Tanzimata Dogru


Engelhard'a göre;Sultan Mahmud'un karakterine bazı mü-talaa-Engelhard'ın tenakuzları-Sultan Mahmud'un şiddetli belalar da aczi-1245/1829'da İstanbul: Kan alma modass-Yeniçerilerin ayaklanışı! Hüsrev Paşa Orta cellâdı-İstanbul ile Bilâd-ı selase, ahalisi birbirine kefil-Padişahda, halkda ana­neye tâbi-Kıyafet meselesi, garib bir kurnazlık-Vükela, ilk defa baloy& gidiyor-Çatal bıçak- ilk defa avrupa'ya talebe gönderiimesi-Vakanüvis Es'ad efendi-Takvim-i vekayi'in çı­karılması: Takvİm-i vekayiin başlangıcı bazı risalelerin basıl-ması-İşkodrn, Şam, Mısır İsyanları-Sultan Mahmud'un siyasi mevkii, Hünkâr iskelesi Muahedesi Sultan Mahmud'un meş­hur Deli Petro'yu takliden memleketi avrupa medeniyetiyle temasta bulundurmak emeline düştüğü hakkında Engel-hard'ın dediği: "..padişah, ıslahat yapmak gereğini hissedip, avrupalıle.rın üstünlüğünü takdir ediyordu. Lâkin bu hususa ait düşüncesi zaman zaman ve pek az devam edecek tarzda artış gösteriyordu. İşi tam kuşatamıyordu. Eski adetleri ter-ketmek, Türklükten çıkmak arzusunda bulunmakla beraber, Türk kalıyordu. Sağlam kaıarlar sahibi olmayıp, belki ara sı­ra gelip geçen arzulara kapılmaktaydı. Nisbeten hududları belli bir zekâve istidada sahip olanlar da her zaman olduğu gibi, kuruntulu kimselerdi. Böyle olmakla beraber, kendi ilti­fatına erişen müzevirlerin i*jfalatına kapılıyorlardı." Bu hâl, padişahın kararsız olmayıp, milliyet fikrini muhafazasındaki asliyete bağlı kaldığına delâlet etmekle pek olumlu sayılır. Engelhard, bu hususta hatalıdır. Tarihçi, sosyal hayatımızda­ki karışıklığı, devletin maruz kaldığı, rahatsız edici siyaseti dengeleyememiştir. Fikrimce: yine tekrar ederiz ki, bu türlü mukayeseye dönük muhakematta daima unutulan irfan seviyesi meselesinde sosyal vaziyettir. Hakikaten kıyafetin de­ğişmesinin, Türk adet ve emsâii gösterişler, hiçbir zaman ıs­lahat düşüncesini doğrulatmaz. Bu durumlar vatanını seven her insan için o kadar güzel, o kadar yabancıdırki, insan onun içine aldığı tekamül vede değişimlerin hepsini bir sani­yede atlayıp, ahali içinde istikrarın arzusuyla acele etmiş ol­duğunu anlatır. Hattâ cehalet ve taassuba karşı fedai kesil­mekte bu anlamı taşır. Bu aceleciliğin icabatını hattâ bu de­receye kadar tabii olduğu, herhangi millette olursaolsun, orada meydana gelmiş inkılabların başlangıcında tamamen karşılaşılmıştır.

Fransa ihtilâli-i inkilabisi bu hususta vesaik olup tarihi ve sosyal bir hüccettir, senettir. Sultan Mahmud'da görülen mü-ceddidliğin kifayetsizliği de bu tarz bir seviye icabatındandır. Hattâ; Fransa inkılabına yetişmiş, bu inkılabı yönetmiş olan yenilikçilerin hepside hâl vede yer itibariyle bu yetersizliği göstermemiş değillerdir. Fransagibi senelerce, milleti irfan ve idrâk içine çekip, terbiye etmeye gayretten bir anbile geri kalmamış olanlar, anayasalarında ki değişiklikler ve yenilik­lerin gösterilmesi, kurulan hükümet-i muvakkate yâni geçici hükümetin birbirini takip etmesi, cumhuriyet fikrinin devamlı bir çekingenliğe sebeb olması, konsüllüğü, imparatorluğun, krallığı, krallığı imparatorluğun, imparatorluğun yine kralığı denedikten sonra, cumhuriyetin kurulabilip yaşaması gibi ahvalin, birbirini takip ederek gerçekleşmesi delalet eder ki, inkılab çalkantıları, açık denizlerdeki cankurataran sandalı­nın, bir takım engebeli hududlar üzerinde yürümesine benze­yen bir yo! takip eder. Bu sanda! bir kişinin, akıl ve idrâkine kalırsa tabiatıyla onun nefsinden gelecek karışıklıklarda o nisbette çoğalır. Saçiı Şeyh adıyla tanınan birinin, Sultan Mahmud'un dizginine yapışarak: "Gâvur padişah!. Cenab-ı Hakk' senden ettiğin küfrün hesabını soracaktır. Sen, islâ­miyet i tahrip, peygamberin lanetini cümlemiz üzerine çeki­yorsun!" Şeklindeki bağırması, karışıklıklardan birisidir. Pa­dişah, bu feryaddan korksaydi, hem yeniçerilik avdet eder, hem de taassup ve cehalet pek büyük şiddetle kabarırdı. Yi­ne her inkılab ispat eylemiştirki, insanların yaşadığı toplum­da kanunsuzluğa aid bir eğilim mevcuddur. Bu eğilim, mak-buliyeti olan terbiye erbabının bile, inkılab dönemlerinde ida­reyi ele geçirmek için, hatib kesilmek, kanunlara ait ve kendi anlayışı içinde kanun yapmaya kalkışmak, fertlerin artık hâl ve davranışlarında hür olduklarına dair şahsi yorumlarda bu­lunmak, fakat eski hükümet ve kanunlarına göre kurulan, yeni hükümet, ve kanunlara karşı birdenbire münfail, karşı, hastalık derecesine varan tarzda muhalif görünmek şeklinde gösteriİen teşebbüsler ve faaliyetler günbe gün tecelli etmek­tedir.

İnkilablarda tesadüfün rolü yok değildir. Bu rol mahiyeti itibariyle mühimdir. Bu mahiyetde, kolaylık telkini, sosyal ve birey hayatın tarzı alay etmeye aykırı, alelade çoğunluğun itimadına da İiyakat gibi elde edilmiş niteliklerin ve buna benzer, güzelce fırsatların birleşmesi vede inkılabın başında bulunanlardan birinde veya bir kaçında toplanmış olmasın­dan ibarettir. İnsanlar kabile halinde hayatlarını sürdürdükle­rini unutmuş değillerdir. Belki genişlemiş, aydınlanmış, deği­şikliklere ve uygarlığa daha^ fazla yaklaşmış bunu tanzim ve teftişe uğraşmışlardır. Bu; bizce de sabit olmuşturki, istibdad ve mutlakiyete darbe vuran ferdleri veya cemiyetleri hoş karşılayanlarla, iyi kabul etmeyenler arasında çıkacağı vede önlenmesinin mümkün olamayacağı belli olan mücadelenin, başlangıcından nihayetine kadar, milletin ruhuna, irfanına, cehalet ve taassubuna, iyilik ve kötülüklerine, medeniyete olan kabiliyet yeterliliğine kudret ve kuvvetvel hasıl siyasi, idari ve içtimai kuşatmasına ait ne kadar çoközel alâmetler varsa, aynı cibilliyet, aynı haslet hattâda, aynı kıyafetle görü­lür.

Fransa inkılabı tarihinde, bize bu hususlarda tükenmez nu­muneler vardır. Bu söylediğimizi Engelhard'da apaçık olma­makla beraber tasdik ediyor ve kendi sözünü defaetie nakz ediyor.
Sultan Mahmud'un, Deli Petro'nun sahip olduğu vasıtalara sahip olamadığını, düşünce ve batıl itikatların arayada gir­mesi yüzünden dışarıdan ihtisas sahibi kimseleri getirtemedi-ğini, Türkiye'de yalnız iyi niyet sahibi ve hürmete şayan va­tanperverler bulunmaktaysa da, cehaletin mahkumu bulun­duklarını, İstanbul'da ve vilayetlerde var olan isyana dair dü­şüncelerin, padişahı millete bağlayan bağları çözmeye tesir etmekten, geri kalmadıklarını, 1830 senesinde avrupa'da, yıkımımıza adetâ hüküm verilerek Avusturya devletinin, Petersburg şehrindeki müzakerelerde Osmanlı devletinin top­raklarının paylaşımını, teklif etmiş bulunduğunu da yazmış.
Hakikaten; Edirne antlaşmasından sonra Mehmed Ali ha­disesini yaşayan Osmanlı, bunun için seçmiş oiduğu Hünkâr iskelesi antlaşması tercihi ile Sultan Mahmud'un acziyete düştüğünü gösterir. 1242/1826 senesindeki Mora meselesi hakkındaki Rus elçisinin teklifine karşı: "Maazallahü Teâla bunlar, devlet-i âliyemizin bilâ savaş, söz iîe bitirmek, kuv­vet ve sağlamlığını bütün bütün azaltmak için uğraşıyorlar. Şer'an ve aklen hiçbir şekilde kabul olunur şeylerden olma­yıp, sonucuna katlanarak, Cenab-ı Allahdan yardım isteyip, davranmaktan başka çare yoktur." Diyebilen bu padişah-ı cesur, Nizip vakası üzerine ebedi düşmanı bildiği Rusya'nın korumasına rıza göstermişti.
Dış görünümde olsun, iç görünüşten olsun bu mel'un iltica padişahın aczişiddet karşısında, kavgalar döneminde tatbik ettiği bir meskenet-i ruhiyedir. Ancak bu durum, 3. Selim'de pek daha çok idi. 1245/1829 yılında Edirne sulhunun he­men başında, İstanbul'un içine düştüğü şekil ve durum, hü­kümetin zihniyeti, ahalinin davranışındaki ruh hâli bir dere­ceye kadar kendini gösteriyor: Sultan Mahmud; sadrazamın, mukavemet imkânı bulunmaması hasebi ile lâzım gelecek işlerin yapılmasında muhtar bırakması üzerine, Serasker Hüsrev Paşa ile Hekimbaşı Behçet efendiyi, müzakerelere vazifeli kılarak ve müzakerelerin neticesi kendine arzoiundu-ğunda: "Benim muradım, ancak şiar'ı diniye'yi yüceltmek-dir. Saltanatın gailesinden usandım. Varın, fetvahanede meşveret edin." Diyerek, bir müşavere meclisi yapılmasını emretmişti. Bu meclis, sulhun yapılmasını karar altına aldık­tan gayri, başkent ahalisinin silahlanmasın! da karara bağla­mıştı. Lütfi, tarihini payitaht ahalisi için alınmış bu son tedbi­rin sebeb olduğu döğüş kavga ve karışıklık manzaralarını özetliyerek kaleme almaktan kendini alamamış. "Meşveret­ten çıkan karar üzerine, müslüman ahalinin tamamının si­lahlanması emrolunmuşsa da, böyle bütün İstanbul halkının silahlanmasında pek açık olan mahzurlar olacağından, bir kaç gün geçtikten sonra, esnaf takımı, iş ve güçleriyle meş­gul olurken silah kuşanmasıda tenbih edilmişti. Daha sonra esnafın istisna edilmesi hatalarından kızgınlığın üstün gel­mesi, ahalinin dedikodusunu getirmiştir. O sıralarda bazı kimselerin canına kıyılmıştı. ŞÖyleki: yalan söyleyenlerden yirmi kadar insan bir kaçgün içinde İstanbul'un kalabalık yerlerinde idam edildi. Halkı korkutmaya mecbur olunmuş­tur.

a) İstanbul ahalisinin de kefalete bağlanması, devlete ve askere yüksek sesle karşı koyanların öldürülmesi için babı-âli'ye hatt-ı hümayun gelmiştir.

b) Yeniçeri vakasında akan kanlar ekseriya ahalinin kanla­rını kurutmuş ve halkın gözüne çirkin görünen frenk davranı­şı olarak kabul olunan ihtisab rüsumu gibi sonradan adet ol­muşun taraftarı belkîde kurucusu olan serasker Hüsrev paşa ahalinin gözünde menfur olmuş ve bilhassa islâm askerinin mağlubiyetinden, bazı beldelerimizin istilâ edilmesi haberiyle beraber Rusyanın İstanbul üzerine doğru gelmekte olduğu haberi: "Yeniçeriliği meydana çıkarmak içindir, yirmibin ye­niçeriyi beraber getiriyoruz." yazılarının yayımları, ahalinin zihnini meşgul edip karıştırıyordu ve ahali arasında dehşetli, türlü türlü düşünceler beliriyordu ve o sıralarda asılması lâ­zım gelen bir yahudiyi cellâdın, herzaman olduğu gibi, etraf­taki dükkânlardan hammaliye adı altında parayı toplarken, diğer bir haydut Yahudi de bu hammaliyeyi vermekten içti-nab eder. Bunun üzerine cellad buna bir tokat atar. Haydut yahudi, bağıra çağıra Mahmud Paşa Çarşısından aşağı doğru koşmaya başlar. Bu kaçışı görenler de acaba yeniçerileri tu­tanlar ayaklandımı endişesine düşüp dükkânlarını kapatırlar bu endişeleri haber alan idare-i devlet, emniyet tedbirlerinin alınmasını temin için serasker Hüsrev Paşa başda olduğu halde tebdili kıyafet, şehrin bilhassa ticari merkezlerinde ve esküsyanlarda kullanılan metodlar hasebiyle, meydanlar gözlem altına alınırken, yeniçerilere eğilim taşıma şüphesini taşıdıkları kimseleri enterne etme yoluna gittikleri gibi kimi­lerinin, hayatlarını nihayetlendirme yoluna gittiler. Meselâ; Hamlacılıkyâni kürekçilik, sandal ve kayıklarda kürek çek-mekden ayrılıp, Tuhafiyecilere Kethüda olan Elhac Ahmed Ağayı, Eminönü meydanı ortasında, Yemişçiler Çarşısında da Kuruyemişçiler kethüdası Tavil.Mehmed Ağay'j ki seksen Vaş civarındaydı, Divan Çavuş'u Abdi'yi CInkapanfnda ve Balmumcular kethüdasını Zindankapfda, Kayıkçı Halil'i de, Üsküdar'da idam ederken, çok geçmedende, Hamallar Kâh­yası Şâkir'i, Kömürcüler kethüdası Ali'yi, Taşçı Mehmed Us­ta ile bir arzuhalciyi ve de, hayırsızlık ithamıyla bir kaç müs-lim ve gayri müslimin aynı akıbetlere duçar olması yanında-Bahkpazarında bulunan Avurzavur adlı ermeninin kahveha-nesidefesat merkezi olarak görülmüş ve yıktırılmıştır. Engel­hard, bu ifadeleriyle Sultan Mahmud'un kendi bildiği yoîu sürdürdürdüğünü, ahalininde tutumunda bir değişiklik olma­dığını ileri sürer. Fakat; bundan memnun olmadığını çıkar­mak mümkün, bir batılı, bir gayri müslim dâima cemiyetin meselelerinin çözüm kaynağını akıldan ve daha evvel tatbik edilenlerden alıverir. Biz müslümanlar ise, hesabını vereceği­miz kaide-i dini yenin bize yüklediği vazifelere çok önem veririz.

Meselâ, sîzdenolan idareciye isyan etmeyiniz, tâbir-i diğer­le, alessultan huruç'a teşebbüs bizim fıkhımızda, sadece dünyevî bir ceza olmayıp ahirete de iltisakı vardır. Padişah ise;yine dinimizin net olarak adaleti emrederken, adaletli ol­manın faziletini öyle ölçülerle medhü sena etmiştir ki, misâl olarak bîr saat adaletle hükmetmenin yetmiş rekât nafile na­mazdan efdaldir, yâni değerlidir demek suretiyle ve de Alla-hımıza daha fazla makbul vedemergup olmak onun farz kıl­dığı ibadetlerin yanında, kurb-u nevafil yâni nafile ibadetlerle kendisine, daha yakın olabileceğini Efendimiz (s.a.v) buyu­ruyor ve namaz'ın ise gözümün nûr'udiye adını koyarken, ehlullah da, teheccüd namazlarına Efendimizin "Gecenin Ge­linleri" adını takdığını haber veriyorlar.

Şimdi; adaletin bir saat rızay-ı İlâhice makbul olanının, yetmiş rekâtlık namazdan efdaiiyeti bahse konu olunca kim adil olmaya çalışarak cennet-i âlâyı kazanmaya kalkmaz, iş­te osmanlı padişahları da cihana hükmeden tahtlarından adalet güneşinin her yerde pırıl pırıl olmasına önem vermeyi gaye addettiklerinden dolayı dikkat ve itina ile hakkı göze-terdi ki, böyle düşünmek dahi rızay-ı ilâhiye giden yolu ara­mak ve talibi olmak addedileceğinden ne halkda isyan ne de devlette ve padişahda istikrar hattında fazla bir kayma bek­lenemezdi kalmamıştı.
Sultan 2. Mahmud her ne kadar "saltanatın derdinden usandım" demişse de, devlet idaresinide tabiiki elden bırak-mamış-tı. Halk ise, ıslahatı kabul eder vaziyete gelmemişti. Nasıl gelebilsindi? Bir taraftan ezeli düşman rusya ülkemizi istila etmekte ve bunu övünmeyi seven cahiller ile şeyh tas­laklarının, cehalet ve taassubu kabartırcasına, manâ verdik­leri <gâvur işlerine gösterilen eğilimden dolayı Cenab-ı Allah tarafından bize azap için gönderilen ceza olduğuydu.
Cehalet ve taassup öyle bir illettirki, bir dediğini iki, dedirt­tirmez. Bir zamanlar nasıl yeniçeriler talim'e gâvur işi deyip, silahları da uzun zaman kullanmadılarsa, şimdi halkda, mut-lakiyet idaresinin hergün ensede boza pişiriyorsada, yenilik­lere ve yapılacak değişiklikere gâvur icadı diye bakıyordu. Kim bilir 1244/1828 senesinde Hırka-i şerif veya bayrama-laşma esnasında sadrazamı, başında kenarı sırma ile işlen­miş fesi yakası som sırmalı, beyaz kumaşdan hirvani, kumaş elbise giymiş Polonya İşi klabdanlı at eğeri örtüsü taşıyan beygire binmiş, seraskeri de sırma işleme fesli, yakası sır­malı yeşil kumaştan bir elbise ve sadaret kaymakamına mahsus takımla donanmış kazaskerler ise, açık yeşil kumaş­tan ferace ile örtülü takımlarını terk edip, Banaluka eğeri ör­tüsü, eğeri ise saçaklı ve gümüş olmamak şartıyla, hilâli göğüse yapışık atlara binmiş olduklarını görünce ne demişler­di? Ne dediklerini bir kaç satır sonra kaydedeceğiz. O sene yayımlanan elbise nizamnamesinde: "Esasen müslümanlar giyimlerinde kullandığı elbiseleri şer'i Ölçülere uygun giyip vücudlarını Örtecek kadarken, geçen zaman zarfında tabi-atindaki zevk alış mevcudiyeti galebe ederek süs ve göste­rişe hevesedildi. Birbirlerine bakarak, esvaplarda ve resmi elbiselerde de hadd-i şer'i aşılıp çeşitli israfa mübtela olun­du." şeklinde kibir kabul ediliş hakim olduğu kanaatine varı­larak, elbise meselesindeki tekliflerinde şukka (kumaş par-çası)'nın dahi kaldırılması hâlin icabındandır diye bildirilmiş isede, bu değişiklik, dahi Sultan Mahmud'a, taassup sahiple­rinin büyük buğuz ve düşmanlıkları musallat oldu. Yine o se­nenin padişah alayının Rami kışlasında olması vede ramazan bayramının tebrikleşmesinin, burada ifa edilmesi sırasında Sultan 2. Mahmud, namaz vaktinden az önce beş parmak eninde taşlarla süslü başlık, üzerinde sorguçlu fes ile mavi renkde kumaştan yapılmış potur, yaka ve güneş sembolü kıymetli taşlarla bezeli hirvani (bir çeşit elbise) giymiş olarak tahta oturmuştu. Padişahın kıyafetini tarif ettikten sonra yu­karıda ne demişlerdi deyip aşağıda yazacağımızı söylediği­miz malumatın, Tarihi Lütfi'den: 2. c, sh. 269'dan alınan sa­tırlar ile sayfamızısüslüyoruz: ".Asakir-i zabitanında meşhur­larından Kuruçeşmeli Hasan bey ile Avni bey, açıkça rama­zanda gündüz gözüyle yeme4kyedikleri gibi diğer günahları işlemiş olduklarından, biri İzmit'e diğeri Bursa'ya sürgün edilmişlerdir. Duyduğumuza göre, o sırada setre-pantolon giyilmeye başlanmışsa da, henüz genelleşmemiş olduğun­dan, Hasan bey ile Avni beyi giydirmişler ramazan günü Çarşıya salmışlar. Böylece ahalinin ne şekilde tepki verece­ğini ölçmeye kalkışmışlar. Bu kıyafet; halkın gözünde çirkinlikler diye kabul olunmakla beraber, kabahati bunlara yüklemek için oruç yedikleri bahanesiyle sürgün edilmişler­dir. (İstidrat: Belkide, ahali bu giyim, kuşama önem verme­yince dikkat çekebilmek için o devirde kolay kolay, rastlan­mayacak olan alenen oruç yeme eylemi gerçekleştirilip, el­biselere ahalinin dikkati çekilme provokasyonu yapılmış ol­ması muhtemeldir. Çünkü; Sultan 2. Mahmud aynı zamanda pek şakacı bir zât-ı muhteremdir. M. H) Bu husustaki ahali­nin hoşnutsuzluğu ulema sınıfınca da, bilhassa taassub sa­hiplerince şiddetlendirilmek isteniyordu. Müderrislerden Boş­nak Mustafa adlı biri ramazan'da EyübsultanCamiin de, bu yeni elbise tarzını benimseyenleri tekfir etmiştir. "Ahalinin ibadetten uzaklaşmasının sayısında görülen artışın yanında hal ve giyimde, davranışlarında frenkleri takip birbirinden aşağı kalmıyordu. İngiliz b. elçisi Haliç tersanesindeki ge­misinde tertib ettiği baloya vükelayı davet etmişti. Bunlarda yatsı namazını kıldıktan sonra, bindikleri kayıklarla gemiye gitmişler. Tarih-i Lütfi'nin kaydına göre: "sabaha kadar çe­şit çeşit eğlencelerle vakit geçirmişlerdir." Bu davete katıl­mak elbette büyük bir dedikodu çıkmasına sebeb olmuştu. Yine; Lütfi tarihine göre, c. 2, sh. 171'de: Hemen ertesi günü Kadı'lardan Yahya bey, Serasker Hüsrev Paşaya ziyafetten sual ettikte: "Çok kısa zamanda bir çok şey yapmayı bilmiş­ler. Biz bunları bir ayda tanzim edemeyiz. Çare ne? Devlet­çe bir şey oldu. Gidilmesede olmaz, kaşık, çatal gibi bazı mekruh şeylerde vardı." Şeklinde cevap verip tavır almış isede Yahya bey'in: "süslü çatal ve kaşığı padişaha arz eden ve böyle şeylere alıştıran kendisidir" demiş olduğunu vaka-nüvis Esad efendi kayd etmiş bulunuyor. Aradan beş-on gün geçmeden Fransa b. elçiside mükemmel bir balo tertiplemiş­tir. Bu baloya davetli olan zevattan bazıları katılmadı. Şuraya pek dikkat çekici ve tarih bakımından değeri büyükçe bir kayıt daha alalım: "Sultan Mahmud, ülkesi o!an Avusturya­'ya gitmekte olan elçilikten Husar isimli birisine, bir kaç kat elbise sipariş etmiş. Husar, bu siparişi ülkesinde imparatora arzettiğinde, imparator bundan pek memnun olmuş, onaltı sandık dolusu elbise göndermişti. Ancak bu sandıklar mey­dana çıkarılmamış korumaya alınmıştı. "Hakikaten, hükü­met bir taraftan istibdadını elden bırakmıyor, öte taraftanda yeni anlayışı harekete geçirecek hazırlıkların başlangıcını ha­zırlamaktaydı. Yabancılar ile temasımız çoğalıp avrupa usûl­lerine eğilim bir hayli fazlalaşmıştı. Çeşitli ilim ve fenlerin ve yeni muamelelerin elde edilmesi için, yüzelliye varan müslü-man çocuğun avrupaya gönderilmesi tasarlanıyor, tibhene-den, enderun ağalarından, seçilecekler ve gönderileceklerin listesi meydana getirilmişti. Ne varki halk bu teşebbüsü pek-deçirkin bulmaktaydı. Hattâ devletin tarihçisi; bu duruma va-kıfolması lâzım gelirken bu bölümün baş tarafında adı geçen Esad efendi: İlk yollanan talebe harb okulu mühendishane talebeleridir, diyor. Daha sonra gerek tıbhane gerekse ende­run talebelerinin gönderilmesinden vaz geçilmiştir. Biz bu sa-hifelerde, kendi prensiplerini muhafaza etmek şartı ile ıslaha­ta gitmek isteyen bir hükümdar ile çevresinin bunlara karşı, milletin bireylerinin vaziyetlerini taayyün eylemek emelinde olduğumuz için her iki tarafın bize garib görünmekte olan te­şebbüslerini ve anlayışlarını topluyoruz. Bu teşebbüslerin ve anlayışların kalanlarına eriştiğimiz zaman, tarihin kaydettiği olaylar hususunda, sosyolojiye vermesi gereken ehemmiyet bir kat daha açıklığa kavuşmuş olur. Yazılan olayda arızalı yerlerde, derme çatma şeylerden yapılmış gayri muntazam durak yerlerini andırır. Fakat çeşitli yerlerde duraklayıp, isti­rahat fikri de bir tehlikedir.
Sultan 2. Mahmud; sık sık adaletle ilgili emirler yayımlı­yordu. Bunlarda: "Usûl ve adetlerden alışılmış olanlar hariç, türlü ad ve bahanelerle fakir ahaliden para alınmaması, ve­zirler ile mirmiran ve memurlardan kim olursa olsun yollar­da sudan başka yem ve yiyeceklerini kendi paralarıyla te­min edip, ahaliye zulüm yapılmaması" şeklinde, şiddet dolu tenbihlerde bulunmaktaydı. Bu arada hristiyanlannda nak­kaşlık yapmakta serbest oldukları, Rusya ve Yunan mesele­lerinden dolayı bekaya da kalıp çoğugayri müslimlere ait vergi borçları olan 30 bin kesenin af olunduğu İlân edildi.
1237/1821senesinde Takvİm-i Vekayi'nin çıkartılmasına dair, yayımlanan hatt-ı hümayun, osmanlı ülkesinde matbuat adına kurulmuş heykel mesabesinde bir müjde dense yendir. Lütfi Tarihi bundan bahsettiği sırada: "Medeniyetin usûllerine ait hususları halka haber vermek için, zamana dair vukubu-lan olaylardan bahs ve seneliği 120 kuruşa takvim-i vekayii adı ile haftalık türkçe yayımlanan bir haber organının basımı başladı." demiş, adının da Sultan 2. Mahmud tarafından ve­rilmiş olduğunu açıklıyordu.
Takvim-i Vekayii bir çeşit resmi gazete olarak yayımlan­masından başka birde, "Takvimhane" adı verilmiş bir matbu­at dairesi meydana getirilip, hizmete sokuldu. Bu daire önce­ki serasker kapışma yakın, eski matbaa-i amirenin yanı ba­şındaki köşede bulunan konak olup kapıcıbaşı Musa ağadan 500 keseye alınma yoluna gidilmiş ve takvimhane nazırlığı­na Mekke pâyelilerden, vakanüvis Esad efendi tayin olundu. Cllemadanda Karsizâde Cemâl efendi musahhih, iç haber ve ilimlerini vermeye amedi hulefası mensubundan olan Sârim efendi, askeri meselelere ait ilimle, haberlere Hüsrev pa-şa'nın divan kâtibi Said bey tayin buyruimuşlardır. Bu gazete vükela yâni, bakanlar kurulu üyelerine, komutanlara ve ileri gelen memurlara, anadolu ve rumeli bölgelerinde bulunmak­ta olan muteber kimselere, ayanlara, ecnebi sefaretlere her-hafta dağıtılırdı. Baskı sayısı beşbin tane civarındaydı. Tak­vim-i vekayii'n ilk nüshasında yayımlanan, giriş yazısında durum ve olayların, hükümet üzerinde hasıl ettiği tesirlerin çeşitliliği ile yine halk ile hükümet arasında, ortaya çıkmakta olan ihtilafları yok etme ve hükümetin yapmış olduğu çalış­maların doğrudan ahaliye haber vernek lâzım geldiği arzusu­nu itiraf saymak mümkündür. Öte taraftanda yukarıda sözü­nü etmiş olduğumuz vekayi'deli mukaddeme yâni giriş yazı­sı, basındaOsmanlı devletinin ilk defa kendisini gösteren hâli olması münasebetiyle bu yazının tarihi siyasimiz bakımından da önem taşıdığı inkâr kabul etmez. Bu mukaddeme'yide aşağıya, manâyı bozmayacak şekilde sadeleştirme suretiyle alıyor ve sayfamızı süslemiş oluyoruz:


Eser: Büyük Osmanlı Tarihi

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Büyük Osmanlı Tarihi

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..