Neseb Davâsi Babı
Bilmiş ol ki, da'vâ iki çeşittir. Birincisi; istilâd da'vetfdir. (Döl alma da'vâsıdır). Bu, ulûkun [57] da'vâcınm mülkünde olmasıdır. İkincisi; tahrîr da'vetidir. (Hürriyet da'vâsıdır). Bu, ulûkun da'vâcınm mülkünde bulunmamasıdır. Birincisi, evlâdır. Çünkü, ulûk vaktine dayandığı; hürriyet da'vâsı ise, hâl'e münhasır kaldığı için daha önce gelir. Bunun açıklaması yakında gelecektir.
Bir kimse, bir câriye satsa, câriye satıldığı günden i'tibâren altı aydan daha az zamanda müşteri elinde bir çocuk doğursa; imdi satıcı o çocuğu ^Bendendir!» diye iddia etse, çocuğun nesebi ve cariyenin ümm-ü veled olması sabit olur. İmâm Züfer (Rh.A.) ve İmâm Şafiî (Rh.A.); «Neseb sabit olmaz. Çünkü satıcının o cariyeyi satması, onun câriye olduğunu ve ümm-ü veled olmadığını ikrardır. Şu hâlde da'vâ ile sözü arasında çelişki vardır.» demişlerdir.
Bizim delilimiz şudur: Nesebin dayandığı esas, gizlilikdir. Binâenaleyh, bu husûsda çelişme afv edilir. Nitekim, yakında zikredilecektir.
Câriye, altı aydan az zamanda doğurduğu için iyi bilmek şartıyla satıcının; «Çocuk, benim mülkümdeykeri kalmıştır.»» iddiası kabul edilir. Çünkü bu, nesebin satıcıdan isbâtı hususunda âdil bey-yine gibidir. Zîrâ zahir olan, o cariyenin zina etmemesidir. Nesebin durumu ise, gizlilik üzerinedir. Ba'zan kişi ulûk, kendinden değildir sanır da sonra kendinden olduğu meydana çıkar. îmdi bu, çelişmenin i'tibânnı düşürmekde bir özür teşkil eder. Da'vet sahih olunca, ulûk vaktine dayanır ve satıcının ümm-ü veledini sattığı anlaşılır, Ümm-ü veledin satılması caiz olmadığı için satış fesh edilip semen müşteriye geri verilir. Çünkü semenin selâmeti satılan şeyin selâmetine dayanır. Satanın babasının da'vâsı bunun hilafınadır. Çünkü onun çocuğu üzerinde temellük hakkı olduğuna göre, ulûk 'kendi mülkünde olmamıştır. Temellük hakkı da satışla ortadan kalkmıştır.
Eğer müşteri satıcıdan Önce çocuğu iddia ederse, çocuğun nesebi müşteriden sabit olur ve müşterinin evvelâ câriye ile evlenip çocuk bıraktığına sonra onu satın aldığına yorumlanır. Eğer müşteri çocuğu satıcı ile beraber veya satıcıdan sonra iddia ederse; çocuğun nesebi müşteriden sabit olmaz. Çünkü ulûkun aslı mülkünde olduğu için, satıcının da'veti istîlâd da'veti; müşterinin da'veti ise, tahrir da'veti olur. Çünkü ulûkun aslı, müşterinin mülkünde olmamıştır. Geçen se-bebden dolayı, birincisi daha kuvvetlidir. Keza çocuğun anası ölse, ve satıcı o çocuğu iddia etse; halbuki câriye çocuğu altı aydan daha az zamanda doğurmuş olsa, neseb satıcıdan sabit olur. Satici, u çocuğu alır ve semenin hepsini müşteriye geri verir. Çünkü anası, o çocuk-dan hürriyet kazandığı için, çocuk neaebde asıldır. Görülmez mi ki, ResûlüIIah (S.A.V.) :
«Ümm-ü veledi, çocuğu âzâd eyledi.» buyurmuştur. İmdi o câriye için sabit olan, hürriyet hakkıdır, çocuk için sabit olan da, hürriyetin hakikatidir. Hakikat ise, hak'dan daha kuvvetlidir. İmdi daha aşağı olanı, kendine tâbi1 kılar. Tâbi' olanın ölmesi; ona zarar vermez.
Çocuğun ölmesi, ananın ölmesinin aksinedir. Çünkü çocuk ölüp, ana kalırsa ve satıcı; «Çocuk bendendir!» diye iddia ederse; çocuk altı aydan daha az zamanda doğmuşsa, nesebi satıcıdan sabit olmaz. Çünkü çocuğun ölmesiyle nesebe hacet kalmamıştır. Câriye de satıcının ümm-ü veledi olmaz. Zîrâ, istîlâd (döl almak) nesebin fer'idir.
İstîlâd sabit olsa, asi olması lâzım gelir. Bu ise, bâtıldır. Çocuğun satılması, Ötmesinin aksinedir. Satıcı, elinde doğan bir köleyi satsa; ondan sonra müşteri de başkasına satsa, sonra birinci satıcı, «O çocuk, oğlumdur!» diye iddia etse, çocuk onun oğludur. Ve iki satış da bâtıldır. Çünkü satıcının mülküne ulûkun muttasıl olması, âdil beyyine gibidir, satış bozmayı taşır. Satıcının da'vet [58] hakkı ise; bozmayı taşımaz. İmdi, onun için satış bozulur.
Müşterinin, çocuğu ve anasını âzâd etmesi, ikisinin de Ölmesi gibidir. Hattâ müşteri anayı âzâd edip, çocuğu âzâd etmese ve satıcı çocuğu, «Oğlumdur!» diye iddia etse, satıcının da'veti sahih olur ve,çocuğun nesebi ondan sabit olur. Eğer müşteri çocuğu âzâd edip, anayı âzâd etmese, satıcının da'veti, ne çocuk hakkında ve ne de anası hakkında, sahih olmaz. Birincisi, yâni çocuk hakkında da'veti sahîh olmaması şundandır: Eğer satıcının da'veti sahîh olsaydı, müşterinin çocuğu âzâdı bâtıl olurdu. Âzâdlık ise, vâki' oldukdan sonra bâtıllığı taşımaz. İkincisi, yânî ana hakkında da'veti sahih olmaması şundandır: Çünkü ana; çocuğa tâbidir. İmdi da'vet, asi hakkında sahih olmayınca, bi'z-zarûre tâbi' hakkında da sahih olmaz.
Müşterinin tedbîri âzâd gibidir. Çünkü tedbîr, âzâd gibi bozulmayı taşımaz. Zîrâ başkasına temliki caiz olmamak gibi hürriyetin ba'zı eserieri sabit olmuştur. Müşteri, anayı âzâd veya müdebber eylese, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; satıcı semenden hissesini müşteriye geri verir. Sahîh kavide, İmâm Â'zam' (Rh.A.) a göre; semenin hepsini geri verir. Nitekim ölümde de böyledir. Hidâye'de böyle denilmiştir.
Mebsût'da ise,-şöyle zikredilmiştir: İttifakla, semenden çocuğun hissesini geri verir, cariyenin hissesini geri vermez. Kâdî, satıcıyı söylediği sözde yalanlamıştır, diyerek buna göre, ölüm ile âzâdlık arasında fark yapılmıştır. Şöyle ki; kâdî, anayı müşteri tarafından âzâd edilmiş saymış, bu durumda satıcının zu'mu (şübhesi) bâtıl olmuştur. Ölüm faslında yalanlama bulunmamıştır. Öyle ise, satıcı zu'miyle mu-âhaze olunup cariyenin hissesi dahî çocuğun hissesi gibi geri alınır. Kâfî'de de böyle denmiştir.
Şâyed câriye, satışdan i'tibâren iki yıldan daha çok zamanda bir çocuk doğursa, satıcının da'veti sahîh olmaz. Çünkü uîûk'un ittisali yakînen mülkünde bulunmamıştır. Şâhid ve hüccet odur. Müşteri satıcıyı tasdik ederse, çocuğun nesebi satıcıdan sabit olur. Çünkü nesebin sabit olmaması, müşterinin hakkına riâyet içindir. Müşteri satıcıyı tasdik edince, bu engel ortadan kalkar. Satıcının satışı bâtıl olmaz. Çünkü uîûk'un onun mülkünde olmadığı kesinlikle ma'lûmdur. Binâenaleyh mülkün hakikati âzâdlığı isbât etmediği gibi, onun hakkını da isbât etmez. Çünkü bu, toir tahrîr da'vetidir. Mâlikden başkası buna ehil değildir.
Câriye, satıcının nikâh suretiyle ümm-ü veledi olur. Bundan, nıu-râd; kocasından çocuk meydana getiren bir cariyeye müşterinin mâlik olması veya kocasının mâlik olduğu cariyeyi alıp, cariyenin doğurması ve kocasının çocuğu iddia etmesidir. Câriye en az ile en çok müddet arasında doğurur da, müşteri, bunu tasdik ederse, hüküm yine evvelki gibi olur. Yânî çocuğun nesebi ve cariyenin ümm-ü veledliği sabit olup, satış fesh edilir ve semen geri verilir.
Musannif, cariyenin satılmasından sonra doğan çocuğu, satıcının iddia etmesinin hükmünü beyân ettikden sonra, satıcının yanında doğan çocuğun hükmünü şu sözü ile açıklamak istedi: Bir kimse yanında doğan çocuğu satar da, müşteri de o çocuğu sattıkdan sonra, «Çocuk benimdir!» diye iddia ederse; nesebi birinci satıcıdan sabit olur, satışı red edilir. Çünkü satıcının mülküne ulûk'un ittisali, beyyine gibidir. Nitekim, daha önce geçti. Satış bozulmayı taşır. Fakat, o kimsenin da'vet hakkı bozulmayı taşımaz. Bundan dolayı satış bozulur.
Keza müşteri, çocuğu mükâteb eylese veya rehn koysa yâhûd kiraya verse yâhûd çocuğun anasını rsıükatebc ojitle veya rehne koysa yâhûd kiraya verse, ondan sonra cariyeyi tezvîc eylese, sonra satıcı;
«O çocuk, oğlumdur î» diye iddia etse, o zaman neseb sabit olup, bu tasarruflar red edilir. Âzâd ise, zikredilen tasarrufların aksinedir. Nitekim daha önce geçti.
Bir kimse, ikiz doğan ve ikisinin de ulûklan ve doğumları kendi yanında olan çocuklarının birini satsa ikizler, doğumları arasında altı aydan daha az olan çocuklardır. Bu iki çocuk, bir meniden hâsıl olurlar. Zîrâ sonra doğan çocuğun ulûkunun hadis olması tasavvur edilmez. Çünkü altı aydan daha az müddet içinde gebelik olmaz. Ulûk üzere ulûk ise imkânsızdır. Çünkü kadın hâmile olunca rahmin ağzı kapanır. Hâl böyle olunca, da'vâcı ikisinden birinin nesebini iddia etse, ikisinin de nesebi ondan sabit olur. Zîrâ her iki çocuk nesebce birbirinden ayrılmazlar. Şu hâlde birisinin nesebinin sabit olması, digerinin nesebinin sübûtunu gerektirir. ve sattığı çocuğun müşterisi onu âzâd etse, ondan sonra satıcı diğer çocuğu, «Oğlumdur!" diye iddia etse, ikisinin de nesebleri satıcıdan sabit olup, müşterinin âzâdı bâtıl olur. Çünkü yanında olan çocuğun aslen hür olduğu anlaşılmıştır. Bu, diğerinin de hür olmasını gerektirir. Zîrâ birinin hür olup, diğerinin köle olması muhaldir, (imkânsızdır). Halbuki bunlar bir meniden yaratılmıştır. Bu. âzâddan üstün olan bir şey ile ki asim hür olmasıdır âzâdı bozmakdır.
Bir kimse, bir çocuk için; önce, <cBu çocuk, bendendir!» sonra, «Benden değildir!», sonra tekrar; «Bu çocuk bendendir!» dese, sözü sahih olur. Çünkü «Benim oğlumdur!» diye ikrarı ile, ikrar edenle ikrar olunanın hakkı tealluk etmiştir. Mukarr-un leh (ikrar olunan) in . hakkının tealîuk etmesi, onun nesebinin belli bir adamdan sabit olmasındandır. Hattâ zina suyundan yaratılması ortadan kalkar.
«Bu çocuk, benden değildir!» demekle, çocuğun hakkını ibtâl etmeye mâlik olamaz. Tekrar, tasdike dönünce, tasdiki sahîh olur. Eğer; «Bu çocuk beridendir!» dedikden sonra; «Benden değildir!» derse nefy (değildir, demesi) sahîh olmaz. Çünkü neseb sabit olmuştur. Neseb sabit olunca, artık nefy ile yok olmaz. Bu neseb, ancak oğul onu tasdik ederse sabit olur. Oğul tasdik etmeksizin neseb sabit olmaz, çünkü bu, söz, başkası aleyhine, «Benden bir cüzdür.» diye ikrardır. Lâkin, oğul evvelâ tasdik etmeyip, ondan sonra tasdike dönerse, neseb sabit olur. . Çünkü babanın ikrarı, oğulun tasdiki bulunmadığı için . bâtıl olmaz ve neseb sabit olur.
Şâyed baba ikrarım inkâr etse de, oğul; «Babam, benim onun oğlu olduğumu ikrar etti!» diye beyyine getirse, beyyinesi kabul edilir. Babanın. «Bu, benim oğlumdur.» diye ikrân makbuldür. Çünkü bu, çocuk benim cüz'ümdür diye kendi aleyhine ikrardır. Fakat kardeşi olduğunu, ikrar etmesi kabul edilmez. Çünkü başkası üzerine ikrardır. İmâ-diyye'de de böyle denmiştir.
Bir adam, bir çocuk için önce; «Bu çocuk Zeyd'İn oğludur!», sonra «Bu benim oğlumdur!» dese, onun oğlu olmaz. Velev ki Zeyd, oğlu olduğunu ikrar etmiş olsun. Bu, İmâm A'zam' (Rlı.A.) a göredir. îmâ-meyn (Rh. Aîeyhimâ) demişlerdir kî: Zeyd, oğlu olduğunu inkâr ederse, o adamın oğlu olur. Şâyed Zeyd, mukırn tasdik etse veya Zeyd'in tasdiki ve tekzibi bilinmese, Eimme-i Selâse'ye göre, mukırrm da'veti sahih olmaz.
İmâmeyn' (Rh. Aîeyhimâ) in delili şudur: İkrar, Zeyd'in reddi ile red edilmiş olur. Bu durumda, ikrar olmamış gibidir. Ve her ne kadar bozulmayı taşunasa da nesebi ikrar, red ile geri döner.
İmâm A'zam* (Rh.A.) m delili ise şudur: Neseb sabit oldukdan sonra bozulmayı taşımaz. Böyle bir şeyi ikrar, red ile geri çevrilmiş olmaz. Çünkü buna, mukarr-un leh'in hakkı tealluk etmiştir. Hattâ tefczîb-den sonra tasdik etse, ,ondan neseb sabit olur. Bir de; ona çocuğun hakkı tealluk etmiştir. Binâenaleyh neseb, mukarr-un leh'in reddi ile geri dönmez.
Bir Müslüman ile bir kâfirin elinde olan bir çocuk için, Müslü-jnan; «Bu çocuk, benim kölemdir!»; kâfir, «Bu, benim oğlumdur!» dese; eğer Müslüman ile kâfir beraber iddia ederlerse, o çocuk hür olur.
Çünkü çocuk hâlen hür ve meâlen (ileride) Müslüman olur. Zîrâ her akıllıda tevhid delilleri zahir olur. Aksi hâlde İslâm tebaan sabit olur. Hürriyetin »ahsilinclsn aczi ile cerâcer küçük çocuk için hürriyet hâsıl olmaz. Eğev Müslümamn da'vâsı önce olursa, küçük çocuk onun kölesi olur. Nihâye'de böyle zikredilmiştir.
Eğer Müslüman ile kâfir, ikisi de; «Oğlumdur!» diye da'vâ ederlerse, küçük çocuk Müslümamn oğlu olur. Çünkü oğulluk da'vâsında eşittirler. Müslüman! tercih etmek İslâm sebebiyledir. Müslüman, çocuk için evlâdır. Çünkü babasına tebaan, çocuk derhâl Müslüman olmuştur.
Bir kadının kocası beraberlerindeki bir çocuk için; «Bu çocuk, benim başka zevcemden oğlumdur!», kadın da; «Bu çocuk, benim başka kocamdan oğlumdur!» dese; çocuk kendisini anlatmaya kadir değil ise, ikisinin de oğlu olur. Eğer çocuk kendisini anlatmaya kadir ise; hangisini doğruiarsa. onun oğlu olur. Çünkü her biri, çocuk için nesebi ikrar etmiş ve arkadaşının hakkını ibtâl eden şeyi iddiada bulunmuş-' tur. İmdi, ikisinin de çocuk için ikrarı sahih olur. Mücerred sözüyle arkadaşının hakkını ibtâl edemez. Biri, diğerine tercih de edilmez. Çünkü ikisinin de çocuk hakkında zi'1-yedlikleri eşittir. İkisinin de çocuk üzerinde tasarrufda bulunmaları ve aralarında firâşın (nikâhın) mevcûd olması, çocuğun onlardan olduğuna açık bir delildir.
Kocalı bir kadın, bir çocuğun oğlu olduğunu iddia etse; bir kadın doğum üzerine şehâdet etmedikçe, caiz olmaz. Çünkü bu kadın, nesebi başkası üzerine yüklemeyi iddia etmektedir. Şu hâlde, ancak hüccet ile tasdik edilir.
Erkeğin iddiası bunun aksinedir. Çünkü onda kendisine yüklemek vardır. Sonra ebenin şehâdeti, doğumda hüccettir. Çünkü çocuğun ta'yin edilmesine ihtiyâç vardır. Zîrâ neseb mevcûd olan nikâhla sabit olur.
İddia eden kadın, eğer iddet içinde ise; İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, tam hüccet lâzım gelir. Tam hüccet, iki erkek veya bir erkek ile iki kadındır. Ancak ortada açık şekilde gebelik veya koca tarafından i'ti-râf varsa, mes'ele değişir, tam hüccet lâzım gelmez. İmâmeyn (Rh. A-leyhimâ), hepsinde bir tek kadının şehâdeti yeter, demişlerdir. Bu daha önce Boşanma (Talâk) Bahsi'nde geçmişti.
Şâyed nikâh ve iddet olmasa; o çocuk kadının oğlu olur. Yâni icadın kocalı değil ve iddet de beklemezse, onun sözüyle neseb sabit olur. Çünkü sözünde kendi nefsini ilzam vardır. Erkekde olduğu gibi.
Bir adamın hür olmak şartıyla evlendiği veya satın aldığı yâhûd kendisine hibe edilen câriye çocuk doğıirsa ve o cariyeye bir müstehık zıûıûr else; yâni biv adanı bir kadını cariyesi veya nikâhlısı olduğuna güvenerek, cima' etse. kadın bir çocuk doğursa, ondan sonra cariyeye müstehik zuhur etse. Sahabenin Allah (C.C.) hepsinden razı olsun icrnâ'i ile, baba çocuğun kıymetini vermeye borçlu olur. Çünkü, her iki tarafa nazar (yardım) vâcibdir. Binâenaleyh çocuk, babası hakkında aslı hür; da'vâcısı hakkında köle olur. Bu, her iki tarafça faydalı olmak içindir. Sonra çocuk, onun elinde teaddîsiz hâsıl olmuştur. Şu hâlde, babası ancak vermezse, öder. Nitekim gasbedilen cariyenin çocuğunda, hüküm budur. Bundan dolayı, çocuğun kıymetine, muhâsama edilen günden i'tibâr ediür. Çünkü muhâsama günü, men günüdür ve çocuk hürdür. Nitekim daha önce geçti ki, çocuk hür adamın menisinden yaradılmıştır. Baba, nikâh edilmiş cariyede razı olduğu gibi bunun köleliğine razı olmamıştır.
Eğer o çocuk öîürse, men bulunmachip lehi, babasına bir şey lâzım gelmez. Ve baba, ona vâris olur. Çünkü, babası hakkında aslı hürdür. Şu hâlde bıraktığı şey, babası için mîrâs olur. Eğer çocuğu, babası veya bir başka kimse öldürüp babası diyetini alırsa, iki surette de babası çocuğun kıymetine borçlu olur. Birinci surette, babanın öldürmekle men'i gerçekleşmiş olduğu içindir. İkinci surette ise, çocuğun selâmeti içindir. Çünkü diyet, seran mahallin bedelidir. Bu durumda çocuk, diyetin seîâmetiyle salimen babanın olur. İmdi, müstenık için onun kıymetini öder. Nitekim diri olsaydı, öderdi. Ödediği kıymeti satıcıdan alır. Cariyenin semenini aldığı gibi. Yânî çocuğu, ana-siyle satan satıcıdan alır. Çünkü baba, onun selâmetine garantör olmuştur. Zîrâ çocuk, satılan şeyin cüz'üdür. Mebî'in bütün cüzleriyle selâmetine, satıcı müşteri için garantördür. Çünkü aldanmak, bütün cüzlere şâmildir.
Baba, ukr*u satıcıdan isteyemez. Çünkü ukr [59], cariyenin menfaatlerini almakla, ona lâzım gelir. Menfaatler ise, mebî'in cüzlerinden değildir. Şu hâlde, satıcı onun selâmeti için garantör değildir. [60]
[1] Mutâlebe: Hakkını isteme, da'vâ ve iddia gibi anlamlara gelir.
[2] Şirket-i müfâvaza: Ortaklar arasında hem sermayenin mikdân ve hem de ribh (kâr ve kazanç) dan payları eşit bir hâlde bulunup, hiç birinin fazla ticârete elverişli malı bulunmamak üzere akd edilen bir ortaklık (şirket) tir.
[3] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 101-105.
[4] Fuzûlî: Şer'İ bir izin olmaksızın diğer bir kimsenin hakkında tasarruf eden kimsedir.
[5] Metinde; «kefalet» olarak geçmektedir. Ancak Şiirünbüiâlî doğrusunun «havale» olduğunu kaydetmiştir.
[6] Elyazma nüshada «pek az» ifâdesi yoktur.
[7] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 106-110.
[8] Şirket-i mudârebe: Bir tarafdan sermâye, diğer taraftan say' ve amel (iş ve emek) olmak üzere akd
edilen bir çeşit ortaklıktır.
Sermâye sahibine «Rabb'iil-mâl», âmile, yânı çalışıp emeğini koyan ortağa da, «Mudârib» denir.
(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ö. Nasûhî Bümen; c :7 s: 61)
[9] Yânî kâr ve kazancın hepsi mal sahibi için şart kılınsa, mudârib müstebzi' olur. Çünkü mudârebe akdi kâr ve kazançda (ribh'da) orîakjığa dayanır. Eğer kâr ve kazancın hepsi mudârib için olursa, mal, mudâribin elinde karz (ödünç; olur. Şâyed kâr ve kazancın hepsi mal sahibi için olsa, mal mudâribin elinde ticâret malı (bidâa) olur. Eğer mudârebe fâsid olursa, bu durumda mudârib ücretli işçidir. Çünkü mudârib, mal sahibi için malında âmildir ve kâr ve kazançda ortakdir. Kâr ve kazançdan onun için şart kılınan şey, işe karşılık ücret gibidir. Mudârebe sahih olduğu müddetçe, bu hüküm caiz olur. Şöyle ki, eğer kâr ve kazanç hâsıl olursa, mudârib ondan payını alır. Kâr ve kazanç hâsıl olmazsa alamaz. Şâyed mudârebe fâsid olsa, ortaklığın ma'nâsı yok olur ve icâre ma'nâsı zahir olur. Bu takdirde mâlikin, mudâribe işinin ecr-i mislini vermesi lâzım gelir.
[10] Tefviz-î âmin (Umûmî tefviz): Bütün vakitleri gösterir bir zaman zarfına mukârin olarak yapılan tefvizdir. (Ne vakit dilersen kendini tatlîk et. boşa) denilmesi gibi.
[11] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 111-118.
[12] Uruz (meta1): Uruz; «Arz» in çoğuludur. Nukûd'dan fyânî altın ve gümüşden), hayvanâttan, mekîlât ile diğer mevzûnâttan başka olan kitab, meta' ve kumaş gibi şeylerdir.
Meta' ise; yiyecek, giyecek ve ev eşyası gibi kendisinden faydalanılacak şeylerdir, ti urûz anlamına gelir. (Hukûk-u Islâmiyye ve Istilahât-ı Fikhiyye Kâmûsu; Ömer Na-sûhî Bilmen, c: 6, s: 10)
[13] Nakd: Altın ve gümüşten ibarettir. Çoğulu; «Nukfld» dur. Altın ve gümüş* meşkûk olsun olmasın, semeniyyet için olduğundan nakd'dir. Balar paralar, râyic oldukları vakit nakd hükmündedirler. Kesâda uğradıkları zaman da uruz, meta' kabilinden olarak kiyemî olurlar. (Hukûk-u îslâmiyye ve îstılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen, c: 6, s: 10)
[14] Dühn: Otdan. yemişden, çiçekden ve tahıllardan olan yağ demektir. Zamâmmîzdnki krem gibi kullanılır.
[15] Hâcct-i asliyye: Mesken ve haneye lüzumlu eşyadan, kışlık yazlık elbiseyle lüzumlu sııahılan, alet don. kiîabdan ve binek hayvanları ile hizmetçi, köle ve cariyeden ve bir aylık - sahih olan Jiöcr bir «rörüfe yöre. bir senelik nafakaya "muhiüs v.T7âkıian ibarettir.
[16] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 119-127.
[17] Şirket (Ortaklık) Bölümünde ge^-eıı ba'zı ıstılahların açıklamalarım Mecelle'den aynen aşaği>a naklediyoruz:
Şirket; aslında birden çok kimseleri bir şıiv'in ihtisası ve onların o şey ile imtiyazıdır. (Mad. 3045) Fakat oyie bir ihtis,-i>a <ebeh olan ortaklık akdi anlamında dahî ört ve ısuiâh olarak kullanılmıştır.
BinâenaLMı mutlaka şirket iki kısma ayrılır; biri şirket-i mülk'dür, ki iştira ve ırtıhad gibi temdlük atehlerinden biriyle hâsıi olur: diğeri şirket-i akd'ciir ki onak-!ar arasında icâb ve kabul ile hasıl olur
Bunlardan başka bir de şirket-- :bâha_ ^rd.r ki mubah olan. vânî su gibi aslında kımsen.n mülkü olmayan . şevieri aJmak v« ihraz ile temellüke selâhiyyetde âmmenin ortak olmasıdır.
Tekâbbül; bir işi teahhüd ve iltizam etmekdir. (Mad. 1055) Ribh; fayda ve kâr demektir. (Mad. 1058) veya (kâr ve kazanç demektir.)
İbda'; bir kimsenin, kân tamamen kendisine ,âid olmak Üzere diğer bir kimseye' sermaye vermesidir ki, sermâyeye bidâa ve vcren kimseye mubdİ'" ve alan kimseye müstebdi' denilir. (Mad. 1059) Şırket-i akd; iki ya da daha cok kimiler arasında sermâye ve faydası müşterek olmak üzere ortaklık akdi yapmakdan ibarettir. (Mad. 1329) Şirket-i akd iki kısma ayrılır. Şöyle ki. ortaklıklar eğer aralarında müsâvât-ı tâm-me (tam anlamıyle eşitlik) olmak şartı ile ortaklık akdi yaparak şirketin sermâyesi olabilecek mallarını şirkete soktukları hâlde sermâyelerinin mikdân ve ribhden hisseleri eşit olursa şirket-i müfavaza olur. (Mad. 1331)
Şirket, gerek müfâvaza ve gerek inan olsun, ya şirket-i emval veya şirket-i a'mâl veya şirket-i vucûhdur. ŞÖyleki ortaklar eğer ortaya sermâye olmak üzre birer mikdâr mal koyup da bidikde" yâhûd ayrı ayrı veya mutlaka almak ve vermek ve hâsıl olacak . rihb'İ aralarında taksim eylemek üzre ortaklık akdi yaparlarsa şirket-i emval olur.
Ve eğer amellerini sermâye edip de ahardan iş tekâbbül, yâni teahhüd ve iltizâm ederek hâsıl olacak kazancı, yânî ücreti aralarında taksim eylemek üzre ortaklık akdi yaparlarsa, şirket-i a'mâl olur. Buna şirket-i ebdân ve şirket-i sanayi' ve şirket-i tekabül dahî denilir. Nitekim iki terzinin veya bir terzi ile bir boyacının ortak olmaları gibi.
Ve eğer sermâyeleri olmadığı halde kendi i'tibarları ile veresiye mal alıp satarak hâsıl olacak rihbi aralarında taksim etmek üzre ortaklık akdi yaparlarsa şirket-i ?ü-cûh olur. (Mad. 1332)
[18] Çövea: «Hurd» veya «Üşnân» diye de bilinen; kuraiu topraklarda yetişen, kırmızı, sarı veya pembe çiçekleri olan bir bitkidir. Boyu 2 santimetre kadardır. Kökü veya dalları içine konulduğu suyu, sabun katılmış gibi köpürdür. Buna «Sabunotu» diyenler de vardır, tlmî adı «Salsola talî» dîr, Helvacilıkda da kullanılır.
[19] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:128-138.
[20] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 139-141.
[21] Müzâraa: Bir taraf dan arazî, diğer taraf dan da amel, yânî; Zirâat olup hâsılat aralarında müşâen laksîm edilmek üzere,yapılan bir çeşit ortaklık (şirke^ tir. Müzâraa'ya «Muhabere», «Muhâbale» de denir.
Müzâraa. «Zer1» maddesinden alınmıştır. «Zer1» ise; lûgatta, tohum ekmek an-lamınadjr. Bana. «Zirâat» da denir. Tohum ekene «Zari*», tohum ekilecftk yere, «Mra» rea» denilmektedir.
(Hukûk-u İsiâmiyye Kâmûsu: Ömer Nasûhî Bilmen; c: 7, s: 59)
[22] Akarsular 4 çeşiddir:
a) Cedvel (Kanal): Tabiî veya sun'î su arklarına denir.
b) Sakiye (Dere): Genellikle Yaz aylarında kuruyan Küçük Çaylara denir.
c) Mâziyan (Çay): Derelerin birleşmesi ile meydana gelen akarsulardir. Dereden büyük, nehirden küçükdür.
d) Nehir (îrmak): En büyük akarsulara verilen İsimdir.
[23] Ecr-i misi: Bilirkişi tarafından benzerlerine bakılarak belirtilen ücret, demekdir.
MeceİIe'nin 414. maddesinde şöyle ta'rif edilmiştir: «Ecr-i misi, bîgaraz (belli bir kasd gütmeyen) ehl-i vukufun (bilirkişinin) takdir ettikleri ücretdir.»
[24] Habs: Tutmak, alıkoymak, tevkîf etmek, men eylemek; bir şahsı veya bir malı, bir yerde göz altında bulundurmakdir. Bu bakımdan habs; «Habs-i nefs» vo «Habs-i ayn» kısımlarına ayrılır.
Habsin karşıü; hılâ, ıhla ve tahliyedir. Yânı, salıvermek, boş bırakmak, kendi hâline bırakmakdır.
Habs edilen, alıkonulan şahsa veya mala; «Mahbüs» habs edilen yere; «Mahbis / Hapishane» denilir. (HukûJc-u İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu; Ömer Nasûhî Bilmen; c: 3, s: 14)
[25] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 142-148.
[26] Bir başka ifâde ile; .müsâkat. meyvasının bir kısmını almak şartıyla bir bağı veya ağaçlan birine vermekdir.
[27] MeceİIe'nin bu konu ile ilgili maddeleri şunlardır:
Müsâkât; bir îarafdan eşcâr ve diğer tarafdan terbiye olmak ve hâsıl olan meyve aralarında taksim edilmek üzre bir çeşit ortaklıktır. {Mad. 1441)
Müsâkât'm rüknü icâb ve kabuldür. Şöyle ki, eşcâr sahibi meyvesinden şu kadar hisse almak üzre müsâkât veçhile; «Şu ağaçlan sana verdim,» deyip âmil yânî o ağaçları terbiye edecek olan kimse dahî kabul etse. müsâkât mün'akit olur. (Mad. -1442)
İki âkidin âkü olması şartdır. Baliğ olması şart değildir. (Mad. 1443)
Müzâraa'da olduğu gibi müsâkât akdinde dahî iki âkidin hisseleri nısıf ve sülüs gibi cüz-i şayi' olarak ta'yîn olunması şandır. (Mad, 1444)
Ağaçların, âmile teslim edilmesi şarttır. (Mad. 1445)
Müsâkât-ı sahiha'da iki âkid aralannda şart ettikleri veçhile meyveyi taksim ederler. (Mad. 1446)
Müsâkât-ı fâside'de hâsıl olan meyve tamamen eşcâr sahibinin olur. Amil daht ecr-i misil alır. (Mad. 1447)
Meyve ham iken eşcâr sahibi ölse, meyve yetişinceye kadar âmil işine devam eder. ölenin vârisleri ona engel olamaz.
Ve eğer âmil ölse, vârisi onun yerine geçip dilerse işine devam eder. Eşcâr «â-hibi ona engel olamaz. <Mad. 1448)
[28] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 149-152.
[29] Mecelle'nin bu konu ile ilgili maddelerinden ba'zılan şunlardır:
Da'vâ; bir kimse diğer kimseden hâkimin huzurunda hakkını taleb etmesidir. (Mad. 1613)
O kimseye müddeî (da'vâa) ve o (diğer) kimseye de müddeâ - aleyh (da'vâlı) denilir.
Müddeâ (da'va olunan şey); müddeî'nin da'vâ eylediği şeydir ki müddeâ-bih dahî denilir. (Mad. 1614)
Tahlif; iki hasımdan birine yemin vermektir. (Mad. 1681)
[30] Yed : EL ni'met, minnet, kuvvet, kudret, zi'1-yedlik ve topluluk gibi anlamlara gelir. «Fülân şey, fiilânın yed'indedir (elindedir).» demek, onun mülkündedir, demek olur.
[31] Ric'at (Rücû*): Lûgatta; bir şeyi reddetmek, geri dönmek ve döndürmek ma'nâsınadır. Nikâh ıstılahında: «Talâk-i ric'îden sonra iddet içinde henüz bakî olan nikâhı sözle veya fiille devam ettirmektir.» Bu suretle, kan-kocalık rabıtası ibkâ ve idâme edilmiş olur.
[32] tddet: Lûgatta, sayı ma'nâsma gelen aded'den alınmış olup ta'dâd, ıhsâ, müddet ma'-nâlannı ifâde eder. Istılâh'da: «Bir erkeğin veya bir kadının birbirlerinden aynldik-dan sonra belli bir müddet başkası Ue evlenemeyip beklemesi demektir.» Buna göre; «İddet-İ rical» ve «İddet-i nisa*» kısımlarına aynlır. Fakat iddet deyimi mutlak olarak âkr edilince, çok defa kadınların iddetine yorumlanır.
Böyle bir müddet beklemeye «i'tidâd» .denildiği gibi, bu bekleyen kadına da «MuJ-tedde» denilir. Ve böyle bir kadın, talâkın çeşitlerine, göre, «Mu'tedde-î ric'iyye» veya . «Mu'tedd-i bâîne» adını alır.
[33] îlâ'dan dönmek: Zevceye yaklaşmamak (tekarrüb etmemek) üzere yapılan yeminden rücû' etmek, dönmektir ki, fi'len ve ba'zı durumlarda kavlen vuku bulur.
[34] tstüâd; Lûgat'da; mutlaka çocuk istemekdir. Şerîatda ise; Cariyeyi ümm-ü veled yap-makdır. (Fazla bilgi için, c: 2; s; 327-330'a bakınız.)
[35] Velâ: Dostluk, yakınlık, yardım ma'nalanna gelir. Efendisi ile âzâd ettiği köle veya câriye arasındaki hükmî bir yakınlıktır, kî yardımlaşmaya, vâris olmaya sebeb ve elverişli olur.
Ulemânın çoğuna göre; nesebi belli olmayan bir kimse Oe başka bir şahıs arasında yapılan, umumiyetle yardımlaşma esâsına dayanan özel bir akd şeklidir.
[36] Mevlâyı atâka: Veiâ-i atâka; efendi ile kölesi arasında âzâd sonucu olarak meydana gelen bir yardımlaşmadan, bir velâdan ibarettir ki, azâdli bir cinayet İşlediği takdirde diyetini mevlâsı verir; ölüp de derecesi mukaddem vâris bırakmayınca da mirasına mevlâsı nail olur. Kölesini âzâd eden kimseye de «Mevlâ! - atâka / Mevlâyı atâka» adı verilir.
[37] Velâ-i müvâlât: Nesebi bilinmeyen bir şahsın şartlan dâhilinde başka bir şâhıs ile akd etmiş olduğu bir velâdan bir yardımlaşma rabıtasından ibarettir. Bu velâya tâlib olana; «Mevlâ-İ esfebv bunu kabul edene de, «Mevlâ-yı Müvâlât» adı verilir.
[38] Liân: Hayırdan uzaklaşmak, lâ'net etmek ma'nâsınadır.
Şeriatde; husûsi bir sebeb ve husûsî bîr sıfatla kan - koca arasında cereyan eden lâ'netlesmedir,
(Fazla bilgi için; c: 2, s: 241 -247'ye bakınız) [39]
[40] Hidâne (Hizâne): fetılâh'da; Çocuğu selâhiyetdâr olan kimsenin belli müddeti içinde imsak ve terbiye etmesi, demekdir. (Fazla bilgi için; c: 2, s: 270 - 275'e bakınız.)
[41] Ta'zîr: Şer'an; hadd denilen cezadan daha aşağı derecede bir te'dîb şeklidir.
Ta'zîr, îmâmın (Devlet Başkanının) re'yine bırakılmıştır. Şübhelerle bile uygulanır.
(Fazla bilgi için; c: 3, s: 35-40'a bakınız.)
[42] İ'tâk: Şer'an; kendinden başkalarının hakkının kesilmesiyle insanın hakkında zahir olan hükmî bir kuvvetdir.
Köle veya câriye âzâd etme, ma'nâsına gelir. (Fazla bilgi için; c: 2, s: 293-303'e bakınız.)
[43] Zümer sûresi (39); âyet: 39
[44] Def: Da'vâlı tarafından., da'vâcının da'vasım def edecek bir da'vâ ileri sürülmesidir.
[45] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 153-175.
[46] Tehâlüf (Yemînleşmek): Hasmlardan her birisinin; yâpî hem da'vâcının, hem de da'-vâlınm yemîn etmesidir.
Ahdleşmek, teahhüdde bulunmak ma'nâsına da gelir.
[47] Selem: Peşin para ile veresiye mal almakdır. (Fazla bilgi için; c: 3 s: 315-322'ye bakınız.)
[48] İkâle: Şer'an; satışı kaldırmak, yânî bozmakdır. (Fazla bilgi için; c: 3, s: 280 - 283'e bakınız.)
[49] Taylasân: Başa ve boyna sarılan şal ve benzen şeyler.
[50] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 176-183.
[51] İmdi, eyle! er zi'l-yed; «Bana, Zeyd'in vekili emânet bıraktı!» derse, tasdik ı. Ancak, beyyine ile tasdik edilir. Çünkü vekâlet, onun sözüyle ilmaz. tedebbiir eyle!» veya «İmdi, gerisini sen düşün!» şeklinde terceme ettiğimiz bu eden murâd; «Benim dediğimin doğru olduğunu, sen de düşündüğünde görecek demekdir.
[52] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:184-186.
[53] Hâriç: Bit ayn'a el koymayan ve onda mâliklerin tasarrufu ile mutasarrıf bulunmayan kimsedir. Meselâ; bir şahsın elinde bulunan bîr malı bu mala vaz-ı yed etmediği hâlde, «Benimdir!» diye da'vâ eden bir kimseye «Hâriç» denir. Bİr malda eşit derecede tasarrufda bulunan iki kimseden her biri, zil-yed sayılır. Fakat tasarrufları eşit derecede olmayıp da birinin tasarrufu daha kuvvetli daha zahir bulunursa bu, zi'l-yed sayılıp diğeri hâriç olur.
[54] Zi'l-yed: Lûgatta, el sahibi demektir. îstilâhda; bir ayn'a biFfül el koyan, veya bir ayn'da mâlik kimselerin tasarruftan gibi tasarrufa sâhib olan kimse demektir. Karşıtı: «Hâriç» dir. (Hukük-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ömer Nasûhî Bilmen; c: 8, s: 122"}
[55] Mertek:: Yapılarda kullanılan dört köşe ya da yuvarlak, kalınca sırık.
[56] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 187-199.
[57] Ulûk: Bir şeye ilgili olmak. tkİ şey arasındaki sadâkat veya husûmet. Gebe kalmak, rahim (döl yatağı) ma'nâsma da geür.
[58] Da'vet: Bir kimseyi, bir şeye çağırmak ma'nâsmadir. İddia etmek ma'nâsına kullanılır.
[59] Ukr: Şübhe ile dmâ' olundukda lâzım gelen mehr.
[60] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 200-206.
Konular
- Husûmete (Da'vâya Çıkmaya) Ve Kabza (Teslîm Almaya) Vekâlet Bâbî
- Vekilin Azli Babı
- Kefalet Bölümü
- Kefalet Hakkinda Bir Fasıl
- Havale Bölümü
- Mudârebe Bölümü
- İzinsiz Mudârebe Hakkında Bir Bâb
- Ortaklik (Şirket) Bölümü
- Fâsid Şirket (Ortaklık) Hakkinda Bir Fasıl
- Muzaraa Bölümü
- Müsâkât Bölümü
- Da'vâ Bölümü
- Yemînleşme (Tehâlüf) Babı
- Hasım Olan Ve Olmayan Kimseler Hakkında Bir Fasıl
- İki Adamın Davâsi Babı
- Neseb Davâsi Babı
- Davâ Hakkında Bir Fasıl.
- Davâ Konusuna Ek
- İkrar Bölümü
- İkrarda İstisna Ve İstisna Ma'nâsîna Gelen Lâfız Babı
- Hastanın (Ölüm Hastasının) İkrarı Babı
- İkrar Hakkında Bir Fasıl
- Şahadet Bölümü
- Şahadetin Kabul Edilip Edilmemesi Babı
- Şahadette İhtilaf Babı
- Şahadet Üzerine Şahadet Babı
- Şahadetten Dönmek Bâbı
- Sulh Bölümü
- Borçda Sulh Babı [82]
- Kaza Bölümü