Kaza Bölümü
Musannif, «Kaza Bölümü» nü Sulh Bölümü'nden sonra getirmiştir. Çünkü kazaya, yânî kâdînm hükmüne ancak iki hasmın arasında sulh olmadığı zaman başvurulur.
Kaza (veya kadâ), lügat bakımından ihkâm (bir şeyi muhkem yapmak) ma'nâsma gelir, [87] Şer'an; kaza, beyyine, ikrar veya yeminden dönmekle başkası üzerine ilzamdır. [88] Çünkü kazanın hakikati husûmeti ayırmakdır. Bu da, ancak ilzam ile olur.
Kazanın ehli, şahadete ehil olan kimsedir. Çünkü her ikisi de, yânî ehl-i kaza ve ehl-i şahadet velayet bâbmdandır. Çünkü kaza, kavli (sözü), başkasına tenfîz etmektir, (geçirmektir.) [89]
Bir de; kaza ve şahadetten her biri ilzamdır. Çünkü şahadet, kâdî üzere; kaza ise, hasım üzere mülzimdir (ilzam edicidir). İmdi, şahâdete ehil olmak için şart kılman şeyler, kazaya ehil olmak için de şart kılınmıştır. Şahadete ehil olmanın şartı, kazaya ehil olmanın da şartıdır. Bunun açıklaması, daha Önce «Şahadet Bölümü» nde geçti.
Fâsık olan kimse şahadete ehildir. Binâenaleyh, kazaya da ehil olur. Lâkin fâsıka, kaza (kadılık) görevi verilmez. Çünkü fâsık, fışkı sebebiyle (dinî yasaklara) aldırış etmediği ve gayreti az olduğu için kendisine güvenilmez. Hattâ fâsıka kadılık görevi verilse, veren kimse günahkâr olur. Nitekim, fâsıkın şahadetinin kabul edilmesi sahîh olmakla beraber kabul edilmez. Hattâ kâdî, fâsıkın şahadetini kabul edip onunla hüküm verse, günahkâr olur. Lâkin hükmü geçerli sayılır.
Fetâvâ-yı Kâidiyye'de; «Şahadet eden fâsıkın doğruluğuna kadının zannı gâlib olduğu zaman yerdiği hüküm geçerli olur.» denmiştir. Bu sözün, önemle bellenmesi ve bilinmesi gerekir.
Kazanın (hükmün) geçerli olması için, hüküm verilen yerin şehir olması şartında ve kısmetin [90] kaza işlerinden olmasında ihtilâf edilmiştir. Şehir, hükmün geçerli olması için, zahir rivayette, şarttır Ne-vâdir'in rivayetinde; şart değildir. Bizim Ulemâmızdan çoğu, ihtiyâc-dan dolayı Nevâdir'in rivayetini almışlardır.
Eğer kâdi, bir adama çarşı ve pazarı dâimi duran yerleşilmiş bîr köyde taksim yapması için emir verse, rivayetlerin ittifakiyle caiz olur.
Çünkü taksim, Mahkeme işlerinden değildir.
Keza kâdî, köylere çıkıp küçük çocukların işleri veya vakıf İşleri yâhûd küçük çocukların nikâhı için velî ta'yîn etse, caiz olur. Za-hîr'üd-Dîn el-Mergînânî (Rh.A.)'nin Fetvâ'smda böyle hikâye edilmiştir. Çünkü bu velî ta'yîni, hüküm değildir. Mahkeme işlerinden de değildir.
«Muhit» adlı kitabın Şahadetler Bölümü'nün otuzbirinci faslında müellif demiştir ki: Bu; bana göre, müşkildir. Çünkü kâdî bunları ancak kaza velayeti ile yapabilir. Görülmez mi ki, kâdîya bu işler için izin verilmese, bunları yapamazdı. Binâenaleyh bu işler, Mahkeme işlerindendir.
Eğer kâdî, fcâdîliğı rüşvet [91] ile almış olsa, hükmü geçerli olmaz.
îmâdiyye'de, müellifi demiştir ki: «Kâdî, kadılığı rüşvetle almış olsa, kâdî olur mu?» diye sorulacak olursa, derim ki; Bunda Ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Sahîh olan kavle göre, o kimse kâdî sayılmaz ve eğer hüküm verirse, hükmü geçerli olmaz. Her ne kadar kadılığı rüşvetle alan o kâdî, âdil olsa da, kâdihğı rüşvetle almasiyl.e fâsık olup azls ' müstehlik olur. Çünkü azi edilmesini gerektiren sebeb mevcûddur.
Ulemadan ba'zisı demiştir ki: Kâdî, fisk sebebiyle kendiliğinden azl edilir. Çünkü ona kadılığı veren kimse, onun adaletine güvenmiştir. O'nun kazasına adaletsiz razı olmamıştır.
Kâdîhân (Rh.A.) da demiştir ki: Kâdî rüşvet alırsa, hükmünün rüşvet aldığı şeyde geçerli olmayacağına fakîhler icmâ eylemişlerdir.
Uygun olan, kadirim iffetinde kendisine güvenilir (mevsûk-un bih) olmasıdır. Yâni haramdan sakınmada, akıl ve salanda, Sünnet'i bilmek ve anlamakda ve asarda (yâni Sahabeden rivayet edilen haberlerde), olayların hükümleri ile ilgili olan mes'eleleri bilmekde kendisine güvenilir kimse olmasıdır. İçtihada ehil olması, evleviyyetin şartıdır. Cevazın şartı değildir.
Keza, müftî de öyledir. Yâni onun da mezkûr sıfatlarla nitelenmiş olması gerekir. Kâdî gibi onda dahî içtihada ehil olması şart kılınmamıştır.
Kâdî, ne kalbi ile ve ne de dili ile kadılığı taleb etmemelidir. Çünkü Resûlüliah (S.A.V.) :
«Bir kimse kadılığa tâlib olursa, kendi nefsine bırakılır. Bir kimseye de zorla kadılık verilirse, o kimse üzerine bir Melek inip ona doğruyu gösterir. Yânı ona rüşd İlham edip doğru (olanı yapma) ya muvaffak kılar.» buyurmuştur.
Kadılık görevini veren kimsenin, kadılığa en kudretli ve en lâyık olan kimseyi seçmesi gerekir. Kötü huylu ve zorba, olan kimseyi seç-memelidir. [92] Çünkü kâdî, hüküm hususunda Resûlüliah (S.A.V.)'in halîfesidir (vekilidir). Allah (C.C.)'m Elçisi:
«Bir kimse, başkasına bir iş (yâni kâdîlık) verin de o işi veren kimsenin raiyyesinde (yânî halkı arasında) o işe görevlendirdiği adamdan daha uygun bir kimse bulunursa, işi veren kimse Allah (CC)'a Resulüne ve Müslümanların cemâatine hıyanet etmiş olur.» buyurmuştur.
Kâdîlık işi, Dîn işlerinin ve Müslümanların amellerinin en önem-lilerindendir.
Başkasına zulüm ve cevr etmekden korkan kimsenin kâdîhk görevi alması mekruh olur. Eğer başkasına zulüm ve cevr etmekden emîn olursa mekruh olmaz. Fukahâ'dan ba'zısı; zorlanmadan kâdîhğa kendisi tâlib olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Kim kâdîhğa mübtelâ olursa, sanki bıçaksız boğazlanmış gibi olur.» Duyurmuştur.
Ulemâdan birisi demiştir ki: Kadılardan biri bu hadîs-i şerifi hafife alıp; «Böyle şey nasıl olur?» demiş. Sonra o kâdî tıraş olmak için meclisine bir berber çağırıp, berber çenesinin ba'zı kıllarını tıraş etmeye başlamış. Derken, kâdî aksırmış ve ustura boğazına isabet edip başı önüne düşüvermiş. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Âdil olan kimseden kâdîhk görevi almak caiz olduğu gibi, zâlim olan kimseden de almak caizdir. Çünkü Sahâjbe (R.Anhüm), Hz. Ali (R.A.) için ihtilâf ortaya çiktıkdan sonra, Hz. Ali (R.A.) haklı iken Muâviye'den kâdîlık görevini almışlardır. Yine Sahabe; Yezîd, [93] fâ-sık ve zorba olmakla beraber ondan kâdîlık görevi almışlardır. Tabiîn de, zamanının en zâlim insanı olan Haccac'dan [94] kâdîlık görevi almışlardır. Âsüer (ehi-i bağy) den de kâdîhk görevi almak caizdir.
İmâdiyye'de denmiştir ki: Âsîlerden kâdîlık görevi almak caiz olur. Âsîlerin, sâdece istilâsı ile âdil olan sultânın tâ'yîn etmiş olduğu kâ-dîlar azl edilmiş olmazlar. Onları âsîlerin azl etmesi sahih olup, hattâ âsîler yenik düşüp de onların yenilgisinden sonra, kâdîlann kazaları, âdil sultân tarafından yeniden görevlendirilmedikce, geçerli olmaz.
Bir kâdîya, kâdîhk görevi verilince, kendinden önceki kâdfom divânını ister. O divân; içinde sicillerin, belgelerin ve bunların benzeri Şerl Sak'lerin bulunduğu çantalardır. Çünkü kâdî iki nüsha yazar, biri hasmın elinde olur, diğeri de kadının divânında kalır. Zîrâ kâdî faa'zan her hangi bir sebeble ona muhtaç olur. Hasmın elinde bulunan nüsha üzerindeki fazlalık ve eksikliğe güvenilmez. Sonra azl edilmiş olan kâdînm, üzerine bu nüshaları yazmış olduğu beyaz varak (kâğıt veya defter), eğer Beyt'ul-mâl'den (Devlet hazînesinden) verilmiş ise, azl edilmiş kâdîdan zorla alınır. Çünkü o varak, onun eline ancak iş görmek için verilmiştir. Artık iş başkasına geçmiştir. Eğer varak, azl edilmiş kâdînm kendi malından veya hasmın malından olsa; sahih olan kavle göre, yine vermesi için zorlanır. Çünkü kâdî, o varakı mal edinmek için değil, belki tedeyyün için almıştır. Keza hasımlar o varakı kâdî görevde iken onun elinde bırakmışlardır. Halbuki o kâdî azl edilmekle görev başkasına geçmiştir.
Kâdî, hakkı ikrar eden, yânî doğruyu söyleyen veya üzerine bey-yine getirilen tutukluyu (mahbûsu) ilzam eder. Yânî, mahbûslann hâline bakar. Çünkü kâdî, Müslümanların işleri için nazır (bakan) ta'yîn edilmiştir. Hakkı ikrar etmiş vcyâ inkâr edip üzerine beyyine getirilmiş olan tutukluyu da ilzam eder. Azl edilmiş olan kâdtnın, tutuklu üzerine sözü ancak beyyine ile kabul edilir. Çünkü azl edilmiş olan kâdî, halkdan bir kimse gibi olmuştur. Tek kişinin şahadeti ise; hiU hassa kendi fiili ile olursa hüccet değildir.
Eğer tutuklu doğruyu söylemez ve üzerine beyyine de getirilmiş olmazsa; üzerine nida eder. Yânî; nida edilip hasım çağrılmadıkça kâdî onu salıvermekde acele etmez. Yânî her gün duruşmaya oturduğu zaman münâdîye (mübaşire) emredip; «Tutuklu olan fülân oğlu fülândan hak taleb eden kimse gelip hakkını istesin!» diye, hasım ile tutuklu- biraraya gelinceye kadar çağırttırır. Eğer hasım çıkmazsa tutukludan kendisine bir kefil alıp, onu salıverir.
Yeni kâdî, azledilmiş kâdînın güvenilir kimselerin eline bıraktığı emânetlere ve vakfın gelirlerine de bakar. Beyyine veya zi'İ-yedin ikrarı ile amel eder. Çünkü bunların hepsi hüccettir. Azledilmiş kâdînm sözüyle amel etmez. Ancak zi'I-yed azledilmiş kâdiden teslim aldığını ikrar ederse, azledilmiş kâdînm sözü ile amel eder. Çünkü bu takdirde zi'1-yedin ikrân ile zi'1-yedlik kâdînm olmuştur. Bu durumda kâdînın ikrân sahih olur. Sanki o hak'hâlen elinde gibidir. Çünkü elinde mal olan kimse, onun bir insana âid olduğunu ikrar etse, kabul edilir.
Kâdî, hüküm vermek için mescidde oturur. Câmi'de oturması, mescidde oturmakdan evlâdır. Çünkü cami, beldenin en tanınmış yerle-rindedir. Ya da kâdi, hanesinde oturur ve oraya girmeleri için insanlara izin verir. Kâdînm meclisinde daha önce beraber oturduğu kimseler yine otururlar. Çünkü hanesinde yalnız oturması töhmet meydana getirir.
Kâdî, hediyye kabul etmez. [95] Çünkü hediyyeyi kabul etmek, hediyye veren kimsenin kayırılmasma yol açar. Kâdî, ancak kendi zî rahm-i mahrem'inden hediyye kabul edebilir. Yâhûd, hükümden Önce, hediyye vermek âdeti olan kimsenin âdeti câri olduğu kadar hediyyeyi kabul edebilir, Yânî, bu zikredilen iki hediyyeyi reddetmez. Çünkü birincisi sıla-i rahmdir. İkincisi ise, hüküm için değil, belki âdeti olduğu içindir. Hediyye alması için, bu ikisinin husûmeti olmaması şarttır. Çünkü bunlara âid husûmet olursa, hediyyeyi hüküm için almış olur. [96]
Kâdî cenazede bulunur. Çünkü cenazede bulunmak Müslümanların, Müslüman üzerindeki haklarındandır.
Kâdî, özel da'vete gitmez. [97] Özel da'vet şudur; ki müsâfir eden kimse eğer kâdînm o da'vete gelmiyeceğini bilirse, onu yapmakdan vazgeçer. Çünkü böyle özel da'vet, hükümde kayinimak. içindir. Umûmî da'vet ise, bunun aksine olup, gidebilir.
Kâdî, hastayı ziyaret eder. Çünkü hastayı ziyaret etmek de, cenaze gibi, Müslümanların haklarındandır.
Kâdî, iki hasım arasında, gerek huzurunda oturmak, gerekse onlara doğru yönelmek bakımından eşit davranır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Eğer sizden biriniz kâdîîık ile mübteîâ olursa, hasımlar arasında; meclis, işaret ve bakmak hususunda eşitliği gözetsin.» buyurmuştur.
Kâdî, hasımlardan bîri ile gizlice konuşmamalı, birine işaret ve hüccet telkin etmemelidir. [98] Çünkü, bunda töhmet vardır. Birinin yüzüne gülmemeli; çünkü bu, 'hasmı aleyhine teşvik olur. Mutlak surette şaka da yapmamalıdır. Yânî her ikisine veya birine yâhûd onlardan başkasına şaka yapmamalıdır." Çünkü şaka, mahkemenin i'tibânnı yok eder. Bu ibare, Vikâye'nin: «Onunla şakalaşmâz.» sözünden daha güzeldir. Çünkü Kâfi sahibi: «Onunla ve başkasiyle şakalaşmâz, hüccet de telkin etmez. Zîrâ bunda töhmet vardır.» demiştir.
Yine, kâdî, şahide; «Sen, şöyle şöyle şahadet eder misin?» demekle telkin yapmamalıdır. Çünkü telkin, hasımlardan birine yardım etmektir. Böyle olunca, şahide telkin yapmak mekrûhdur. Nitekim hasma telkin yapmak da böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); şahide telkin yapmayı, töhmet olmayan yerde müstahsen görmüştür. Çünkü şâhid, ba'zan meclisin heybeli sebebiyle tutulabilir. Bu takdirde kadının şahide telkin yapması, hakkı ihya etmek için hasmın izhârı ve tekfîli menzilesinde olur. Eğer hak, hasmın üzerine onun ikrân veya beyyine ile sabit olursa, kâdî mukırra hakkı vermesini emreder. Mukir, hakkı vermekden kaçınırsa, kâdî onu habs pfW
Musannif; kaçınmanın, kadının emrinden sonra olması şartını koymuş, beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasım ayırmamıştır.
Hidâye sahibi; beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasını ayırıp demiştir ki: Eğer hak; beyyine ile sabit olursa, kâdî onu habs eder. Nasıl ki inkâr etmesiyle oyaladığı belli olduğu zaman dahî habs eder. Eğer îkrân ile hak sabit olursa, habsine acele etmez. Çünkü hasmın ilk görüşmede oyalayıcı olduğu bilinmez. Belki mühlet verilmesini istemiştir de malı onun için getirmemiştir. Eğer hasım bundan sonra nalda vermekden kaçınırsa, uzatıp durduğu ve oyaladığı anlaşıldığı için kâdî onu habs eder. Bunun benzeri Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) dan hikâye edilmiştir. Şems'ül-Eimme (Rh.A.)'den hikâye edilen ise, bunun hiiâfı-nadır. Çünkü hak; beyyine ile sabit olursa, özür dileyip; O'nun, bende alacağı olduğunu ancak bu saatte öğrendim, borcumu öderim!» der. Bu özür dileme, ikrarda hâsıl olmaz. Daha güzel olan, burada zikredilendir. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Kâdî, hasmı dilediği kadar habs eder. Habse müddet takdir etmek-de ihtilâf edilmiştir. Sahih olan kavle göre; habs mikdârı kadının re'yine bırakılmıştır. Çünkü habs; incitmek ve eza vermek (îzâ) içindir. İncitmek hususunda ise, insanların hâlleri farklıdır.
Kâdî, habs lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle habs eder.
Borçlu için hâsıl olan maldan bedel olarak meselâ, satılan şeyin . semeni yâhûd ödünç veya akd ile iltizâm eylediği mehr-i muaccel, hul' bedeli, kefalet borcu gibi borçluya lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle onu habs eder. Çünkü mal, onun elinde hâsıl olunca, onun zenginliği mal ile sabit olur. Kendi ihtiyarı ile akdi iltizâm etmesi zenginliğine delildir. Eğer; «Fakirim!» diye iddia ederse, zikredilen borçlardan başkasında, habs edilmez. Çünkü, zengin olduğuna dâir delil yoktur. Ancak, alacaklısı onun zengin olduğunu isbât ederse, bu takdirde kâdî, uygun gördüğü kadar habs eder. Nitekim, bu daha önce geçti. Çünkü zengin olduğuna dâir delil bulunmazsa söz, borçlu olan kimsenindir. Borçlunun zerîgin olduğunu isbât etmek da'vâcıya âiddir ve kâdî, onu habs eder.
Habsden sonra, tutukluyu sorguya çeker. Eğer malı olduğu meydana çıkmazsa, habsden salıverir ve zenginlemeye vakit buluncaya kadar bekler. Çünkü tutuklunun habs müddeti geçtikden sonra habsi, zulm olur. Tutuklunun alacaklılarını ondan haklarını istemekden men etmez. Çünkü hak sahibinin onun üzerinde hakkının sabit olması, diğer alacaklının hakkını ondan istemesine engel olmaz.
Borçluyu habs etmezden Önce iflâsına dâir beyyine göstermesini kabul etmez. Çünkü bu beyyine, nefy üzerine. Binâenaleyh bir müeyyid ile te'yîd edilmedikçe kabul edilmez. O müeyyide de habsdir. Habs edil-dikden sonra ihtiyaten kabul edilir.
Zenginliğe dâir olan beyyine evlâdır. Yâni da'vâcı, borçlunun varlıklı ve zengin olduğuna dâir beyyine gösterse ve da'vâlı fakir olduğuna dâir beyyine getirse, zengin ve varlıklı olduğuna dâir olan beyyine evlâdır. Çünkü fakirlik, arızdır. Beyyine ise, isbât. içindir.
Varlıklı ve zengin olan borçlunun habsini uzatır. Çünkü habs, zulmün cezasıdır. Eğer varlıklı ve zengin olan borçlu, hakkı edaya kadir iken kaçınırsa, zulmü zahir olup habsini uzatmakla cezalandırır.
Bir adam, karısının ve çocuğunun geçmiş nafakası için habs edilmez. Çünkü nafaka, zaman geçmekle düşer. Her ne kadar kâdî hükmetmekle veya karı ile koca nafaka üzere anlaşmakla, sakıt olmazsa da geçmiş nafaka için yine habs edilmez. Çünkü nafaka, bir maldan bedel değildir. Bizim zikrettiğimiz esâsa göre; bir akd ile üzerine nafaka lâzım gelmiş de değildir. Belki karısına ve çocuğuna infâk et-mekden kaçınırsa, habs eder. Çünkü nafaka vaktin ihtiyâcını karşılamak içindir. Nafakayı kasden terk etmekde ise; onları helak etmek vardır. Binâenaleyh, onların helak olmalarını def etmek için habs eder.
Hadd ve kısâsdan başkasında, kadının kadılık yapması (kazası) caiz olur. Çünkü daha önce geçti ki, kaza şahadetten hâsıl olur. Kadı-
[1] Muhtecîb: Kapıcı.
[2] Muhaddara: Evinden çıkmayan örtülü ve iffetli kadın, demektir.
[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 207-212.
[4] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 213.
[5] İkrar; bir kimse, diğer kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir. O kimseye «Mııkir», o diğer kimseye de, «Mukarr'un leh» ve o hakka da «Mukarr'un bih» denilir. (Mecelle Mad: 1572)
[6] Mnkarru*. MU: İkrar olunan hak; başkasına âid bulunduğu, bir kimse tarafından haber venien hak.
[7] MukarrHm leh: Kendisine âid bulunan hak; başkası tarafından i'tirâf olunan hakîki veya menevî şahıs.
[8] Mukırr: Kendisinde bir kimsenin hakkı olduğunu haber veren kimse.
[9] Medlul; Dehl getirilmiş şey; delâlet olunan, gösterilen şey.
[10] Bu konuda fazla bilgi için; c: 3. s: 10'a bakınız.
[11] Dânık (Denk): Bir dirhemin altıda biridir. 0,801 gramdır.
[12] Kırat: Elmas gibi kıymetli cevherleri ölçmekde kullanılan bir ağırlık ölçüsüdür. Bir kırat; bîr gramın milyonda ikiyüzbinkırkaitısına eşittir.
[13] Kehf sûresi (18); âyet: 25
[14] Kavsara: Karoışdan yapılım? olup, içine hurma konan sepettir.
[15] ŞEYHAYN: Fıkıh'da: Ebû Hanîfe ile EbÛ Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) 2. verilmiş olan unvan.
[16] Fecr sûresi (89); âyet: 29
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 214-227.
[18] Gilmân: Gulâm'm çoğuludur. Gulâm: Erginlik çağına yaklaşmış oğlan çocuğudur. Burada gıimânın ma'nâsı; köle veya hizmetd olan oğlan çocukları demekdir.
[19] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 228-234.
[20] Yâni, bir kimsenin kardeşi ve amcası onun doğmasına ve dünyâya gelmesine sebeb ve vâsıta olmuş değildir. O da, kardeşinin ve amcasınla doğmasına ve dünyâya gel' meşine sebeb ve vâsıta olmuj değildir.
Diğer bir deyimle; bir kimsenin kardeşi veya amcası ile kendi arasında doğmak ve doğurmak yoktur. Bunlar için neseb ikrar etse, neseb sabit olmaz ve onun hakkında ikrân kabul edilmez. Fakat çocuğu, babası ve anası gibi aralarında doğmak ve doğurmak olan kimseler için neseb ikrar ederse, neseb sabit olur.
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 235-239.
[22] Arapçada, bir ismin sonuna tenvin gelirse, o isim nekre (belirsiz) olur. Eğer ismin başına (elif-lâm) gelirse, o isim ma'rife (belirli) olur. Meselâ; hakk'an, sıdk'an; nekre yâni belirsizdir. Herhangi bir hak ve herhangi bir sıdk demektir. El * hakk, es-sıdk ise, ma'rifedir yânı belirlidir. Belli bir hakk ve belli bir sıdk demektir.
[23] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 240-242.
[24] Tezkiye: Bir olay hakkında şahadet eden kimselerin, bu çehadete ehil olduklarını bankalarından gizli ve açıkça sorularak tesbît edilmesidir. Bu bakımdan tezkiyeler, i İi tezkiye»' ve «Açıkça tezkiye» kısımlarına ayrılır.
[25] Bakara sûresi (2); âyet: 282
[26] Fisk: Günâh işlemek, dînin yasak ettiği şeyleri yapmak demektir.
[27] Şahadetin nisabı: Bir olay hakkında şahadetleri makbul olacak kimselerin mikdân demektir.
[28] Nisa sûresi (4), âyet: 15
[29] Nûr sûresi (24); âyet: 4
[30] Bakara sûresi (2); âyet: 282
[31] Talâk: sûresi (65); ayet: 2
[32] Mürüvvet: insanlık., himmet, ulanmak, uygun olmayan feyleri terk elmek, ma'nâsı-nadır. Bir kimsenin kendi zamanında ve yöresinde benzerlerinin mubah olan ahlâk ve davranışı ile ahlâklanmış olması bir mürüvvetdir.
[33] Ta'n-i jühûd: Bir olaya şâhidlik edenlerin bu şehâdette yalancı olduklarına dâir raüd-deâ aleyh (da'vâlı) tarafından vuku bulan iddiadır.
[34] Cerh-i şühûd: Şâhidlerin fâsık olduğunu, adaletten mahrûmİyyetini iddia ve izhîr etmekden İbarettir.
[35] Müzekkî: Şâhidlcrin vaziyetlerini inceliyerek şâhidlerin kabul edilebileceğini isbât
[36] İşkâl'(mûşkil): Bir lâfan kendisinden ne murâd edildiği, düşünmeden bilinemiyecek derecede raa'nâsı kapalı olmasıdır.
[37] Teâtî: Bir alım-satım çeşididir. (Fazla bilgi için; c:3, s: 25'de 28 numaralı dipnota bakınız.)
[38] Nağme: Kelimenin sesi veya ses tonu demektir.
[39] Tesâmu': Lûgatta, başkasından işidilip nakl edilmek anlamınadir.
Şer*an; «iştihar» demektir. îştihâr (şöhret) ise, iki çeşittir. Biri; hakîkî şöhrettir, ki tevatür ile hâsıl olur. Diğeri de; hükmî şöhrettir, ki iki âdil erkeğin veya bir âdil erkek ile iki âdil kadının şehâdet lâfzı İle haber vermeleriyle husule gelir.
[40] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirme.
[41] Tahammül: Üzerine alma, yüklenme.
[42] Divân: Burada; «Kayid Defteri» demekdir.
îslâm Hukûku'nda ilk defa Hz. Ömer (R.A.Vin hilâfeti zamanında «Dîvân» un-vânıyîa böyle bir müessese vücûda getirilmiştir, ki «Divân'üs-salfâna» denirdi. Bu da dört kısma ayrılmıştır.
a) Dîvân'ül-cüyüş: İslâm mücâhidlerinin adlarını, neseblerini, kabilelerini ve her birine idaresine kâfi' mikdârda verilecek atiyyeleri, vazifeleri muhtevi sicillâtdır. Bunlarda kaydlı olanlara, «Ehl-i dîvân» denir.
b) Dîvân-ı a'mâl: Vergilere, hukuka, şehirler İle kasabaların, mezrealann vesâi-renin ahvâline, bunların ne suretle feth edilmiş olduğuna dâir mâlûmât-ı muhtevi sicillerdir.
c) Dîvân-ı umma!: Devlet me'mûrlarmm ta'yînlerine, azillerine, terceme-i hâllerine müteallik sicillerdir.
d) Divân-i istîfâ': Beyt'ül-mâl'e mahsûs varidat ve masarifi ihtiva eden sicillerdir. (Hukûk-u islâmiyye ve Istıîahât-i Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen c; 4, s: 74)
[43] Havâss takımı: Halk arasında, okumuş kimselerden meydana gelen topluluk.
[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 243-255.
[45] Şahadet (Şâhidlik): Bir kimsenin, bir jahısda olan hakkını isbât için şehâdet lata ile hâkimin huzurunda ve hasmın' karşısında vâki' olan doğru ihbarıdır.
[46] Cebriyye: Beşerî irâdeyi inkâr eden mezheb zümresi.
* Kaderiyye: «İnsan, yaptıklarının yaratıcısıdır.» î'tikâdında bulunan, kaderi inkâr eden mezheb zümresi.
* Râfızîler: Hakk. Mezhebden ayrılmış, namaz kılmayan kimseler zümresi. Bunlar, Şiilerin bir koludur.
* Hâriciler: Vaktiyle Hz. AH (R.A.)'ye ısyân eden cemâat ferdi erinden herbiri.
* Muatüle: Allah (CC.)'a i'tikâd etmeyen, sifailanm inkâr eden bir zümre.
* Müşebbihe: Allah (C.C.)'ı insan biçiminde tasvir ve tasavvur edenlerin mensûb bulundukları KelâmI Mezheb,
* Hattâbiyye: Şîi fırkalarından bir fırkadır.
[47] Müste'men: Ecnebi tebaasından olan kimse.
(Fazla bilgi için; c: 2, s: 25 - 3O'a bakınız.)
[48] Menea: Kuvvet, cemâat demektir. Bu kelime; hem isim, hem masdar olabilir. «Mâni'» in çoğulu da olabilir. Çoğul olduğuna göre: «Bîr şahsın hâmisi ve aşireti olan kimseler» demek olur, ki, o şahsa başkalarının tecâvüz etmesine mâni' olurlar, Ordu ve asker ma'nâsma da gelir.
(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ö. Nasûhî Bilmen; c: 3, s: 344)
[49] Hadim (Hadım): Cinsiyet bezi çıkarılmış erkek; İğdiş, enenmiş.
[50] Vekd-i zina: Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk, Pİç.
[51] Hünsâ: Hem erkeklik, hem de dişilik tenasül uzuvları (veya kromozomları) taşıyan kimse; Erselik, hermaphrodite.
[52] Hünsâ-İ Müşkil: Her iki cinsiyet organını taşıyan, fakat bu organlardan bîri fiil, ha-reket ve yapı bakımından diğerinden farklı olmayan hünsadır.
[53] Kelimenin ash; «Kumbur» dur.
[54] Radâ': Süt emme.
[55] Musâharet: Evlenme ile meydana gelen akrabalık.
[56] Mürted: İsiâm Dininden dönen, irtidâd eden.
[57] Kazf: İffete iftira.
[58] Nür sûresi (24); âyet: 4
[59] Metnin: Kötü ve düşük huylu kadına benzeyen erkek demek olup «Muhannes» ile aynı ma'nâya gelir. Böyle erkeğin şâhidliği kabul edilmez.
[60] Ebû Hüreyre (R.A.)'den rivayet edildiğine göre: Resûlüllah (S.A.V.), bir adamı, bir güvercini (uçurup) ta'kîb ederken gördü ve: «Bir Şeytân, bir Seylân'ı ta'kîb ediyor.» buyurdu.
(Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
[61] Büreyde (R.A.); Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
«Kim tavJa oynarsa, elini domuz etine ve kanma bulamış gibidir.»
(Müslim, Ebû Dflvûd)
Ebû Mûsâ (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde de ResûliMah (S.A.V.): «Kim tavla oynarsa, AUah'a ve Resulüne ısyân etmiştir.» buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, tbn-i Mâce)
[62] îmâm Şafiî (Rh.A); satranç oynamak, zekâyı çalıştırdığı için, namazı ve işi gücü terk etmemek ve kumar biçiminde oynamamak şartıyla satranç oynamayı mubah görmüştür.
[63] İkrah: Zor!a iş yaptırma.
[64] TaV: deyerek bir şey yapma.
[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 256-268.
[66] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 269-275.
[67] Meşhûd'un leh: Kendisi için şahadet edilen kimsedir.
[68] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirmek, görevi ona yaptırmaktır.
[69] Eski devirlerde Arab cemiyeti şu altı tabakadan meydana gelirdi: Şa*b, kabile, imaret, batın, fahz, fasile.
Şa'b, kabileleri; kabile, imaretleri, imaret, batınları; batın, fahzlan ve fahz da fasileleri içine alırdı. Meselâ; Hüzeyme, bir şa'b'dır. Kinâne, bir kabiledir. Kureyş, bir imarettir. Kusay, bir batındır. Hâşim, bir fahz'dır. Abbâs ise, fasiledir. (Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 569)
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 276-280.
[71] Mecelle, madde: I72S'İn hükmü şöyledir:
«(Şâhidler ba'de edâtiş-şehâde (şahadeti edâ ettikten sonra) ve kaM-el-hüküm (hükümden önce) huaûr-i hâkimde (hâkimin huzurunda) şehâdetlerinden riicu* etseler jc-hâdetleri keen lemyekûn (hiç olmamış gibi) hükmünde olur ye kendileri ta'rfr olunurlar.»
[72] Bud' (Bur'): Nikâh; cima' istifâdesi ma'nâsma gelir. Kadının tenasül uzvuna da «Bud'» denir.
[73] Mehr-i miisemmâ: Kadm için iki tarafın rızâsiyle ve nikâh akdi sırasında ta'yîn olunan mehr.
* Mehr-İ misi: Kadının misli olan diğer bir kadının, meselâ ablasının veya kız-kardeşinin metindir. Onun mehri ne ise, bunun da o olur.
Mehrin peşin verilen kısmına; «Mehr-i muaccel»; veresiye kalan kısmına da; «Mehr-I müeccel» denir.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:281-287.
[75] Veliyy*ül - anr : Âmir, emir veren.
[76] Nisa sûresi (4); âyet: 128
[77] Tevkît: Vakit ta'yîn etmek, vakti saati belli etme.
[78] MuâTeze; Trampa; değiş - tokuş.
[79] Fuzûlî; Şer'î bir izin olmaksızın, diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimsedir.
[80] Musâlih; Sulh akdi yapan kimse.
[81] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 288-297.
[82] Eldeki nüshalarda, bu «Bâb» ayırımı yoktur. Bu bâb. Sulh Bölümünü ta'kîb etmektedir. Mütercim, Borçda suih'u ayrı bir bâb olarak terceme etmiştir.
[83] Nykra (Nukre): Külçe hâlinde gümüş.
[84] Mümtahine Sûresi (60); âyet: 12
[85] Mü$â': Şayi* olan hisseleri ihtiva eden ortaklaşa şeydir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:298-305.
[87] Kaza: Lûgatta; hükm, ahkâm, takdir, bir hakkı sahibine ödemek, bir şeyi lâzım kılmak gibi anlamlara gelir.
Şer'an kaza; özel bir velayetten, yânî hâkimlikden, husûmetleri çözümlemek Te faal etmekden ibarettir.
[88] Hzâm: Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Da'vâlının ikrân üzerine aleyhine verilen hükme ilzam denilmesi yaygındır, bununla da'vâlı mahkûm'un aleyh, yânî aleyhine hükmedilmiş kimse olmuş olur.
Üzâm: Bîr şeyi lâzım kılmak, gerekli kılmak ma'nâsına da gelir.
[89] Tenfîz: Hâkimin hükmünü yürütmek, uygulamak demektir.
Bir hâkimin verdiği hükmü, diğer bir hâkimin yeniden tetkik ederek usûlüne uygun görüp tasdîk etmesine de tenfîz denir.
[90] Kısmet: Taksim etmek, bir şeyi bölmek demektir. Yânî: Bir kaç kimsenin bir şeydeki şayi' hisselerini bir ölçü ile ta'yîn ve tahsis etmektir.
* Kısmet-t kaza: Ortakların ba'züanoın isteği üzerine hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksimdir.
[91] Rüyvct: Bir kimsenin, diğer bir kimseye kendisine yardım etmesi şartiyie verdiği bir maldır. Şartsız verdiği mal ise, hediyedir, diye ta'rif edilmiştir.
Diğer bir tarife göre rüşvet: Bir adamın hâkim veya bir bankasına, lehinde hüküm vermesi yâhûd ondan istemiş olduğu işi yapması için verdiği bir şeydir.
Rüşvet verene «tRâşî», rüşvet alana da «Miirteşî» denir.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: ' .
«Rüşvet veren de rüşvet aian da Cehennemdedir.» bu vurmuş: ur. (Ebû Dâvüd)
Diğer bir hadîs-İ şerifinde de: «Allah'ın jâ'neti rüşvet alan ve rüşvet veren kimse üzerine olsun.» buyurmuştur, (îmâm Ahmed'in Müsned'i)
Şu kadar var ki İslâm âlimleri; rüşveti ba'zi kısımlara ayırmışlardır. Haniye adlı kitapda rüşvetin dört çeşidi vardır denilmiştir:
1 Her iki tarafdan haram olan rüşvet. Bu da, iki yerde olur.
Birincisi: Şâyed bir adam, kâdîhk görevini rüşvetle alırsa, o adam kâdî sayılmaz. Bu rüşvet, kadılığı rüşvetle alan adama da, ona kâdiliğı rüşvet ile verene de haramdır.
İkincisi: Şâyed bir adam, lehinde hüküm vermesi için kâdîya rüşvet Yerse, gerek hakcniğİ hükmü versin, gerekse haketmediği hükmü versin, rüşvet alana da verene de haramdır.
2 Bîr adam canını reyâ malını kurtarmak îçin rüşvet yerse, bu rüşvet; alana haramdır, verene haram değüdir. Keza bir zâlim onun malına tamah etse, o adam da malından bir kısmını rüşvet verip geri kalanını kunarsa, alana haramdır, verene haram değildir.
3 Bir adam sultânın nezdinde (meşru ve hakettiğİ) İşini yaptırmak için bir adama rüşvet verse, verene helâl, alana ise haram olur. Sultânın nezdinde işini yaptırmak şartiyie rüşvet verirse, hüküm budur. Eğer adamdan işini yaptırmasını ister de, ona rüşvetten söz etmez ve asla bir şart da koşmaz, biiâhare işini yaptırdıkdan sonra o adama bir şey verirse, ulemâ bunda İhtilâf etmişlerdir. Ba'zısı: «Bu, o adama helâl olmaz» ba'zısı da: «Helâl olur» demişlerdir. Sahih olan, helâi sayilmasıdrr. .Çünkü, «İyiliğe karşı iyilik et (el - lhsânu bil ^ töısân)» sözü mecâzâttan olup meşhurdur.
4 Şâyed bir icadının Telisi kendisine bir şey Terümedikce onu evfenolnnese, bir adam da velîye bir $ey yerip, o velî de kadını o adama t«vîc etse, kocanın o verdiği şeyi gerek mevcûd olsun, gerekse tüketilmiş olsun velîden geri alma hakkı vardır. Çünkü bu, rüşvettir. Kıyâsa göre, eğer velinin hâlinden hediye almadan kadını o adama tezvîc etmiyeceği bilinirse, yukarıda geçen mes'elede olduğu gibi bu da hediye sayılır. (Keşşaf-u Istılâhât'il-Fünûn; c. 1, s. 595)
[92] Mecelle'nin 1792. maddesinde şu hüküm vardır :
«Hâkim, hakim (âlim), fehîm (zekî), müstakim (doğru) ve emin (güvenilir), m©-kîn (vakarlı, temkinli), metin (sağlam) olmalıdır.»
[93] Yezîd: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Muâviye'nİn oğludur. Hicrî 63 (683 M.) yılında saltanat usûlü ile halîfe olmuştur. Halifeliği kısa sürmüş ve otuz yaşında ölmüştür. Zevke, sefaya düşkün, içki ve diğer haramlardan kaçınmayan fâsik bir adam olarak bilinmektedir.
[94] Haccâc; Halk arasında «Haccâc-i Zâlim» diye meşhur olmuştur. Emevî halîfelerinden Abdülmelik zamanında ba'zı vazifelere ta'yîn edilmiştir. Bilhassa Emevî halîfelerine ve yönetimine karşı çıkan Hâşîmilere büyük zulümler yapmıştır. KâTse'yi mancınıklarla taşa tutacak kadar ileri gitmiştir.
[95] Mecelle'nin İ796. maddesi hükmü de aynı mealdedir,
[96] tslâm Dîninde; hediyye almak ve vermek Peygamberimizin (S.A.V.) sünnetindendir. Çünkü Allah (CC.)'in Resulü hediye alır ve hediye verirdi. Bir hadîs-i şeriflerinde: «Hediyyeleşiniz, ki birbirinizi seresiniz.» buyurmuştur.
Ancak hediyyenin hükmü, hediyye alanın ve hediyye verenin maksadına göre şu kısımlara ayrılır:
1 Hediyye karşılığında bir mükâfaat beklemek. Bu da iki kısma ayrılır:
a) Eğer bir kimseye haksızlık edilmesi İçin hediyye verilmişse, bu hediyye haramdır. Meselâ; kâdîye haksız hüküm vermesi için hediyye vermek böyledir.
b) Eğer mubah olan bir işi yaptırmak için verilmiş ise, bu hediyye mubahtır. Meselâ: «Falana söyle, bana şu İşimde yardımcı olsun.» demek gibi.
2 Hediyye verdiği kimseye yaklaşmakla onun sevgisini kazanmak istemek.
Bu da iki kısımdır:
a) Ya, sırf sevgisine mazhar olmaktır. İşle makbul olan hediyye budur. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif de de, buna işaret edilmiştir.
b) Veya, sevgiyi bîr emeline ulaşmak için te'mîn etmektir. Bu da hediyeden çok rüşvet sayılır, (tmâm Gazâlî; thyâ, Cüt: 2)
[97] «Hâkim, mütehasımeynden (birbirini da'vâ eden iki tarafdan) hiçbirisinin ziyafetine gitmez.» Mecelle, madde: 1797.
[98] Bu husüsda MeceUe'nin 1798. maddesi hükmü şöyledir:
«Esnâ-yı muhakemede hâkim, tarafeynden yalnız birisini hanesine kabul etmek ve mcclis-i hükümde biriyle halvet (yalnız kalma) veyâhûd ikisinden birice el ya göz reyâ baş ile işaret eylemek veya açlardan birisine gizli lâkırdı yâhûd diğerinin bilmediği lisan ile söz söylemek gibi töhmet ve sû-i zanna sebeb olabilecek hâl ve ha-reketde bulunmamalıdır.
Kaza (veya kadâ), lügat bakımından ihkâm (bir şeyi muhkem yapmak) ma'nâsma gelir, [87] Şer'an; kaza, beyyine, ikrar veya yeminden dönmekle başkası üzerine ilzamdır. [88] Çünkü kazanın hakikati husûmeti ayırmakdır. Bu da, ancak ilzam ile olur.
Kazanın ehli, şahadete ehil olan kimsedir. Çünkü her ikisi de, yânî ehl-i kaza ve ehl-i şahadet velayet bâbmdandır. Çünkü kaza, kavli (sözü), başkasına tenfîz etmektir, (geçirmektir.) [89]
Bir de; kaza ve şahadetten her biri ilzamdır. Çünkü şahadet, kâdî üzere; kaza ise, hasım üzere mülzimdir (ilzam edicidir). İmdi, şahâdete ehil olmak için şart kılman şeyler, kazaya ehil olmak için de şart kılınmıştır. Şahadete ehil olmanın şartı, kazaya ehil olmanın da şartıdır. Bunun açıklaması, daha Önce «Şahadet Bölümü» nde geçti.
Fâsık olan kimse şahadete ehildir. Binâenaleyh, kazaya da ehil olur. Lâkin fâsıka, kaza (kadılık) görevi verilmez. Çünkü fâsık, fışkı sebebiyle (dinî yasaklara) aldırış etmediği ve gayreti az olduğu için kendisine güvenilmez. Hattâ fâsıka kadılık görevi verilse, veren kimse günahkâr olur. Nitekim, fâsıkın şahadetinin kabul edilmesi sahîh olmakla beraber kabul edilmez. Hattâ kâdî, fâsıkın şahadetini kabul edip onunla hüküm verse, günahkâr olur. Lâkin hükmü geçerli sayılır.
Fetâvâ-yı Kâidiyye'de; «Şahadet eden fâsıkın doğruluğuna kadının zannı gâlib olduğu zaman yerdiği hüküm geçerli olur.» denmiştir. Bu sözün, önemle bellenmesi ve bilinmesi gerekir.
Kazanın (hükmün) geçerli olması için, hüküm verilen yerin şehir olması şartında ve kısmetin [90] kaza işlerinden olmasında ihtilâf edilmiştir. Şehir, hükmün geçerli olması için, zahir rivayette, şarttır Ne-vâdir'in rivayetinde; şart değildir. Bizim Ulemâmızdan çoğu, ihtiyâc-dan dolayı Nevâdir'in rivayetini almışlardır.
Eğer kâdi, bir adama çarşı ve pazarı dâimi duran yerleşilmiş bîr köyde taksim yapması için emir verse, rivayetlerin ittifakiyle caiz olur.
Çünkü taksim, Mahkeme işlerinden değildir.
Keza kâdî, köylere çıkıp küçük çocukların işleri veya vakıf İşleri yâhûd küçük çocukların nikâhı için velî ta'yîn etse, caiz olur. Za-hîr'üd-Dîn el-Mergînânî (Rh.A.)'nin Fetvâ'smda böyle hikâye edilmiştir. Çünkü bu velî ta'yîni, hüküm değildir. Mahkeme işlerinden de değildir.
«Muhit» adlı kitabın Şahadetler Bölümü'nün otuzbirinci faslında müellif demiştir ki: Bu; bana göre, müşkildir. Çünkü kâdî bunları ancak kaza velayeti ile yapabilir. Görülmez mi ki, kâdîya bu işler için izin verilmese, bunları yapamazdı. Binâenaleyh bu işler, Mahkeme işlerindendir.
Eğer kâdî, fcâdîliğı rüşvet [91] ile almış olsa, hükmü geçerli olmaz.
îmâdiyye'de, müellifi demiştir ki: «Kâdî, kadılığı rüşvetle almış olsa, kâdî olur mu?» diye sorulacak olursa, derim ki; Bunda Ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Sahîh olan kavle göre, o kimse kâdî sayılmaz ve eğer hüküm verirse, hükmü geçerli olmaz. Her ne kadar kadılığı rüşvetle alan o kâdî, âdil olsa da, kâdihğı rüşvetle almasiyl.e fâsık olup azls ' müstehlik olur. Çünkü azi edilmesini gerektiren sebeb mevcûddur.
Ulemadan ba'zisı demiştir ki: Kâdî, fisk sebebiyle kendiliğinden azl edilir. Çünkü ona kadılığı veren kimse, onun adaletine güvenmiştir. O'nun kazasına adaletsiz razı olmamıştır.
Kâdîhân (Rh.A.) da demiştir ki: Kâdî rüşvet alırsa, hükmünün rüşvet aldığı şeyde geçerli olmayacağına fakîhler icmâ eylemişlerdir.
Uygun olan, kadirim iffetinde kendisine güvenilir (mevsûk-un bih) olmasıdır. Yâni haramdan sakınmada, akıl ve salanda, Sünnet'i bilmek ve anlamakda ve asarda (yâni Sahabeden rivayet edilen haberlerde), olayların hükümleri ile ilgili olan mes'eleleri bilmekde kendisine güvenilir kimse olmasıdır. İçtihada ehil olması, evleviyyetin şartıdır. Cevazın şartı değildir.
Keza, müftî de öyledir. Yâni onun da mezkûr sıfatlarla nitelenmiş olması gerekir. Kâdî gibi onda dahî içtihada ehil olması şart kılınmamıştır.
Kâdî, ne kalbi ile ve ne de dili ile kadılığı taleb etmemelidir. Çünkü Resûlüliah (S.A.V.) :
«Bir kimse kadılığa tâlib olursa, kendi nefsine bırakılır. Bir kimseye de zorla kadılık verilirse, o kimse üzerine bir Melek inip ona doğruyu gösterir. Yânı ona rüşd İlham edip doğru (olanı yapma) ya muvaffak kılar.» buyurmuştur.
Kadılık görevini veren kimsenin, kadılığa en kudretli ve en lâyık olan kimseyi seçmesi gerekir. Kötü huylu ve zorba, olan kimseyi seç-memelidir. [92] Çünkü kâdî, hüküm hususunda Resûlüliah (S.A.V.)'in halîfesidir (vekilidir). Allah (C.C.)'m Elçisi:
«Bir kimse, başkasına bir iş (yâni kâdîlık) verin de o işi veren kimsenin raiyyesinde (yânî halkı arasında) o işe görevlendirdiği adamdan daha uygun bir kimse bulunursa, işi veren kimse Allah (CC)'a Resulüne ve Müslümanların cemâatine hıyanet etmiş olur.» buyurmuştur.
Kâdîlık işi, Dîn işlerinin ve Müslümanların amellerinin en önem-lilerindendir.
Başkasına zulüm ve cevr etmekden korkan kimsenin kâdîhk görevi alması mekruh olur. Eğer başkasına zulüm ve cevr etmekden emîn olursa mekruh olmaz. Fukahâ'dan ba'zısı; zorlanmadan kâdîhğa kendisi tâlib olursa, mekruh olur. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Kim kâdîhğa mübtelâ olursa, sanki bıçaksız boğazlanmış gibi olur.» Duyurmuştur.
Ulemâdan birisi demiştir ki: Kadılardan biri bu hadîs-i şerifi hafife alıp; «Böyle şey nasıl olur?» demiş. Sonra o kâdî tıraş olmak için meclisine bir berber çağırıp, berber çenesinin ba'zı kıllarını tıraş etmeye başlamış. Derken, kâdî aksırmış ve ustura boğazına isabet edip başı önüne düşüvermiş. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
Âdil olan kimseden kâdîhk görevi almak caiz olduğu gibi, zâlim olan kimseden de almak caizdir. Çünkü Sahâjbe (R.Anhüm), Hz. Ali (R.A.) için ihtilâf ortaya çiktıkdan sonra, Hz. Ali (R.A.) haklı iken Muâviye'den kâdîlık görevini almışlardır. Yine Sahabe; Yezîd, [93] fâ-sık ve zorba olmakla beraber ondan kâdîlık görevi almışlardır. Tabiîn de, zamanının en zâlim insanı olan Haccac'dan [94] kâdîlık görevi almışlardır. Âsüer (ehi-i bağy) den de kâdîhk görevi almak caizdir.
İmâdiyye'de denmiştir ki: Âsîlerden kâdîlık görevi almak caiz olur. Âsîlerin, sâdece istilâsı ile âdil olan sultânın tâ'yîn etmiş olduğu kâ-dîlar azl edilmiş olmazlar. Onları âsîlerin azl etmesi sahih olup, hattâ âsîler yenik düşüp de onların yenilgisinden sonra, kâdîlann kazaları, âdil sultân tarafından yeniden görevlendirilmedikce, geçerli olmaz.
Bir kâdîya, kâdîhk görevi verilince, kendinden önceki kâdfom divânını ister. O divân; içinde sicillerin, belgelerin ve bunların benzeri Şerl Sak'lerin bulunduğu çantalardır. Çünkü kâdî iki nüsha yazar, biri hasmın elinde olur, diğeri de kadının divânında kalır. Zîrâ kâdî faa'zan her hangi bir sebeble ona muhtaç olur. Hasmın elinde bulunan nüsha üzerindeki fazlalık ve eksikliğe güvenilmez. Sonra azl edilmiş olan kâdînm, üzerine bu nüshaları yazmış olduğu beyaz varak (kâğıt veya defter), eğer Beyt'ul-mâl'den (Devlet hazînesinden) verilmiş ise, azl edilmiş kâdîdan zorla alınır. Çünkü o varak, onun eline ancak iş görmek için verilmiştir. Artık iş başkasına geçmiştir. Eğer varak, azl edilmiş kâdînm kendi malından veya hasmın malından olsa; sahih olan kavle göre, yine vermesi için zorlanır. Çünkü kâdî, o varakı mal edinmek için değil, belki tedeyyün için almıştır. Keza hasımlar o varakı kâdî görevde iken onun elinde bırakmışlardır. Halbuki o kâdî azl edilmekle görev başkasına geçmiştir.
Kâdî, hakkı ikrar eden, yânî doğruyu söyleyen veya üzerine bey-yine getirilen tutukluyu (mahbûsu) ilzam eder. Yânî, mahbûslann hâline bakar. Çünkü kâdî, Müslümanların işleri için nazır (bakan) ta'yîn edilmiştir. Hakkı ikrar etmiş vcyâ inkâr edip üzerine beyyine getirilmiş olan tutukluyu da ilzam eder. Azl edilmiş olan kâdtnın, tutuklu üzerine sözü ancak beyyine ile kabul edilir. Çünkü azl edilmiş olan kâdî, halkdan bir kimse gibi olmuştur. Tek kişinin şahadeti ise; hiU hassa kendi fiili ile olursa hüccet değildir.
Eğer tutuklu doğruyu söylemez ve üzerine beyyine de getirilmiş olmazsa; üzerine nida eder. Yânî; nida edilip hasım çağrılmadıkça kâdî onu salıvermekde acele etmez. Yânî her gün duruşmaya oturduğu zaman münâdîye (mübaşire) emredip; «Tutuklu olan fülân oğlu fülândan hak taleb eden kimse gelip hakkını istesin!» diye, hasım ile tutuklu- biraraya gelinceye kadar çağırttırır. Eğer hasım çıkmazsa tutukludan kendisine bir kefil alıp, onu salıverir.
Yeni kâdî, azledilmiş kâdînın güvenilir kimselerin eline bıraktığı emânetlere ve vakfın gelirlerine de bakar. Beyyine veya zi'İ-yedin ikrarı ile amel eder. Çünkü bunların hepsi hüccettir. Azledilmiş kâdînm sözüyle amel etmez. Ancak zi'I-yed azledilmiş kâdiden teslim aldığını ikrar ederse, azledilmiş kâdînm sözü ile amel eder. Çünkü bu takdirde zi'1-yedin ikrân ile zi'1-yedlik kâdînm olmuştur. Bu durumda kâdînın ikrân sahih olur. Sanki o hak'hâlen elinde gibidir. Çünkü elinde mal olan kimse, onun bir insana âid olduğunu ikrar etse, kabul edilir.
Kâdî, hüküm vermek için mescidde oturur. Câmi'de oturması, mescidde oturmakdan evlâdır. Çünkü cami, beldenin en tanınmış yerle-rindedir. Ya da kâdi, hanesinde oturur ve oraya girmeleri için insanlara izin verir. Kâdînm meclisinde daha önce beraber oturduğu kimseler yine otururlar. Çünkü hanesinde yalnız oturması töhmet meydana getirir.
Kâdî, hediyye kabul etmez. [95] Çünkü hediyyeyi kabul etmek, hediyye veren kimsenin kayırılmasma yol açar. Kâdî, ancak kendi zî rahm-i mahrem'inden hediyye kabul edebilir. Yâhûd, hükümden Önce, hediyye vermek âdeti olan kimsenin âdeti câri olduğu kadar hediyyeyi kabul edebilir, Yânî, bu zikredilen iki hediyyeyi reddetmez. Çünkü birincisi sıla-i rahmdir. İkincisi ise, hüküm için değil, belki âdeti olduğu içindir. Hediyye alması için, bu ikisinin husûmeti olmaması şarttır. Çünkü bunlara âid husûmet olursa, hediyyeyi hüküm için almış olur. [96]
Kâdî cenazede bulunur. Çünkü cenazede bulunmak Müslümanların, Müslüman üzerindeki haklarındandır.
Kâdî, özel da'vete gitmez. [97] Özel da'vet şudur; ki müsâfir eden kimse eğer kâdînm o da'vete gelmiyeceğini bilirse, onu yapmakdan vazgeçer. Çünkü böyle özel da'vet, hükümde kayinimak. içindir. Umûmî da'vet ise, bunun aksine olup, gidebilir.
Kâdî, hastayı ziyaret eder. Çünkü hastayı ziyaret etmek de, cenaze gibi, Müslümanların haklarındandır.
Kâdî, iki hasım arasında, gerek huzurunda oturmak, gerekse onlara doğru yönelmek bakımından eşit davranır. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :
«Eğer sizden biriniz kâdîîık ile mübteîâ olursa, hasımlar arasında; meclis, işaret ve bakmak hususunda eşitliği gözetsin.» buyurmuştur.
Kâdî, hasımlardan bîri ile gizlice konuşmamalı, birine işaret ve hüccet telkin etmemelidir. [98] Çünkü, bunda töhmet vardır. Birinin yüzüne gülmemeli; çünkü bu, 'hasmı aleyhine teşvik olur. Mutlak surette şaka da yapmamalıdır. Yânî her ikisine veya birine yâhûd onlardan başkasına şaka yapmamalıdır." Çünkü şaka, mahkemenin i'tibânnı yok eder. Bu ibare, Vikâye'nin: «Onunla şakalaşmâz.» sözünden daha güzeldir. Çünkü Kâfi sahibi: «Onunla ve başkasiyle şakalaşmâz, hüccet de telkin etmez. Zîrâ bunda töhmet vardır.» demiştir.
Yine, kâdî, şahide; «Sen, şöyle şöyle şahadet eder misin?» demekle telkin yapmamalıdır. Çünkü telkin, hasımlardan birine yardım etmektir. Böyle olunca, şahide telkin yapmak mekrûhdur. Nitekim hasma telkin yapmak da böyledir.
İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); şahide telkin yapmayı, töhmet olmayan yerde müstahsen görmüştür. Çünkü şâhid, ba'zan meclisin heybeli sebebiyle tutulabilir. Bu takdirde kadının şahide telkin yapması, hakkı ihya etmek için hasmın izhârı ve tekfîli menzilesinde olur. Eğer hak, hasmın üzerine onun ikrân veya beyyine ile sabit olursa, kâdî mukırra hakkı vermesini emreder. Mukir, hakkı vermekden kaçınırsa, kâdî onu habs pfW
Musannif; kaçınmanın, kadının emrinden sonra olması şartını koymuş, beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasım ayırmamıştır.
Hidâye sahibi; beyyine veya ikrar ile sabit olan hakkın arasını ayırıp demiştir ki: Eğer hak; beyyine ile sabit olursa, kâdî onu habs eder. Nasıl ki inkâr etmesiyle oyaladığı belli olduğu zaman dahî habs eder. Eğer îkrân ile hak sabit olursa, habsine acele etmez. Çünkü hasmın ilk görüşmede oyalayıcı olduğu bilinmez. Belki mühlet verilmesini istemiştir de malı onun için getirmemiştir. Eğer hasım bundan sonra nalda vermekden kaçınırsa, uzatıp durduğu ve oyaladığı anlaşıldığı için kâdî onu habs eder. Bunun benzeri Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) dan hikâye edilmiştir. Şems'ül-Eimme (Rh.A.)'den hikâye edilen ise, bunun hiiâfı-nadır. Çünkü hak; beyyine ile sabit olursa, özür dileyip; O'nun, bende alacağı olduğunu ancak bu saatte öğrendim, borcumu öderim!» der. Bu özür dileme, ikrarda hâsıl olmaz. Daha güzel olan, burada zikredilendir. Nitekim Zeylaî (Rh.A.) de böyle demiştir.
Kâdî, hasmı dilediği kadar habs eder. Habse müddet takdir etmek-de ihtilâf edilmiştir. Sahih olan kavle göre; habs mikdârı kadının re'yine bırakılmıştır. Çünkü habs; incitmek ve eza vermek (îzâ) içindir. İncitmek hususunda ise, insanların hâlleri farklıdır.
Kâdî, habs lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle habs eder.
Borçlu için hâsıl olan maldan bedel olarak meselâ, satılan şeyin . semeni yâhûd ödünç veya akd ile iltizâm eylediği mehr-i muaccel, hul' bedeli, kefalet borcu gibi borçluya lâzım gelen şeyde hak sahibinin talebiyle onu habs eder. Çünkü mal, onun elinde hâsıl olunca, onun zenginliği mal ile sabit olur. Kendi ihtiyarı ile akdi iltizâm etmesi zenginliğine delildir. Eğer; «Fakirim!» diye iddia ederse, zikredilen borçlardan başkasında, habs edilmez. Çünkü, zengin olduğuna dâir delil yoktur. Ancak, alacaklısı onun zengin olduğunu isbât ederse, bu takdirde kâdî, uygun gördüğü kadar habs eder. Nitekim, bu daha önce geçti. Çünkü zengin olduğuna dâir delil bulunmazsa söz, borçlu olan kimsenindir. Borçlunun zerîgin olduğunu isbât etmek da'vâcıya âiddir ve kâdî, onu habs eder.
Habsden sonra, tutukluyu sorguya çeker. Eğer malı olduğu meydana çıkmazsa, habsden salıverir ve zenginlemeye vakit buluncaya kadar bekler. Çünkü tutuklunun habs müddeti geçtikden sonra habsi, zulm olur. Tutuklunun alacaklılarını ondan haklarını istemekden men etmez. Çünkü hak sahibinin onun üzerinde hakkının sabit olması, diğer alacaklının hakkını ondan istemesine engel olmaz.
Borçluyu habs etmezden Önce iflâsına dâir beyyine göstermesini kabul etmez. Çünkü bu beyyine, nefy üzerine. Binâenaleyh bir müeyyid ile te'yîd edilmedikçe kabul edilmez. O müeyyide de habsdir. Habs edil-dikden sonra ihtiyaten kabul edilir.
Zenginliğe dâir olan beyyine evlâdır. Yâni da'vâcı, borçlunun varlıklı ve zengin olduğuna dâir beyyine gösterse ve da'vâlı fakir olduğuna dâir beyyine getirse, zengin ve varlıklı olduğuna dâir olan beyyine evlâdır. Çünkü fakirlik, arızdır. Beyyine ise, isbât. içindir.
Varlıklı ve zengin olan borçlunun habsini uzatır. Çünkü habs, zulmün cezasıdır. Eğer varlıklı ve zengin olan borçlu, hakkı edaya kadir iken kaçınırsa, zulmü zahir olup habsini uzatmakla cezalandırır.
Bir adam, karısının ve çocuğunun geçmiş nafakası için habs edilmez. Çünkü nafaka, zaman geçmekle düşer. Her ne kadar kâdî hükmetmekle veya karı ile koca nafaka üzere anlaşmakla, sakıt olmazsa da geçmiş nafaka için yine habs edilmez. Çünkü nafaka, bir maldan bedel değildir. Bizim zikrettiğimiz esâsa göre; bir akd ile üzerine nafaka lâzım gelmiş de değildir. Belki karısına ve çocuğuna infâk et-mekden kaçınırsa, habs eder. Çünkü nafaka vaktin ihtiyâcını karşılamak içindir. Nafakayı kasden terk etmekde ise; onları helak etmek vardır. Binâenaleyh, onların helak olmalarını def etmek için habs eder.
Hadd ve kısâsdan başkasında, kadının kadılık yapması (kazası) caiz olur. Çünkü daha önce geçti ki, kaza şahadetten hâsıl olur. Kadı-
[1] Muhtecîb: Kapıcı.
[2] Muhaddara: Evinden çıkmayan örtülü ve iffetli kadın, demektir.
[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 207-212.
[4] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 213.
[5] İkrar; bir kimse, diğer kimsenin kendisinde olan hakkını haber vermesidir. O kimseye «Mııkir», o diğer kimseye de, «Mukarr'un leh» ve o hakka da «Mukarr'un bih» denilir. (Mecelle Mad: 1572)
[6] Mnkarru*. MU: İkrar olunan hak; başkasına âid bulunduğu, bir kimse tarafından haber venien hak.
[7] MukarrHm leh: Kendisine âid bulunan hak; başkası tarafından i'tirâf olunan hakîki veya menevî şahıs.
[8] Mukırr: Kendisinde bir kimsenin hakkı olduğunu haber veren kimse.
[9] Medlul; Dehl getirilmiş şey; delâlet olunan, gösterilen şey.
[10] Bu konuda fazla bilgi için; c: 3. s: 10'a bakınız.
[11] Dânık (Denk): Bir dirhemin altıda biridir. 0,801 gramdır.
[12] Kırat: Elmas gibi kıymetli cevherleri ölçmekde kullanılan bir ağırlık ölçüsüdür. Bir kırat; bîr gramın milyonda ikiyüzbinkırkaitısına eşittir.
[13] Kehf sûresi (18); âyet: 25
[14] Kavsara: Karoışdan yapılım? olup, içine hurma konan sepettir.
[15] ŞEYHAYN: Fıkıh'da: Ebû Hanîfe ile EbÛ Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) 2. verilmiş olan unvan.
[16] Fecr sûresi (89); âyet: 29
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 214-227.
[18] Gilmân: Gulâm'm çoğuludur. Gulâm: Erginlik çağına yaklaşmış oğlan çocuğudur. Burada gıimânın ma'nâsı; köle veya hizmetd olan oğlan çocukları demekdir.
[19] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 228-234.
[20] Yâni, bir kimsenin kardeşi ve amcası onun doğmasına ve dünyâya gelmesine sebeb ve vâsıta olmuş değildir. O da, kardeşinin ve amcasınla doğmasına ve dünyâya gel' meşine sebeb ve vâsıta olmuj değildir.
Diğer bir deyimle; bir kimsenin kardeşi veya amcası ile kendi arasında doğmak ve doğurmak yoktur. Bunlar için neseb ikrar etse, neseb sabit olmaz ve onun hakkında ikrân kabul edilmez. Fakat çocuğu, babası ve anası gibi aralarında doğmak ve doğurmak olan kimseler için neseb ikrar ederse, neseb sabit olur.
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 235-239.
[22] Arapçada, bir ismin sonuna tenvin gelirse, o isim nekre (belirsiz) olur. Eğer ismin başına (elif-lâm) gelirse, o isim ma'rife (belirli) olur. Meselâ; hakk'an, sıdk'an; nekre yâni belirsizdir. Herhangi bir hak ve herhangi bir sıdk demektir. El * hakk, es-sıdk ise, ma'rifedir yânı belirlidir. Belli bir hakk ve belli bir sıdk demektir.
[23] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 240-242.
[24] Tezkiye: Bir olay hakkında şahadet eden kimselerin, bu çehadete ehil olduklarını bankalarından gizli ve açıkça sorularak tesbît edilmesidir. Bu bakımdan tezkiyeler, i İi tezkiye»' ve «Açıkça tezkiye» kısımlarına ayrılır.
[25] Bakara sûresi (2); âyet: 282
[26] Fisk: Günâh işlemek, dînin yasak ettiği şeyleri yapmak demektir.
[27] Şahadetin nisabı: Bir olay hakkında şahadetleri makbul olacak kimselerin mikdân demektir.
[28] Nisa sûresi (4), âyet: 15
[29] Nûr sûresi (24); âyet: 4
[30] Bakara sûresi (2); âyet: 282
[31] Talâk: sûresi (65); ayet: 2
[32] Mürüvvet: insanlık., himmet, ulanmak, uygun olmayan feyleri terk elmek, ma'nâsı-nadır. Bir kimsenin kendi zamanında ve yöresinde benzerlerinin mubah olan ahlâk ve davranışı ile ahlâklanmış olması bir mürüvvetdir.
[33] Ta'n-i jühûd: Bir olaya şâhidlik edenlerin bu şehâdette yalancı olduklarına dâir raüd-deâ aleyh (da'vâlı) tarafından vuku bulan iddiadır.
[34] Cerh-i şühûd: Şâhidlerin fâsık olduğunu, adaletten mahrûmİyyetini iddia ve izhîr etmekden İbarettir.
[35] Müzekkî: Şâhidlcrin vaziyetlerini inceliyerek şâhidlerin kabul edilebileceğini isbât
[36] İşkâl'(mûşkil): Bir lâfan kendisinden ne murâd edildiği, düşünmeden bilinemiyecek derecede raa'nâsı kapalı olmasıdır.
[37] Teâtî: Bir alım-satım çeşididir. (Fazla bilgi için; c:3, s: 25'de 28 numaralı dipnota bakınız.)
[38] Nağme: Kelimenin sesi veya ses tonu demektir.
[39] Tesâmu': Lûgatta, başkasından işidilip nakl edilmek anlamınadir.
Şer*an; «iştihar» demektir. îştihâr (şöhret) ise, iki çeşittir. Biri; hakîkî şöhrettir, ki tevatür ile hâsıl olur. Diğeri de; hükmî şöhrettir, ki iki âdil erkeğin veya bir âdil erkek ile iki âdil kadının şehâdet lâfzı İle haber vermeleriyle husule gelir.
[40] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirme.
[41] Tahammül: Üzerine alma, yüklenme.
[42] Divân: Burada; «Kayid Defteri» demekdir.
îslâm Hukûku'nda ilk defa Hz. Ömer (R.A.Vin hilâfeti zamanında «Dîvân» un-vânıyîa böyle bir müessese vücûda getirilmiştir, ki «Divân'üs-salfâna» denirdi. Bu da dört kısma ayrılmıştır.
a) Dîvân'ül-cüyüş: İslâm mücâhidlerinin adlarını, neseblerini, kabilelerini ve her birine idaresine kâfi' mikdârda verilecek atiyyeleri, vazifeleri muhtevi sicillâtdır. Bunlarda kaydlı olanlara, «Ehl-i dîvân» denir.
b) Dîvân-ı a'mâl: Vergilere, hukuka, şehirler İle kasabaların, mezrealann vesâi-renin ahvâline, bunların ne suretle feth edilmiş olduğuna dâir mâlûmât-ı muhtevi sicillerdir.
c) Dîvân-ı umma!: Devlet me'mûrlarmm ta'yînlerine, azillerine, terceme-i hâllerine müteallik sicillerdir.
d) Divân-i istîfâ': Beyt'ül-mâl'e mahsûs varidat ve masarifi ihtiva eden sicillerdir. (Hukûk-u islâmiyye ve Istıîahât-i Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen c; 4, s: 74)
[43] Havâss takımı: Halk arasında, okumuş kimselerden meydana gelen topluluk.
[44] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 243-255.
[45] Şahadet (Şâhidlik): Bir kimsenin, bir jahısda olan hakkını isbât için şehâdet lata ile hâkimin huzurunda ve hasmın' karşısında vâki' olan doğru ihbarıdır.
[46] Cebriyye: Beşerî irâdeyi inkâr eden mezheb zümresi.
* Kaderiyye: «İnsan, yaptıklarının yaratıcısıdır.» î'tikâdında bulunan, kaderi inkâr eden mezheb zümresi.
* Râfızîler: Hakk. Mezhebden ayrılmış, namaz kılmayan kimseler zümresi. Bunlar, Şiilerin bir koludur.
* Hâriciler: Vaktiyle Hz. AH (R.A.)'ye ısyân eden cemâat ferdi erinden herbiri.
* Muatüle: Allah (CC.)'a i'tikâd etmeyen, sifailanm inkâr eden bir zümre.
* Müşebbihe: Allah (C.C.)'ı insan biçiminde tasvir ve tasavvur edenlerin mensûb bulundukları KelâmI Mezheb,
* Hattâbiyye: Şîi fırkalarından bir fırkadır.
[47] Müste'men: Ecnebi tebaasından olan kimse.
(Fazla bilgi için; c: 2, s: 25 - 3O'a bakınız.)
[48] Menea: Kuvvet, cemâat demektir. Bu kelime; hem isim, hem masdar olabilir. «Mâni'» in çoğulu da olabilir. Çoğul olduğuna göre: «Bîr şahsın hâmisi ve aşireti olan kimseler» demek olur, ki, o şahsa başkalarının tecâvüz etmesine mâni' olurlar, Ordu ve asker ma'nâsma da gelir.
(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ö. Nasûhî Bilmen; c: 3, s: 344)
[49] Hadim (Hadım): Cinsiyet bezi çıkarılmış erkek; İğdiş, enenmiş.
[50] Vekd-i zina: Nikâhsız evlenmeden meydana gelen çocuk, Pİç.
[51] Hünsâ: Hem erkeklik, hem de dişilik tenasül uzuvları (veya kromozomları) taşıyan kimse; Erselik, hermaphrodite.
[52] Hünsâ-İ Müşkil: Her iki cinsiyet organını taşıyan, fakat bu organlardan bîri fiil, ha-reket ve yapı bakımından diğerinden farklı olmayan hünsadır.
[53] Kelimenin ash; «Kumbur» dur.
[54] Radâ': Süt emme.
[55] Musâharet: Evlenme ile meydana gelen akrabalık.
[56] Mürted: İsiâm Dininden dönen, irtidâd eden.
[57] Kazf: İffete iftira.
[58] Nür sûresi (24); âyet: 4
[59] Metnin: Kötü ve düşük huylu kadına benzeyen erkek demek olup «Muhannes» ile aynı ma'nâya gelir. Böyle erkeğin şâhidliği kabul edilmez.
[60] Ebû Hüreyre (R.A.)'den rivayet edildiğine göre: Resûlüllah (S.A.V.), bir adamı, bir güvercini (uçurup) ta'kîb ederken gördü ve: «Bir Şeytân, bir Seylân'ı ta'kîb ediyor.» buyurdu.
(Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
[61] Büreyde (R.A.); Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
«Kim tavJa oynarsa, elini domuz etine ve kanma bulamış gibidir.»
(Müslim, Ebû Dflvûd)
Ebû Mûsâ (R.A.)'dan rivayet edilen bir hadîs-i şerîfde de ResûliMah (S.A.V.): «Kim tavla oynarsa, AUah'a ve Resulüne ısyân etmiştir.» buyurmuştur.
(Ebû Dâvûd, tbn-i Mâce)
[62] îmâm Şafiî (Rh.A); satranç oynamak, zekâyı çalıştırdığı için, namazı ve işi gücü terk etmemek ve kumar biçiminde oynamamak şartıyla satranç oynamayı mubah görmüştür.
[63] İkrah: Zor!a iş yaptırma.
[64] TaV: deyerek bir şey yapma.
[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 256-268.
[66] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 269-275.
[67] Meşhûd'un leh: Kendisi için şahadet edilen kimsedir.
[68] tnâbet: Bir kimseyi, başka birinin yerine geçirmek, görevi ona yaptırmaktır.
[69] Eski devirlerde Arab cemiyeti şu altı tabakadan meydana gelirdi: Şa*b, kabile, imaret, batın, fahz, fasile.
Şa'b, kabileleri; kabile, imaretleri, imaret, batınları; batın, fahzlan ve fahz da fasileleri içine alırdı. Meselâ; Hüzeyme, bir şa'b'dır. Kinâne, bir kabiledir. Kureyş, bir imarettir. Kusay, bir batındır. Hâşim, bir fahz'dır. Abbâs ise, fasiledir. (Zemahşerî, Keşşaf, c. 3, s. 569)
[70] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 276-280.
[71] Mecelle, madde: I72S'İn hükmü şöyledir:
«(Şâhidler ba'de edâtiş-şehâde (şahadeti edâ ettikten sonra) ve kaM-el-hüküm (hükümden önce) huaûr-i hâkimde (hâkimin huzurunda) şehâdetlerinden riicu* etseler jc-hâdetleri keen lemyekûn (hiç olmamış gibi) hükmünde olur ye kendileri ta'rfr olunurlar.»
[72] Bud' (Bur'): Nikâh; cima' istifâdesi ma'nâsma gelir. Kadının tenasül uzvuna da «Bud'» denir.
[73] Mehr-i miisemmâ: Kadm için iki tarafın rızâsiyle ve nikâh akdi sırasında ta'yîn olunan mehr.
* Mehr-İ misi: Kadının misli olan diğer bir kadının, meselâ ablasının veya kız-kardeşinin metindir. Onun mehri ne ise, bunun da o olur.
Mehrin peşin verilen kısmına; «Mehr-i muaccel»; veresiye kalan kısmına da; «Mehr-I müeccel» denir.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:281-287.
[75] Veliyy*ül - anr : Âmir, emir veren.
[76] Nisa sûresi (4); âyet: 128
[77] Tevkît: Vakit ta'yîn etmek, vakti saati belli etme.
[78] MuâTeze; Trampa; değiş - tokuş.
[79] Fuzûlî; Şer'î bir izin olmaksızın, diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimsedir.
[80] Musâlih; Sulh akdi yapan kimse.
[81] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 288-297.
[82] Eldeki nüshalarda, bu «Bâb» ayırımı yoktur. Bu bâb. Sulh Bölümünü ta'kîb etmektedir. Mütercim, Borçda suih'u ayrı bir bâb olarak terceme etmiştir.
[83] Nykra (Nukre): Külçe hâlinde gümüş.
[84] Mümtahine Sûresi (60); âyet: 12
[85] Mü$â': Şayi* olan hisseleri ihtiva eden ortaklaşa şeydir.
[86] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:298-305.
[87] Kaza: Lûgatta; hükm, ahkâm, takdir, bir hakkı sahibine ödemek, bir şeyi lâzım kılmak gibi anlamlara gelir.
Şer'an kaza; özel bir velayetten, yânî hâkimlikden, husûmetleri çözümlemek Te faal etmekden ibarettir.
[88] Hzâm: Hâkimin bir hususa hükm etmesidir. Da'vâlının ikrân üzerine aleyhine verilen hükme ilzam denilmesi yaygındır, bununla da'vâlı mahkûm'un aleyh, yânî aleyhine hükmedilmiş kimse olmuş olur.
Üzâm: Bîr şeyi lâzım kılmak, gerekli kılmak ma'nâsına da gelir.
[89] Tenfîz: Hâkimin hükmünü yürütmek, uygulamak demektir.
Bir hâkimin verdiği hükmü, diğer bir hâkimin yeniden tetkik ederek usûlüne uygun görüp tasdîk etmesine de tenfîz denir.
[90] Kısmet: Taksim etmek, bir şeyi bölmek demektir. Yânî: Bir kaç kimsenin bir şeydeki şayi' hisselerini bir ölçü ile ta'yîn ve tahsis etmektir.
* Kısmet-t kaza: Ortakların ba'züanoın isteği üzerine hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksimdir.
[91] Rüyvct: Bir kimsenin, diğer bir kimseye kendisine yardım etmesi şartiyie verdiği bir maldır. Şartsız verdiği mal ise, hediyedir, diye ta'rif edilmiştir.
Diğer bir tarife göre rüşvet: Bir adamın hâkim veya bir bankasına, lehinde hüküm vermesi yâhûd ondan istemiş olduğu işi yapması için verdiği bir şeydir.
Rüşvet verene «tRâşî», rüşvet alana da «Miirteşî» denir.
Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz: ' .
«Rüşvet veren de rüşvet aian da Cehennemdedir.» bu vurmuş: ur. (Ebû Dâvüd)
Diğer bir hadîs-İ şerifinde de: «Allah'ın jâ'neti rüşvet alan ve rüşvet veren kimse üzerine olsun.» buyurmuştur, (îmâm Ahmed'in Müsned'i)
Şu kadar var ki İslâm âlimleri; rüşveti ba'zi kısımlara ayırmışlardır. Haniye adlı kitapda rüşvetin dört çeşidi vardır denilmiştir:
1 Her iki tarafdan haram olan rüşvet. Bu da, iki yerde olur.
Birincisi: Şâyed bir adam, kâdîhk görevini rüşvetle alırsa, o adam kâdî sayılmaz. Bu rüşvet, kadılığı rüşvetle alan adama da, ona kâdiliğı rüşvet ile verene de haramdır.
İkincisi: Şâyed bir adam, lehinde hüküm vermesi için kâdîya rüşvet Yerse, gerek hakcniğİ hükmü versin, gerekse haketmediği hükmü versin, rüşvet alana da verene de haramdır.
2 Bîr adam canını reyâ malını kurtarmak îçin rüşvet yerse, bu rüşvet; alana haramdır, verene haram değüdir. Keza bir zâlim onun malına tamah etse, o adam da malından bir kısmını rüşvet verip geri kalanını kunarsa, alana haramdır, verene haram değildir.
3 Bir adam sultânın nezdinde (meşru ve hakettiğİ) İşini yaptırmak için bir adama rüşvet verse, verene helâl, alana ise haram olur. Sultânın nezdinde işini yaptırmak şartiyie rüşvet verirse, hüküm budur. Eğer adamdan işini yaptırmasını ister de, ona rüşvetten söz etmez ve asla bir şart da koşmaz, biiâhare işini yaptırdıkdan sonra o adama bir şey verirse, ulemâ bunda İhtilâf etmişlerdir. Ba'zısı: «Bu, o adama helâl olmaz» ba'zısı da: «Helâl olur» demişlerdir. Sahih olan, helâi sayilmasıdrr. .Çünkü, «İyiliğe karşı iyilik et (el - lhsânu bil ^ töısân)» sözü mecâzâttan olup meşhurdur.
4 Şâyed bir icadının Telisi kendisine bir şey Terümedikce onu evfenolnnese, bir adam da velîye bir $ey yerip, o velî de kadını o adama t«vîc etse, kocanın o verdiği şeyi gerek mevcûd olsun, gerekse tüketilmiş olsun velîden geri alma hakkı vardır. Çünkü bu, rüşvettir. Kıyâsa göre, eğer velinin hâlinden hediye almadan kadını o adama tezvîc etmiyeceği bilinirse, yukarıda geçen mes'elede olduğu gibi bu da hediye sayılır. (Keşşaf-u Istılâhât'il-Fünûn; c. 1, s. 595)
[92] Mecelle'nin 1792. maddesinde şu hüküm vardır :
«Hâkim, hakim (âlim), fehîm (zekî), müstakim (doğru) ve emin (güvenilir), m©-kîn (vakarlı, temkinli), metin (sağlam) olmalıdır.»
[93] Yezîd: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Muâviye'nİn oğludur. Hicrî 63 (683 M.) yılında saltanat usûlü ile halîfe olmuştur. Halifeliği kısa sürmüş ve otuz yaşında ölmüştür. Zevke, sefaya düşkün, içki ve diğer haramlardan kaçınmayan fâsik bir adam olarak bilinmektedir.
[94] Haccâc; Halk arasında «Haccâc-i Zâlim» diye meşhur olmuştur. Emevî halîfelerinden Abdülmelik zamanında ba'zı vazifelere ta'yîn edilmiştir. Bilhassa Emevî halîfelerine ve yönetimine karşı çıkan Hâşîmilere büyük zulümler yapmıştır. KâTse'yi mancınıklarla taşa tutacak kadar ileri gitmiştir.
[95] Mecelle'nin İ796. maddesi hükmü de aynı mealdedir,
[96] tslâm Dîninde; hediyye almak ve vermek Peygamberimizin (S.A.V.) sünnetindendir. Çünkü Allah (CC.)'in Resulü hediye alır ve hediye verirdi. Bir hadîs-i şeriflerinde: «Hediyyeleşiniz, ki birbirinizi seresiniz.» buyurmuştur.
Ancak hediyyenin hükmü, hediyye alanın ve hediyye verenin maksadına göre şu kısımlara ayrılır:
1 Hediyye karşılığında bir mükâfaat beklemek. Bu da iki kısma ayrılır:
a) Eğer bir kimseye haksızlık edilmesi İçin hediyye verilmişse, bu hediyye haramdır. Meselâ; kâdîye haksız hüküm vermesi için hediyye vermek böyledir.
b) Eğer mubah olan bir işi yaptırmak için verilmiş ise, bu hediyye mubahtır. Meselâ: «Falana söyle, bana şu İşimde yardımcı olsun.» demek gibi.
2 Hediyye verdiği kimseye yaklaşmakla onun sevgisini kazanmak istemek.
Bu da iki kısımdır:
a) Ya, sırf sevgisine mazhar olmaktır. İşle makbul olan hediyye budur. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerif de de, buna işaret edilmiştir.
b) Veya, sevgiyi bîr emeline ulaşmak için te'mîn etmektir. Bu da hediyeden çok rüşvet sayılır, (tmâm Gazâlî; thyâ, Cüt: 2)
[97] «Hâkim, mütehasımeynden (birbirini da'vâ eden iki tarafdan) hiçbirisinin ziyafetine gitmez.» Mecelle, madde: 1797.
[98] Bu husüsda MeceUe'nin 1798. maddesi hükmü şöyledir:
«Esnâ-yı muhakemede hâkim, tarafeynden yalnız birisini hanesine kabul etmek ve mcclis-i hükümde biriyle halvet (yalnız kalma) veyâhûd ikisinden birice el ya göz reyâ baş ile işaret eylemek veya açlardan birisine gizli lâkırdı yâhûd diğerinin bilmediği lisan ile söz söylemek gibi töhmet ve sû-i zanna sebeb olabilecek hâl ve ha-reketde bulunmamalıdır.
Konular
- İki Adamın Davâsi Babı
- Neseb Davâsi Babı
- Davâ Hakkında Bir Fasıl.
- Davâ Konusuna Ek
- İkrar Bölümü
- İkrarda İstisna Ve İstisna Ma'nâsîna Gelen Lâfız Babı
- Hastanın (Ölüm Hastasının) İkrarı Babı
- İkrar Hakkında Bir Fasıl
- Şahadet Bölümü
- Şahadetin Kabul Edilip Edilmemesi Babı
- Şahadette İhtilaf Babı
- Şahadet Üzerine Şahadet Babı
- Şahadetten Dönmek Bâbı
- Sulh Bölümü
- Borçda Sulh Babı [82]
- Kaza Bölümü
- Kâdî'nın Mektubu Babı
- Çeşitli Mes'eleler [Mesâîl-Î Şettâ]
- Taksim (Kısmet) Bölümü
- Vasiyyetler Bölümü
- Malın Üçte Birini Vasıyyet Bâbı
- Ölüm Hastalığında Âzâd Bâbı
- Akrabaya Ve Başkalarına Vasıyyet Bâbı
- Hizmeti, Meskeni Ve Ağacın Meyvesini Vasiyyet Babı
- Zimmînin Vasıyyetleri Hakkında Bir Fasıl
- Tenbih Vasiyyet İle İlgili Bir Uyarma
- Başkasını Vasi Kılmak (Îsâ) Hakkındadır
- Ba'zı Önemli Meseleler :
- KİTÂBÜ'Ş-ŞÜRÛT
- (BAZI AKİDLERLE İLGİLİ YAZIŞMALARDA BULUNMASI ŞART OLAN HUSUSLAR VE BU YAZILARA ÖRNEKLER)