Akrabaya Ve Başkalarına Vasıyyet Bâbı
Mûsinİn ekâribi ve akrabası; ona karabet sahibi (zî-karâbet) [49] ve neseb sahibi (zî-ensâb) olanlar; mûsînin mahremleri olup; yukarıya doğru en yakın, daha yakın şekilde devam eden zî-rahmleridir. [50]
Yâni mûsî, yukarıda zikredilenlerden biri için vasiyyet etse, îmâm A'zam (Rh.A.)'a göre; mûsînin zî rahm-i mahremi olanlarının hepsinden sırasiyle en yakın olanlar (el-akrabu fe'1-akrab) içindir. Ana - baba ve evlâd bundan müstesnadır. Çünkü ana - babaya «karîb» adı verilmez. Bir kimse, ana-babayı; «karîb» dîye adlandirsa, âsî olur. Çünkü Arab'ın örfünde «karîb»; bir kimseye başkası vâsıtasiyle yaklaşandır. Babanın ve çocuğun yakınlıkları ise ikisinin de kendisiyledir, başkası ile değildir. Karibde dede, nine ve çocuğun çocuğu dâhil olur. Bu, zahir rivayette bizim zikrettiğimiz sebebden dolayıdır.
En yakınlığın (akrabiyyet) nazar-ı i'tibâra alınması; vasiyyet mirasın kız kardeşi olduğundandır. Vasiyyet, mîrâsda muteber olur. Kezâ akrabiyyette de mu'teberdir. Mîrâsda mezkûr olan cem' (çoğul) ikidir. Vasiyyette de iki, çoğul sayılır.
Mahremiyet i'tibârına sebeb şudur: Çünkü vasiyyetten maksâd; yakma (karîb'e) yardımdır. Binâenaleyh mûsînin vasiyyeti, ona yakınlığı olanlardan sılaya müstehık olana mahsûsdur. Bunda, küçük ve büyük, hür ve köle, erkek ve dişi, Müslüman ve kâfir eşittir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre, mûsîye babası ve anası tarafından, Müslüman olmuş en uzak babaya varıncaya kadar, mensûb olan kimse vasiyyette dâhil olur. Bu vasiyyette; en yakın ve en uzak, tek ve çok kişi, kâfir ve Müslüman olan eşittir.
En uzak babanın Müslüman olmasının şart kılınması ihtilaflıdır.
Musannif, «Sırasiyle ona en- yakın olan (el-akrabu fe'1-akrab)» sözüne şu sözü ile tefri' yapmıştır: Eğer mûsî, akrabası için vasiyyet etse ve iki amcası ile iki dayısı olsa; vasiyyet ettiği şey iki amcasının olur.
Çünkü mîrâsda olduğu gibi, sırasiyle en yakın olan mu'teber olur. İmâ-meyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, dördü arasında dörde pay edilir. Çünkü (karîb) adı, onları kapsar. Akrabiyyet (en yakınlık) i'tibâra alınmaz. İki amca, akrabiyyet (yakınlık) bakımından i'tibâra alınmazlar. Eğer bir amcası ile iki dayısına vasiyyet etmiş ise, vasiyyet edilen şey amcası ile iki dayısı arasında yarı yarıya paylaştırılır. Yânî vasiyyet edilen şeyin yansı amcasının, yarısı da İki dayısının olur. Çünkü «hâleyn / iki dayı» lâfzı çoğuldur. Çoğulluk ma'nâsı, vasiyyette ikj. kişidir. Nitekim bu husus, daha önce anlatılmış idi. Çoğul olması için amcaya, iki dayı eklenir. Bu durumda, amca yansını alır. Çünkü amca, daha yakındır. Vasiyyet edilen şeyin yansını almak hususunda ikisinden Önce gelen (tekaddüm eden) kimse bulunmadığı için, iki dayısı da yansını alırlar. Şu durum, bunun hilâfınadır: Bir kimse, yakınlık sahibi (zî-karâbet) olan kimse için vasiyyet, etse, o zaman vasiyyetin hepsi amca için olur. Çünkü lâfız, tekil lâfzıdır. Vasiyyetin bütününü ihraz eder. Çünkü amca, daha yakındır.
Yalnız bir amca hakkında yasiyyet edilmesinde, amca için yanm hisse vardır. Çünkü çoğulluk ma'nâsma i'tibâr etmek lâzımdır. Amca yansım alır.
Amca ve hala eşitdirler. Çünkü ilcisinin yakınlıklan eşit derecededir. Çoğulluk ma'nâsı ikisiyle gerçekleşmiş olup, vasiyyet edilen şeye müstehık olurlar.
İmâm A'zam ile İmâm Züfer (Rh. Aleyhimâ-)'e göre; mûsînin komşuları mûsîye bitişik olanlarıdır. Kıyâs da, budur. Çünkü komşu (câr), mutlak zikredildiği zaman, ancak bitişik komşuyu kapsar Nebî-i Ft,. (S.A.V.) :
«Bir adamın komşusu, ona yakınlığı sebebiyle daha çok hak sahibidir.» buyurmuştur. Burada «bisakabihî», «bikurbihî» yânı yakınlık ma'nâsınadır. Maksâd, bitişik olan komşudur.
İstihsâna göre ki İmâmeyrı (Rh. Aleyhimâ) 'in sözüdür komşu (câr) mûsînin mahallesinde oturan kimsedir. Onlar, mûsînin mahallesi mescidinde namaz için toplanan kimselerdir. Çünkü örfen bunların hepsine cîrân (komşular) adı verilir.
Mûsînin eshân (hısımları); kansı tarafından zî rahm-i mahrem olanların hepsidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), Safiyye (R. Anhâ) [51] ile evlendiği zaman, Saiiyye (R. Anhâ) 'nin mâlik olduğu her şeyi, zî rahm-i mahreminden ona ikram için çıkarmıştır. Onlar, Nebî-i Ekrem (S.A.V.)'in hısımları (eshân) diye adlandırılmışlardır.
Mûsînin ahtânı, zî rahm-i mahremi olan kadınların kocalarıdır.
Meselâ; kızlarının, kızkardeşlerinin, halalarının ve teyzelerinin kocaları böyledir. Keza, onlarm kocalarının zî rahm-i mahremi olanlar, mûsînin ahtânıdır. «Bu, onlarm örfüne göredir.» denilmiştir. Bizim örfümüze göre ise; ahtân, mahremlerin kocalarım kapsamaz. Ahtânda hür ile köle, en yakın ile en uzak akraba eşit olurlar. Çünkü lâfız, hepsini içine alır.
Mûsînin ehli, karışıdır. Çünkü lûgaten ve örfen ehl ile Karısı mu-râd edilir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :
«Mûsâ, ehline (âüesine) demişti ki...» [52] buyurmuştur. Burada ehlden maksâd, karışıdır. Nitekim «tezevvece» ma'nâsma, «teehhele» yânî «evlendi» denir.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, ehl ile murâd; örfen, mûsînin ailesine ve nafakasına dâhil olan kimsedir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.);
«Biz, hem onu, hem de karısından başka bütün ehlini kurtardık...»[53] buyurmuştur.
Burada ehl ile murâd, ailesine dâhil olan kimselerdir. Mûsînin âli, ehl-i beyt'î (yânî ev halkı, ailesi) dir. Çünkü âl, mensûb olduğu kabiledir. Bunda, baba tarafından, Müslüman olmakda en uzak babaya varıncaya kadar ona mensûb olanlar dâhil olur. En yakın ile en uzak, erkek ile kadın, Müslüman ile kâfir, küçük ile büyük eşittir. .
Mûsînin babası ve dedesi, onun ehl-i beytinden (ev halkından) dir. Çünkü baba, beyt'în aslıdır. Dede de öyledir.
Mûsînin cinsi, babasının ehl-i beytidir. Anasının ehl-i beyti değildir. Çünkü insan, babasının cinsin d endir.. Onun karabeti" ise, cinsin aksinedir. Çünkü karabet, baba ve ana yönünden olur.
Kadının ehl-i beyti ve cinsine gelince; eğer bîr kadın ehl-i beyti veya cinsi için vasiyyet etse, kadının çocuğunu kapsamaz. Ancak kadının babasının kavminden olursa, kapsar. Kâfî'de böyle zikredilmiştir.
İştikakın esâsı ikisinde de mevcûd olduğu için, Zeyd'in çocuğu, erkek ve dişiyi kapsar. Zeyd'in vârislerinde erkek, iki kadın gibidir.
Yânî mûsî, fülânın vârisleri için vasiyyet etse, vasiyyet edilen şey aralarında taksim edilip erkek, iki kadının payı kadar alır. Çünkü mûsî, verese (vârisler) lâfzını söyleyip belirtince, maksadının mîrâsda olduğu gibi tafdîl (yânî erkeğin payı, kadının payının iki katı) olduğu anlaşılmıştır.
Mûsî, fülân oğullarının yetimlerine, körlerine, kö'türümlerine ve dul kadınlarına vasiyyet etse, sayılabilecek kişilerse; onların fakirlerine, zenginlerine, erkeklerine ve kadınlarına şâmil olur. Çünkü vasiyyet, tem-lîkdir.
Sayılamıyacak kadar çok olurlarsa, fakirlerine verilir. Çünkü va-siyyetten maksâd, kurbet (yânî hayır yaparak Allah (C.C.)'a yaklaş inak ve böylece ibâdet etmek) tir. Kurbet ise, fakirliği ortadan kaldırmak ve açlığı gidermek suretiyle olur. Bu zikredilen isimler, ihtiyâcı ifâde eder. Öyle ise, bunun fukaraya yorumlanması caiz olur. Şu durum ise, bunun hiîâfmadır: Eğer mûsî, fülân oğullarının gençlerine vasiyyet eder de, onların mikdârı sayilamazsa veya fülân oğullarının cariyelerine vasiyyet eder de, sayılanıazlarsa, vasiyyet bâtıl olur. Çünkü, lâfızda ihtiyâcı bildiren bir rna'nâ yoktur. Onlara sarf edilmesine engel olan aşırı bilmemezîik bulunması sebebiyle bu sözün, hepsi hakkında temlik yönünden tashihi mümkün olmaz.
Fakirler ve yoksullar için vasiyyet edilmesi hâlinde, çoğul ma'nâ-sına i'tîbâr yönünden, onlardan ikisine sarf edilmesi vâcib olur. Çoğulun en azı, vasiyyetlerde ikidir. Nitekim, yukarıda geçti.
Fülân oğullarına vasiyyet edilmesi hâlinde, onların erkeklerine mahsûs olur.
Hîdâye'de denmiştir ki: Eğer mûsî, fülân oğullarına vasiyyet etse; İmâm A'zam (Rh.A.)'m ilk kavlinde; onda kadınlar dâhil olur. îmâ» meyn (Rh. Aleyhimâ) 'in kavli de budur. Çünkü zükûr ta'bîri, kadınlara da şâmildir. Sonra, İmâm A'zam (Rh.A.) bu sözden dönüp sâdece erkeklere şâmildir, demiştir. Çünkü isim, erkekler için hakîkatdır. Ka-'dınlar için mecazen kullanılır. Söylenen söze, hakîkatma göre hüküm verilir.
Kâfî'de; «Eğer mûsî fülân oğullarına vasiyyet etse, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) fa göre, vasiyyet olan söz, sâdece erkekler hakkındadır. Başkası hakkında değildir.» denilmiştir. Bu kavi, hakikate i'tibâr yönünden, İmâm A'zam (Rh.A.) 'm sonraki kavlidir. İmâm Muhammed (Rh. A.); «Onda, kadınlar dâhildir.» demiştir. Bu kavi, İmâm A'zam (Rh, A.) m ilk kavlidir. Vikâye'de ise; «Fülân oğullan» denilmesi hâlinde kadınlar onlara dâhildir.» denilmiştir.
Ben derim ki: Vikaye sahibinin, İmâm A'zam (Rh.A.)'m döndüğü kavlini seçip ve bir rivayette Ebû Yûsuf (Rh.A.)'in onun kavline muvafakat etmesinin sırrı benim için açık değildir. Ancak, fülân oğullan bir kabilenin veya bir fahz'm adı olursa, kadınlara da şâmil olur.
Fahz; aşiretlerde batndan daha az bir topluluktur. Fahz, altı çeşit topluluğun sonuncu halkasıdır, O aşiretlerin birincisi, şa'bdır. Sonra kabile, sonra fasile, sonra imâre, sonra batn, sonra fahz gelir. Sı-hâh-ı Cevherî'de böyle zikredilmiştir. [54]
Fülân oğulları, kabile adı veya fahz adı olursa; kadınlara, mevle'l atâka'ya [55], mevle'l müvâlât'a [56] ve bunların ardından gelenlere şâmil olur. Çünkü fahz ve fülân oğullan ile murâd, onların aynlan değildir. Belki, sâdece intisâbdır. Meselâ, (Âdemoğullan) sözü böyledir. Bundan dolayı, onda mevle'l atâka ve mevle'l müvâlât ve bunların ardından gelenleri dâhil olur. Âzâdîıiarı ve âzâdlılarmm âzâdlıları olan mûsî, mevlâlarma vasiyyet etse, bâtıl olur. Çünkü mevlâ lâfzı, iki ma'-nâ arasında ortakdır. Birincisi; mevlâ-yı ni'met anlamınadır. Diğeri, üzerine in'âm olunandır. Bir tek lâfız, isbât yerinde iki ma'nâda kullanılmaz. Çünkü birinin üzerine delâlet eden karine yoktur. Eğer; (.Fülânm mevlâlan ile konuşmam!» diye yemin eden kimse, bunun hi-îâfmadır. Çünkü, o zaman en yukarı ve en aşağıya şâmildir. Zîrâ, nefy yeridir. Halbuki onda birbirine aykırılık da yoktur. Ancak mûsî, hayâtta iken bunlan beyân edip belirtirse, o zaman bâtıl olmaz.
Kâfî'de: «Beyân ve belirtme bulununcaya kadar durup beklemek gerekir. Halbuki belirtme ve beyân yoktur. Şu hâlde biz'zarûre bâtıl olur.» denmiştir.
Lâfız onları kapsadığı için, «mevâlî» lâfzında mûsînin sıhhatinde ve hastalığı hâlinde âzâd eylediği kimse de dâhil olur.
«Mevâlî» lâfzında, mûsînîn müdebberleri ve ümm-ü veledleri dâhil olmaz. Çünkü onlann âzâdı, ölümden sonra hâsıl olur. Vasiyyet ise, ölüm hâline muzâfdır. Şu hâlde ölümden önce ismin tahakkuku lâzımdır.
İmâm Ebû Yûsuf. (Rh.A.)'dan rivayet edilmiştir ki; onlar yânı mü-debberler ve ümm-ü veledler dâhil olurlar. Çünkü onlann hakkında istihkak sebebi lâzımdır. «Mevlâ» adı, onlara verilir. [57]
[1] CÜî: I, sayfa: 244'e bakınız.
[2] Bakara Süresi (2); âyet: 282
[3] Söz konusu olan Useyle hadîsi şudur:
Âişe radiya'Slâhu aııhâ'dan rivayete göre Kurazî Rifâa'nın kansi (Temime) Re-sûlüllah (S.A.V.)'e gelerek:
Yâ Resûlallâh! Rifâa beni boşamışü. (Ve üç talâk ile) talâk-ı kat*S kılmıştı. -Sonra ben de Kurazî Abdurrahmân İbn-i Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrah-
man'ın erliği, şu elbise saçağı gibi (gevşek) dir. (Erlik vazüfesini göremiyor) dedi. Resûl-i Ekrem:
Sanırım ki sen (eski kocan) Rifâa'ya varmak istiyorsun. Fakat (ikinci kocan) Abdurrabmân senin baicağizmdan, sen de onun balcağırandan tatmadıkca bu olamaz (evlenemezsin) buyurdu.» (Buhârî)
(Balçağız ta'biri cinsî münâsebetden kinayedir.)
[4] Yânî, şer'an geçerli olduğu gibi Allah (C.C.) indinde de geçerli olur.
[5] Eî-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi Mukâreneli fıkıh profesörü ibrahim Dusûkî Şebâvî «Fıkh'ul-Mukârin» aÜİı kitabında bu konuda şöyle diyor:
«Belli bir mezhebin görüşünü laküd eden kişi; herhangi bir mes'ele hakkında imamının görüşünü şiddetli ve zor görüp de diğer mezheb imamının aynî mes'eledeki görüşünü daha hafif ve hâli durumuna daha uygun bulursa, ikinci mezhebi taklîd etmenin caiz olduğuna ulemâ deiîl göstermişlerdir. Hâline uygun olanını taklîd etmekte hiçbir mahzur olmadığı gibi, mutlak bir mübâhlık da var demektir. Şu kadar var ki, bir kimse dâima mezheplerin hafif ve zayıf taraflarını seçer ve adetâ onlan bir oyuncak hâline getirirse, bu obmaz. Muhtelif mezhebi erden toplamış olduğu o hafîf ve ,ı;ıyî görüşleri ibâdcriiiac ;ak]îü ederken Jışarcian bükan kişiye, bu gibi bir ibâdetin hiç bir müetelıkiin görüşü olmayacağı kanaati hâsıl olursa, bu şekil taklîd caiz değildir. Çünkü bu şahıs Allah (C.C.)'m emirlerine değil, nefsinin nevasına uymuş demektir. Ulemâ, aynı durumun tam aksini de caiz görmüşlerdir. Meselâ; bir kimse kendi imamının görüşünün kuvvetli olduğunu, kendi bünyesinin de sağlam olduğunu bilerek her mezhebin şiddetli ve ihtiyath davrandığı tarafları aiip, zayıf veya hafîf geçtiği tarafları terk etmesinde hiç bir mahzur görmemişlerdir. Muhakkak ki bu intikâl meşru bir sebebden dolayı oimalidîr.»
Ancak bu intikâli, telfik ilü kanşlirmamak lâzımdır. Fıkıh âlimlerine göre. TEL-FİK;, farklı şeyleri birleştirmek, demektir. Meselâ; yemîa keffâretinde, on fakirin bir kısmını yedirmek, geri kalanını giydirmek suretiyle yapılan teifîk caiz görülmemiştir.
Yine, meseiâ, abdestin, kan aldırmakla bozulmayacağı hususunda Şafiî (Rh.A)'yi,
şehvetsiz olarak kadınm vücûduna dokunmakJa bozulmayacağı hükmünde de Ebû Hanîfe (Rh.A.)'yi taklîd eden ve bu iki taklidin birleştiği aynı abdesün sahîh olduğu (bozulmadığı) kanaatinde olan kimse telfik yapmıştır. Fakat bu, teifîk suretiyle taJclîd, fakihlerin büyük bir çoğunluğu tarafından caiz görülmemiştir.
Halbuki ayrı mezheblere âid iki görüş ile bir arada veya aynı zamanda amel etmez de, Önce biriyle, başka bir zaman da diğeri ile amel ederse, bu, teifîk sayılmaz. Başka bir mezhebin imamının görüşünü taklîd etmek olur. Bu ise, yukarıda anlattığımız şekilde caizdir.
[6] Dört mezheb imâmı arasında, îetihâdda ta'kîb ettiği usûlü bizzat kaleme alan ve eseri bize kadar ulaşmış bulunan yalnız İmâm Şafiî (Rh. A)'dir. Diğer imamların usûlü talebelerinden rivayet edilerek daha sonraki devirlerde kitaplara geçmiştir,
îmâm A'zam (Rh.'A), kendi usûlünü şöyle açıklıyor: «Rcsûlüllâh (S.A.V.)'den gelen baş üstüne, sahabeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terket-meyiz, bunlardan başkalarına âid olan hüküm ve ictihâdlara gelince, biz de onlar gibi ilim adamlarıyız,» «Allah'ın Kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Resûîüllah'ın, güvenilir âlimlerce maılûm ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashabından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrahim, ŞaT>î, el-Hasen, Atâ... gibi zâtlara gelince, ben de onlar gibi İctihâd ederim.» (M. Ebû Zehra; Tâ-rîh'ul-Fıkh)
[7] Tahkim: îki hasmın husûmet ve da'vâlarmı fasl için nzâlan île bir başka kimseyi hâkim ittihâz etmelerinden ibarettir. O kimseye hakem veya muhakkem denir. (Mecelle, Mad: 1790
[8] İstifa: Hakkım tam anlamıyla almak demektir.
[9] Ta'dH: Doğrulama, doğruluğunu araştırma demektir.
Bir beyyinenîn ta'dîli; onun doğru ve hakikate uygun olduğuna dâir karar vermek demektir.
Ta'dîl-i şühûd ise: Bir olay hakkında şehâdet eden kimselerin tezkiye edilmelerinden, yâni; Onların şehâdete ehil, âdil kimseler olduklarına dâir karar verilmesinden ibarettir.
[10] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:306-325.
[11] Müsahhar: Ücretsiz kendisine amel ve iş teklif edilmiş kimsedir; emrine âmâde.
[12] Sicil: Kendisine nikâha, talâka, vakfa, ikrara, alım-satıma ve diğer hukukî muamelelere dâir mahkemede cereyan eden ifâdelerin ve hükümlerin yazıldığı defterdir. Çoğulu: «Sicillât» dır. Mahkemede böyle bir muameleyi tesbit edip yazmaya da «Tescil» denilir.
* Mahzar: Kendisinde iki hasmın arasındaki ikrara, inkâra, beyyineye veya yemînden kaçınmaya binâen verilen hükme dâir carî olan şeylerin, karışıklığı kaldıracak şekilde yazılmış olduğu «Mahkeme Defteri» dİr.
* Sakk: ilâm, hâkimin da'vâ edilen muameleye, olaya ve bu husûsdaki hükmüne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır.
* Vesika: Bir hususu isbât ve ilâm için düzenlenen varakadır.
[13] İktisâr: Sözü uzatmama, kısa kesme.
[14] İstişhâd: Şâhid getirme, şâhid gösterme.
[15] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 326-334.
[16] Nebherce: Vakti geçmiş, sikkesi silinmiş bakirli akça veya dirhemdir.
[17] Setûka; İki tarafı gümüş ve içi bakır olan veya başka şey karıştırılmış olan akçaya *eya dirheme denir. (Ahterî)
[18] tstîsâk: Birinden; güvenilir bir senet, vesika gibi bir şey alma, te'mînât, güvence.
[19] Burada anlatılmak istenen mes'ele judur. Eğer kadın; zimmî yânî gayr-i müslim olan kocasının Ölümünden sonra Müslüman olmuş ise, ölmüş kocasına vâris olur. Çünkü koca sağ iken her ikisi de gayr-i müslim idiler. Eğer kadın kocasının ölümünden önce Müslüman olmuş ise, kocasına vâris olamaz. Çünkü bu takdirde kocası ehl-i kitâb, kadm ise Müsiüman idi. Bunlar, birbirlerine vâris olamazlar. Zîrâ Peygamberimiz (S.A.V.):
«İki milletin (yânî iki ayrı dînin) halkı birbirine vâris olamaza» buyurmuştur.
[20] MekfûTün leh: Bir malın ödenmesini veya bir_şahsın teslim edilmesini kefilinden ta-leb ve da'vâ etmeye hakkı olan kimsedir ki, kefaletin menfaati kendisine âid olur. Buna; tfilib, mazmûn'un leh de denir.
[21] Tevbe Sûresi (9); âyet: 103
[22] Fİsk (Fısk): Allah (C.C.)'m emrinden çıkmak, yasak edilmiş işleri yapmak ve böylece Allah (C.C.ya âsî olmak, demektir. Böyle kimseye «Fâsik» denir, islâm'ın emir ve yasaklarından bir şeyi inkâr etmedikçe mü'min olmakdan ve islâm'dan çıkmaz. Fakat böyle kimse günahkâr ve âsî mü'min sayılır.
[23] UIüT-onr: Kanun vâzii, Padişah.
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:335-345.
[25] Misli: Çarşı ve pazarda muîeddün bih; yânî, bahânın ihtilâfını mûcib bir tefâvüt bulunmaksızın misli (kendisi gibi) bulunan şeydir. Kile ile ölçülen, terazi Üe tartılan şeyler, ceviz ve yumurta gibi adediyyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak başka bir cins ile karışmış olan mekîlât, mîslî değildir. Veznî olan altın veya gümüşten yapılmış kaplarda misli olmaz. Çoğulu «Misliyyât» dır.
* Mektt: Kile ile ölçülen şeydir. Buna, «Keylî» de denir. Çoğulu; «Mekîlât»,
«Keyliyyât» dır.
* Mevzun: Tartılan şeydir. Buna, «Vezni» de denir. Çoğulu; «MeTzûnât», «Vez-
niyyât» dır.
* Adediyyât-ı mütekari-be: Yumurta ve ceviz gibi büyüklükleri biribirine yakın olan ve adetle satılan şeylerdir.
(Hukûk-u İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ö. Nasûhî Bilmen, c: 6, s: 9, 10)
[26] Meûnet: Zahmet ve güçlük ma'nâsina gelir. Bir insan için gerekli olan azık ve rızka da «meûnet» denir.
[27] Akar: Fıkh'da; gayr-i menkûl demekdir. Halk arasında ise; kkâyâ Yerilip îrSd getiren şeylere denir.Gayr-i menkûl: Akar denilen hâne, dükkân,' arsa misilli; başka mahalle nakli mümkün olmayan şeydir.
Mülk arsa üzerindeki binalar, ağaçlar da, o arsaya tebean gayr-i menkûl sayılır.
[28] Yânî; kendi sözünü, kendi bozar.
[29] Mühâyee: Menfaatleri taksim etmekden ibarettir. Zaman ve mekân bakımından olmak üzere iki çeşittir. Meselâ: Ortak olan bir evde bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın oturması, «Zamanen mühâyee» dir. Bu evin bîr kısmında bir ortağın, diğer kısmında da diğer ortağın oturması da «Mekânen mühâyee» dir.
[30] İstiğlâl: Geliri karşılık gösterilerek yapı ve tarla gibi malın rehne konması demektir.
[31] Ayn: Dışarıda mevcûd, belirli ve somut olan şeydir. Çoğulu; «A'yân» dır, Meselâ: Bir kitap, bir ev, bir at, meydanda mevcut belirli bir mikdâr para veya bir mikdâr buğday ve ev eşyası ayn'dır.
[32] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 346-358.
[33] Vasiyyet vâcib değil, müstehabdir. (Kudûri)
[34] Vasiyyet: Bir kimsenin, ölümünden sonraya muzaf olarak malını gayre teberru' ve temlik etmesidir.
Vasiyyet edene, «Müsî»; vasiyyet oiunan şeye, «Mûsâ bih» ve vasiyyet olunan kimseye de «Mûsâ leh» denir.
[35] Ba'zı ulemâya göre kinn, alınıp satılması caiz olmayan köle demektir.
[36] Mümtahıne Sûresi (60); âyet: 8
[37] Mümtahıne Sûresi (60); âyet: 9
[38] Maraz-ı mevt: Ölüm hastalığı.
Mecelle'nin 1595. maddesinde şöyle ifâde edilmiştir:
«Maraz-ı mevt (Ölüm hastalığı) ol hastahkdir ki ekseriyya anda ölüm korkusu olduğu hâlde hasta zükûrdan (erkeklerden) ise hanesi hâricinde ve inâsdan (kadınlardan) İse hanesi dâhilinde oîan mesâlihini (işlerini) görmekden âciz oiup bu hâl iizre bir sene mürur etmeden (geçmeden) vefat eyieye. Gerek sâhib-i firâş (hasta) olsun ve gerek olmasın. Ve eğer marîzin (hastanın) marazı (hastalığı) mümted oiup (uzayıp) da dâima bir hâl üzre bir sene geçerse ol marizin marazı müştedd (şiddetlenmiş) ve hâli müte-gayyîr olmadıkça (değişmedikçe)
sahih hükmünde olup tasarrufâtı, sahihin tasarrufâtı gibidir.
Amma marazı müştedd ve hali mütegayyir olup da bir sene geçmeden vefat ederse, vakt-i tegayyürden (değişme zamanından) i'tibâren vefatına dek olan hâli maraz-ı mevt (ölüm hastalığı) addolunur.»
[39] Mezınne-i helak: Her birinde ölebileceği farz edilen.
[40] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 359-371.
[41] Muhâbât: Müfâaie bâbmdandır. Esire ile «habie» dendir. Atâ, yânî vermek ma'nâsma geiir.
Burada muhâbât: Kıymetten daha çoğu ile bir şey satın afanak veya mâlik olduğu eşyadan bir şeyi kıymetinden daha azı ile satmaktır. Fazla ve eksik, muhâbât olur.
Nitekim bir adamın iki kölesi olup, birinin kıymeti otuz dînâr ve diğerinin kıymeti altmış dînâr olsa; o adam kıymeti otuz dînâr olan köleyi on dînâra Zeyd'e ve kıymeti altmış dînâr olan köleyi de kırk dînâra Amr'a satılmasını vasiyyet etse, ve bu iki ^ köleden başka malı da olmasa, Zeyd hakkında vasiyyet yirmi dînâr ve Amr hakkında olan vasiyyet kırk dînâr olur. Malın üçte biri, aralarında paylaştırılır. O da, köle Zeyd'e yirmi dînâra satılıp on dînâr onun için vasiyyet edilir. İkinci köle Amr'a kırk dînâra satılıp, yirmisi onuri için vasiyyet edilir, imdi Amr, her ne kadar sülüsden çok ise de sülüsden vasiyyeti mikdân ile almıştır.
[42] Şayi': Yayılmış, her cüz'e dağılmış anlamına . gelir.
* Hisse-i şayia: Ortaklaşa bir malın her parçasına dağılmış ve yayılmış olan hisse veya paydır.
[43] Tezammun: îçine almak, kapsamak.
[44] Ma'rife: Ma'nâ ve mefhûmu belirtilmiş olan söz; Arafaça harf-i ta'rffi (el-) anlatan kelime. Bahçenin kapısı gibi. «Behçe kapısı» olursa «Nekre» dir.
[45] Ahzâb Sûresi (33); âyet: 52
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 372-383.
[47] Muhâbât!: Kıymetten daha çoğu ile bir şey satın almak veya mâlik olduğu eşyadan bir şeyi kıymetinden daha azı ile satmaktır. Fazla ve eksik muhâbât olur. Nitekim, .bunun açıklaması daha Önce geçti.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 384-387.
[49] Zî-karabet: Bir kimseye babası veya anası tarafından İslâm'a ilk yetişmiş olan büyük ceddine kadar mensubiyeti olan herhangi bir şahisdır. Bunda; mahrem olanlar ile olmayanlar, erkekler ile kadınlar, yakınlar ile uzaklar eşittir. Ana - baba ile evlâda karabet adı verilmez. «Zî-erhâm» ve «Zî-ensâb» da bu ma'nâdadır.
[50] Yânî yukarıda zikredilen lâfızlar, ma'nâda birbirlerine yakın olan lâfızlardır. Eğer mûsî, bunlar için mutlak olarak; herhangi birini belirtmeden bir şey vasiyyet etse, onlar ile murâd, mûsînin zî rahm-i mahreminin hepsinden kendisine en yakın olanı, ondan sonraki en yakın olanıdır. Ya da, zî rahm-i mahreme muzâf olanın hepsinden kendisine en yakın olanı, ondan sonraki en. yakın olanıdır. Nitekim mûsî, Zeyd'in akrabaları için vasiyyet etse veya erhâmı sahihleri için vasiyyet etse, ne kadar fa2la olursa olsun, o vasiyyet akrabasının en yakınından ikisi içindir.
[51] «Hidâye Şerhi» nde belirtildiğine göre; buradaki «Safiyye» sözü yanlıştır. Doğrusu, Cürcyriyye (R. Anhâ)'dir.
[52] Nemi sûresi (27); âyet: 7
[53] A'râf sûresi (7); âyet: 83
[54] Keşşaf Tefsîri'nde de böyle zikredilmiştir.
[55] Mevlel atâka: Bir köle veya câriye âzâd etmiş olan kimse.
[56] Mevlel - müvâlât: Bizdeki, «Âhîrct kardeşliği» ne benzer. Ancak bunda, birbirlerinin cinayet diyetlerini ödemek ve birbirlerine mîrâscı olmak gibi hususiyetler vardır.
[57] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 388-393.
Konular
- İkrar Hakkında Bir Fasıl
- Şahadet Bölümü
- Şahadetin Kabul Edilip Edilmemesi Babı
- Şahadette İhtilaf Babı
- Şahadet Üzerine Şahadet Babı
- Şahadetten Dönmek Bâbı
- Sulh Bölümü
- Borçda Sulh Babı [82]
- Kaza Bölümü
- Kâdî'nın Mektubu Babı
- Çeşitli Mes'eleler [Mesâîl-Î Şettâ]
- Taksim (Kısmet) Bölümü
- Vasiyyetler Bölümü
- Malın Üçte Birini Vasıyyet Bâbı
- Ölüm Hastalığında Âzâd Bâbı
- Akrabaya Ve Başkalarına Vasıyyet Bâbı
- Hizmeti, Meskeni Ve Ağacın Meyvesini Vasiyyet Babı
- Zimmînin Vasıyyetleri Hakkında Bir Fasıl
- Tenbih Vasiyyet İle İlgili Bir Uyarma
- Başkasını Vasi Kılmak (Îsâ) Hakkındadır
- Ba'zı Önemli Meseleler :
- KİTÂBÜ'Ş-ŞÜRÛT
- (BAZI AKİDLERLE İLGİLİ YAZIŞMALARDA BULUNMASI ŞART OLAN HUSUSLAR VE BU YAZILARA ÖRNEKLER)
- 1- HILY VE ŞİYÂT (= İNSAN VE HAYVANLARIN ŞEKİL VE SIFATLARI)
- İnsana, Muhtelif Safhalarda Verilen İsimler:
- İnsan Başının Şekilleri:
- Atların Şekilleri
- Deve, Sığır Ve Davarların Yaşları
- Değirmenle İlgili Lafızlar
- Hamamla İlgili Lafızlar