Çeşitli   Mes'eleler [Mesâîl-Π  Şettâ]

Şettâ, «şetît» in çoğuludur. Müteferrik  (dağınık)  ma'nâsma gelir.

Bir evin aşağı katma sâhib olan kimse; yukarı katın sahibinin rı­zâsı olmaksızın çivi çakamaz, pencere açamaz. Yânı bir evin üstü bir adamın, altı başka adamın olsa, aşağı katın sahibi yukarı katın sahi­binin nzâsı olmaksızın, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre; o katta çivi ça­kamaz, pencere açamaz. Yukandakine zarar versin, vermesin müsâvî-dir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ); «Yukarının sahihine zaran olmadıkça bunları yapabilir.» demişlerdir. Bu hilafa göre; şâyed yukarının sahibi üst katta bir dâire yapmak istese veya aşağı katın üstüne kirişler koy­mak yâhûd kenîf (hela) yapmak istese; İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre, aşağı katın sahibine zarar versin, vermesin rızâsı olmaksızın bunları yapamaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, zararı olmazsa yapabilir.

Uzun bir sokağın Ötesinden çıkmaz bir sokak ayrılsa, o sokağın halkı darlarının (yâni avlusu olan evlerinin) duvarından, çıkmaz so­kağa kapı açamaz. Çünkü o kapının açılması geçip gitmek içindir. Halbuki o sokakda kapısı olanların, çıkmaz sokakdan gelip geçme hak­kı yoktur. Belki, çıkmaz sokak ora halkına mahsûsdur. Çünkü çıkmaz sekak bütün cüzleri ile sâhiblerinin mülküdür. Hattâ orada bir hâne satılsa, birinci sokağın sahihleri için o hanede şuf'a hakkı yoktur. Eğer birinciden bir kimse kapı açmak isterse, o kimse başkasının mülkünde yol edinmek ve kendisi için şuf'a hakkı ihdas etmek istemiş olur, ki bundan menedilir. Çıkar sokak bunun aksinedir. Çünkü herkes için ondan gelip geçmek hakkı vardır.

İki tarafı bitişik dâire şeklinde olan sokak zikredilenin aksinedir.

Bu sokakda hanesi olan kimsenin duvarında hangi yöne isterse kapı açması caizdir. Çünkü bu, 'bir yoldur, ki bir hanenin müşterek yolu menzîlesindedir. Ondan herkesin geçmeye hakkı vardır. Bu sebeble-dir ki; burada bir hâne satılacak olsa, eşit olarak hepsi için şuf'a hak­kı olur. Kapı açmakla kendisi için hak ihdas etmiş olmaz. Şu hâlde niç biri, kapı açnıakdan rnenedilmez.
Bir kimse, belii bir vakitte hîbe iddia edip ondan beyyine istense, o da hibenin vaktinden sonra satın aldığına beyyine getirse, kabul edi-3 ir. Hîbe vaktinden önce satın aldığına beyyine getirirse, kabul edilmez.

Yânî bir kimse, bir adamın elinde olan bir haneyi, Kendisine hîbe edip fülân vakitte teslim ettiğini iddia etse, kâdî beyyine isteyince, da'vâcı da; «Bu adam bana hibe ettiğini inkâr edince, ben de haneyi ondan satın aldım!» dese ve hibenin vaktinden sonra bir vakit iddia edip; isbât etse, kabul edilir. Eğer hîbe vaktinden ence bir vakit iddia eder­se; üzerine beyyine de getirse, kabul edilmez.

İkisi arasında fark şudur: Birinci vecih&e; ikisinin arasını bul­mak mümkündür. Çelişme meydana gelmez. Çünkü haneyi bana bir ay evvel hibe etti, sonra-hibeyi inkâr etti. Beıı de bir hafta önce onu ken­disinden satın aldım.)) demesi caizdir.

İkinci veehde, arabulmak mümkün değildir ve çelişki tahakkuk eder.

Bir adam, başka adama; «Şu cariyeyi benden satın aldın!» de-dikde, inkâr etse, eğer satıcı husûmeti terk ederse; «Benden, cariyeyi satın aldın!» diyen adamın onu cima' etmesi caiz olur. Zahir olan, başkasının mülkü olduğunu ikrar ettiği için cima' etmesi caiz olma­masıdır. Çünkü müşteri satm aldığını inkâr edince, fesh onun tara­fından yapılmış olur. Zîrâ fesh inkâr ile sabit olur. Eğer satıcı da hu­sûmeti terk ederse, ameiin beraberliği sebebiyle fesh tamâm olur. Amelin beraberliği (iktiranı), cariyeyi tutmak ve nakletmektir.
Bir kimse on dirhemi aldığını ikrar ettikden sonra kalp (zuyûf) olduğunu veya nebherce [16] olduğunu iddia etse, yemini ile tasdik edi­lir.
İçi bakır, dışı gümüş ile kaplama setûka [17], idi derse, tasdik edil­mez. Çünkü Dirhem adı; gerçek (ceyyid), kalp (zuyûf) ve silik (neb­herce) -olanı kapsar. Setûka'yı kapsamaz. Bundan dolayı sarf ve selemde kalp ve silik (yânî zuyûf ve nebherce) ile muamele caiz olur, Setûka ile caiz oîmaz. Katoz, ceyyidlere muhtas olmaz. Kalp ve silik ola­nı da'vâ etmesi ile dirhemleri aldığını ikrar etmesi arasında çelişme yoktur. Şu hâlde, kabul edilir. Nitekim ceyyidleri veya hakkını yâhûd semeni teslim aldığını ikrar eden veya istifayı (yânî hakkım tam an-lamiyle aldışmı) ikrar eden kimse böyledir.

İlk üçünü ikrar etmesinin hükmü açık ve besbellidir. İstifayı ik­rar etmesi ise, tamâm olan nitelik ile teslim almakdan ibaret olduğu içindir. Şu hâlde bu, hakkım teslim almakdan ibarettir.

Kalp (zuyûf), Beyfül-mâl'in kabul etmeyip reddettiği akça veya paradır. Silik (nebherce) ise, tüccarın kabul etmeyip reddettiğidir. Se­tûka ise, karışığı gâîib olan akça veya paradır.

Bir adam, başka bir adama; «Senin, bende bin dirhemin vardır!» dedikde, reddetse, yânî; «Benim, sende alacağım yoktur!» dese, ondan sonra dönüp doğrulasa, yânî o meclisde; «Belki, sende benim bin dir­hem alacağım vardır!» dese, hücceti yoksa, tasdiki geçersiz olur. Diğer bir deyimle; mukır için bir şey gerekmez. Çünkü mukarr-un leh eğer; «Benim, sende bir şey alacağım yoktur!» derse, mukımn ikrarını red­detmiş olur. Ve mukarr-un leh ikrarı reddetmesiyle münferid olur. Bu durumda kendisi hakkını ibtâl etmeye mâlik olmuştur. Kendi reddi ile ibtâl edince, artık hakkı ve alacağı yok sayılır. Bundan sonra ala­cağı olduğunu iddia ederse, hüccet getirmesi veya îıasmının tasdik et­mesi lâzımdır.

Da'vâcı, bir adamdan beş altın alacağı olduğunu iddia etse, da'vâlı;

«Ben, sana onları verdim!» deyip şâhidler getirse ve o şâhidler de; «Da'-vâcıya beş dînâr verdi!» diye şahadet etseler ve sonra; «Lâkin biz, o beş altın, bu bcrçdan mıdır, yoksa başka borçdan mıdır, bilmiyoruz!» deseler, şahadetleri caiz olmr ve da'vâlı borçdan kurtulur. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Bir kimse, bir malı satın aldığına dâir beyyine gösterip kusur se­bebiyle malı geri vermek İstese, satıcının, satm alman malın her ku­surdan beri olduğuna dâir beyyinesı. malı sattığını inkâr etmesinden sonra reddedilir, kabul edilmez. Yânî bir kimse, bir adamdan şu cariye­yi satm aldığını iddia, etse ve da'vâlı da sattığını inkâr etse, müşteri satıcıya karşı bunu isbât ettikden sonra, cariyede eski bir kusur bu­lup, geri vermek istese, satıcı da cariyenin her ayb ve kusurdan berî olduğuna dâir beyyine gösterse, kabul edilmez. Çünkü, iki sözün ara-3inda çelişme vardır, 2îrâ ayb ve kusurdan beri olmanın şartı, selâ­met sıfatının başkasına iktizâ etmesinden akdin değiştirilmesi ile akd-de tasarrufdur. Akdin bir vasifdan bir vasfa değiştirilmesi ise akdsiz muhaldir. Aralarını bulmak bâtıl olunca, çelişki zâhlr olur.

İmâm Ebû Yusuf   (Rh.A.)'dan rivayet edilmiştir ki,  borcun  faz­lasına i'tibâr yönünden, satıcının burhanı  (delîii)   kabul edilir.

İmâm A'zam ile İmâm Muhammed (Rh. Aleyhimâ) 'in delili şudur:

Her ne kadar bâtıl olsa da, borç ba'zan ödenir. Nitekim daha önce geç-mişdi. Burada öyle değildir.
Sonunda,  «İnşâelîâhu Teâlâ» yâni;  «Eğer, Ailâh-u Teâîâ dilerse» sözü yazılan senet bâtıl olur. Yânî bir adam borcunu ikrar ettiğini se­nette yazıp, ondan sonra senetin sonuna «İnşâellâh-u Teâlâ» diye yaz­sa   ve   bir   kimse   bu   ikrar   edilen   hakka   alacaklı  çıksa;   o «kimse, o senette zikredilen  hakkın velisidir.   Yâni bu  sensti  bir kimse  çı­kartıp onda zikredilen hakkı istese, o kimsenin ikrar edilen hakda ve­layeti vardır.  Eğer senette;   «İnşâellâh-u Teâîâ»  derse, senetin hepsi, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre, bâtıl olur. İmânıeyn (Rh. Aleyhimâ)'e gö­re, istisna, yânî; «înşâellah-u Teâlâ" îâfzı sonuna kadar «men kâme = bir kimse alacaklı çıksa» sözüne munsarıf olur. İmameyi! (Rh. Aleyhi­mâ)'in kavli istihsândır. Çünkü asıl olan, istisnanın onu ta'kîb eden şeye sarf edilmesidir. Zîrâ söz, istîsâk [18] içindir. Eğer külle (bütününe) sarf edilirse, ibtâl için olur

İmâm A'zam (Rh.A.)'nı delili şudur: Kül (bütün), atf hükmüyle, bir tek şey gibidir. Şu hâlde istisna ona munsanf olur. Nitekim .atfe­dilmiş kelimeler de bütüne munsarıf olur. Meselâ: «Kölem hürdür!», «Karım boştur!» ve «Bana, Beyt'ullâh'a yürümek borçtur inşâelîâhu Teâlâ!» demek gibi. Eğer o kimse; «men kâme = bir kimse alacaklı çıksa» sözü ile öncesindeki, «sonra... diye yazsa» sözü arasında aralık bırakırsa; fakihler, «O istisna, bütüne katılmaz. Sükût aralığı gibi olur.» demişlerdir. Çünkü senette aralık, konuşmada susmak gibidir.
Bir zimntf Ölüp kansı; «Ben, kocamın ölümünden sonra Müslüman oldum.» dese ve zimmînin vârisleri de; «Bil'akis sen Ölümünden önce Müslüman oldun.» deseler, tasdik edilirler. Çünkü, kadının Müslüman oluşu, hâlen sabittir. Hâl ise, kocanın ölümünden önce kadının Müslüman olduğuna delâlet eder.  [19]Nitekim değirmen taşı, meselesinde de böyledir. Değirmeni kiraya veren değirmen sahibi ile, kira ile tu­tan değirmenci, suyun" akması ve kesilmesi hakkında ihtilâf etseler, hâl hakem kılınır ve onunla geçmişe istidlal edilir. Bu, defi için rti-bâra alman bir zahirdir. Velev ki, istihkak için i'tibâra alınmasın. Zim­mînin mirasından defi için mu'teberdir. Nitekim ölen bir Müslümamn karısı; «Ben, kocamın ölümünden önce Müslüman oldum.» deyip vâris­leri; «Ölümünden sonra Müslüman oldun.» deseler; söz, yine vârisle­rindir. Çünkü kadın, sonradan olmuş bir şeyi iddia etmektedir. Olay­larda asıl olan ise; olayın meydâna gelişini en yakın vakte izafe et­mek (dayamak) tır.

Bir kimse, bir başka adam için; «Şu adam, bende emâneti olan meyyitin oğludur. Meyyitin bundan başka vârisi yoktur.» dese, emâ­neti ona verir. Yânî bir kimse öldükde, bir adamın elinde yüz dirhem emâneti kalıp; emanetçi, bir başka adam için; «Bu adam, ölen kimse­nin oğludur. Bundan başka vârisi yoktur.;) dese; kâdî, emânetin ona verilmesine hükmeder. Çünkü o adam elinde olan emânetin hilâfet yo­luyla vârislerin hakkı olduğunu ikrar etmiştir ve muris sağ iken asa­let yoluyla hakkım ikrar etmesi gibi olur.

Emanetçi, ölen kimsenin bir başka oğlu da olduğunu ikrar etse, eğer birinci oğul onu yalanlarsa, fayda vermez. Yânî emanetçi, emânet oîan malı ona vermez. Belki emânet malın hepsi, birincinin olur. Çün­kü bu şahadet maldan elinin çekilmesinden sonra birinci oğul aley­hine şahadettir. Şu hâlde, kabul edilmez. Nitekim birinci oğul bilin­miş (malûm)  olsa, kabul edilmediği gibi.
Bir tereke vârisler veya alacaklılar arasında şâhidler ile taksim edildikde, vârisler veya alacaklılar; «Biz, diğer vâris veya başka ala­caklı bilmeyiz.» deseler; İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre, onlardan nefse kefil alınmaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ), «Alınır.» demişlerdir. Çünkü kadı, gâıu Aiiiiseiiiiı aienj.dd.li iv1ii la'yiii eü^imugûr. Ha.ibuK.1 ba'zan ölüm ansızın vâki olur da vârislerin veya alacaklıların hepsini beyân etmek mümkün olmaz. Ölenin, gâib vârisi veya gâib alacaklısı bulunabilir. Şu hâlde kâdînm hakları ihyada mübalağa etmek (yânî işi sıkı tutmak) ve helâkdan sakınmak için kefil almak suretiyle ihtiyatlı olması' vâcibdir.
İmâm A'zam (Rh.A.)'ıa delili şudur: Kendisi için kefîl olunan kimsenin (mekfûl-ün leh'in) [20]bilinmemesi, kefaleti bâtıl kılar. Ni­tekim Kefalet Bölümü'nde geçti.

Bîr kimse, bir adamın elinde olan haneyi, kendisi ve gâibde olan kardeşi için iddia edip, delil getirse; da'vâcı, o hanenin yarısını alıp geri kalanını zi'I-yed'in elinde ondan kefîl almaksızın bırakır. Gerek zi'l-yed da'vâcuun da'vâsını inkâr etsin, gerek etmesin.
İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) demişlerdir ki: Eğer zi'l-yed inkâr eder­se, kâdî geri kalanı alıp gâib olan gelinceye kadar bir güvenilir kişi­nin elinde bırakır. Eğer inkâr etmezse, diğer yansım da zi'1-yedin elin­de diğer kardeşi gelinceye kadar bırakır. Çünkü münkir, hâindir. Kâdî, ondan alır. Mukir ise, güvenilir kişidir. Onun elinde bırakır.

İmâm A'zam (Rh.A.)'m delili şudur: Sabit olan el (yed), zarûret-siz işten çekilmez. Halbuki burada zaruret yoktur. Çünkü kâdînm hük­mü, meyyitin bütün malına vâki oldu. Zîrâ vâris, «Bu, mîrâsdır!» de­miştir. Vâris ise, ancak muris için mülkün sübûtu ile vâristir ve vâri­sin, meyyitin ihtiyar ettiği kimse olması ihtimâli sabittir. Şu hâlde onun eli bozulmaz. Nitekim ikrar edici olup inkârı kâdînin hükmü ile bâtıl olsa, hüküm budur.
Zahir olan şudur ki: Zi'l-yed gelecekte olan şeyde inkâr etmiyor. Çünkü olay kâdî ve zi'l-yed İçin ma'lûmdur. Zi'I-yed'in inkârı, mes'ele ona şübheli göründüğü içindir. Halbuki şübhe ortadan kalkmıştır. Esah kavide, menkûl dahî zikredilen gibidir. Yânı da'vâ menkûl hakkında olursa, denilmiştir ki; menkûlün korunmaya ihtiyâcı olduğu için, zi'l-yed'den o menkûl ittifakla alınır. Telef etmesin diye zi'1-yed'in elinden ayırmak, korumak için daha uygundur. Akar ise, kendisi korunmuş (mahftiz) olan bir mülktür.
Fâkîhlerden ba'zısı demiştir ki; menkûl olan mal, akar gibi hilaf üzeredir. Yânî, yarısı zi'1-yed'in elinde bırakılır. Bu kavi, daha doğru­dur. Çünkü o menkûl, korunmaya muhtâcdır ve zi'1-yed'in elinde bı­rakmak korumak için daha uygundur. Çünkü mal, ödeyenin elinde da­ha iyi korunur. O kimse, inkâr ile ödemeyi üzerine almıştır. Eğer bir âdilin eline koysa, onda emîn olurdu. Malı telef ederse, ödemez. Kefîl alınmamasına sebeb şudur: Çünkü "kefîl almak, husûmet meydana ge­tirmektir. Kâdî, husûmeti kaldırmak için görevlendirilmiş; husûmet meydana gelmesi için görevlendirilmemiştir.

Malının üçtebirini vasiyyet eden kimsenin vasiyyeti, malından olan her şey üzerine vâki olur. Eğer mûsî; «Benim malım veya mâlik oldu­ğum şey sadakadır!» derse, zekât malı üzere vâki olur. Kıyâsa göre hüküm, ikisinde de bir ve aynıdır. İmâm Züfer (Rh.A.)'in kavli de bu­dur. Çünkü «mal» ismi, .umûmî bir lâfızdır. Binâenaleyh vasiyyette ol­duğu gibi, malın hepsini tasadduk etmek lâzım gelir.

Bizim delilimiz şudur: Kulun icâbı Allah-u Teâlâ (C.C.)'nın îcâbı ile mu'teberdîr. Bundan sonra, mutlak mala muzâf olan sadakadan Hakk Teâlâ (C.C.)'nın vâcib kıldığı şey;   —Allah Teâlâ (C.C.)'nın:
«Habibim! Sen, zenginlerin mallarından sadakayı (zekâtı) al...» [21]kavî-i şerifinden dolayı— fazlalıklara munsarıf olmuş, malm hepsine munsanf olmamıştır. Kulun, kendi nefsi üzerine vâcib kıldığı da böy­ledir.

Vasiyyet, bunun hilâfınadır. Çünkü vasiyyet, veraset gibi hilâfet olduğu için, mirasın kız kardeşidir. Mîrâs, her şeyde câri olur. Keza, vasiyyet dahî her şeyde carî olur.

Eğer zekât malından başka malı bulunmazsa, zekât malından azı­ğım ayırıp ahkor. Mal kazandığı zaman, mâlik olduğu kadarını tasad­duk eder. Çünkü kendi ihtiyâcı, tasaddukdan önce gelir. Sonra eğer o kimse zanaat sahibi ise, bir günlük; evlere ve dükkânlara sâhib ise, bir aylık; gelirli arazî sahibi ise, bir yıllık azığını ayırıp aükor. Eğer ta­cir ise, malının getirdiği mikdâr kadar alıkor.

Vasiyyet, yasinin ma'lûmâtı olmaksızın sahih olur. Vekil etmek, vekilin malûmatı o|mayınca, sahih olmaz. Yânî bir başka adamı vasî ta'yîn edip, yasî bunu bilmese, hattâ vasî terekeden bir şey satsa, va-sîdir ve onun satması caizdir. Vekilin satması ise, vekâletini bilmedik­çe sahih olmaz. İkisi arasında fark şudur: Vasiyyet, mûsînin velayetinin kesilmesinden sonra istihlâf sayılır. Yânî vasiyi kendi yerine geçir­mektir. Şu hâlde vârisin tasarrufu gibi, vasinin bunu bilmesine bağh olmaz.

Vekil kılmak (tevkil), malında tasarruf etme velayetini îsbâttir. Yoksa, kendisinden sonra yerine başkasını geçirmek (istihlâf) değildir. Çünkü onu vekil eden kimsenin velayeti bakîdir. Şu hâlde, kendisi için velayet sabit olan kimsenin ma'lûmâtı olmaksızın sahih olmaz.

Eğer vekil, vekil ta'yîn edildiğini bilirse, fâsık tarafından ta'yîn edilse bile, tasarrufu sahih olur. Çünkü vekâleti bildirmek, dilerse hak­kını alabilsin diye vekil .için hak isbât etmektir. Bunda ilzam yoktur, ki ilzamın şartlan gözetilsin.

Vekilin azl edilmesi için bir âdil kimsenin veya hâli bilinmeyen iki kimsenin haber vermesi şarttır. Kölenin cinayet işlediğini efendi­sinin öğrenip bilmesi gibi, ki efendiye kölenin cinayet işlediğini bir fâ­sık haber verdikde, efendi onu satsa veya âzâd eyiese, İmâm A'zam (Rh.A) .'a göre, fidye vermek için muhtar olmaz. İmâmeyn (Rh. Aley-himâ) 'e göre, muhtar olur. Şuf'a hakkında şefî'in akarın satıldığını bil­mesi de böyledir. Fâsık ihbar ettikden sonra susarsa, şuf'a hakkını terk etmiş olmaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre terk etmiş olur.
Bakire kızın, nikâh edildiğini bilmesi de böyledir. Yânî bir fâsık [22] nikâh edildiğini (evlendirildiğini) bakire kıza bildirse, o bakire kız da sussa, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre, razı olmuş olmaz. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, razı olmuş olur.

Dâr-i harb'de Müslüman olan kimsenin şer'î hükümleri bilmesi gibi. Yânî bir kimse dâr-i harbde Müslüman olsa, bir fâsık da ona na­maz, zekât, hac ve oruç gibi dînî emirleri haber verse, bunların birini terk etmekle, İmâm A'zam (Rh.A.)'a göre, kaza lâzım gelmez. îmârneyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre, kaza lâzım gelir. Çünkü bunların hepsinde ha­ber, mutasarrıfın mülkünde tasarruf etmesi bakımından tevkile ben­zer. Tasarrufdan menetmek suretiyle onda başkasına zarar vermek bu­lunduğu için de ilzama benzer. İmdi şahadetin iki tarafının —ki aded veya adalettir — şart kılınması vâcibdir. Bu, her iki tarafın hakkı ve­rilmek için yapılır.

Bir kâdî veya emîni, alacaklılar için meyyitin kölesini satsa ve kö­lenin kıymeti olan malı da alsa, mal zâyf olsa veya müşteri elinde iken köleye müstehık çıksa, kâdî yâhûd emini ödemez. Çünkü kâdî veya emini, halîfe menziîesindedir. Zîrâ kâdîler, bunun benzerine çok­ça muhtaç olurlar. Eğer zayi' olan hakları kâdilerin ödemesi lâzım gelse, vazife yapamazlar ve hakları yerine getirmemden âciz kalırlar. Bu takdirde, insanların işleri aksar.

Müşteri, verdiği malı alacaklılardan alır. Çünkü bu bir akddir, ki uhdesi akd yapan kâdîye dönmez. Bu durumda kendisi için akd ya­pılan kimse üzerine vâcib olur. Satış ise, alacaklılar için yapılmıştır. Binâenaleyh, sorumluluk onların olur. Nitekim akdi yapan sabî veya mahcur köle olsa da, her ikisi satış için başkasını vekil yapsalar, hüküm budur. Çünkü haklar, müvekkile rucû' eder.

O köleyi alacaklılar için, kadının emri ile vasi satsa ve kölenin se­menini teslînı alıp, semen vasinin elinde zayi' oîsa veya köleye müste­hık zuhur etse, yâhûd semeni almazdan önce köle ölse, müşteri se­meni vasiden alır. Çünkü semeni almak, akdin hukûkundandır. Akdin hukuku ise, âkide rücû' eder. O da, ölen kimseden niyâbeten vasidir. Çünkü vasiyi her ne kadar kadı ta'yin eıti ise de, meyyitin yerine kâim clsun diye ta'yin etmiştir. Yoksa, kâdînın yerine kâim olması için ta'­yîn etmemiştir. Eğer meyyit hayatta iken akdi kendisi yapmış olsa, akdin hukuku meyyite rücû' ederdi. Meyyitin yerine kâim olan kim­seye de öylece rücû' eder. O da, vasidir. Vasi de semeni alacaklılardan alır. Çünkü vasi köleyi alacaklılar için satmıştır. Şu hâlde, onlar için amel etmiştir. Bir kimse, başkası için iş görüp de o işde zararı ödemek durumunda kalsa, işin yapıldığı kimseye rücû' eder. Eğer ondan son­ra meyyite âid bir mal ortaya çıkarsa, alacaklı o maldan alacağını - alır. Çünkü alacaklı, henüs alacağım almamıştır.

Fakîhlerden ba'zısı demiştir ki; vasinin alacağı olan semeni ala­caklı oîan kimse alamaz. Çünkü zararı ödeme (zemân) alacaklının üze-ıine alacaklının fiili ile vâcıb olmuştur. Zîrâ vasinin teslim alması, alacaklının alması gibidir. Esah olan kavle göre; -alacaklı alır. Çünkü alacaklı onu ödemiştir ve bu husûsda muztardır. Kâfî'de de böyle zik­redilmiştir.

Kâdî, fakirler için vasiyyet edilmiş olan malın üçte birini tereke­den çıkartıp, o malı kendilerine vermeden üçtebiri helak olsa, fakirle­rin mâlından helak olur. Terekenin üçteikisi vârislerindir. Vâkıât'da böyle zikredilmiştir. Vechi, yukarıda geçti.

Âlim ve âdil bir kâdî, üzerine zina sabit olan muhsan bir şahsın recm edilmesine veya muhrez olan yerden nisaba ulaşan bir şey çalan şahsın elinin kesilmesine yâhûd üzerine ha ti d-i şürb veya hadd-i kazf »âbit olan şahsın dövülmesine dâir hüküm verip bunu uygulamayı (Ey Müslüman!) sana emretse, recin etme veya eli kesme yâhûd dövme işini yapman caizdir.
İmâm Muhammed (Rh.A.), sonradan demiştir ki: Hüccet, muaye­ne edilmedikçe (yâni işin aslını ve hakikatini iyice araştırmadıkca) kâdinm emri kabul edilmez. Çünkü kadının sözü, yanılmaya muhte­meldir. Bu işin, tedârik ve telâfisi de mümkün olmaz. Bizim Ulemâmız­dan bir çoğu, bu kavli almışlar ve; «Bizim zamanımızda bu daha uygun ve güzeldir.» demişlerdir. Çünkü kâdîler, bozulmuşlardır. İnsanların canlan, kanlan ve mallan üzere emînlikleri yoktur. Ancak kâdînın, kâdîye gönderdiği mektûb müstesnadır. Çünkü Ulemâ, zaruretten do­layı bu husûsda zahir rivayeti almışlardır. Birincide zahir rivayetin vechi şudur: Kâdî, kendisine verilen görevde emindir ve biz emir sa­hibine (âmire) itaat etmekle emrolunduk. Ulü'l-emr'e [23] itaat ise, O'nu doğrulamak ve sözünü kabul etmektir.

Şeyh Ebû Mansûr (Rh.A.): «Eğer kâdî âdil ve âlim ise, sözünü ka­bul etmek, emrin zahiri ve hatâ, hıyanet ve töhmet olmadığı için vâcib olur.» demiştir.

Âdil olup, âlim olmayan câhil kâdîye sorulur. Eğer verdiği hükmü güzel ve uygun şekilde açıklarsa (tefsir ederse), tasdik edilir. Meselâ zina mes'elesinde; «Ben, zina ettiğini ikrar eden kimseye bu konuda ma'rûf olduğu şekilde iyice sorup anladım ve onun hakkında recmedil-mesine dâir hüküm verdim.)? demekle ve hırsızlık haddinde; «Hırsız­lık haddi, benim katımda hüccet ile sabit oldu ki; bu hırsız, muhrez olan yerden nisâb miktân şey almış, bunda şübhe yoktur.» demekle açıklarsa ve kısas mes'elesinde; «Kaatil, şübhesiz kasden öldürmüş-dür.» demekle verdiği hükümleri güzelce açıklarsa, bu takdirde; tasdi­ki vâcib olur ve sözü kabul edilir.

Bu ikisinden başkasının, yânî âlim ve âdil olan kâdî ile, câhil ve âdil olan kâdîden başkasının sözü kabul edilmez. Başkasından murâd: Câhil, fâsik kâdî ile âlim, fâsık olan kâdîdir. Zîrâ cehaletten dolayı yanılma ve fıskdan dolayı hıyanet töhmeti vardır. Ancak, eğer hükmün şer'î sebebi iyice araştırılıp doğru olduğu anlaşılırsa, bu takdirde sözü kabul edilir. Çünkü töhmet ortadan kalkmış olur.

Azl edilmiş (görevinden alınmış) olan kâdî, Zeyd için; «Senden bin dirhem aldım. Bu bin dirhemin Bekrin hakkı olduğuna hükmedip onu Bekr'e verdim!» dese veya; «Bir hak da'vâsında senin elinin kesilmeşine hükmettim!» dese ve Zeyd de;  «Bin dirhemi zulmen  (haksız­lıkla) aldın!» ve «Zulmen elimi kestin!» diye iddia etse ve Zeyd, bu iki olayın kadının kâdîlığı hâlinde geçtiğini ikrar  etse, kâdî tasdik edilir. Yânî görevinden alınmış bir kâdî, bir adam için;  «Senden bin dirhem aldım ve Zeyd'e verdim ve onunla Zeyd için senin aleyhine hü­küm verdim!» dese, adam da; «Zulmen (haksızlıkla) aldın!» dese, ye­mine lüzum kalmaksızın söz kadınındır. Keza; «Senin, elinin kesilmesi için haklı olarak hüküm verdim!» dese, adam;  «Zulmen (haksızlıkla) kestin!» dese, eğer o malı alınan veya eli kesilen adam, bunların kâ-dînın kazası hâlinde olduğunu ikrar ederse, kâdî her hâl ile tasdik edi­lir. Çünkü o adam, bunlann kâdî görevli iken olduğunu ikrar edince, kâdî için zahirin şahadetini ikrar etmiştir. Çünkü kâdîmn fiili, kaza tarîki üzeredir. O fiilden dolayı zararı ödemesi gerekmez. Yemin et­mesine lüzum olmaksızın kâdînın sözü kabul edilir. Çünkü yemin lâ­zım gelse, kâdî hasım olur. Hasmın verdiği hüküm ise, geçerli olmaz.
Eğer da'vâcı o günde, yânî eli kesildiği veya bin dirhemin alındı­ğı günde onun kâdî olduğunu inkâr eder ve-kâdîye; «Sen, kadılık göre­vini almazdan önce veya görevinden almdıkdan sonra hüküm verdin!» derse, sahih olan kavle göre, yine kâdînın sözü kabul edilir. Çünkü O'nun, kâdî olduğu bilinince, kâdînın bin dirhemi almasının kaza hâ­line izafe edilmesi sahih olur. Çünkü kaza hâli ma'hûddur. Bu ise, kâ-dînm zarar ödemesine aykındır. Öyle ise kâdî, o hâle izafe etmekle zarân ödemeyi inkâr etmiştir. Bu durumda, kâdînın sözü kabul edilir. Nitekim bir kimse; «Ben, kanmı boşadım veya kölemi âzâd ettim, hal­buki ben mecnûnum!» dese ve deliliği ma'hûd olsa, sözü kabul edi­lir. [24]                                                                                


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..