logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

İşaretle Verilen Emân

Bir müslüman, kalede veya emin bir yerde bulunan müşriklere "gelin!" diye; veya kalede bulunanlara: "Açın" diye işaret etse ve onlar da, gelseler veya kalenin kapısını açsalar; yahut, bu müslüman, semâya işaret ettiği halde, müşrikler, bunu emân sansalar ve bu şahsın dediğini yapsalar; işaret eden şahıs, müslümanlar ve harbîler arasında, —o mem­leketli olarak— tanınan   biri ise; —bu işaretleri— emân sayılır.

Bu şahıs, tanınan birisi olmasa bile: işaretle verdiği, bu emân, caizdir.

Bir müslüman, düşmana, parmağı ile işaret etse; o işaretten de, kendisine çağırdığı ve gelmesini emrettiği mânası anlaşılsa; ancak, bu şahıs, işaret yaptığı sırada, dili ile de: "Eğer gelirsen; seni öldürürüm." dese; bu durumda, o kâfir gelmiş olsa; yine emân olmaktadır.

Bu hüküm, kâfirin, işareti tanıyıp anladığı halde; "Gelirsen, seni öldürürüm." sözünü duymaması halinde geçerlidir. Yahut da, bu sözü de duyduğu halde, onu anlamamış olması hâlinde geçerlidir.

Fakat, o kâfir, bu sözü duyduğu ve anladığı zaman, —bu işaret— emân olmaz.

Buna göre, bir müslüman, bir kâfire: "Gel! Ta ki seni öldüreyim." der; kafir ise, "gel!" dediğini duyduğu halde; "öldüreyim." dediğini duymaz veya duyduğu halde bunu anlamazsa; bu durumda, kâfire, emân verilmiş olur.

Ancak, bu kâfir, son sözü duyar ve anlarsa; bu söz, emân olmaz.

Keza, bir müslüman, bir kâfire: "Gel! Sana, ne yapacağımı görürsün." deyince; ona, emân vermiş olur. Muhıyt'te de böyledir.

Kâfirlerden bir topluluk, müslümanlara: "Bizim çocuklarımıza karşı, bize emân verin." derler; müslümanlar da, bu şekilde eman verir­lerse; bu durumda, hem o kâfirlere; hem de —ne kadar aşağı inerse insin— çocuklarına emân verilmiş olur.

Ancak, bu emâna, oğullarının çocukları dâhil olur; kızlarının çocukları, dâhil olmaz. Zahîriyye'de de böyledir.

Bu kâfirler: "Evlâtlarımıza karşı, bize, emân veriniz." derler; müslümanlar da, buna göre emân verirlerse; bu emân, hem kız, hem de erkek evlâtlar için, emân olur.

Kafirler: "Evlâtlarımızın evlâtlarına emân veriniz." derlerse; bu emâna, kız evlâtlar dâhil olmaz.

Şeyhu*l-İslâm ve KâdH-lmâm Rukni'l-İslâm AUyyüVSağdî, şöyle demiştir:

Bu  mes'elede,  iki  rivayet  vardır:   Şemsü'l-Eimme  Serahsî:  Bu

durumda, kızların evlâtları da dâhil olur." demiştir.

Kâfirler-: "Babalarımıza karşı, emân veriniz." derlerse; hem baba­ları ve hem de anaları, emâna dâhil olurlar.

Şayet, bunların, babalan ve anaları yoksa; dedeleri ve nineleri de, emâna dâhil olurlar.

İmâm Muhammed (R.A.): "Eğer, bu kâfirler, dillerinde, dede, babadır; oğlun oğlu, oğuldur gibi şeyler söylemekteyseler; bu durumda, dede, oğlun oğlu menzilindedir." buyurmuştur.^Muhiyt'te de böyledir.

Kâfir topluluğu, müslümanlara: "Bize, evlâtlarımız üzerine emân veriniz." derler ve bunların da, oğulları ve kızları bulunursa; bunlar emân altında olurlar.

Ancak, bunların oğulları yok da, sadece kızları varsa; bu durumda, onların hepsi de, ganimet olur.

Şayet: "Bize, kızlarımıza ve kız kardeşlerimize karşı emân veriniz." demiş olurlarsa; bu durumda, emân, —erkekler hâriç—sadece, kadın­lara mahsus olur. Zahîriyye'de de böyledir.

Bir kâfir, bir müslümana: "Bana, bacına karşı emân ver." der ve bu şahsın erkek ve kız kardeşleri bulunursa; bunların hepsi de, emâna dâhil olur.

Bu şahsın, sadece, kız kardeşleri olsa ve onları birlikte zikretmese; yine, bunların hepsi de, emâna dâhil olurlar. Muhıyt'te de böyledir.

Oğulları ve oğullarının   oğulları   bulunan   kâfirler:   "Bize, oğullarımıza karşı, emân veriniz." deseler; bu eman, bu gurublardan ikisine de şâmildir.

Bunların oğulları olmasa da, oğullarının oğullan olsa; bu durumda, bunlar, emân altındadırlar.

Kâfirler: "Bize, babalarımıza karşı, emân veriniz." derler; ancak, babalan olmaz; dedeleri olursa; bu dedeler, emâne dâhil olmazlar.

Keza, kâfirler: "Analarımıza karşı, bize emân verin." derler; anları olmaz; nineleri olursa; bu durumda da, nineler emâna dâhil olmazlar.

Fakat, kâfirler: "Kölelerimize karşı, bize emân verin." derler; bun­ların da erkek köleleri bulunmaz; kadın köleleri (= cariyeleri) bulunur; ancak, bunlar zikredilmezse; bu durumda, istihsânen, bunlar da, emâna dâhil olurlar. Zahîriyye'de de böyledir.

Kale halkından birisi: "Eşyalarıma karşı, emân verin." der ve ona emân verilirse; bu durumda, onun eşyaları emân altındadır.

Bu şahsın evinde bulunan eşyalar emâna dâhil olmadığı gibi; dinarlar, altın ve gümüş ziynet eşyaları, cevahirleri ve silâhlar da, bu emâna dâhil değildirler. Bunların dışındaki eşyalar, emâna dâhildir.

Elbiseler, yataklar ve bütün ev eşyaları ile evde bulunan emtia, eşya kelimesi ile ifade edilir. İstihsân budur. Muhıyt'te de böyledir.

Bir kâfir: "On-kişi ile birlikte, bana emân ver." derse; o on kişinin ta'yini, imâma aittir.

Bir kâfir: "Ehl-i beytinden, on kişi hakkında, bana, emân ver." veya "Kale halkından, on kişi hakkında, bana, emân ver." derse; bu durumda, emân, kendisinden başka, dokuz kişi hakkında geçerlidir.

Bu şahıs: "Kardeşlerinden, on kişi hakkında, bana emân ver." veya: "Evlâtlarım hakkında, on kişiye emân ver; ben de, içindeyim." derse; emân, kendisinden başka, on kişiye verilmiş olur.

Bu şahıs: "Ehl-i beytimden, on kişiye, emân ver." veya: "Kale ehlinden, on kişiye, emân ver; ben de, içindeyim." derse; bu emân, on kişiyedir. Bu on kişiden birisi de, o şahsın kendisidir.

Bu şahıs: "Azadlı kölelerin hakkında, bana emân ver." der; kendi­sinin azâd edilmiş köleleri bulunduğu gibi; kendisini azâd etmiş bulunan efendileri de olursa; bu emân, bu iki fırkayı içine almaz; ancak, bu fırkalardan birini içine alır.

Bu durumda, kimin emân altında olduğu, emân dileyen şahsın niyyetine bağlı kalır.

Şayet, bu kimse: "Ben, hepsini de niyyet ettim." derse; istihsânen, bunların hepsi de, bu emâna dâhil olurlar.

Müslümanların kuşatmış bulunduğu, bir kalenin reisi:  "Kale ehlinden, on kişiye karşı, bana eman verin; ben de, buna karşılık, kaleyi size açacağım." der; müslümanlar bu şekilde emân verir; o reis de, kaleyi açarsa; o emân altındadır. Bu reisle birlikte, on kişi daha, emân altındadır. O, on kişiyi seçme hakkı da, bu kale reisine aittir.

Bu kale reisi: "Kaleye girmenize karşılık, kale halkı hakkında, bana söz verin." der; müslümanlar, bu kaleye girer ve ona emân verir­lerse; bu durumda, insanların az veya çok, hepsi emân altında olurlar; mallar  da, —az    olsun    veya    çok    olsun—  emân altındadır. Hizânetü'l-Müftin'de de böyledir.

Ehl-i harpten bir şahıs; müslümanların yanma gelmek üzere, emân ister ve kendisi ile birlikte, karısı da gelir; bu şahıs:  "Bu, benim karımdır." der ve küçük çocukları da gelmiş olur; bu şahıs: "Bunlar, benim çocuklarımdır." derse; ancak, bunların emânı, o şahsın emân talebi  içinde  olmasa;  bu  şahıs,   sadece:   "Bana,  emân  verin;  size geleyim." veya "... askerinize geleyim. demişse; aslında, kıyas, bu durumda, bu şâhıstan başkasının, ganimet almasıdır.

Ancak, bu çirkin olur ve hanımı ile çocuklarım da, bu şahsın emâ-nına dâhil etmemiz gerekir.

Bu şahsın yanında, çok sayıda esir bulunur ve: "Bunlar, kölelerim-dir." derse; sözü doğrulanır.

Bu esirler, küçük olurlarsa; bu şahsın yeminine itibar edilir.

Kıyasta ise, onlar, ganimet olurlar.            

Hayvanlar ve bu hayvanlara hizmet edenler de böyledir.

Bu şahsın yanında, erkekler bulunur ve: Bunlar evlâdımdır. derse; sözüne inanılır.

Kıyasan, bunlar, ganimet olur. îstihsânen de ganîmet olurlar. Şayet, bu şahsın  yanında,   çocuklar   bulunur   ve:   "Bunlar, çocuklanmdır. derse; bu sözüne inanılır.

Bu çocuklar, kiyâsen ganîmet olurlar; istihsânen ise, ganîmet olmazlar.

Ancak, bu şahsın, bu sözünün yalan olduğu kabul edilirse; bunların hepsi de ganîmet olur.

Bu şahsın yanında, bulûğa erişmiş kadınlar bulunur ve: "Bunlar, benim kizlarımdır."derse; bu sözüne inanılır. Bu kızlar, kıyâsen ganî­met; istihsânen ise, emân altında olurlar.

Bu gibi mes'elelerde asıl olan:

Nefsi için emân isteyen şahıslar, umumiyetle, bu emâna başkalarım tâbi kılmazlar.

Ancak, ekseriyetle, bir kişi, yalnız nefsi için emân istemez. Nefsi ile birlikte, emâna başkalarım da dahil eder.

Buna göre, emân isteyen kimsenin anası, ninesi, bacıları, halaları, teyzeleri ve zirahm olan bütün kadınlar emân dileyene tâbi olarak, emân içindedir

Fakat, emân dileyen şahsın, babası, dedesi ve erkek karşdeşleri, onun emânına dâhil olmazlar.

Emân dileyene verilen emân sebebi ile, emân altında bulunan her şahıs; emân dileyen şahsın dediği veya iddia ettiği gibi bilinir.

Emân dileyen şahısla birlikte gelen şahıslar da, o şahsın dediği şekilde tasdik olunurlar.

Şayet, emân dileyenin söylediği doğru olursa; yanında gelenler de, emân ehli olurlar.

Bu şahsın söylediği yalan olursa; yanında gelen kimseler, ganîmet olurlar.

Bu kimse, yanında gelenler hakkında, önce yalan söylemiş; sonra doğruyu bildirmişse; onlar, yine ganîmet olurlar.

Bu şahıs, bu hususta, önce doğru söylemiş, sonra yalanlamışsa; bunun köleleri ve küçük evlatları, emân altında olurlar.

Fakat, bu şahsın, bulûğa erişmiş kadın hizmetçisi hür olduğunu ikrar eder ve emân dileyen şahıs» onların köle olduğunu iddia etmezse; bunlar hür olarak kalırlar.

Bundan sonra, emân dileyen şahsı yalanlar ve köle olduklarım ikrar ederlerse; bu ikrarları sahih olur. Bu, mahsur mes'elesinde zikrolunmuştur.

Müslümanların yanma gelmek üzere, emân dileyen kimsenin emâ­nına, onun elbisesi, kuşandığı silâhlan , bineği, getirebildiği altın, gü­müş ve paralan ile nafakası da dâhildir. Bunların dışında, getirmiş olduğu şeyler ganimettir.

Bu kimsenin emânında, silâhın ve elbisenin mi£Î! de dahildir.

Böyle bir kimse, fazla olarak, ibrişim elbise giyse; kılıçlar kuşama; entarilerini sırtlansa veya sarıklarını sarsa; bu fazlalıklar, kendisinin olmaz. Muhıyt'te de böyledir.

İslâm ordusunun komutanı,—muhasara ettiği— kalenin komu­tanına, bir ihtiyaçtan dolayı, elçi yollar; bu müslüman elçi, gidip, komutanının isteğini tebliğ ettikten sonra; ona: "Komutanım, benim lisanımla, sana ve memlektinin   halkına emân gönderdi; kapıyı aç." der ve bir de, komutanının dilinden, yalancıktan yazılmış bir mektup getirir ve yukarıdaki gibi, yalan şeyler söyler ve bu sözleri söylediği sırada da, bazı müslümanlar hazır bulunur; bunun üzerine, kalenin kapısı açılır ve içeri giren müslümanlar, kalede bulunanları esir alırlar; bunun üzerine, kale komutanı: "Sizin elçinizin, bize, komutanınızın emân verdi diye haber verdiğine, şu müslümanlar şahittirler." der; onlarda, kale komu­tanının   söylediklerinin   doğruluğuna   şahitlik   ederlerse;   bu   kalede bulunan kimseler,  emân altındadırlar.  Ve müslümanlar,  bunlardan aldıkları şeyleri geri verirler.

Fakat, böyle bir mektubu, elçi olmayan biri getirmiş ve o mektuba, kendiliğinden, kale halkının emân altında olduğunu yazmış ve bu mek­tupla gelip: "Ben, komutanın ve müslümanların elçisiyim." demiş olsa; bu durumda, kaledekiler ganîmet olurlar. Zahîriyye'de de böyledir.

İslâm komutanının elçisi, kale komutanına, mektubu verirken: "Filan zât, size emân verdi. Beni de, bunun için gönderdi. Müslümanlar da, komutanın kapısında, size, emân verdiler. Ben de, buraya gelmeden önce, size emân verdim. Ve size çağırdım." der ve bu sözlerini de, bazı müslümanlar işitirlerse; bu kişinin sözünün yalan olması hâlinde, kalede bulunanlar, ganimet olurlar.

Müslümanlardan bir kişi, başka bir şahsı, bir ihtiyacından dolayı, kaleye yollar; o da, işini bitirdikten sonra: "Beni, filan gönderdi. Ve size, emân verdi." diye haber verirse; bu haberi geçersizdir. Serahsî'nin Muhıyti'nde de böyledir.

İslâm ordusunun komutam veya bir müslüman, bir zimmîye: "Onlara emân ver." diye emreder; zimmî de, düşmanlara; "Size emân verdim." veya "Filân, bize, emân verdi." derse —ki bunlar müsâvîdir—; bu düşmanlar emân altında olurlar.

Bu zimmîye yetki veren şahıs: "Ona söyle ve size filân şahıs emân verdi de." der; zimmî de, düşmanlara: "Filân şahıs, size, emân verdi." derse; bu durumda, o düşmanlar, emân altındadırlar.

Fakat, bu durumda, o zimmî, düşmanlara: "Ben, emân verdim." derse; bu emân bâtıl (= geçersiz) olur. Zehıyre'de de böyledir.

Bir kaleyi muhasara etmiş olan müslümanların komutam,kalede-kilere: "Ne zaman, size emân versem; emânım geçersizdir." veya "Size, emân yoktur." yahut "... size bıraktım." der ve sonra da, onlara emân verirse; bu komutanın emânı, boş, faydasız ve geçersizdir.

Bir münâdî (= çağına), komutanın emri üzerine, askerlere: "Her. kim, kale ehline emân verirse; onun emânı geçersizdir." diye nida ettikten sonra; bir müslüman, kaledekilere emân verirse; onun emânı caiz ve geçerlidir.

Şayet, ordu komutanı, kaledekilere nida edilmesi için emir verse veya onlara yazı ile yahut elçi göndererek: "Müslümanlardan her kim, size emân verirse, ona, itimat etmeyin. Onun emânı, gerçekten geçersizdir." dedirtir veya böyle yazar da, daha sonra, bir müslüman, onlara emân verir ve bu emân üzere, onlar, kaleden çıkarlarsa; bu durumda, bu kâfirler ganîmet olurlar.

Komutan, kale ehline: "Size emân yoktur. Bir müslüman, size, emân verse bile, ben emân verene kadar... —Size, emân yoktur—" dedikten sonra; bir müslüman, onlara gelerek: "Ben, size, komutanın elçisiyim. Size, gerçekten emân verdi." der; onlar da, kaleden inerlerse; bunlar emân altında olurlar.

Bu şahıs, yalancı olsa bile, hüküm böyledir.

Bu komutan, kaledekilere: "Size, emân yoktur. Bir mü'min size emân verse veya benden bir mektup getirse bile... Tâki, bizzat ben, size, emân verinceye kadar..." derse; mes'ele, yine hâli üzeredir ve kaleden çıkanlar ganimettir.

Şayet, komutan, kaledekilere, bir elçi göndererek, emân verdiğini onlara tebliğ ederse; bu durumda, kaledekiler, emân altındadırlar.

Komutan, kaledekilere: "Size, emân verirsem; emânın bâtıldır."

dedikten sonra; onlara, emân verirse; bu emân sahih olur. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Harbîlere âit bir kaleyi veya bir şehri kuşatan müslümanlar dan, harbîler, "Allahu Teâlâ'nın hükmü üzerine vazgeçmelerini" isteseler; müslümanların, bu şekilde vazgeçmeleri uygun olmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Müslümanlar, bunları, Allahu Teâlâ*nm hükmüne göre, kalele­rinden indirdikleri halde, onlar, böyle olmazlarsa; komutan, onları islâma da'vet eder.Müslüman olurlarsa; hepsi de hür olurlar.Mallan, karıları ve çocukları kendilerine geri verilir.    Yurtlan, islâm yurdu; arazîleri, öşür arazîsi olur.

Bunlar, islâmı kabul etmekten kaçınırlarsa; o zaman, ehl-i zimmet olurlar. Üzerlerine cizye vaz edilir. Arazîleri de, haraç arazîsi olur.

Bunlar, köle edilmezler; öldürülmezler. Sığındıkları yere gönderilmezler.

Harbîler, müslümanlardan bir şahsın vereceği hükme razı olarak, kalelerinden çıksalar; bu da caizdir.

Bu şahsın, onların öldürülmesi yahut esir edilmesi veya zimmet altına alınmaları tarzında hüküm vermesi hâlinde, bu hüküm caiz olur.

Fakat, bu müslümanın, harbîlerin, kalelerine dönmelerine hük­metmesi caiz olmaz.

Şayet, hüküm verilmeden önce; birisi ölür veya öldürüiürse; harbî­ler, Allahu Teâlâ'nm hükmü üzere inmiş gibi olurlar.

Hakem olarak kabul edilen şahıs, hüküm vermekten kendisini ihraç ederse; bu görevden, çıkmış olur.

Bu hakem, filan şahsın dönmesine hüküm verdikten sonra, o şahsın, öldürülmesine hükmederse; bu hüküm, istihsânen, sahih olmaz. Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Harbîlerin, hükmüne razı olarak, inmiş bulundukları müslüman şahıs; fâsık olduğu için, şehâdeti kabul edilmeyen veya kendisine hadd-i kazf uygulanmış bulunan bir kimse olsa bile, bunun verdiği hüküm, her halde, —ister öldürmek, ister esir etmek olsun veya başka bir şey olsun— caizdir. Muhıyt'te de böyledir.

Nevâzil'de şöyle denilmiştir:

Harbîlerin, kendisine hadd-i kazf tatbik edilmiş bulunan veya kör olan bir müslümanm, hükmüne razı olarak inmiş olmaları caiz olmaz. Tatarhâniyye'de de böyledir.                         

Bu harbîler hakkında, bir kölenin veya hür ve aklı eren bir çocuğun hükmetmesi de caiz c'maz.

Bununla beraber, bu şahısların hükmüne razı olarak, kalelerinden inerlerse, — Allahu Teâla'nın hükmü üzere inenler gibi— ehl-i zimmet olurlar.

Bu harbîler hakkında, bir zimmî, hakemlik edip, onların öldürül-- melerine ve çocuklarının esir edilmesine veya başka bir şeye hükmederse; bu hüküm caiz olur.

İmâm Muhammed (R.A.), bu hususu, Siyer-i Kebîrinde zirkretmiş ve: "Eğer, zimmî, bu harbîler hakkında, hüküm vermeden, onlar, müs-lüman olmuş bulunurlarsa; bu zimmînin, onlar hakkındaki hükmü geçersiz olur. Bu hüküm, ister, ölüm; ister, esaret veya başka bir şey olsun farketmez.

Bu durumda, islâm komutanı, artık, bunları hür kılar. Bunlar hakkında, yapılacak başka bir şey yoktur." buyurmuştur.

Bu harbîler hakkında, bir kadın hakemlik etmiş olsa; hükmettiği her şey —ölüm hariç— caizdir. Bu kadının, ölümle hükmetmesi ise, caiz olmaz. Ziyâdât'ta da böyledir.

Bu hususta, ehl-i harbin elinde esir bulunan bir müslümanm, hü­küm vermesi sahih değildir.

Keza, bu hususta, harbîlerin diyarında ticâret yapan bir müslüman tüccarın, hükmü de, sahih olmaz.

Keza, bu hususta, dâr-i harpte müslüman olmuş bir şahsın hükmü de, sahih olmaz.

Keza, müslüman asklerin arasında bulunan, bir harbînin de, hakemliği sahih olmaz.

Siyer-i Kebîr'de şöyle denilmiştir:

Ehl-i harp, filân adamın vereceği hükme göre, kalelerinden inecek-. ierini şart koşarlarsa; bu şahıs, aralarında, bir şeyle hükmederse, bu hükmü geçerlidir.

Şayet, bu şahıs, aralarında bir şeyle hükmetmezse; harbîler, tekrar kalelerine dönerler.

Harbîler: "Biz, filanın hükmü üzerine ineriz; buna karşılık, bizim kalemize dönmemize hükmederse..." diye şart koşarlarsa; müslüman-lann, bu şart altında, harbîlerin kalelerinden inmelerine razı olmaları uygun olmaz.

Harbîler, bu şartla inmiş olsalar bile, müslümanlar, onları, kalele­rine geri döndürmezler.

Bununla beraber, müslümanlar, bu şartla, harbîleri indirdikten sonra, hakem, bunların tekrar kalelerine dönmelerine hükmetse; bu hüküm geçerli olur ve harbiler tekrar yerlerine dönerler.

Nevâdir'de, İbn-i Sema'a, İmftm Muhammed (R.A.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

îslâm askerinin komutanı, kale ehlinden filan şahsa köle olmak üzere, bir kavme emân verir; onlar da, bunu kabul edip, giderlerse; bunlar ganimettirler; sadece o adamın kölesi olmazlar.

Bunlar, emân isterler ve bu istekleri de, kabul edilirse, emân altında olurlar; kabul edilmezse, kalelerine döndürülürler.

Bunlar, kalelerinden, kendilerine, islâm arzedilmek üzere indikleri halde, müslüman olmayı kabul etmezlerse, bu durumda, kalelerine dönmelerine müsaade edilir.

Müslümanlar, bunları öldürmezler, kadınlarını ve çocuklarını da esir etmezler. Haraç vermeye razı olurlarsa, bu kabul edilir. Bundan sonra, bunlar, sürgün edilmezler.

Kalede bulunanlardan bir kısmı, filan şahsm haklarında vereceği, hükme razı olarak, kalelerinden çıkar ve sonra da, kalenin kapısını açarlarsa; kaledekiler öldürülse bile; kaleden çıkanlar, çıktıkları şart

üzeredirler.

Harbîler, kalelerine dönmek şartı ile inseler ve buna da, müslü­manlar razı olmasa; bunların kaleleri yıkılır ve emniyet açısından daha zayıf bir kaleye döndürülürler.

Kale halkı toplanıp, bu sulh üzere inerlerse; müslümanlar, onları öldürmezler .Fakat, öldürmeleri hâlinde de bir şey gerekmez; ancak, gü­nahkâr olurlar.

Harbîler, bizzat komutanın, kendileri hakkında hüküm vermesi üzerine inseler; bu durumda, komutan da, askerlerden bir fert gibidir.

Harbîler, kaleden, Allahu Teâla'nın ve filan şahsın hükmü üzere çıksalar; bu durum, Allahu Teâla'nın hükmü üzere çıkmakla müsavidir.

Harbîler, filanın ve filanın hükmü üzerine, kaleden çıksalar ve bu şahıslardan biri ölse; diğerinin hükmü caiz olmaz.

İmâm Muhammed (R.A.), Müntekâ'da şöyle buyurmuştur: Fakat, iki taraf da, sağ kalan hakemin hükmüne razı olurlarsa; bu durumda, bu kişinin hakemlik yapması caiz olur.

Hakemlerin ikisi de sağ olmasına rağmen, taraflar, birinin hükmü hakkında ihtilafa düşer ve diğerinin hükmüne razı olurlarsa; bu durumda da, bu iki hakemden, sadece birinin nükmü de, caiz olur.

Bu iki hakemden birisi, ehl-i harbin öldürülmesine ve evlâdü ıyâlinin esir edilmesine hüküm verdiği halde; diğeri, hepsinin esir edil­mesine hükmederse; bu durumda, harbîler öldürülmezler. Kadın-erkek, hepsi de ganimet olurlar.

Bu hakemlerden ikisi de,harbîlerin öldürülmesine; kadınlarının ve çocuklarının esir edilmesine hüküm verirse; komutan muhayyerdir: İsterse, hakemlerin dediği gibi yapar; isterse, kadın-erkek,hepsini gani­met edinir.

Harbîler, kaleden, bir kişinin hükmü üzerine indikleri halde; onun adını söylememiş olurlarsa; komutan, en efdal olan şahsı seçer.

Bu harbîler, hüküm verildikten sonra, fakat, bu hüküm hâlğm tarafından infaz edilmeden önce, müslüman olurlarsa; artık, bunların hepsi de hürdür.

Bir hakem, harbîlerden, —onlara gadredeceği korkusu ile— idare­cilerin öldürülmesine, kalanların da esir edilmelerine hükmetse; bu hü­küm caiz olur.

Hakem, harbî erkeklerin öldürülmesine; kadın ve çocuklarının da esir edilmesine hükmederse; erkekleri öldürülür; kadın ve çocukları ise esir edilir. Arazileri de fey olur.

Hükümdar isterse; bu arazînin beşte birini alır; kalanını askerlere taksim eder. İsterse, olduğu gibi, oranın valisinin idaresine bırakır. Ve valiye, bu arazîyi imar etmesini ve haracım —toplayıp— göndermesini, —ehl-i zimmette yapıldığı gibi— emreder.

Şayet, hakem, harbîler kaleden çıkmadan ölürse; bunlar, kalelerine dönerler.

Ancak, bu harbîler arasındaki müslümanlar, kalelerine döndürül­mezler. Çünkü, bu müslümanlardan hür olanlar, meccânen; köleler ise kıymetlerini ödeyerek, harbîlerden ayrılırlar.

Keza, bu harbîlerin yanında bulunan ve bizim ehl-i zimmetimiz olan kimseler de, onlarla, kaleye dönmezler.

Keza, harbîlerden, müslüman olmuş bulunduğu halde, onların elleri altında olan kimseler de, müslümanlardan yardım isterlerse; onlarla geri dönmezler.

Harbîlerin geri döndürülmeleri îcâbeden her durumda, bunlar, ancak ve ancak, çıkıp, bize geldikleri yere döndürülürler; oradan başka bir yere gönderilmezler.

Bu harbîler, sayıca kendilerinden daha çok olan, askerlerin yanına da döndürülmezler. Muhıyt'te de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), şöyle buyurmuştur: Müslümanlar, kale halkından bir şartsa: "Eğer, sen, bize şöyle şöyle

yol göstericilik yaparsan; emândasın." veya "... sana emân verdik." derler; o da, yol göstericilik yaparsa; imâm (= devlet başkanı, komutan) muhayyerdir. İsterse, onu öldürür; isterse, esir eder.

Şayet, müslümanlar, o harbî'ye: "Şuna, şuna delâlet edersen; sana emân verdik." derler ve fazladan bir şey İstemezler; o da, delâlette bulunmazsa; —İmâm Muhammed (R.A.)'in bu hususta bir kavli bulunmamakla birlikte— bu mes'elenin cevabı, o şahsın, emân altında olduğudur. Komutanın, onu, Öldürmesi veya esir etmesi helâl olmaz.

Bir kısım İslâm asklerleri, dâr-i harbe girer; onların kalelerine uğrar veya şehirlerine varır; Ve bu müslümanlarm, o harbîlere güçleri yetmez; bu sebeple başka bir yere gitmeyi murad ederler; bu harbîler ise; rnüs-lümanlara: "Şu nehrimizin suyundan içmemeye söz verin ki, bizden ayrılıp gidene kadar, sizinle savaşmayalım ve sizi takip etmiyelim." derler ve böyle bir söz vermede de müslümanlar için bir menfaat bulu­nursa; harbîlere, bu şekilde söz verirler.

Bu şekilde söz verdikten sonra da, artık, müslümanlarm, o sudan içmeleri ve hayvanlarını sulamaları uygun olmaz.

Böyle bir durumda, müslümanlarm, o sudan içmelerinin, harbîler için zararlı olduğu bilinsin veya bilinmesin, müslümanlarm o suya ihtiyaçları varsa; harbîlere haber göndermeleri münasip olur.

Ancak, su gayet çok olur ve müslümanlarm içmesinden dolayı, harbîlerin zarara uğramıyacağı açıkça bilinirse, harbîlere haber göndermeden, müslümanlar, o sudan içerler ve hayvanlarını suvarırlar.

Otlak hakkındaki cevap da, su hakkındaki cevabın benzeridir.

Şayet, bu harbîler: "Bizim ziraatımızdan, ağaçlarımızdan ve mey­velerimizden hiç birine taarruz etmemeye söz verin." derler ve müslü­manlar da, böylece söz verdikten sonra, onlara ihtiyaçları olsa bile, taarruz etmeleri münasip olmaz. Bunda, harbîler için bir zarar olsun veya olmasın, müsîümanların, onlara haber yollayıp, bu haberi onlara ulaştırmadan, "mezkur şeylerden istifâde etmeleri uygun olmaz.

Şayet, bu harbîler: "Bizim otlarımızı ve ziraatimizi yakmamaya söz verin.'* derler; biz de böyle söz verirsek; üzerimize düşen, onların, ziraatlerini ve otlarım yakmamamızdır. Ancak, onlardan yemekte ve hayvanları otlatmakta bir sakınca yoktur.

Şayet, bu harbîler: "Bizim otlarımızı ve ziraatimizi yakmamaya söz verin." derler; biz de, böyle söz verirsek; üzerimize düşen, onların ziraatlerini ve otlarını yakmamamızdır. Ancak, onlardan yemekte ve hayvanları otlatmakta bir sakınca yoktur.

Keza, bu harbîler: "Ziraatimizden yemeyin; otlarımızda da, hay­vanlarınızı otlatmayın." derler; biz de, böylece söz verirsek, bizim yememiz münasip olmadığı gibi, hayvanlarımızı otlatmamız ve yak­mamız da uygun olmaz.

Bu gibi mes'elelerde asıl olan:

Bir şey karşılığında verilen emân, emândir. Misli üzerine, bundan fazlası zarardır ve emân olmaz.

Bunun içindir ki, "Ziraatimizi yakmamaya söz verin." dedikleri zaman, onu yakmak uygun olmaz. Zehıyre'de de böyledir.

Harbî olan şehrin ahâlisi, bu müslüman askerlere: "Şu yoldan geçmemeye söz verin. Buna karşılık, biz, sizden, hiç bir kismeyi öldür­meyiz ve esir etmeyiz." deseler; şayet, böylece söz vermek, müslümanlar için faydalı ise, bu şekilde söz vermekte bir sakınca yoktur.

Eğer, diğer yol uzak veya zor olur ve müslümanlar da, başka yoldan değil de, —"geçmeyin" denilen bu yoldan gitmek isterlerse; —harbîlere haber yollayıp, bu haberi onlara ulaştırmadıkça— o yoldan gitmeleri doğru olmaz.

Bu müslümanlar, o harbîlerden kimseyi öldürmezler ve esir almazlar.

Burada emân, katle ve esarete karşılık, ta'yin edilen yoldan geçmektir.

Şayet, bu harbîler, "bizim, köylerini, harap etmememizi" şart koşmuşlarsa; bizim, köyde, bulduğumuzu almamızda, bir beis yoktur.

Çünkü, emân, tahrip etmemek üzeredir. Eşyalarını ve yiyeceklerini almamak şartı ile verilmiş bir emân değildir.

Şayet, bu harbîler, "bize isabet eden esirlerini, öldürmemizi" şart koşarlarsa; onları esir almamızda, bîr beis yoktur.

Şayet, bu harbîler, "kendilerinden, esir almamamızı" şart koşarlarsa;  onları  öldürmemiz de,  esir etmeniz de,  uygun olmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Harbîler, müslümanlara: "Bize, emân verin de, kaleyi size açalım." ve "İslamı bize arzedin de, müslüman olalım." derler ve sonra da, müslüman olmaktan kaçınırlarsa; bu durumda, onlar, kalelerinden çıktıkları için, müslümanlara karşı emân altındadırlar.

Sonra, onlara, müslüman olmaları şart koşularak haber gönderilir. Bu durumda, bu harbîler, müslüman olmaktan kaçınırlarsa; artık, aramızda, emân yoktur.

İslama razı olurlarsa, mes'ele hâli üzeredir.

îslâmdan kaçınmaları hâlinde, onları öldürmekte ve esir etmekte, bir beis yoktur.

Bu harbîlerden bir kısmı, islâmı kabul eder; diğer bir kısmı ise kabul etmezse; kabul edenler, hürdürler; kabul etmiyenler ise, ganimettirler.

Komutan, islamı kabul etmiyenleri, fey kıldıktan sonra; bunlar müslüman olsalar; öldürülmezler; fakat, ganimet olurlar.

Ancak, bunlara, islâm arzedildiği halde, müslüman olmazlar ve müslümanlığı kabul edene kadar da, fey olmalarına hükmedümezse; bu durumda, bunlar, istihsanen hürdürler.

Bir harbî, kaleden çıkacağı zaman: "Buna, islâmı arzetmeniz üzere; bana emân veriniz. Eğer, üç güne kadar müslüman olursam ne âlâ! Aksi takdirde, bana emân yoktur." der; sonra, ona, islâm arzo-lun.ur ve bu andan itibaren, geceli gündüzlü, üç gün mühlet verilir ve bu müddet, o şahıs müslüman olmadan geçerse; bu harbî, —hakimin hü­küm vermesi gerekmeden— ganîmettir.

Bu harbî: "Eğer, üç güne kadar, müsîüman oldumsa oldum; aksi takdirde, sizin kölenizim.'' derse veya bütün kale halkı böyle söylerlerse; bu durumda, bunlar, müslümanlarm zimmetindedirler. Zimmîlerin uyması gerekeaşartlara, bunlar da uyarlar.

Bir harbî: "Bana, emân verin. Çıkıp, islâm olacağım, "derse; o, çıktıktan sonra, müslüman olana kadar, emân altındadır. Şayet, müs­lüman olmazsa, ona, kalesine dönmesi tebliğ edilir.

Bir harbî: "Bana, emân ver. Çıkıp, sana, yüz dinar vereceğim." der; bu teklifi kabul edilir ve çıkar; sonra da, yüz dinarı vermeyi kabul etmezse; bu emân, askıdadır.

Bu şahıs, çıktıktan sonra, dinarları vermeyi kabul ederse; emân altında olur. Bu dinar da, —emân veren— müslümanm olur.

Bu harbî, dinarları vermekten kaçınırsa; vermesi için hapsedilir. Bu şahıs, —hakkında emân sabit olduğu için— fey olmaz.

Bu harbî, ne zaman dinarları Öderse; o zaman, hapisten çıkarılır.

Emniyet altında bulunacağı yere gitmesi için, yolu serbest bırakılır.

Bu şahıstan mes'ûliyet kalkmaz. Mes'ûliyet, ancak, bu şahsın islâmı kabul etmesi veya onunla zimmet sözleşmesi yapılması hâlinde kalkar.

Keza, harbîlerle, onlara köle vermek üzere anlaşılmış olursa; orta halli bir köle veya onun kıymeti verilir.

Bir harbî, müslümanlara: "Size varıp, yüz dinar vermem karşılığında; bana, emân veriniz. Eğer, size, onu vermezsem; bana emân yoktur." veya "Size varıp, yüz dinarı verince, ben eminim." der ve sonra da gelir; dinarlar istenince de, vermekten kaçınırsa; bu şahıs, kıyâsen fey olur; istihsânen ise, imâmın huzuruna çıkarılıp, onun, dinarları vermesini emretmesine kadar, fey olmaz. Bu durumda da, dinarları vermekten kaçınırsa; bu harbî, fey olur.

Muhasara altındaki harbîlerden bir şahıs: "Bana, emân veriniz; buna karşılık, size, yüz esirin yerini haber vereyim." der ve bunun karşılığında ona emân verilir ve gelir; haber verdiği yere, onunla gidildiği halde, orada bir kişi'bile bulunmaz ve bu durumda: "Burada idiler; gitmişler. Nereye gittiklerini bilmiyorum." derse; o şahıs, geldiği yere, geri gönderilir.

Bu şahıs: "Esirler, benim yanımdadir. Yüz esire karşılık, bana, emân veriniz." derse; mes'ele, yine hâli üzeredir.

Bu şahıs, sonradan, sözünü yerine getirmezse; komutan, onu öldürür.

Muhasara altında bulunan bu harbî: "Eğer, dediğini yapmazsam, size fey olayım." veya "... köle olayım." der ve sonra da, dediğini yapmazsa; bu şahıs, müslümanlar için, fey'dir. Müslümanların, o şahsı Öldürmeleri, helâl olmaz.

Şayet, bu harbî: "Bana, emân veriniz; buna karşılık, size, içinde yüz kişi bulunan bir köy göstereyim." der ve müslümanlar, henüz, o göstermeden, o köyü öğrenseler; bu, onun göstermesi sayılmaz. Ve o şahıs, müslümanlar için fey olur.

Ancak, o şahıs, mezkur köyün yolunu gösterir; müslümanlar da, o yolda giderek, -dah? or-.ya varmadan— yerlerini öğrenir veya, harbî, köydekilerin yerlerini tarif ettiği halde, müslümanlarla beraber gitmezse; müslümanlar bu tarif üzere gidip, onları bulurlarsa; bu durum, "gösterme" olur.

Keza, bir harbî: '--Bana, emân veriniz; buna karşılık, size onun, ehlıyâlini göstereyim. Eğer, böyle yapmazsam, emân yoktur." der ve gelince de, müslümanların, onun yolunu bulmuş olduğunu görür ve: "İşte, benim de, size göstereceğim bu idi." derse; bu, bir şey değildir.

Şayet, bu harbî: "...Size, bu kalenin yolunu gösteririm." der ve kaleden çıkmca da, müslümanları, o yolu bulmuş olarak görürse; bu durumda, bu şahıs, emân altındadır.
Bu kimse, gerektgiğinde, bu kaleye veya bu şehre yol göstericilik yaparsa; sözünde durmuş sayılır. Serahsî'nin Muhıytt'nde de böyledir. [42]