî, azledilmiş kâdînın güvenilir kimselerin eline bıraktığı emânetlere ve vakfın gelirlerine de bakar. Beyyine veya zi'İ-yedin ikra­rı ile amel eder. Çünkü bunların hepsi hüccettir. Azledilmiş kâdînm sözüyle amel etmez. Ancak zi'I-yed azledilmiş kâdiden teslim aldığını ikrar ederse, azledilmiş kâdînm sözü ile amel eder. Çünkü bu takdirde zi'1-yedin ikrân ile zi'1-yedlik kâdînm olmuştur. Bu durumda kâdînın ikrân sahih olur. Sanki o hak'hâlen elinde gibidir. Çünkü elinde mal olan kimse, onun bir insana âid olduğunu ikrar etse, kabul edilir.

Kâdî, hüküm vermek için mescidde oturur. Câmi'de oturması, mescidde oturmakdan evlâdır. Çünkü cami, beldenin en tanınmış yerle-rindedir. Ya da kâdi, hanesinde oturur ve oraya girmeleri için in­sanlara izin verir. Kâdînm meclisinde daha önce beraber oturduğu kimseler yine otururlar. Çünkü hanesinde yalnız oturması töhmet mey­dana getirir.
Kâdî, hediyye kabul etmez. [95] Çünkü hediyyeyi kabul etmek, he­diyye veren kimsenin kayırılmasma yol açar. Kâdî, ancak kendi zî rahm-i mahrem'inden hediyye kabul edebilir. Yâhûd, hükümden Önce, hediyye vermek âdeti olan kimsenin âdeti câri olduğu kadar hediyyeyi kabul edebilir, Yânî, bu zikredilen iki hediyyeyi reddetmez. Çünkü bi­rincisi sıla-i rahmdir. İkincisi ise, hüküm için değil, belki âdeti oldu­ğu içindir. Hediyye alması için, bu ikisinin husûmeti olmaması şarttır. Çünkü bunlara âid husûmet olursa, hediyyeyi hüküm için almış olur. [96]

Kâdî cenazede bulunur. Çünkü cenazede bulunmak Müslümanla­rın, Müslüman üzerindeki haklarındandır.
Kâdî, özel da'vete gitmez. [97] Özel da'vet şudur; ki müsâfir eden kimse eğer kâdînm o da'vete gelmiyeceğini bilirse, onu yapmakdan vazgeçer. Çünkü böyle özel da'vet, hükümde kayinimak. içindir. Umû­mî da'vet ise, bunun aksine olup, gidebilir.

Kâdî, hastayı ziyaret eder. Çünkü hastayı ziyaret etmek de, cena­ze gibi, Müslümanların haklarındandır.

Kâdî, iki hasım arasında, gerek huzurunda oturmak, gerekse on­lara doğru yönelmek bakımından eşit davranır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Eğer sizden biriniz kâdîîık ile mübteîâ olursa, hasımlar arasında; meclis, işaret ve bakmak hususunda eşitliği gözetsin.» buyurmuştur.
Kâdî, hasımlardan bîri ile gizlice konuşmamalı, birine işaret ve hüccet telkin etmemelidir. [98] Çünkü, bunda töhmet vardır. Birinin yüzüne gülmemeli; çünkü bu, 'hasmı aleyhine teşvik olur. Mutlak su­rette şaka da yapmamalıdır. Yânî her ikisine veya birine yâhûd onlar­dan başkasına şaka yapmamalıdır." Çünkü şaka, mahkemenin i'tibânnı yok eder. Bu ibare, Vikâye'nin: «Onunla şakalaşmâz.» sözünden daha güzeldir. Çünkü Kâfi sahibi: «Onunla ve başkasiyle şakalaşmâz, hüccet de telkin etmez. Zîrâ bunda töhmet vardır.» demiştir.

Yine, kâdî, şahide; «Sen, şöyle şöyle şahadet eder misin?» demek­le telkin yapmamalıdır. Çünkü telkin, hasımlardan birine yardım et­mektir. Böyle olunca, şahide telkin yapmak mekrûhdur. Nitekim has­ma telkin yapmak da böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); şahide telkin yapmayı, töhmet olma­yan yerde müstahsen görmüştür. Çünkü şâhid, ba'zan meclisin heybe­li sebebiyle tutulabilir. Bu takdirde kadının şahide telkin yapması, hakkı ihya etmek için hasmın izhârı ve tekfîli menzilesinde olur. Eğer hak, hasmın üzerine onun ikrân veya beyyine ile sabit olursa, kâdî mukırra hakkı vermesini emreder. Mukir, hakkı vermekden kaçınırsa, kâdî onu habs pfW

Musannif; kaçınmanın,    kadının emrinden sonra olması    şartını koymuş, beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasım ayırmamıştır.

Hidâye sahibi; beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasını ayırıp demiştir ki: Eğer hak; beyyine ile sabit olursa, kâdî onu habs eder. Nasıl ki inkâr etmesiyle oyaladığı belli olduğu zaman dahî habs eder. Eğer îkrân ile hak sabit olursa, habsine acele etmez. Çünkü hasmın ilk görüşmede oyalayıcı olduğu bilinmez. Belki mühlet verilmesini is­temiştir de malı onun için getirmemiştir. Eğer hasım bundan sonra nalda vermekden kaçınırsa, uzatıp durduğu ve oyaladığı anlaşıldığı için kâdî onu habs eder. Bunun benzeri Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) dan hikâye edilmiştir. Şems'ül-Eimme (Rh.A.)'den hikâye edilen ise, bunun hiiâfı-nadır. Çünkü hak; beyyine ile sabit olursa, özür dileyip; O'nun, ben­de alacağı olduğunu ancak bu saatte öğrendim, borcumu öderim!» der. Bu özür dileme, ikrarda hâsıl olmaz. Daha güzel olan, burada zik­redilendir. Nitekim Zeylaî (Rh.A.)  de böyle demiştir.

Kâdî, hasmı dilediği kadar habs eder. Habse müddet takdir etmek-de ihtilâf edilmiştir. Sahih olan kavle göre; habs mikdârı kadının re'yine bırakılmıştır. Çünkü habs; incitmek ve eza vermek (îzâ) içindir. İn­citmek hususunda ise, insanların hâlleri farklıdır.

Kâdî, habs lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle habs eder.

Borçlu için hâsıl olan maldan bedel olarak   —meselâ, satılan şeyin . semeni yâhûd ödünç veya akd ile iltizâm eylediği mehr-i muaccel, hul' bedeli, kefalet borcu gibi — borçluya lâzım gelen şeyde hak sahibi­nin talebiyle onu habs eder. Çünkü mal, onun elinde hâsıl olunca, onun zenginliği mal ile sabit olur. Kendi ihtiyarı ile akdi iltizâm et­mesi zenginliğine delildir. Eğer; «Fakirim!» diye iddia ederse, zikredi­len borçlardan başkasında, habs edilmez. Çünkü, zengin olduğuna dâir delil yoktur. Ancak, alacaklısı onun zengin olduğunu isbât ederse, bu takdirde kâdî, uygun gördüğü kadar habs eder. Nitekim, bu daha önce geçti. Çünkü zengin olduğuna dâir delil bulunmazsa söz, borçlu olan kimsenindir. Borçlunun zerîgin olduğunu isbât etmek da'vâcıya âiddir ve kâdî, onu habs eder.

Habsden sonra, tutukluyu sorguya çeker. Eğer malı olduğu mey­dana çıkmazsa, habsden salıverir ve zenginlemeye vakit buluncaya ka­dar bekler. Çünkü tutuklunun habs müddeti geçtikden sonra habsi, zulm olur. Tutuklunun alacaklılarını ondan haklarını istemekden men etmez. Çünkü hak sahibinin onun üzerinde hakkının sabit olması, di­ğer alacaklının hakkını ondan istemesine engel olmaz.

Borçluyu habs etmezden Önce iflâsına dâir beyyine göstermesini kabul etmez. Çünkü bu beyyine, nefy üzerine. Binâenaleyh bir müeyyid ile te'yîd edilmedikçe kabul edilmez. O müeyyide de habsdir. Habs edil-dikden sonra ihtiyaten kabul edilir.

Zenginliğe dâir olan beyyine evlâdır. Yâni da'vâcı, borçlunun var­lıklı ve zengin olduğuna dâir beyyine gösterse ve da'vâlı fakir olduğu­na dâir beyyine getirse, zengin ve varlıklı olduğuna dâir olan beyyine evlâdır. Çünkü fakirlik, arızdır. Beyyine ise, isbât. içindir.

Varlıklı ve zengin olan borçlunun habsini uzatır. Çünkü habs, zul­mün cezasıdır. Eğer varlıklı ve zengin olan borçlu, hakkı edaya kadir iken kaçınırsa, zulmü zahir olup habsini uzatmakla cezalandırır.

Bir adam, karısının ve çocuğunun geçmiş nafakası için habs edil­mez. Çünkü nafaka, zaman geçmekle düşer. Her ne kadar kâdî hükm­etmekle veya karı ile koca nafaka üzere anlaşmakla, sakıt olmazsa da geçmiş nafaka için yine habs edilmez. Çünkü nafaka, bir maldan be­del değildir. Bizim zikrettiğimiz esâsa göre; bir akd ile üzerine na­faka lâzım gelmiş de değildir. Belki karısına ve çocuğuna infâk et-mekden kaçınırsa, habs eder. Çünkü nafaka vaktin ihtiyâcını karşıla­mak içindir. Nafakayı kasden terk etmekde ise; onları helak etmek vardır. Binâenaleyh, onların helak olmalarını def etmek için habs eder.

Hadd ve kısâsdan başkasında, kadının kadılık yapması   (kazası) caiz olur. Çünkü daha önce geçti ki, kaza şahadetten hâsıl olur. Kadı-
[1] Muhtecîb: Kapıcı.
[2] Muhaddara:   Evinden   çıkmayan   örtülü   ve   iffetli   kadın,   demektir.
[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 207-212.
[4] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 213.
[5] İkrar; bir kimse, diğer kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir. O kimse­ye «Mııkir», o diğer kimseye de, «Mukarr'un leh» ve o hakka da «Mukarr'un bih» denilir.  (Mecelle   Mad:   1572)
[6] Mnkarru*.   MU:   İkrar   olunan   hak;   başkasına   âid   bulunduğu,   bir   kimse   tarafından haber venien hak.                                                                                                     
[7] MukarrHm  leh:   Kendisine  âid  bulunan   hak;   başkası tarafından   i'tirâf  olunan hakîki veya menevî   şahıs.
[8] Mukırr:   Kendisinde bir  kimsenin   hakkı   olduğunu   haber  veren   kimse.
[9] Medlul; Dehl   getirilmiş şey; delâlet  olunan,   gösterilen  şey.
[10] Bu  konuda   fazla  bilgi  için;   c:   3.   s:   10'a  bakınız.
[11] Dânık  (Denk):  Bir dirhemin  altıda biridir.   0,801 gramdır.
[12] Kırat:  Elmas  gibi   kıymetli   cevherleri   ölçmekde   kullanılan   bir   ağırlık   ölçüsüdür.   Bir kırat;   bîr  gramın  milyonda   ikiyüzbinkırkaitısına  eşittir.
[13] Kehf  sûresi  (18);  âyet:   25
[14] Kavsara:   Karoışdan   yapılım?  olup,  içine   hurma   konan   sepettir.
[15] ŞEYHAYN:   Fıkıh'da:   Ebû   Hanîfe ile   EbÛ  Yûsuf  (Rh.   Aleyhimâ)  2.  verilmiş  olan unvan.
[16] Fecr sûresi  (89);  âyet:  29
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 214-227.
[18] Gilmân:   Gulâm'm   çoğuludur.   Gulâm:   Erginlik   çağına  yaklaşmış   oğlan   çocuğudur. Burada gıimânın ma'nâsı; köle veya hizmetd olan oğlan çocukları demekdir.
[19] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 228-234.
[20] Yâni, bir kimsenin kardeşi ve amcası onun doğmasına ve dünyâya gelmesine sebeb ve vâsıta olmuş değildir. O da, kardeşinin ve amcasınla doğmasına ve dünyâya gel' meşine sebeb  ve  vâsıta olmuj  değildir.

Diğer bir deyimle; bir kimsenin kardeşi veya amcası ile kendi arasında doğmak ve doğurmak yoktur. Bunlar için neseb ikrar etse, neseb sabit olmaz ve onun hak­kında ikrân kabul edilmez. Fakat çocuğu, babası ve anası gibi aralarında doğmak ve doğurmak olan kimseler için neseb ikrar ederse, neseb sabit olur.
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 235-239.
[22] Arapçada, bir ismin sonuna tenvin gelirse, o isim nekre (belirsiz) olur. Eğer ismin başına (elif-lâm) gelirse, o isim ma'rife (belirli) olur. Meselâ; hakk'an, sıdk'an; nek­re yâni belirsizdir. Herhangi bir hak ve herhangi bir sıdk demektir. El * hakk, es-sıdk ise, ma'rifedir yânı belirlidir.   Belli bir hakk ve belli  bir sıdk demektir.
[23] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 240-242.
[24] Tezkiye: Bir olay hakkında şahadet eden kimselerin, bu çehadete ehil olduklarını ban­kalarından  gizli ve  açıkça sorularak  tesbît   edilmesidir.   Bu bakımdan tezkiyeler,       i İi  tezkiye»' ve «Açıkça  tezkiye»  kısımlarına   ayrılır.
[25] Bakara sûresi (2); âyet: 282
[26] Fisk: Günâh işlemek, dînin yasak ettiği şeyleri yapmak demektir.
[27] Şahadetin   nisabı:   Bir  olay   hakkında  şahadetleri  makbul  olacak  kimselerin  mikdân demektir.
[28] Nisa sûresi (4), âyet:  15
[29] Nûr sûresi  (24);  âyet:   4
[30] Bakara sûresi (2);  âyet:   282
[31] Talâk: sûresi (65);  ayet: 2
[32] Mürüvvet:   insanlık.,   himmet,   ulanmak,   uygun   olmayan feyleri   terk elmek,   ma'nâsı-nadır.  Bir   kimsenin   kendi  zamanında   ve  yöresinde benzerlerinin  mubah  olan  ahlâk ve davranışı   ile ahlâklanmış olması  bir  mürüvvetdir.
[33] Ta'n-i jühûd: Bir olaya şâhidlik edenlerin bu şehâdette yalancı olduklarına dâir raüd-deâ   aleyh (da'vâlı)   tarafından  vuku  bulan   iddiadır.
[34] Cerh-i  şühûd:   Şâhidlerin   fâsık   olduğunu,   adaletten   mahrûmİyyetini iddia  ve izhîr etmekden   İbarettir.
[35] Müzekkî:   Şâhidlcrin   vaziyetlerini   inceliyerek   şâhidlerin   kabul   edilebileceğini   isbât
[36] İşkâl'(mûşkil):  Bir lâfan kendisinden ne murâd edildiği, düşünmeden bilinemiyecek derecede   raa'nâsı   kapalı   olmasıdır.
[37] Teâtî: Bir alım-satım çeşididir.    (Fazla bilgi için;  c:3,  s:  25'de 28 numaralı dip­nota bakınız.)
[38] Nağme: Kelimenin sesi veya ses tonu demektir.
[39] Tesâmu':  Lûgatta, başkasından işidilip nakl edilmek anlamınadir.

Şer*an; «iştihar» demektir. îştihâr (şöhret) ise, iki çeşittir. Biri; hakîkî şöhrettir, ki tevatür ile hâsıl olur. Diğeri de; hükmî şöhrettir, ki iki âdil erkeğin veya bir âdil erkek ile iki  âdil  kadının şehâdet lâfzı  İle  haber vermeleriyle husule gelir.
[40] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirme.
[41] Tahammül:   Üzerine   alma,   yüklenme.
[42] Divân:   Burada;   «Kayid   Defteri»   demekdir.

îslâm Hukûku'nda ilk defa Hz. Ömer (R.A.Vin hilâfeti zamanında «Dîvân» un-vânıyîa böyle bir müessese vücûda getirilmiştir, ki «Divân'üs-salfâna» denirdi. Bu da dört  kısma  ayrılmıştır.

a)  Dîvân'ül-cüyüş:   İslâm   mücâhidlerinin  adlarını,   neseblerini,   kabilelerini   ve   her birine idaresine kâfi' mikdârda verilecek atiyyeleri, vazifeleri  muhtevi sicillâtdır.  Bun­larda kaydlı olanlara, «Ehl-i dîvân» denir.

b)  Dîvân-ı a'mâl:  Vergilere,   hukuka,   şehirler  İle  kasabaların,  mezrealann  vesâi-renin  ahvâline, bunların ne suretle  feth edilmiş olduğuna dâir mâlûmât-ı muhtevi si­cillerdir.

c)  Dîvân-ı umma!:  Devlet me'mûrlarmm  ta'yînlerine,   azillerine,  terceme-i  hâlle­rine müteallik sicillerdir.
d)  Divân-i istîfâ': Beyt'ül-mâl'e mahsûs varidat ve masarifi ihtiva eden sicillerdir. (Hukûk-u islâmiyye ve Istıîahât-i Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen c; 4, s: 74)
[43] Havâss takımı:   Halk  arasında,  okumuş   kimselerden   meydana gelen   topluluk.
[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 243-255.
[45] Şahadet (Şâhidlik):  Bir kimsenin,  bir jahısda olan   hakkını   isbât  için şehâdet  lata  ile hâkimin  huzurunda ve hasmın' karşısında vâki' olan doğru  ihbarıdır.
[46] Cebriyye:   Beşerî   irâdeyi   inkâr  eden   mezheb   zümresi.

*  Kaderiyye:   «İnsan,   yaptıklarının   yaratıcısıdır.»   î'tikâdında   bulunan,   kaderi in­kâr   eden   mezheb   zümresi.

*  Râfızîler:   Hakk.  Mezhebden   ayrılmış,   namaz kılmayan   kimseler  zümresi.  Bun­lar, Şiilerin bir koludur.

*  Hâriciler:   Vaktiyle Hz.  AH (R.A.)'ye   ısyân eden cemâat  ferdi erinden herbiri.

*  Muatüle:   Allah   (CC.)'a   i'tikâd  etmeyen,  sifailanm   inkâr eden  bir  zümre.

*  Müşebbihe:  Allah (C.C.)'ı insan biçiminde tasvir ve tasavvur edenlerin  mensûb bulundukları  KelâmI  Mezheb,

*  Hattâbiyye:   Şîi   fırkalarından   bir   fırkadır.
[47] Müste'men: Ecnebi tebaasından  olan kimse.
(Fazla bilgi  için; c:   2, s:  25 - 3O'a bakınız.)
[48] Menea:  Kuvvet,   cemâat  demektir.  Bu  kelime;  hem  isim,  hem  masdar  olabilir. «Mâ­ni'»  in  çoğulu   da  olabilir.   Çoğul   olduğuna  göre:   «Bîr  şahsın hâmisi  ve aşireti olan kimseler» demek olur, ki, o şahsa başkalarının tecâvüz etmesine mâni' olurlar, Ordu ve asker  ma'nâsma da gelir.
(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu;  Ö. Nasûhî Bilmen; c: 3, s: 344)
[49] Hadim  (Hadım):   Cinsiyet bezi  çıkarılmış  erkek;   İğdiş,  enenmiş.
[50] Vekd-i zina: Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk, Pİç.
[51] Hünsâ:   Hem erkeklik,   hem   de  dişilik tenasül   uzuvları   (veya  kromozomları)   taşıyan kimse;  Erselik, hermaphrodite.
[52] Hünsâ-İ Müşkil: Her iki cinsiyet organını taşıyan, fakat bu organlardan bîri fiil, ha-reket ve yapı bakımından  diğerinden  farklı  olmayan  hünsadır.
[53] Kelimenin ash; «Kumbur» dur.
[54] Radâ':   Süt   emme.
[55] Musâharet:   Evlenme  ile  meydana  gelen   akrabalık.
[56] Mürted:  İsiâm Dininden dönen, irtidâd eden.
[57] Kazf: İffete   iftira.
[58] Nür sûresi (24);   âyet:   4
[59] Metnin:  Kötü  ve düşük huylu kadına benzeyen erkek demek  olup «Muhannes»  ile aynı  ma'nâya gelir. Böyle erkeğin  şâhidliği kabul edilmez.
[60] Ebû   Hüreyre   (R.A.)'den   rivayet   edildiğine   göre:   Resûlüllah   (S.A.V.),   bir   adamı, bir güvercini (uçurup) ta'kîb ederken  gördü ve: «Bir Şeytân, bir Seylân'ı ta'kîb ediyor.» buyurdu.

(Ebû Dâvûd,  İbn-i  Mâce)
[61] Büreyde (R.A.); Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

«Kim  tavJa  oynarsa,  elini  domuz  etine ve  kanma bulamış gibidir.»

(Müslim, Ebû Dflvûd)

Ebû Mûsâ (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde de ResûliMah (S.A.V.): «Kim tavla oynarsa, AUah'a ve Resulüne ısyân etmiştir.» buyurmuştur.

(Ebû Dâvûd,  tbn-i Mâce)
[62] îmâm Şafiî (Rh.A); satranç oynamak, zekâyı çalıştırdığı için, namazı ve işi gücü terk etmemek ve kumar biçiminde oynamamak şartıyla satranç oynamayı mubah görmüştür.
[63] İkrah: Zor!a iş yaptırma.
[64] TaV:   deyerek bir şey yapma.
[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 256-268.
[66] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 269-275.
[67] Meşhûd'un   leh: Kendisi   için şahadet   edilen   kimsedir.
[68] tnâbet:  Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirmek, görevi ona yaptırmaktır.
[69] Eski devirlerde Arab cemiyeti şu altı tabakadan meydana gelirdi: Şa*b, kabile, imaret, batın,  fahz, fasile.
Şa'b, kabileleri; kabile, imaretleri, imaret, batınları; batın, fahzlan ve fahz da fasileleri içine alırdı. Meselâ; Hüzeyme, bir şa'b'dır. Kinâne, bir kabiledir. Kureyş, bir imarettir. Kusay, bir batındır. Hâşim, bir fahz'dır. Abbâs ise, fasiledir. (Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 569)
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 276-280.
[71] Mecelle,  madde:  I72S'İn hükmü şöyledir:

«(Şâhidler ba'de edâtiş-şehâde (şahadeti edâ ettikten sonra) ve kaM-el-hüküm (hü­kümden önce) huaûr-i hâkimde (hâkimin huzurunda) şehâdetlerinden riicu* etseler jc-hâdetleri keen lemyekûn (hiç olmamış gibi) hükmünde olur ye kendileri ta'rfr olu­nurlar.»
[72] Bud'   (Bur'):   Nikâh;   cima'   istifâdesi   ma'nâsma   gelir.   Kadının   tenasül   uzvuna   da «Bud'» denir.
[73] Mehr-i miisemmâ: Kadm için iki tarafın rızâsiyle ve nikâh akdi sırasında ta'yîn olu­nan  mehr.

* Mehr-İ misi: Kadının misli olan  diğer bir kadının,  meselâ ablasının  veya kız-kardeşinin  metindir.  Onun  mehri ne ise, bunun  da o  olur.

Mehrin peşin verilen kısmına; «Mehr-i muaccel»; veresiye kalan kısmına da; «Mehr-I müeccel» denir.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:281-287. 
[75] Veliyy*ül - anr : Âmir,   emir veren.
[76] Nisa sûresi (4); âyet:  128
[77] Tevkît:   Vakit  ta'yîn   etmek,   vakti saati   belli  etme.
[78] MuâTeze;   Trampa;   değiş - tokuş.
[79] Fuzûlî; Şer'î bir izin olmaksızın, diğer bir kimsenin  hakkında tasarruf eden kimsedir.
[80] Musâlih; Sulh   akdi   yapan   kimse.
[81] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 288-297.
[82] Eldeki nüshalarda,  bu  «Bâb» ayırımı yoktur.  Bu  bâb. Sulh Bölümünü ta'kîb etmek­tedir.  Mütercim, Borçda suih'u  ayrı bir bâb  olarak  terceme etmiştir.
[83] Nykra (Nukre): Külçe hâlinde gümüş.
[84] Mümtahine   Sûresi   (60);   âyet:   12
[85] Mü$â':  Şayi* olan hisseleri ihtiva eden  ortaklaşa şeydir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:298-305. 
[87] Kaza: Lûgatta; hükm, ahkâm, takdir, bir hakkı sahibine ödemek, bir şeyi lâzım kıl­mak gibi anlamlara gelir.

Şer'an  kaza;  özel  bir  velayetten,  yânî  hâkimlikden,  husûmetleri  çözümlemek  Te faal  etmekden ibarettir.
[88] Hzâm: Hâkimin  bir hususa hükm  etmesidir.  Da'vâlının ikrân  üzerine aleyhine veri­len  hükme ilzam  denilmesi  yaygındır, bununla da'vâlı  mahkûm'un  aleyh,  yânî aley­hine hükmedilmiş kimse olmuş olur.

Üzâm:  Bîr şeyi lâzım kılmak,  gerekli  kılmak ma'nâsına da gelir.
[89] Tenfîz:  Hâkimin  hükmünü  yürütmek, uygulamak demektir.

Bir hâkimin verdiği hükmü, diğer bir hâkimin yeniden tetkik ederek usûlüne uy­gun görüp tasdîk etmesine de tenfîz denir.
[90] Kısmet: Taksim etmek, bir şeyi bölmek demektir. Yânî: Bir kaç kimsenin bir şey­deki şayi' hisselerini bir ölçü ile ta'yîn ve tahsis etmektir.

* Kısmet-t  kaza:  Ortakların  ba'züanoın isteği   üzerine hâkim  tarafından  cebren ve hükmen yapılan taksimdir.
[91] Rüyvct: Bir kimsenin, diğer bir kimseye kendisine yardım etmesi şartiyie verdiği bir maldır.  Şartsız  verdiği   mal  ise,  hediyedir,   diye ta'rif edilmiştir.

Diğer bir tarife göre rüşvet: Bir adamın hâkim veya bir bankasına, lehinde hü­küm   vermesi  yâhûd  ondan  istemiş   olduğu  işi yapması  için verdiği  bir şeydir.

Rüşvet  verene  «tRâşî»,   rüşvet  alana da «Miirteşî» denir.

Resûl-i   Ekrem   (S.A.V.)   Efendimiz:                                                          ' .

«Rüşvet veren  de rüşvet  aian  da  Cehennemdedir.» bu vurmuş: ur.  (Ebû Dâvüd)

Diğer bir hadîs-İ şerifinde de: «Allah'ın jâ'neti rüşvet alan ve rüşvet veren kimse üzerine   olsun.»   buyurmuştur,   (îmâm  Ahmed'in   Müsned'i)

Şu kadar var ki İslâm âlimleri; rüşveti ba'zi kısımlara ayırmışlardır. Haniye adlı kitapda rüşvetin dört çeşidi vardır denilmiştir:
1 — Her iki   tarafdan  haram  olan  rüşvet. Bu   da,   iki yerde olur.

Birincisi: Şâyed bir adam, kâdîhk görevini rüşvetle alırsa, o adam kâdî sayılmaz. Bu rüşvet, kadılığı rüşvetle alan adama da, ona kâdiliğı rüşvet ile verene de haramdır.

İkincisi: Şâyed bir adam, lehinde hüküm vermesi için kâdîya rüşvet Yerse, gerek hakcniğİ hükmü versin, gerekse haketmediği hükmü versin, rüşvet alana da verene de haramdır.
2  — Bîr adam  canını  reyâ malını  kurtarmak  îçin rüşvet yerse,  bu rüşvet;   alana haramdır,  verene   haram  değüdir.   Keza   bir zâlim   onun   malına   tamah   etse,   o   adam da malından   bir kısmını   rüşvet  verip   geri  kalanını   kunarsa,   alana  haramdır,   verene haram değildir.
3  — Bir   adam   sultânın   nezdinde   (meşru   ve   hakettiğİ)   İşini   yaptırmak   için   bir adama  rüşvet verse,  verene helâl,  alana  ise haram  olur.   Sultânın   nezdinde  işini  yap­tırmak şartiyie rüşvet verirse, hüküm budur. Eğer adamdan işini yaptırmasını ister de, ona rüşvetten söz etmez ve asla bir şart da koşmaz, biiâhare işini yaptırdıkdan sonra o adama bir şey verirse, ulemâ bunda İhtilâf etmişlerdir. Ba'zısı: «Bu, o adama helâl olmaz»  ba'zısı   da:   «Helâl   olur»  demişlerdir.   Sahih   olan,   helâi  sayilmasıdrr. .Çünkü, «İyiliğe karşı  iyilik  et  (el - lhsânu  bil ^ töısân)»  sözü  mecâzâttan  olup  meşhurdur.
4  — Şâyed bir icadının Telisi kendisine bir şey Terümedikce onu evfenolnnese, bir adam da velîye bir $ey yerip, o velî de kadını o adama t«vîc etse, kocanın o verdiği şeyi — gerek mevcûd olsun, gerekse tüketilmiş olsun — velîden geri alma hakkı var­dır. Çünkü bu, rüşvettir. Kıyâsa göre,  eğer velinin hâlinden  hediye almadan  kadını o adama tezvîc  etmiyeceği bilinirse,  yukarıda  geçen   mes'elede olduğu gibi  bu  da hedi­ye sayılır.     (Keşşaf-u Istılâhât'il-Fünûn;   c.   1,  s. 595)
[92] Mecelle'nin   1792.   maddesinde  şu hüküm  vardır :

«Hâkim, hakim   (âlim),   fehîm (zekî),  müstakim (doğru) ve emin  (güvenilir), m©-kîn (vakarlı,   temkinli),   metin (sağlam) olmalıdır.»
[93] Yezîd: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Muâviye'nİn oğludur. Hicrî 63 (683 M.) yılında saltanat  usûlü  ile   halîfe olmuştur.  Halifeliği   kısa  sürmüş  ve otuz yaşında  ölmüştür. Zevke, sefaya düşkün, içki ve diğer haramlardan kaçınmayan fâsik bir adam olarak bilinmektedir.
[94] Haccâc; Halk arasında «Haccâc-i Zâlim» diye meşhur olmuştur. Emevî halîfelerinden Abdülmelik   zamanında   ba'zı  vazifelere   ta'yîn   edilmiştir.   Bilhassa   Emevî   halîfelerine ve   yönetimine karşı   çıkan   Hâşîmilere   büyük  zulümler yapmıştır.   KâTse'yi  mancınık­larla   taşa   tutacak   kadar ileri gitmiştir.
[95] Mecelle'nin   İ796.  maddesi hükmü de aynı mealdedir,
[96] tslâm  Dîninde;  hediyye almak ve vermek Peygamberimizin  (S.A.V.) sünnetindendir. Çünkü Allah (CC.)'in Resulü hediye alır ve hediye verirdi. Bir hadîs-i şeriflerinde: «Hediyyeleşiniz,  ki birbirinizi  seresiniz.» buyurmuştur.

Ancak  hediyyenin  hükmü,   hediyye   alanın   ve hediyye   verenin   maksadına  göre şu kısımlara ayrılır:
1 — Hediyye karşılığında bir mükâfaat beklemek. Bu da iki kısma ayrılır:

a)  Eğer bir kimseye haksızlık  edilmesi İçin  hediyye  verilmişse,  bu hediyye ha­ramdır. Meselâ; kâdîye haksız hüküm vermesi için hediyye vermek böyledir.

b)  Eğer mubah  olan bir  işi yaptırmak için verilmiş ise, bu hediyye mubahtır. Meselâ: «Falana söyle, bana şu İşimde yardımcı olsun.» demek gibi.
2 — Hediyye   verdiği   kimseye   yaklaşmakla   onun   sevgisini   kazanmak   istemek.

Bu da iki kısımdır:

a)  Ya, sırf sevgisine mazhar olmaktır. İşle makbul olan hediyye budur. Nitekim yukarıda   zikrettiğimiz   hadîs-i   şerif de  de,   buna   işaret   edilmiştir.
b)  Veya, sevgiyi bîr emeline ulaşmak için te'mîn etmektir. Bu da hediyeden çok rüşvet  sayılır,   (tmâm  Gazâlî;   thyâ,   Cüt:   2)
[97] «Hâkim,  mütehasımeynden  (birbirini   da'vâ   eden   iki   tarafdan)  hiçbirisinin   ziyafetine gitmez.»   Mecelle,   madde:   1797.
[98] Bu husüsda MeceUe'nin   1798.   maddesi hükmü şöyledir:

«Esnâ-yı muhakemede hâkim, tarafeynden yalnız birisini hanesine kabul etmek ve mcclis-i hükümde biriyle halvet (yalnız kalma) veyâhûd ikisinden birice el ya göz reyâ baş ile işaret eylemek veya açlardan birisine gizli lâkırdı yâhûd diğerinin bil­mediği lisan ile söz söylemek gibi töhmet ve sû-i zanna sebeb olabilecek hâl ve ha-reketde bulunmamalıdır.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..