Akrabaya   Ve   Başkalarına Vasıyyet   Bâbı


Mûsinİn ekâribi ve akrabası; ona karabet sahibi (zî-karâbet) [49] ve neseb sahibi (zî-ensâb) olanlar; mûsînin mahremleri olup; yukarı­ya doğru en yakın, daha yakın şekilde devam eden zî-rahmleridir. [50]
Yâni mûsî, yukarıda zikredilenlerden biri için vasiyyet etse, îmâm A'zam (Rh.A.)'a göre; mûsînin zî rahm-i mahremi olanlarının hepsin­den sırasiyle en yakın olanlar (el-akrabu fe'1-akrab) içindir. Ana - baba ve evlâd bundan müstesnadır. Çünkü ana - babaya «karîb» adı veril­mez. Bir kimse, ana-babayı; «karîb» dîye adlandirsa, âsî olur. Çünkü Arab'ın örfünde «karîb»; bir kimseye başkası vâsıtasiyle yaklaşandır. Babanın ve çocuğun yakınlıkları ise ikisinin de kendisiyledir, başkası ile değildir. Karibde dede, nine ve çocuğun çocuğu dâhil olur. Bu, za­hir rivayette bizim zikrettiğimiz sebebden dolayıdır.

En yakınlığın (akrabiyyet) nazar-ı i'tibâra alınması; vasiyyet mi­rasın kız kardeşi olduğundandır. Vasiyyet, mîrâsda muteber olur. Kezâ akrabiyyette de mu'teberdir. Mîrâsda mezkûr olan cem' (çoğul) iki­dir. Vasiyyette de iki, çoğul sayılır.

Mahremiyet i'tibârına sebeb şudur: Çünkü vasiyyetten maksâd; yakma (karîb'e) yardımdır. Binâenaleyh mûsînin vasiyyeti, ona ya­kınlığı olanlardan sılaya müstehık olana mahsûsdur. Bunda, küçük ve büyük, hür ve köle, erkek ve dişi, Müslüman ve kâfir eşittir. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) 'e göre, mûsîye babası ve anası tarafından, Müslüman olmuş en uzak babaya varıncaya kadar, mensûb olan kimse vasiyyette dâhil olur. Bu vasiyyette; en yakın ve en uzak, tek ve çok kişi, kâfir ve Müslüman olan eşittir.

En uzak babanın Müslüman olmasının şart kılınması ihtilaflıdır.
Musannif, «Sırasiyle ona en- yakın olan (el-akrabu fe'1-akrab)» sö­züne şu sözü ile tefri' yapmıştır: Eğer mûsî, akrabası için vasiyyet etse ve iki amcası ile iki dayısı olsa; vasiyyet ettiği şey iki amcasının olur.

Çünkü mîrâsda olduğu gibi, sırasiyle en yakın olan mu'teber olur. İmâ-meyn (Rh. Aleyhimâ)'e göre, dördü arasında dörde pay edilir. Çünkü (karîb) adı, onları kapsar. Akrabiyyet (en yakınlık) i'tibâra alınmaz. İki amca, akrabiyyet (yakınlık) bakımından i'tibâra alınmazlar. Eğer bir amcası ile iki dayısına vasiyyet etmiş ise, vasiyyet edilen şey amcası ile iki dayısı arasında yarı yarıya paylaştırılır. Yânî vasiyyet edilen şeyin yansı amcasının, yarısı da İki dayısının olur. Çünkü «hâleyn / iki dayı» lâfzı çoğuldur. Çoğulluk ma'nâsı, vasiyyette ikj. kişidir. Nitekim bu husus, daha önce anlatılmış idi. Çoğul olması için amcaya, iki dayı eklenir. Bu durumda, amca yansını alır. Çünkü amca, daha yakındır. Vasiyyet edilen şeyin yansını almak hususunda ikisinden Önce gelen (tekaddüm eden) kimse bulunmadığı için, iki dayısı da yansını alırlar. Şu durum, bunun hilâfınadır: Bir kimse, yakınlık sahibi (zî-karâbet) olan kimse için vasiyyet, etse, o zaman vasiyyetin hepsi amca için olur. Çünkü lâfız, tekil lâfzıdır. Vasiyyetin bütününü ihraz eder. Çünkü amca, daha yakındır.

Yalnız bir amca hakkında yasiyyet edilmesinde, amca için yanm hisse vardır. Çünkü çoğulluk ma'nâsma i'tibâr etmek lâzımdır. Amca yansım alır.

Amca ve hala eşitdirler. Çünkü ilcisinin yakınlıklan eşit derecede­dir. Çoğulluk ma'nâsı ikisiyle gerçekleşmiş olup, vasiyyet edilen şeye müstehık olurlar.

İmâm A'zam ile İmâm Züfer (Rh. Aleyhimâ-)'e göre; mûsînin kom­şuları mûsîye bitişik olanlarıdır. Kıyâs da, budur. Çünkü komşu (câr), mutlak zikredildiği zaman, ancak bitişik komşuyu kapsar Nebî-i Ft,. (S.A.V.) :                     

«Bir adamın komşusu, ona yakınlığı sebebiyle daha çok hak sahi­bidir.» buyurmuştur. Burada «bisakabihî», «bikurbihî» yânı yakınlık ma'nâsınadır. Maksâd, bitişik olan komşudur.

İstihsâna göre —ki İmâmeyrı (Rh. Aleyhimâ) 'in sözüdür— kom­şu (câr) mûsînin mahallesinde oturan kimsedir. Onlar, mûsînin mahal­lesi mescidinde namaz için toplanan kimselerdir. Çünkü örfen bunların hepsine cîrân (komşular) adı verilir.
Mûsînin eshân (hısımları); kansı tarafından zî rahm-i mahrem olanların hepsidir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), Safiyye (R. Anhâ) [51] ile evlendiği zaman, Saiiyye (R. Anhâ) 'nin mâlik olduğu her şeyi, zî rahm-i mahreminden ona ikram için çıkarmıştır. Onlar, Nebî-i Ek­rem (S.A.V.)'in hısımları  (eshân)  diye adlandırılmışlardır.

Mûsînin ahtânı, zî rahm-i mahremi olan kadınların kocalarıdır.

Meselâ; kızlarının, kızkardeşlerinin, halalarının ve teyzelerinin kocala­rı böyledir. Keza, onlarm kocalarının zî rahm-i mahremi olanlar, mû­sînin ahtânıdır. «Bu, onlarm örfüne göredir.» denilmiştir. Bizim örfü­müze göre ise; ahtân, mahremlerin kocalarım kapsamaz. Ahtânda hür ile köle, en yakın ile en uzak akraba eşit olurlar. Çünkü lâfız, hepsini içine alır.

Mûsînin ehli, karışıdır. Çünkü lûgaten ve örfen ehl ile Karısı mu-râd edilir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.) :
«Mûsâ, ehline (âüesine) demişti ki...» [52] buyurmuştur. Burada ehlden maksâd, karışıdır. Nitekim «tezevvece» ma'nâsma, «teehhele» yânî «evlendi» denir.

İmâmeyn   (Rh. Aleyhimâ)'e göre, ehl ile  murâd;   örfen, mûsînin ailesine ve nafakasına dâhil olan kimsedir. Nitekim Allah Teâlâ (C.C.);
«Biz, hem onu, hem de karısından başka bütün ehlini kurtardık...»[53] buyurmuştur.

Burada ehl ile murâd, ailesine dâhil olan kimselerdir. Mûsînin âli, ehl-i beyt'î (yânî ev halkı, ailesi) dir. Çünkü âl, mensûb olduğu kabi­ledir. Bunda, baba tarafından, Müslüman olmakda en uzak babaya va­rıncaya kadar ona mensûb olanlar dâhil olur. En yakın ile en uzak, erkek ile kadın, Müslüman ile kâfir, küçük ile büyük eşittir.  .

Mûsînin babası ve dedesi, onun ehl-i beytinden (ev halkından) dir. Çünkü baba, beyt'în aslıdır. Dede de öyledir.

Mûsînin cinsi, babasının ehl-i beytidir. Anasının ehl-i beyti değil­dir. Çünkü insan, babasının cinsin d endir.. Onun karabeti" ise, cinsin aksinedir. Çünkü karabet, baba ve ana yönünden olur.

Kadının ehl-i beyti ve cinsine gelince; eğer bîr kadın ehl-i beyti veya cinsi için vasiyyet etse, kadının çocuğunu kapsamaz. Ancak ka­dının babasının kavminden olursa, kapsar. Kâfî'de böyle zikredilmiş­tir.

İştikakın esâsı ikisinde de mevcûd olduğu için, Zeyd'in çocuğu, erkek ve dişiyi kapsar. Zeyd'in vârislerinde erkek, iki kadın gibidir.

Yânî mûsî, fülânın vârisleri için vasiyyet etse, vasiyyet edilen şey ara­larında taksim edilip erkek, iki kadının payı kadar alır. Çünkü mûsî, verese (vârisler) lâfzını söyleyip belirtince, maksadının mîrâsda olduğu gibi tafdîl (yânî erkeğin payı, kadının payının iki katı) olduğu anla­şılmıştır.

Mûsî, fülân oğullarının yetimlerine, körlerine, kö'türümlerine ve dul kadınlarına vasiyyet etse, sayılabilecek kişilerse; onların fakirlerine, zenginlerine, erkeklerine ve kadınlarına şâmil olur. Çünkü vasiyyet, tem-lîkdir.

Sayılamıyacak kadar çok olurlarsa, fakirlerine verilir. Çünkü va-siyyetten maksâd, kurbet  (yânî hayır yaparak Allah  (C.C.)'a yaklaş inak ve böylece ibâdet etmek) tir. Kurbet ise, fakirliği ortadan kaldır­mak ve açlığı gidermek suretiyle olur. Bu zikredilen isimler, ihtiyâcı ifâde eder. Öyle ise, bunun fukaraya yorumlanması caiz olur. Şu du­rum ise, bunun hiîâfmadır: Eğer mûsî, fülân oğullarının gençlerine vasiyyet eder de, onların mikdârı sayilamazsa veya fülân oğullarının cariyelerine vasiyyet eder de, sayılanıazlarsa, vasiyyet bâtıl olur. Çün­kü, lâfızda ihtiyâcı bildiren bir rna'nâ yoktur. Onlara sarf edilmesine engel olan aşırı bilmemezîik bulunması sebebiyle bu sözün, hepsi hak­kında temlik yönünden tashihi mümkün olmaz.

Fakirler ve yoksullar için vasiyyet edilmesi hâlinde, çoğul ma'nâ-sına i'tîbâr yönünden, onlardan ikisine sarf edilmesi vâcib olur. Ço­ğulun en azı, vasiyyetlerde ikidir. Nitekim, yukarıda geçti.

Fülân oğullarına vasiyyet edilmesi hâlinde, onların erkeklerine mahsûs olur.

Hîdâye'de denmiştir ki: Eğer mûsî, fülân oğullarına vasiyyet et­se; İmâm A'zam (Rh.A.)'m ilk kavlinde; onda kadınlar dâhil olur. îmâ» meyn (Rh. Aleyhimâ) 'in kavli de budur. Çünkü zükûr ta'bîri, kadınla­ra da şâmildir. Sonra, İmâm A'zam (Rh.A.) bu sözden dönüp sâdece erkeklere şâmildir, demiştir. Çünkü isim, erkekler için hakîkatdır. Ka-'dınlar için mecazen kullanılır. Söylenen söze, hakîkatma göre hüküm verilir.

Kâfî'de; «Eğer mûsî fülân oğullarına vasiyyet etse, İmâm Ebû Yû­suf (Rh.A.) fa göre, vasiyyet olan söz, sâdece erkekler hakkındadır. Baş­kası hakkında değildir.» denilmiştir. Bu kavi, hakikate i'tibâr yönün­den, İmâm A'zam (Rh.A.) 'm sonraki kavlidir. İmâm Muhammed (Rh. A.); «Onda, kadınlar dâhildir.» demiştir. Bu kavi, İmâm A'zam (Rh, A.) m ilk kavlidir. Vikâye'de ise; «Fülân oğullan» denilmesi hâlinde ka­dınlar onlara dâhildir.» denilmiştir.

Ben derim ki: Vikaye sahibinin, İmâm A'zam (Rh.A.)'m döndüğü kavlini seçip ve bir rivayette Ebû Yûsuf (Rh.A.)'in onun kavline mu­vafakat etmesinin sırrı benim için açık değildir. Ancak, fülân oğullan bir kabilenin veya bir fahz'm adı olursa, kadınlara da şâmil olur.
Fahz; aşiretlerde batndan daha az bir topluluktur. Fahz, altı çe­şit topluluğun sonuncu halkasıdır, O aşiretlerin birincisi, şa'bdır. Son­ra kabile, sonra fasile, sonra imâre, sonra batn, sonra fahz gelir. Sı-hâh-ı Cevherî'de böyle zikredilmiştir. [54]
Fülân oğulları, kabile adı veya fahz adı olursa; kadınlara, mevle'l atâka'ya [55], mevle'l müvâlât'a [56] ve bunların ardından gelenlere şâ­mil olur. Çünkü fahz ve fülân oğullan ile murâd, onların aynlan de­ğildir. Belki, sâdece intisâbdır. Meselâ, (Âdemoğullan) sözü böyledir. Bundan dolayı, onda mevle'l atâka ve mevle'l müvâlât ve bunların ar­dından gelenleri dâhil olur. Âzâdîıiarı ve âzâdlılarmm âzâdlıları olan mûsî, mevlâlarma vasiyyet etse, bâtıl olur. Çünkü mevlâ lâfzı, iki ma'-nâ arasında ortakdır. Birincisi; mevlâ-yı ni'met anlamınadır. Diğeri, üzerine in'âm olunandır. Bir tek lâfız, isbât yerinde iki ma'nâda kul­lanılmaz. Çünkü birinin üzerine delâlet eden karine yoktur. Eğer; (.Fülânm mevlâlan ile konuşmam!» diye yemin eden kimse, bunun hi-îâfmadır. Çünkü, o zaman en yukarı ve en aşağıya şâmildir. Zîrâ, nefy yeridir. Halbuki onda birbirine aykırılık da yoktur. Ancak mûsî, ha­yâtta iken bunlan beyân edip belirtirse, o zaman bâtıl olmaz.

Kâfî'de: «Beyân ve belirtme bulununcaya kadar durup beklemek gerekir. Halbuki belirtme ve beyân yoktur. Şu hâlde biz'zarûre bâtıl olur.» denmiştir.

Lâfız onları kapsadığı için, «mevâlî» lâfzında mûsînin sıhhatinde ve hastalığı hâlinde âzâd eylediği kimse de dâhil olur.

«Mevâlî» lâfzında, mûsînîn müdebberleri ve ümm-ü veledleri dâ­hil olmaz. Çünkü onlann âzâdı, ölümden sonra hâsıl olur. Vasiyyet ise, ölüm hâline muzâfdır. Şu hâlde ölümden önce ismin tahakkuku lâzımdır.
İmâm Ebû Yûsuf. (Rh.A.)'dan rivayet edilmiştir ki; onlar yânı mü-debberler ve ümm-ü veledler dâhil olurlar. Çünkü onlann hakkında is­tihkak sebebi lâzımdır. «Mevlâ» adı, onlara verilir. [57]
[1] CÜî:   I, sayfa: 244'e bakınız.
[2] Bakara Süresi  (2);  âyet:   282
[3] Söz konusu   olan  Useyle hadîsi şudur:

Âişe   radiya'Slâhu   aııhâ'dan   rivayete göre   Kurazî Rifâa'nın   kansi  (Temime) Re-sûlüllah (S.A.V.)'e gelerek:

—  Yâ  Resûlallâh! Rifâa beni boşamışü. (Ve  üç talâk ile)  talâk-ı kat*S kılmıştı. -Sonra ben  de  Kurazî Abdurrahmân İbn-i Zübeyr ile evlenmiştim. Fakat Abdurrah-

man'ın erliği, şu elbise saçağı gibi (gevşek) dir. (Erlik vazüfesini göremiyor) dedi. Resûl-i   Ekrem:

—  Sanırım ki sen  (eski kocan) Rifâa'ya varmak istiyorsun. Fakat (ikinci kocan) Abdurrabmân senin baicağizmdan, sen  de onun balcağırandan tatmadıkca bu olamaz (evlenemezsin) buyurdu.»     (Buhârî)

(Balçağız   ta'biri   cinsî   münâsebetden   kinayedir.)
[4] Yânî,  şer'an  geçerli  olduğu   gibi   Allah  (C.C.) indinde de geçerli   olur.
[5] Eî-Ezher  Üniversitesi   Şeriat   Fakültesi   Mukâreneli   fıkıh   profesörü   ibrahim   Dusûkî Şebâvî «Fıkh'ul-Mukârin»  aÜİı   kitabında bu   konuda  şöyle diyor:
«Belli   bir   mezhebin   görüşünü   laküd   eden   kişi;   herhangi   bir  mes'ele   hakkında imamının görüşünü şiddetli ve zor görüp de diğer mezheb imamının aynî mes'eledeki görüşünü daha   hafif ve   hâli  durumuna   daha   uygun   bulursa,   ikinci   mezhebi   taklîd etmenin   caiz  olduğuna   ulemâ   deiîl   göstermişlerdir.   Hâline   uygun   olanını   taklîd   et­mekte hiçbir mahzur olmadığı gibi, mutlak bir mübâhlık da var demektir.  Şu kadar var ki,  bir  kimse dâima mezheplerin  hafif ve   zayıf taraflarını seçer ve adetâ onlan bir   oyuncak  hâline   getirirse,   bu   obmaz.   Muhtelif   mezhebi erden   toplamış   olduğu  o hafîf  ve  ,ı;ıyî  görüşleri   ibâdcriiiac   ;ak]îü   ederken  Jışarcian   bükan   kişiye,   bu  gibi  bir ibâdetin  hiç   bir   müetelıkiin   görüşü   olmayacağı   kanaati   hâsıl   olursa,   bu  şekil  taklîd caiz değildir.   Çünkü  bu şahıs Allah  (C.C.)'m   emirlerine değil,  nefsinin nevasına  uy­muş   demektir.   Ulemâ,   aynı   durumun   tam   aksini   de   caiz  görmüşlerdir.   Meselâ;  bir kimse   kendi   imamının   görüşünün   kuvvetli   olduğunu,   kendi   bünyesinin   de   sağlam olduğunu   bilerek   her   mezhebin   şiddetli   ve   ihtiyath   davrandığı   tarafları   aiip,   zayıf veya   hafîf  geçtiği  tarafları   terk  etmesinde   hiç   bir   mahzur   görmemişlerdir.   Muhak­kak ki bu intikâl meşru bir sebebden  dolayı oimalidîr.»

Ancak bu intikâli, telfik ilü kanşlirmamak lâzımdır. Fıkıh âlimlerine göre. TEL-FİK;, farklı şeyleri birleştirmek, demektir. Meselâ; yemîa keffâretinde, on fakirin bir kısmını yedirmek, geri kalanını giydirmek suretiyle yapılan teifîk caiz görülme­miştir.

Yine,   meseiâ,  abdestin,  kan aldırmakla bozulmayacağı hususunda Şafiî (Rh.A)'yi,

şehvetsiz   olarak   kadınm   vücûduna   dokunmakJa   bozulmayacağı   hükmünde   de   Ebû Hanîfe (Rh.A.)'yi taklîd eden  ve bu iki  taklidin birleştiği aynı abdesün sahîh olduğu  (bozulmadığı)  kanaatinde olan   kimse telfik yapmıştır.  Fakat bu,  teifîk suretiyle   taJclîd,   fakihlerin   büyük   bir  çoğunluğu tarafından   caiz görülmemiştir.

Halbuki ayrı mezheblere âid iki görüş ile bir arada veya aynı zamanda amel et­mez de, Önce biriyle, başka bir zaman da diğeri ile amel ederse, bu, teifîk sayılmaz. Başka bir mezhebin imamının görüşünü taklîd etmek olur. Bu ise, yukarıda anlat­tığımız şekilde caizdir.
[6] Dört mezheb imâmı arasında, îetihâdda ta'kîb ettiği usûlü bizzat kaleme alan ve eseri bize kadar ulaşmış bulunan yalnız İmâm Şafiî (Rh. A)'dir. Diğer imamların usûlü  talebelerinden  rivayet edilerek  daha sonraki devirlerde kitaplara  geçmiştir,

îmâm A'zam (Rh.'A), kendi usûlünü şöyle açıklıyor: «Rcsûlüllâh (S.A.V.)'den gelen baş üstüne, sahabeden gelenleri seçer birini tercih ederiz; fakat toptan terket-meyiz, bunlardan başkalarına âid olan hüküm ve ictihâdlara gelince, biz de onlar gibi — ilim — adamlarıyız,» «Allah'ın Kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Resûîüllah'ın, gü­venilir âlimlerce maılûm ve meşhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashabından dilediğim kimsenin re'yini alırım... Fakat iş İbrahim, ŞaT>î, el-Hasen, Atâ... gibi zâtlara gelince, ben de onlar gibi İctihâd ederim.» (M. Ebû Zehra; Tâ-rîh'ul-Fıkh)
[7] Tahkim: îki hasmın husûmet ve da'vâlarmı fasl için nzâlan île bir başka kimseyi hâkim ittihâz etmelerinden ibarettir. O kimseye hakem veya muhakkem denir. (Me­celle, Mad: 1790
[8] İstifa: Hakkım tam anlamıyla almak demektir.
[9] Ta'dH:   Doğrulama,   doğruluğunu   araştırma   demektir.

Bir beyyinenîn ta'dîli; onun doğru ve hakikate uygun olduğuna dâir karar ver­mek  demektir.

Ta'dîl-i şühûd ise: Bir olay hakkında şehâdet eden kimselerin tezkiye edilmele­rinden, yâni; Onların şehâdete ehil, âdil kimseler olduklarına dâir karar verilme­sinden   ibarettir.
[10] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:306-325. 
[11] Müsahhar: Ücretsiz kendisine amel ve iş teklif edilmiş kimsedir; emrine âmâde.
[12] Sicil: Kendisine nikâha,  talâka, vakfa, ikrara, alım-satıma ve diğer hukukî muame­lelere  dâir  mahkemede   cereyan   eden   ifâdelerin  ve  hükümlerin  yazıldığı  defterdir. Çoğulu:   «Sicillât»   dır.   Mahkemede  böyle  bir  muameleyi   tesbit  edip  yazmaya   da «Tescil» denilir.

*  Mahzar:   Kendisinde   iki   hasmın   arasındaki   ikrara,   inkâra,   beyyineye   veya yemînden   kaçınmaya  binâen   verilen  hükme  dâir carî  olan  şeylerin,  karışıklığı  kal­dıracak  şekilde  yazılmış   olduğu   «Mahkeme  Defteri»  dİr.

*  Sakk:  ilâm,   hâkimin   da'vâ  edilen   muameleye,   olaya  ve   bu  husûsdaki   hük­müne dâir tanzim etmiş olduğu vesikadır.

*  Vesika: Bir hususu  isbât ve ilâm  için düzenlenen varakadır.
[13] İktisâr:  Sözü uzatmama,   kısa  kesme.
[14] İstişhâd:  Şâhid   getirme,  şâhid   gösterme.
[15] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 326-334.
[16] Nebherce: Vakti geçmiş, sikkesi silinmiş bakirli akça veya dirhemdir.
[17] Setûka;   İki  tarafı gümüş  ve içi bakır olan   veya  başka şey karıştırılmış olan   akçaya *eya dirheme denir.    (Ahterî)
[18] tstîsâk: Birinden; güvenilir bir senet,   vesika gibi bir şey alma, te'mînât, güvence.
[19] Burada anlatılmak istenen mes'ele judur. Eğer kadın; zimmî yânî gayr-i müslim olan kocasının Ölümünden sonra Müslüman olmuş ise, ölmüş kocasına vâris olur. Çünkü koca sağ iken her ikisi de gayr-i müslim idiler. Eğer kadın kocasının ölümünden önce Müslüman olmuş ise, kocasına vâris olamaz. Çünkü bu takdirde kocası ehl-i kitâb, kadm ise Müsiüman idi. Bunlar, birbirlerine vâris olamazlar. Zîrâ Peygamberimiz (S.A.V.):

«İki milletin (yânî iki ayrı dînin) halkı birbirine vâris olamaza» buyurmuştur.
[20] MekfûTün leh: Bir malın ödenmesini veya bir_şahsın teslim edilmesini kefilinden ta-leb ve da'vâ etmeye hakkı olan kimsedir ki, kefaletin menfaati kendisine âid olur. Buna; tfilib, mazmûn'un leh de denir.
[21] Tevbe Sûresi (9); âyet:   103
[22] Fİsk (Fısk): Allah (C.C.)'m emrinden çıkmak, yasak edilmiş işleri yapmak ve böylece Allah (C.C.ya âsî olmak, demektir. Böyle kimseye «Fâsik» denir, islâm'ın emir ve yasaklarından bir şeyi inkâr etmedikçe mü'min olmakdan ve islâm'dan çıkmaz. Fakat böyle kimse günahkâr ve âsî mü'min sayılır.
[23] UIüT-onr:  Kanun   vâzii,   Padişah.
[24] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat:335-345. 
[25] Misli: Çarşı ve pazarda muîeddün bih; yânî, bahânın ihtilâfını mûcib bir tefâvüt bu­lunmaksızın misli (kendisi gibi) bulunan şeydir. Kile ile ölçülen, terazi Üe tartılan şey­ler, ceviz ve yumurta gibi adediyyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. An­cak başka bir cins ile karışmış olan mekîlât, mîslî değildir. Veznî olan altın veya gümüşten yapılmış kaplarda misli  olmaz.  Çoğulu  «Misliyyât»  dır.

*  Mektt:  Kile   ile   ölçülen   şeydir.   Buna,   «Keylî»   de   denir.   Çoğulu;   «Mekîlât»,

«Keyliyyât» dır.

*  Mevzun: Tartılan  şeydir.   Buna,  «Vezni»   de denir.   Çoğulu;  «MeTzûnât», «Vez-

niyyât»  dır.

*  Adediyyât-ı   mütekari-be:   Yumurta   ve   ceviz   gibi  büyüklükleri   biribirine   yakın olan   ve  adetle  satılan   şeylerdir.
(Hukûk-u İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu; Ö. Nasûhî Bilmen, c: 6, s: 9,  10)
[26] Meûnet: Zahmet ve güçlük ma'nâsina gelir. Bir insan için gerekli olan azık ve rızka da «meûnet» denir.
[27] Akar: Fıkh'da; gayr-i menkûl demekdir. Halk arasında ise; kkâyâ Yerilip îrSd getiren şeylere denir.Gayr-i menkûl: Akar denilen hâne,  dükkân,' arsa misilli; başka mahalle nakli mümkün olmayan şeydir.

Mülk arsa üzerindeki binalar, ağaçlar da, o arsaya tebean gayr-i menkûl sayılır.
[28] Yânî; kendi sözünü, kendi bozar.
[29] Mühâyee: Menfaatleri taksim  etmekden  ibarettir.  Zaman ve mekân bakımından  ol­mak  üzere iki  çeşittir. Meselâ:   Ortak   olan  bir evde bir   ay bir  ortağın,  bir   ay  da diğer  ortağın  oturması,  «Zamanen mühâyee»   dir. Bu  evin bîr  kısmında   bir ortağın, diğer kısmında da diğer ortağın oturması   da  «Mekânen mühâyee» dir.
[30] İstiğlâl:  Geliri karşılık gösterilerek yapı  ve  tarla  gibi malın  rehne konması demektir.
[31] Ayn: Dışarıda mevcûd, belirli ve somut olan şeydir. Çoğulu; «A'yân» dır, Meselâ: Bir kitap, bir ev, bir at, meydanda mevcut belirli bir mikdâr para veya bir mikdâr buğday ve ev eşyası ayn'dır.
[32] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 346-358.
[33] Vasiyyet   vâcib   değil,   müstehabdir.     (Kudûri)
[34] Vasiyyet:   Bir   kimsenin,   ölümünden  sonraya   muzaf olarak   malını   gayre  teberru'   ve temlik etmesidir.

Vasiyyet   edene,   «Müsî»;   vasiyyet   oiunan   şeye,   «Mûsâ   bih»   ve vasiyyet   olunan kimseye de «Mûsâ leh» denir.
[35] Ba'zı  ulemâya  göre kinn,   alınıp  satılması   caiz olmayan   köle  demektir.
[36] Mümtahıne Sûresi (60); âyet:  8
[37] Mümtahıne Sûresi (60); âyet: 9
[38] Maraz-ı  mevt: Ölüm   hastalığı.
Mecelle'nin   1595.   maddesinde şöyle   ifâde   edilmiştir:

«Maraz-ı mevt (Ölüm hastalığı) ol hastahkdir ki ekseriyya anda ölüm korkusu ol­duğu hâlde hasta zükûrdan (erkeklerden) ise hanesi hâricinde ve inâsdan (kadınlardan) İse hanesi dâhilinde oîan mesâlihini (işlerini) görmekden âciz oiup bu hâl iizre bir sene mürur etmeden (geçmeden) vefat eyieye. Gerek sâhib-i firâş (hasta) olsun ve gerek olmasın. Ve eğer marîzin (hastanın) marazı (hastalığı) mümted oiup (uzayıp) da dâima bir hâl üzre bir sene geçerse ol marizin marazı müştedd (şiddetlenmiş) ve hâli müte-gayyîr olmadıkça (değişmedikçe)

sahih hükmünde olup tasarrufâtı, sahihin tasarrufâtı gibidir.

Amma marazı müştedd ve hali mütegayyir olup da bir sene geçmeden vefat eder­se, vakt-i  tegayyürden   (değişme  zamanından)  i'tibâren vefatına  dek   olan  hâli  maraz-ı mevt   (ölüm   hastalığı)   addolunur.»
[39] Mezınne-i helak: Her birinde ölebileceği  farz edilen.
[40] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 359-371.
[41] Muhâbât:   Müfâaie  bâbmdandır.   Esire   ile   «habie»   dendir.   Atâ,   yânî  vermek   ma'nâ­sma geiir.

Burada muhâbât: Kıymetten daha çoğu ile bir şey satın afanak veya mâlik olduğu eşyadan bir şeyi kıymetinden daha  azı ile  satmaktır.  Fazla  ve  eksik, muhâbât  olur.

Nitekim bir adamın iki kölesi olup, birinin kıymeti otuz dînâr ve diğerinin kıymeti altmış dînâr olsa; o adam kıymeti otuz dînâr olan köleyi on dînâra Zeyd'e ve kıymeti altmış dînâr olan köleyi de kırk dînâra Amr'a satılmasını vasiyyet etse, ve bu iki ^ köleden başka malı da olmasa, Zeyd hakkında vasiyyet yirmi dînâr ve Amr hakkında olan vasiyyet kırk dînâr olur. Malın üçte biri, aralarında paylaştırılır. O da, köle Zeyd'e yirmi dînâra satılıp on dînâr onun için vasiyyet edilir. İkinci köle Amr'a kırk dînâra satılıp, yirmisi onuri için vasiyyet edilir, imdi Amr, her ne kadar sülüsden çok ise de sülüsden  vasiyyeti  mikdân  ile almıştır.
[42] Şayi':   Yayılmış,   her   cüz'e   dağılmış  anlamına . gelir.

* Hisse-i şayia: Ortaklaşa bir malın  her parçasına dağılmış ve yayılmış olan his­se  veya  paydır.
[43] Tezammun:   îçine   almak,   kapsamak.
[44] Ma'rife:  Ma'nâ ve mefhûmu belirtilmiş olan  söz;  Arafaça harf-i  ta'rffi (el-)  anlatan kelime.   Bahçenin   kapısı   gibi. «Behçe  kapısı»   olursa   «Nekre» dir.
[45] Ahzâb Sûresi (33);  âyet:   52
[46] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 372-383.
[47] Muhâbât!: Kıymetten daha çoğu ile bir şey satın almak veya mâlik olduğu eşyadan bir şeyi kıymetinden daha azı ile satmaktır. Fazla ve eksik muhâbât olur. Nitekim, .bunun açıklaması  daha  Önce geçti.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 384-387.
[49] Zî-karabet: Bir  kimseye babası veya  anası   tarafından  İslâm'a  ilk yetişmiş  olan  bü­yük ceddine kadar mensubiyeti olan herhangi bir şahisdır. Bunda; mahrem olanlar ile olmayanlar, erkekler ile kadınlar, yakınlar ile uzaklar eşittir. Ana - baba ile evlâda ka­rabet adı verilmez.  «Zî-erhâm» ve «Zî-ensâb» da bu  ma'nâdadır.
[50] Yânî yukarıda   zikredilen  lâfızlar,   ma'nâda  birbirlerine   yakın   olan  lâfızlardır.   Eğer mûsî, bunlar için mutlak olarak; herhangi birini belirtmeden bir şey vasiyyet etse, on­lar  ile   murâd,   mûsînin   zî   rahm-i   mahreminin   hepsinden   kendisine   en   yakın   ola­nı,  ondan sonraki en yakın olanıdır.  Ya da, zî rahm-i mahreme muzâf olanın hep­sinden   kendisine  en  yakın   olanı,   ondan   sonraki   en. yakın olanıdır.     Nitekim   mûsî, Zeyd'in  akrabaları  için  vasiyyet etse veya erhâmı sahihleri için  vasiyyet etse, ne ka­dar fa2la olursa  olsun,  o vasiyyet  akrabasının   en yakınından ikisi içindir.
[51] «Hidâye Şerhi»   nde  belirtildiğine  göre;  buradaki «Safiyye»  sözü  yanlıştır.   Doğrusu, Cürcyriyye (R.   Anhâ)'dir.
[52] Nemi sûresi (27); âyet: 7
[53] A'râf sûresi (7); âyet:   83
[54] Keşşaf  Tefsîri'nde   de  böyle   zikredilmiştir.
[55] Mevlel  atâka: Bir köle veya câriye âzâd etmiş olan  kimse.
[56] Mevlel - müvâlât:   Bizdeki,  «Âhîrct kardeşliği» ne benzer.   Ancak bunda,  birbirlerinin cinayet diyetlerini ödemek ve birbirlerine mîrâscı olmak gibi hususiyetler vardır.
[57] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 388-393.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..