Sulh
Bir komutan, harp edilen kâfirlerin veya bunlardan bir fırkanın sulh istediğini görürse; müslümanlann, sulh yapmalarında bir beis yoktur.
Komutan, savaşılan kâfirlerin anlaşma istediklerini görür ve bunun karşılığında mal alacağım anlarsa; bu durumda, anlaşma yapılmasında bir beis yoktur.
Ancak,bu hükmün geçerli olabilmesi içinjanlaşma yapmanın, müs-lümanlar için bir ihtiyaç olması gerekir. Böyle bir ihtiyaç yoksa; kâfirlerden mal alarak, anlaşma yapmak caiz olmaz.
Bu hüküm, kâfirlerin sahalarına inilmediği ve onların elçi gönderdikleri zaman geçerlidir.
Fakat, İslâm askerleri, düşmanın etrafını sarmış ve sonra da mallarını almışsa; bu durumda, bu mallar ganimettir. Beşte bir ayrıldıktan sonra, kalanı, askerlerin arasında taksim edilir. Hîdâye'de de böyledir.
Komutanın izni olmadan, müslümanlardan bir topluluk, kâfirlerin talep ettiği anlaşmayı yaparlarsa; bu anlaşma caizdir ve müslümanlann buna uyması gerekir.
Çünkü, bu bir emândır. Bir kişinin emânı bile bir cemâatin ernânı demektir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir müsiüman, ehl-i harbden biri ile, senede bin dinar üzerine, anlaşma yapmış olsa; bu anlaşma, komutanın haberi olmasa bile caiz olur.
Bu anlaşmanın müddeti tamam olup, mal alınınca, bu mal, beytü'1-mâle konur.
İslâm komutanı, sene geçmeden, bu anlaşmadan haberdar olursa; duruma bakar: Şayet, bu anlaşmanın zamanının tamamlanmasında, müsiümanların menfaati varsa; zaman tamamlanır ve komutan o malı alır.
Şayet, anlaşmanın bozulmasında fayda görürse; mallarını harbîlere iade eder ve durumu onlara bildirir. Ve onlarla savaşır.
Eğer, senenin yarısı geçmişse; komutan, istihsânen, harbîlerin mallarının tamamını iade eder. Sera h sı" n in Mııhıyti'nde de böyledir.
Bir müslüman, harbîlere: "Ben, sizinle, bin dinara, anlaşma yaptım." dedikten sonra; imâm (= devlet başkanı veya komutan), senenin bir kısmı geçmiş, bir kısmı durmakta iken, bu anlaşmayı bozarsa; hesap yapılır ve buna göre kalan kısım, harbîlere iade edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Seneliği bin dirhem olmak üzere, üç seneliğine anlaşma yapılıp, malın da tamamı alındıktan sonra; hükümdar bu anlaşmayı, bir sene geçtikten sonra bozsa; bu durumda, mallarının üçte ikisi, bu harbîlere geri verilir.
Çünkü, bu anlaşma, öncekinin hilâfına, isimlerin ayrılığına göredir. Öncekinde, tek sözleşme vardır; Bir sene. Mal da, bir kelime ile söylenmiştir. Serahsî'nin Mafııyti'nde de böyledir.
İmâm (= devlet başkanı veya onun naibi olan komutan), fayda mülâhaza ederse; bu gibi sözleşmeler, on seneden fazla müddet içinde, yapılabilir. Ihtiyâr'da da böyledir.
Müslümanları kuşatmış bulunan düşmanlar, onlara, mal vermeleri karşılığında anlaşma yapma talebinde bulunsalar; helak korkusu yoksa, islâm komutanı, bu talebi yerine getirmez. Hidâye'de de böyledir.
Düşmanlar, İmâm'dan (= devlet başkanından, komutandan) belli seneler için, müslümanlara, her sene belli şeyler vermek üzere anlaşma talebinde bulunsalar ve şartları arasında "beldelerinde islâm ahlâkının câri olmaması" da bulunsa; imâm, müslümanlar için faydalı görmemesi hâlinde, bu anlaşmayı yapmaz.
Şayet, müslümanlar için, böyle bir anlaşma yapmakta fayda varsa; bu anlaşma yapılır.
Harbîler, bir sene, müslümanlara yüz kişi vermek üzere anlaşma teklif etseler; burada iki vecih vardır:
Ya, onların kendilerinin dışında, yüz baş üzere, anlaşma yaparlar. Veya, bizzat, kendileri üzerine anlaşma yaparlar.
Şayet, sulh, onların hâricinde yüz. baş üzerine, yapılmış olduğu halde; şartın, kendi nefisleri veya evlatları ile yerine getirilmesi, caiz olmaz. Fakat, akrabalarından olursa, bu caiz olur.
Yapılan sulh, kendi nefislerinden ve evlâtlarından, yüz baş üzerine olur ve "Birinci sene, size inanıyoruz. Ve size, gelecek üç sene için, kölelerimizden, yüz baş vereceğiz." derlerse; bu sulh, caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Harbîler, anlaşmada şart koşar ve Müslümanlar: "Sizden, bize, müslüman olarak gelenleri, geri size vereceğiz." derlerse; bu anlaşma geçersizdir. Ve bu anlaşmaya, müsiümanların vefa göstermesi gerekmez. Kâfi'de de böyledir.
İslâm komutanı, sulh yaptıktan sonra, sulhu bozan bir şey görürse; durumu harbîlere bildirir ve onlarla savaşır.
Onlara bildirmesi, emân olur.
Düşmanlar dağınık iseler, îlâm (= haber verme) gerekir.
Şayet, dağınık değillerse ve kendilerine, bir müslüman gizlice emân vermişse; bu îîam kâfi gelir. Bundan sonra, onlarla savaşmak, hükümdarları, memleketinin her tarafına haberi bildirip, toplanın-caya kadar, caiz olmaz.
Şayet, düşman askerleri, kalelerinden çıkıp, beldelerine dağılmışlar ve islâm askerlerinin arasına da girmişler veya emân sebebi ile kalelerinden çıkmışlarsa; hepsinin emniyeti yerlerine dönüp, kalelerini tamir etmeleri ve gadre uğramaktan korunmuş olmaları beklenir.
Bu hüküm, yapılan sulhun zamanının, henüz tamamlanmamış bulunduğu zaman geçerlidir.
Fakat, bu müddet geçmişse; geçmesi ile birlikte, sulh bozulmuş olur.
Bu durumda, sulhun bozulduğunu onlara haber vermek gerekmez. Tebyîn'de de böyledir.
Müslümanların, harbîlere karşı, haddi tecâvüz etmeleri, onların topraklarına saldırmaları, sulh, baki olduğu müddetçe kat'ıyyen uygun olmaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Şayet, bu gibi suçlarda, onlar öncülük etmiş olurlarsa; böyle bir ittifakları olduğu zaman, onlara haber verilmez ve savaşırlar. Hidâye'de de böyledir.
Anlaşma yapılan yerden, bir kâfir topluluğu ayrılır; bunların bir başkanı olmaz ve bunlar dâr-i isiâmda yol keserlerse, bu davranış, ahdi bozmak olmaz.
Şayet, bunlar, hükümdarlarının izni olmaksızın, başlarında, bir başkanları olduğu halde çıkıp; dâr-i islâmda yol kesseler; onların hükümdarları ve memleket ahâlileri ile anlaşma mevcutsa; müslümanlarm, onları öldürmelerinde, esir alıp, köle etmelerinde bir beis yoktur.
Şayet, bunlar, hükümdarlarının izni ile çıkmışlarsa; bu davranışları, tamamı hakkında ahdi bozmak olur. Fetâvâyi Kerhî'de de böyledir.
Müslümanlarla, bir harbî kavim arasında, anlaşma mevcut iken, başka bir diyar-ı harbden bir şahıs çıkıp, o beldede, müslümanlarla savaşır ve müslümanlar bu şahsı yakalarsa; o kimse bulunduğu diyarda emniyet altında olduğu için, müslümanlarm, bu durumda, onu öldürme, malını alma ve evlâd-ü lyâlini köle etme haklan yoktur.
Bu şahısla, müslümanlar, anlaşma yapılmamış bulunan bir dâr-i harbde savaşırlar ve müslümanlar onlardan birini esir alırlar; esir alınan şahıs da, anlaşma yapılmış bulunan harbîlerin beldesinden olursa; bu ganîmet olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Zimmîler, anlaşmalarını bozdukları zaman, kendileri ile anlaşma yapılmış olan diğer müşrikler gibidirler. Onlardan, sulh mukabili mal almak caiz olur. Çünkü, onların cizyeyi terk etmeleri, caiz olmaktadır. Ihtiyâr'da da böyledir.
Korku zamanında, mürtedlerle sulh yapılabilir. Bu durumda, onların yurtları dâr-i harp olmuş olur.
Şayet, onların mallarını almakta, muhayyerlik varsa; mallan alınır ve geri de verilmez.
Çünkü, bu mürtedlerin malları, müslümanlar için, bir ganimettir.
Ehl-i bağy'in mallarını almak ise, bunun hilâfmadır. Bunların malları, savaştan sonra, geri verilir. Çünkü, bunların malları ganîmet değildir.
Ehl-i bağy'in malları, harp sırasında geri verilmez. Çünkü, bu durumda, bu mallar, savaşta onlara faydalı ve yardımcı olur. Nehru'l-Fâıfc'ta da böyledir.
Puta tapan araplar, anlaşma yapma hususunda, mürtedler gibidirler.
Bunlar, ya müslüman olurlar veya kılıçtan geçirilirler. Başka bir ihtimal yoktur.
Ordu komutanının veya müslümanları sevkü idare eden şahsın, ehl-i harbin hediyesini, kabul etmesi mekruhtur. Şayet almışsa; onu, müslümanlara, ganîmet olarak dağıtır. [34]
Komutan, savaşılan kâfirlerin anlaşma istediklerini görür ve bunun karşılığında mal alacağım anlarsa; bu durumda, anlaşma yapılmasında bir beis yoktur.
Ancak,bu hükmün geçerli olabilmesi içinjanlaşma yapmanın, müs-lümanlar için bir ihtiyaç olması gerekir. Böyle bir ihtiyaç yoksa; kâfirlerden mal alarak, anlaşma yapmak caiz olmaz.
Bu hüküm, kâfirlerin sahalarına inilmediği ve onların elçi gönderdikleri zaman geçerlidir.
Fakat, İslâm askerleri, düşmanın etrafını sarmış ve sonra da mallarını almışsa; bu durumda, bu mallar ganimettir. Beşte bir ayrıldıktan sonra, kalanı, askerlerin arasında taksim edilir. Hîdâye'de de böyledir.
Komutanın izni olmadan, müslümanlardan bir topluluk, kâfirlerin talep ettiği anlaşmayı yaparlarsa; bu anlaşma caizdir ve müslümanlann buna uyması gerekir.
Çünkü, bu bir emândır. Bir kişinin emânı bile bir cemâatin ernânı demektir. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Bir müsiüman, ehl-i harbden biri ile, senede bin dinar üzerine, anlaşma yapmış olsa; bu anlaşma, komutanın haberi olmasa bile caiz olur.
Bu anlaşmanın müddeti tamam olup, mal alınınca, bu mal, beytü'1-mâle konur.
İslâm komutanı, sene geçmeden, bu anlaşmadan haberdar olursa; duruma bakar: Şayet, bu anlaşmanın zamanının tamamlanmasında, müsiümanların menfaati varsa; zaman tamamlanır ve komutan o malı alır.
Şayet, anlaşmanın bozulmasında fayda görürse; mallarını harbîlere iade eder ve durumu onlara bildirir. Ve onlarla savaşır.
Eğer, senenin yarısı geçmişse; komutan, istihsânen, harbîlerin mallarının tamamını iade eder. Sera h sı" n in Mııhıyti'nde de böyledir.
Bir müslüman, harbîlere: "Ben, sizinle, bin dinara, anlaşma yaptım." dedikten sonra; imâm (= devlet başkanı veya komutan), senenin bir kısmı geçmiş, bir kısmı durmakta iken, bu anlaşmayı bozarsa; hesap yapılır ve buna göre kalan kısım, harbîlere iade edilir. Muhıyt'te de böyledir.
Seneliği bin dirhem olmak üzere, üç seneliğine anlaşma yapılıp, malın da tamamı alındıktan sonra; hükümdar bu anlaşmayı, bir sene geçtikten sonra bozsa; bu durumda, mallarının üçte ikisi, bu harbîlere geri verilir.
Çünkü, bu anlaşma, öncekinin hilâfına, isimlerin ayrılığına göredir. Öncekinde, tek sözleşme vardır; Bir sene. Mal da, bir kelime ile söylenmiştir. Serahsî'nin Mafııyti'nde de böyledir.
İmâm (= devlet başkanı veya onun naibi olan komutan), fayda mülâhaza ederse; bu gibi sözleşmeler, on seneden fazla müddet içinde, yapılabilir. Ihtiyâr'da da böyledir.
Müslümanları kuşatmış bulunan düşmanlar, onlara, mal vermeleri karşılığında anlaşma yapma talebinde bulunsalar; helak korkusu yoksa, islâm komutanı, bu talebi yerine getirmez. Hidâye'de de böyledir.
Düşmanlar, İmâm'dan (= devlet başkanından, komutandan) belli seneler için, müslümanlara, her sene belli şeyler vermek üzere anlaşma talebinde bulunsalar ve şartları arasında "beldelerinde islâm ahlâkının câri olmaması" da bulunsa; imâm, müslümanlar için faydalı görmemesi hâlinde, bu anlaşmayı yapmaz.
Şayet, müslümanlar için, böyle bir anlaşma yapmakta fayda varsa; bu anlaşma yapılır.
Harbîler, bir sene, müslümanlara yüz kişi vermek üzere anlaşma teklif etseler; burada iki vecih vardır:
Ya, onların kendilerinin dışında, yüz baş üzere, anlaşma yaparlar. Veya, bizzat, kendileri üzerine anlaşma yaparlar.
Şayet, sulh, onların hâricinde yüz. baş üzerine, yapılmış olduğu halde; şartın, kendi nefisleri veya evlatları ile yerine getirilmesi, caiz olmaz. Fakat, akrabalarından olursa, bu caiz olur.
Yapılan sulh, kendi nefislerinden ve evlâtlarından, yüz baş üzerine olur ve "Birinci sene, size inanıyoruz. Ve size, gelecek üç sene için, kölelerimizden, yüz baş vereceğiz." derlerse; bu sulh, caiz olur. Muhıyt'te de böyledir.
Harbîler, anlaşmada şart koşar ve Müslümanlar: "Sizden, bize, müslüman olarak gelenleri, geri size vereceğiz." derlerse; bu anlaşma geçersizdir. Ve bu anlaşmaya, müsiümanların vefa göstermesi gerekmez. Kâfi'de de böyledir.
İslâm komutanı, sulh yaptıktan sonra, sulhu bozan bir şey görürse; durumu harbîlere bildirir ve onlarla savaşır.
Onlara bildirmesi, emân olur.
Düşmanlar dağınık iseler, îlâm (= haber verme) gerekir.
Şayet, dağınık değillerse ve kendilerine, bir müslüman gizlice emân vermişse; bu îîam kâfi gelir. Bundan sonra, onlarla savaşmak, hükümdarları, memleketinin her tarafına haberi bildirip, toplanın-caya kadar, caiz olmaz.
Şayet, düşman askerleri, kalelerinden çıkıp, beldelerine dağılmışlar ve islâm askerlerinin arasına da girmişler veya emân sebebi ile kalelerinden çıkmışlarsa; hepsinin emniyeti yerlerine dönüp, kalelerini tamir etmeleri ve gadre uğramaktan korunmuş olmaları beklenir.
Bu hüküm, yapılan sulhun zamanının, henüz tamamlanmamış bulunduğu zaman geçerlidir.
Fakat, bu müddet geçmişse; geçmesi ile birlikte, sulh bozulmuş olur.
Bu durumda, sulhun bozulduğunu onlara haber vermek gerekmez. Tebyîn'de de böyledir.
Müslümanların, harbîlere karşı, haddi tecâvüz etmeleri, onların topraklarına saldırmaları, sulh, baki olduğu müddetçe kat'ıyyen uygun olmaz. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Şayet, bu gibi suçlarda, onlar öncülük etmiş olurlarsa; böyle bir ittifakları olduğu zaman, onlara haber verilmez ve savaşırlar. Hidâye'de de böyledir.
Anlaşma yapılan yerden, bir kâfir topluluğu ayrılır; bunların bir başkanı olmaz ve bunlar dâr-i isiâmda yol keserlerse, bu davranış, ahdi bozmak olmaz.
Şayet, bunlar, hükümdarlarının izni olmaksızın, başlarında, bir başkanları olduğu halde çıkıp; dâr-i islâmda yol kesseler; onların hükümdarları ve memleket ahâlileri ile anlaşma mevcutsa; müslümanlarm, onları öldürmelerinde, esir alıp, köle etmelerinde bir beis yoktur.
Şayet, bunlar, hükümdarlarının izni ile çıkmışlarsa; bu davranışları, tamamı hakkında ahdi bozmak olur. Fetâvâyi Kerhî'de de böyledir.
Müslümanlarla, bir harbî kavim arasında, anlaşma mevcut iken, başka bir diyar-ı harbden bir şahıs çıkıp, o beldede, müslümanlarla savaşır ve müslümanlar bu şahsı yakalarsa; o kimse bulunduğu diyarda emniyet altında olduğu için, müslümanlarm, bu durumda, onu öldürme, malını alma ve evlâd-ü lyâlini köle etme haklan yoktur.
Bu şahısla, müslümanlar, anlaşma yapılmamış bulunan bir dâr-i harbde savaşırlar ve müslümanlar onlardan birini esir alırlar; esir alınan şahıs da, anlaşma yapılmış bulunan harbîlerin beldesinden olursa; bu ganîmet olur. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.
Zimmîler, anlaşmalarını bozdukları zaman, kendileri ile anlaşma yapılmış olan diğer müşrikler gibidirler. Onlardan, sulh mukabili mal almak caiz olur. Çünkü, onların cizyeyi terk etmeleri, caiz olmaktadır. Ihtiyâr'da da böyledir.
Korku zamanında, mürtedlerle sulh yapılabilir. Bu durumda, onların yurtları dâr-i harp olmuş olur.
Şayet, onların mallarını almakta, muhayyerlik varsa; mallan alınır ve geri de verilmez.
Çünkü, bu mürtedlerin malları, müslümanlar için, bir ganimettir.
Ehl-i bağy'in mallarını almak ise, bunun hilâfmadır. Bunların malları, savaştan sonra, geri verilir. Çünkü, bunların malları ganîmet değildir.
Ehl-i bağy'in malları, harp sırasında geri verilmez. Çünkü, bu durumda, bu mallar, savaşta onlara faydalı ve yardımcı olur. Nehru'l-Fâıfc'ta da böyledir.
Puta tapan araplar, anlaşma yapma hususunda, mürtedler gibidirler.
Bunlar, ya müslüman olurlar veya kılıçtan geçirilirler. Başka bir ihtimal yoktur.
Ordu komutanının veya müslümanları sevkü idare eden şahsın, ehl-i harbin hediyesini, kabul etmesi mekruhtur. Şayet almışsa; onu, müslümanlara, ganîmet olarak dağıtır. [34]
Konular
- Komutana İtaat
- Savaş Alanında Yardımlaşma
- Savaşla İlgili Bazı Mes'eleler
- Seriyye
- Rıbat
- 2- SAVAŞ NASIL YAPILIR ORDUNUN SAYILMASI
- İslâm Ordusu Dâr-i Harbde
- Kâfirler Kaç Sınıftır?
- Kendilerinden Cizye Alınması Caiz Olmayan Kâfirler
- Kendilerinden Cizye Alınması Caiz Olan Kâfirler
- Kendilerinden Cizye Alınıp Alınmayacağı İhtilaflı Olan Kâfirler
- Önce İslama Da'vet, Sonra Savaş
- Müslüman Savaşta Nasıl Davranır
- Kudürî'ye Göre Kâfirler Kaç Kısımdır?
- 3- SULH YAPMA, EMÂN VERME VE EMÂNI CAİZ OLANLAR
- Sulh
- Düşmana Silâh Satmak
- Emân Kimler Emân Verebilir
- Zimmînin Emânı
- Mükâtebin Emânı
- Kölenin Ve Cariyenin Emânı
- Çocuğun Emânı
- Emân İfâde Eden Lafızlar
- İşaretle Verilen Emân
- 4- GANİMETLER VE NASIL TAKSİM EDİLECEĞİ
- 1- Ganimetler
- Anlaşmayı Bozan Zimmîler
- İrtidâd Edenlerin Yurtları
- Müfâdât (= Esir Değiştirme)
- Henüz İslâm Diyarına Götürülmemiş Olan Ganimetle İlgili Mes'eleler