Vaka-İ Hayriye
(15/haziran/1826) :
Lamartin'in, edebi üslûbundan zaman zaman alıntılar yaparak, Vaka-i Hayriyyemi? Vaka-i Şerriye mi? Sorusunu soranlara cevabı kendilerine bırakmakla birlikte biz biraz malumatla bu hususa dâir bilgilerine katkıda bulunalım. Yeniçerilerin, üç saltanat dönemi boyunca gösterdikleri, cebanet, ihanet ve hunharlık devletin hayati savaşları kayb etmesine medar olduğu gibi, Kırımı, Besarabyayi, Buğdanı, Eflâki kaybetmemiz, elimizden çıkması hatta, Yunanistanın bağımsızlığını elde etmekdeki fırsatları devletin hazırlamasını kabul edersek, bunun en büyük suçlusu yeniçeri olduğu şüphe götürmez. Bu husus için, kendisi de bir yeniçeri olan ancak vicdan muhasebesinde adil olmayı becerebilen, Koca Sekban-başı Risalesi yazarının İtirafları okunduğunda işi daha iyi anlamak kabildir.
Bahse konu risaleden şu nâkil okura bir fikir verebilir zannıyla şu nakli yapmadan geçemeyeceğim: "..savaş sırasında bir gün yeniçeri askerlerinden üç kişi biraraya gelip Ruslardan bir esir almaya çıkarlar. Tesadüf bu ya, kazaen akşamdan sonra, Rus sınırında, sahtekâr gâvurun birini tutup, esir alıp getirirlerken kâfir, bizimkilere, Eflak Türkçesi ile <Ağalar benim babam zengin adamdır, eğer beni bırakırsa nız sizlere çok yardımım olur. Böylece, yoksulluktan kurtulursunuz.> Diyerek kandırır. Bizimkiler de, kâfiri Rus sınırına götürürler, babam dediği adam bulunur ve teslim edilir. O adamda bunlar gibi namussuz biri olduğundan, bizimkilere: <benim oğlumu esir etmemiş ve öldürmemişsiniz. Sizlere beşyüzer Macar altunu hediyeden başka ikram olarak, çok daha kıymetli birşey göstereceğim> diyerek kıyafetlerini değiştirip, alır onları büyük bir çadırın kenarına götürür. Bizim ahbablar çadırın önünde büyük bir kalabalık, içeride de büyük bir terazi ile beyaz akçe ve altının tartılıp bunların varillere doldurulduğunu görürler.. Çadırın içinde, çorbacı ka-lafatlı, puşah, kavuklu, baratalı, Tatar kalpaklı bir çok adam vardır; akçelerle doldurdukları varilleri, yanlarındaki bu müslümanlara, paylaştırıp durmaktadırlar. Alçak herif uzaktan bu manzarayı gösterdikten sonra, bu üç ahbabı yine geriye evine getirir. Derki: İşte yoldaşlar, sizlere bu manzarayı göstermemi de bir ikram kabul edin. Çadır içinde tartılan akçe ve altunların bir kısmı devletinize, birazı vezirinize birazı yeniçeri ağanıza bir kısmı da, Tatar Hânına ve daha başka yerlere gidecektir. Bizler sizin vilâyetlerinizi parayla satın aldık. Hatta; şimdi tartılan pa.alar İstanbul'un karşılığında verilecek olanlardır. İstanbuFuda satın aldık! Bizler kısa bir süre sonra İstanbul'da olacağız. Bu gizli şeyisize söy-lemekdeki maksadımız, bundan sonra ordu'da boşu boşuna durmamanız içindir. Doğruca vilâyetlerinize dönmekte yine sizin için fayda vardır. Biz geldiğimizde sizi İstanbul'da bulmayalım. Burada size söylediklerimizi ordunuzda söylemeye kalkışmayın! Diye şeytanca bir hiyleyle, sözlerini bitirip bizimkileri Osmanlı sınırına geri bırakıp giderler. > Şimdi sevgili okurlarımız; bu alıntının devamını okuduğunuzda şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacak gibi olacaksınız. Sözü yine Kocasekbanbaşı'ya verelim: <.Gelelim bu üç ahbabın orduya Çeldiklerinde, ortalığı karıştırmalarına. Köyünde çift sürmekten gelmiş, düşmanın hilesinden falan haberi olmayan nefer kılıklı bu üç adam son derece ahmaktı. Kâfirin söylediklerine hemen inanmışlar, akçe meselesi de akıllarına yatınca, rastgeldikleri bütün dostlarına ve tanıdıklarına:Bre Himmet Dayı; bizlerburaya niçin geldik?Osmanlı bizim vilâyetleri Moskof kâfirine satmış ve şu anda parasını alıyor. Hatta biz İstanbul'un karşılığı alınırken, gözlerimizle gördük! Diye Allaha ve peygamberine büyük yeminler etmeye başladılar. Karşılarına her çıkan adama burada artık neden duralım. İşler hep karışmış. Şam işi olmuşlDiye kendileri gibi yüzlerce ahmağı şüpheye düşürmüşlerdi. Akıl ve mantıktan nasipsiz, beyni soğuk denebilecek bu sözde asker, birbirleriyle her karşılaşmalarında: <Bizim Hüseyin Dayı, Kabakçıoğlu Recep Beşe ve Kocabaş Hikmet Emmi İstanbul'un parasını sayılırken gözleriyle görmüşler. Dokuz tala-ğa yemin edip söylediler, doğrudur> Diye koca orduyu ka-rıştırıverdiler. Düşmandan yılmiş diğer asker sürüsü de, geri dönmeye bir vesile anyordu. İşte böyle güzel bir vesile çıkınca dağarcıklarını arkalarına, tüfeklerini omuzlarına vurup, geride çadırlarıbekleyecek asıl ocaklı zabitlerinden beşer, onar kişi bırakıp, zaten derme çatma toparlanan diğer ordu neferleri çil yavrusu gibi dağılıp gittiler. Moskof domuzu ise eline geçirdiği bu güzel fırsatı değerlendirip, önce ordunun bulunduğu bölgeye sonra da kışlak yerine çıkageldi.. Ruslar bu olayı kendi aralarında birbirlerine gülerek anlatırlar." İşte aziz okur, Sekbanbaşı'nın söyledikleri ve daha niceleri var da, biz kitabın kendisini okumanızı tavsiye ile iktifa etmek zorundayız. Sultan Mahmud; 2. Selim'den beri zaman zaman gâile-i kebireyi teşkil eden yeniçeri hakkındaki kararını çoktan vermesine vermişti de, işin daha öncekilere dönmemesi için en kesin ve bitirici darbeyi hazırlamaya başlamıştı. Ashab-ı Kiram Efendilerimizin İstanbul'daki kabr-i şeriflerini tamir ettiriyor, ibadethanelerin restorasyonuna önem veriyor, en mühimi ise tebdil-i kıyafet ederek şehrin büyük bölümünü teftiş ediyor, her şeyi de kendi kulağı İle dinleyip anlamaya, büyük ehemmiyet atfediyordu.
Bu arada da, Lamartin'in Türkiye Târihi cild 7'1871. sahi-fede şu satırlara bir göz atalım: ".Sultan Mahmud harekete geçmeden önce, Kapıkulu ocaklarının isyanını bekleyerek onları suçüstü yakalamak istedi. Bir inkılab kurulu teşkil ederek, şeyhülislâmı, ulemayı, sadrazamı, kubbealtı vezirlerini, Hüseyin Paşayı İzzet Paşayı, Hüsrev Paşayı toplantıya çağırdı. Onların Önünde hastalığı açıklayarak, ilâcı teklif et-di. Bu yeniçeri teşkilâtını, Nizam-ı cedid Örneğine göre yeniden teşkil edecek kırkaltı maddelik bir fermandı. Sadnazam tarafından bu fermanın yayımlanması padişahın beklediği gibi yeniçerilerin tepkisiyle karşılaştı. Önce sessiz, sonra gürültülü bir ayaklanma 15/haziran/1826 gecesi ortalığı kapladı. 15/haziran gecesi, isyana katılacak olanlar birer ikişer, isyanın başlangıç noktası sayılacak Etmeydanı'na doğru yürümeğe başladılar. Yeniçeriağasının olayın içinde olmaması, toplanan isyancıların ilk iş olarak Ağanın konağına, onu parçalayacak bir birlik gönderme karan alıp kararı icraata koydular.
Bir kulun yardımcısı Allah (c.c) oldumu, ona kim ne yapabilir ki? İşte bunda da böyle oldu. Sabahın saatinde bir teftişten dönen Celaleddin Ağa, uyumak üzere her dem tedbir olarak, gizli bir mahalde uykusuna çekildiğinden gelen müfreze Ağanın konağını paraladılarsa da, kendisine bu işlemi yapmak için yanına ulaşamadılar ve konakda yokmuş deyip, çekilip gitdiler. Konağı yakmak için, bir kaç yerden tutuşdurdularsa da, hikmet-i hüdâ; o da kendiliğinden sö-nüverdi. Şafak sökerken yeniçeriler kazganlarını (kazan) Et-meydanına kaldırmışlardı ve böylece son defa kaldırılan kazan, bu seferinde devrilecek ve ateşi söndürecek idi. Bunu yeniçeri, onları tutanlar hiç düşünmezken, padişah ve taraftarları ve de ahali bu hususda müttefik idi. Komitacılık; bir tecrübe ve elden ele devredilen, nâdir buluşlarla devam ede-gelen bir ilim olduğundan yeniçeriler ocağı ise bu komitacılığın belki de dünyada en mühim merkezlerinden olduğundan, oradaki birikim çok fazla idi. Bunun bir örneğini isyancılar hemen tatbike koydular. Ahaliyi kendilerinecelb veya en azından evlerine gönderipde olaylara karışmasını önlemek için, Sadnazam Hüseyin Paşanın, Yeniçeri Ağası Cela-leddin Ağa'nin ve devletin ileri gelenlerinin öldürüldüğü haberini yaydılar. Ahalinin ayak takımı da bu oyuna hemen geldi kısazamanda; yeniçeriler, hammal, küfeci tellakları meydanda görmenin sevincini yaşadılar. Bunlardan Manav Mustafa bir gurubu almış sadriazamm sarayına doğru götürürken, Sarhoş Mustafa adlı bir başka biride, Davud Efendi gibi, Hidiv'in elçisi Necip Efendi gibi, nokta hedeflere doğru yola çıkmıştı. Sadnazam Beylerbeyi'ndeki köşkünde bulunuyordu. Alemdar Paşa zamanında harab olan makam-ı sa-daretdeki lojman, henüz tamir edilmediği gibi, her an beklenen, isyanlar emniyet açısından isyancıların daha zor ulaşabilecekleri, yerde olmayı seçmeleri de, bir tedbir-i fayda diye telakki gerekir.
Efendim; müteveffa hariciye bakanlarımızdan İhsan Sabri Çağlayangilin başkent'in asker'in olmadığı bir şehir haline konmasını teklif etdiğinde, herhangi zamandaki isyan ve darbe teşebbüslerinden, başşehrin hemen müteessir olmaması düşüncesi yatar ki buda pek isabetli bir teklifdir. Neyse, biz isyancıların aksiyon hâlini anlatmaya devam edelim: Asiler sadriazamm Beylerbeyindeki konağına ulaştıklarında aile efradını Konağın gizli bir bölümüne saklanmış böylece sadece eşyaların yağmalanması, altıbin kese altunun yağmacıların eline geçmesiyle kurtulundu. Can ve ırz payimal olmadan iş atlatıldı. Sadnazam ise; konağa yaklaşılırken çoktan haberi almış doğruca bindiği bir kayıkla saraya koşmuştu. Hüseyin ve de Mehmed Paşaların da saraya gelmelerini ma-beyncisi vasıtasıyla bildirmişti. Yalı Köşkünde, bu günkü Salkımsöğüt dediğimiz Gülhane parkının tam karşısındaki köşke vardı. Kıbrıslı Mehmed Emin Efendiyi padişaha yollayarak, sancağı şerifin çıkarılmasını ve padişahında kurulacak birliğin başında bizzat bulunmasının hatırlatıirnasını istedi. Bu sırada ise, Hüseyin ve Mehmed Paşalarda geldiğinden ayrıca şeyhülislâmda haberdâr edilip onunda aralarına katılması sağlanmıştı, ulaşılabilen bütün zabit, humbaraci, topçu birlik kumandanları emri altında bulunan askerle saraya gelmeleri emredildi. Saray'ın adına Raşid Efendi Et-meydanına gönderildi. Asilerden istekleri soruldu: cevapları "Gâvur tâlimi istemiyoruz; eski yeniçeri tâlimi çömleklere ateş etmekve keçe kesmektir. Fermanı uygulayanların, kellelerini istiyoruz" dediler. Râşid Efendi bu talebi de sadrı-azama getirdiğinde tabiiki red olundu çünkü bu talimname cidden bir bir müzakere olunarak hazırlanmış, her bir maddesi ulemaya sorulmuş ve dince bir mahzuru olmadığı hususunda, müsbet kanaatler serdetmişlerdi. Sadnazam, buna istinaden eğer buna riayet olunmazsa muterizlerin ezileceğini son söz olarak ifade etti. Tabii bu karşıya iletildiğinde olacakların, artık sıcak şeyler olmasını ummak vacip oluyordu. Beşiktaşda bulunan padişah saltanat kayığı ile hemen Topkapı sarayına gelmiş ve sünnet odasında toplanılmış ve padişahın şu hitabı, işe başka bir veçhe veriyordu. Sultan Mahmud şunları söyledi: "Hepiniz tahta çıktığım gündenberi, dinin çıkarlarna hizmet ve mukadderat tarafından bana emanet edilen halkın iyiliği için, nasıl itina ve gayret ile uğraştığımı bilirsiniz. Yine bilirsiniz ki, tahtıma karşı yaptıkları saygısızca hereketleri en uysal sabırları bile aşacak olan yeniçerileri kan dökülmesini önlemek İçin bağışladım; hatta dahada, ileri giderek onları mükâfatlandırdım. Nihayet; iyilikten başka bir şey görmeyen yeniçeriler son çıkarılan buyruğun, gereği gibi davranmayı da kabul ettiler. Bugün sözlerini tutmayarak, imzaladıkları bütün sivil ve dini otoriteler tarafından, kabul edilen anlaşmayı ihlal etmiş oldular; şu anda gösterdikleri küstahça tavırlar, padişahlarına karşı açıkça ayaklandıklarını göstermiyormu? Bu hâinleri ezmek, ayaklanmalarını boğmak için nasıl bir tedbir alınmasını uygun buluyorsunuz? Silah kullanılması hakkında, ulemânın kanaati nedir?" ulemâ hep birdencevap verdiler: "Şeriat asilere karşı savaşılmasım ister.." Sultanahmed Meydanına doğru artık sadrıazamm, şeyhülislâmın ve bütün devlet adamlarının yanında, sancağı şerif gölgesine koşan ahali ve Hüseyin Paşa ve Mehmed Paşalar arkalarında topçular ve toplan da olduğu halde yeniçeri kışlalarına doğru yürüyordular. Sancağ-ı Şerifin çıkarıldığını kendi arkadaşlarının bazılarının bu mehabetli manzara karşısında sancağın altına gitmelerine şâhid olanlar, doğruca kışlalarına gidip, kapıları kapayıp savunma harekâtına gecem yolunu seçtiler. Topların namlusunu örtülü kapıya çevirten Hüseyin Paşa, son bir sulh denemesi için kışladakilere seslendi. Gelen cevapların içinde padişahı bile içine alan elfaz-ı galize yâni, sövme sözleri vardı. Hüseyin Ağa önce bir ateş emri verdi ve peşinden de, hayır ateş açmayın, beklediğimiz barutlar gelmedi diyerek onlara duyurucu bir sayha ile seslendi. Ateş edemeyeceklerini, düşünen yeniçeriler küfre devam ettiklerinden üzerlerine açılan salvo Ölümlerini intaç ettirdi. Artık yeniçeriler de ateş açmışlardı Sultanahmed Meydanı müthiş bir savaşın müşahidi oluyordu. Kışlada olanları da, çıkarmak için bir topçu neferi olan Mustafa yaptığı bir atışla yangın çıkartmayı da becermiş yanmamak için çıkanlar top ve tüfenklerden, çıkan mermi ve güllelerle hayatlarını kaybediyorlardı hem de islâmda pek mühim olan Sancak-ı Şerif altında olanlara karşı ve ales sultan huruç, yâni mü'min emire karşı çıkmakla, akıbeti zor bir Ölüme gidiyorlardı. Nihayet kâbus gibi Osmanlı İslâm devletinin tepesine, nice çoraplar ören yeniçeriler hitama erdirilmiş, ancak kurunun yanında yaş da yanıp gitmişti. Nice dilâver yiğit yeniçeride, mensubiyetinden dolayı mağdur, mazlum hâttâ şehid olmuştur. Esnafdan, ahaliden ve mahalle imamlarından beylerden, efendilerden, şeyhlerden nice kimseler sahip çıkma gayreti gösterdikleri, bu temiz yeniçeri insanı hasebiyle mimlendiler ve sıkıntılara giriftar edildiler. Bilhassa İstanbul'da o târihe kadar semtlerin en hatırlı kişileri camii imamlarıyken, yaşı, kurudan ayırma hususunda insaniyet göstermeleri, cezayı müstelzim olduğu gibi» nihayet imamlar olarak da devlet indinde itibarları muhtardan sonraya kalması bu olaya bağlıdır. Lamartin'in şu sözleriyle bu bahsi tamamlayalım: "Bir kaçgün sonra İstanbul'u her zaman hurafeleri, dilencilikleri ve rezaletleri ile mahveden yirmibin derviş Toros Dağlarına sürüldü. Bir kaç ay içinde kurulan düzgün bir ordu Osmanlıların savaşa olan tabii dehâsını, cesareti ve disiplini ile, bir kere daha ortaya koydu. 2. Mah-mud; yalnızca yıkmakla kalmamış yeniden yaratmasını da bilmişti." Şimdi bu ifadeden sonra, çok geçmeden Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularına, yâni bir devletin ordusunu, aynı devletin bir valisinin, mağlup etmesi ne oluyor acaba diye sormak lâzım gelmezmi? Ömrü uzun olsun emekli Albay Şe-rafeddin Üğurluteğİn nakletmişti bende sizlere nakledeyim: Mizipsavaşı esnasında Prusyalı meşhur Moltke; bizim ordumuzda müşavir olarak bulunur. Hafız Paşaya; savaş alanına düşmandan az biraz önce geldiklerinden düşman gelir gelmez derhal saldıralım, bizde yorgunuz amma, onlar bizden daha da, yorgun tavsiyesini yapar, Hafız Paşa hemen ordu müneccimini çağırtır ve tavsiyeyi söylediğinde bir takım, havaya bakışlar yapan müneccim, eşref saatin olmadığını saldırının doğru olmayacağını ifade ettiğinden, Moltke'nin teklifi red edilir. Ordu istirahate çekilirken Kavalalının ordusu da bundan istifade eder. Akşam'a yakın Moltke, gökyüzünü şöyle bir tarassut ettiğinde, havanın bulutlandığını görür. Ka-rargahda dahil askerin çukur ve toprak bir alana yayıldığını da bildiğinden, yine kumandan Hafız Paşanın yanına gider ve eğer yağmur çok şiddetli olursa çukur arazi yağmurungetir-diğİ sularla dolar hareket kabiliyetimiz güçleşir, bu bakımdan biraz yüksek ve suyun birikmeyip akıp gideceği meyildeki araziye yerleşelim teklifinde bulunur.
Kumandan Hafız Paşa; biraz düşündükten sonra, yine mahut müneccimi çağırır Moltke'nin teklifini söyler. Müneccim, teklife bir şey diyemeyeceğini, ancak yağmurun yağıp yağmayacağı meselesine gelince, eşeklerin ve katırların kulaklarının dikilmediğini, keçilerinse kıçının büzüşmediğini, mandaların kafalarını gökyüzüne kaldırıp da başlarını sallamadıklarını buna bağlı olarak yağmurun yağma ihtimali bulunmadığını ileri sürer. Hafız Paşa da; Moltke'ye duydunmu? Sorusunu yöneltir. Moltke; bütün bunlardan şaşkm evine yazdığı mektupda bunu anlatır. Ancak; mektup bununla bitmez, ordu uykuya yattıktan sonra yağmur öyle bir yağmaya başla-diki baziçadırlardan, askerin kimisinin suda boğulduğu, haberi bile gelir. Toplarımız ıslanmış, bulundukları yerde çamura batmış velhasıl Moltke'nin bütün korktuğu gerçekleşmiş o gün yapılan savaş ise kaybedilmiştir. Bütün bunları mektubunda yazan Moltke, şunu ilâve diyor: "Bir ordu ki, harekâtını, bakla ile bakılan eşref saate, yağmurun yağmasını eşşe-ğin kulağını dikmesine, mandanın kafasını yukarı kaldırıp sallamasına, keçinin kıçını büzmesinden çıkarıyorsa, kumandan bunları kabul ve tatbik ediyorsa o ordunun galibiyeti inayet-i ilâhiyeden başka birşey olamaz" diye anlatmıştı da biz haylice gülmüştük o ağlanacak hâlimize, Şerafedin Albay, bize bunu anlattıklarında seksenyedi yaşından gün almıştı. Her padişahın; haylice te'sirinde kaldığı kişiler olmuştur. Bunların arasında Sultan 2. Mahmud'u tesiri altında kaldığı biri yoktur demek kabil değildir. Alemdar'ın kendi üzerinde uyandırdığı minnet ve pek de dağlı davranışlarlarla, canını sıktığı bir vakıa isede ona medyunluğunu hiç unutmamıştır. Alemdar'dan sonra müşavirlerinden Halet Efendinin yörüngesine girdiği ileri sürülebilir ve doğrudur da fakat Halet Efendiyi akıbeti bekleyen ölüm emri olduğu hatırlanmalıdır. Sultan Mahmud- sâni Pertev Paşaya da pek gönlünde yer vermişti. Bu zâtı Edirne'de katleden zihniyet Sultan Mah-mud'a bu işi duyurmadan yapmıştı ve derin devlet anlayışının bu dönemde de, bulunduğunu işaret etmesi bakımından mühimdir. Daha sonra padişah, bunu öğrendiğinde katıla katıla ağladığı, târih sayfalarında yer bulmuştur. 2. Mahmud'un, üçüncü olarak tesirinde kaldığı zat ise Hurşid Paşadır. Üç saltanat dönemi gören bu paşa Osmanlı sarayına Çerkezis-tan'dan bir köle olarak hediye edilmiş sadnazamlık dadahil devletin her kademesinde vazife almış, sadakat göstermiştir. Bir asrı aşan ömrü ile birlikte kendine padişah da dahil, herkesin saygısı ziyadeleşmmekteydi. Bilfiil olarak seksen yaş sonrasında köşesine çekilmiş bilge insan olarak padişahda dahil olarak başvurulan görüşlerinden müstefid olunan bir kimse idi. Sultan 2. Mahmud, tebdili kıyafet ederek ahalinin durumunu daima öğrenme gayreti içinde olmuştur.
Ahaliyle iç içe olmaktan ancak tebdil-i kıyafet haliyle olmak onun için bir zevk hâlinde idi. Sultan 2. Mahmud'un; Nizip Savaşını kayb etme haberini alıpalmadığı hususunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır. 1 9/r. ahir/ 1 255- 1 /tem -muz/1839'da hayatla ilgili dünya nefeslerini tamamladı. Ortadan kaldırdığı yeniçeriler caddesi üzerindeki türbesine def-nolunduğunda, bu dünya da aldığı Adlî ünavını taşıyan zâta dönük feryadlar ahalinin ağzından şöyJe dökülmekteydi "Padişahım! Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!" Çünkü; 31 sene, 10 ay, 6 gün padişahlık yapan Sultan Mahmud bu kadar beraber olduğu müminlerden böyle bir sevgi ifadesi görmesi makul ve mergupdur.
Konular
- 2. Büyük Fitne
- Ahmed Cevdet Paşa Ne Diyor?
- Bazı Hususların İzahı
- Osmanlı Devletinin Vazıyetini Düzeltme Teşebbüsleri
- Alemdar Mustafa Paşanın Yok Edilmesinde Saray Entrikası
- Vaka-İ Hayriyye (Yeniçeriliğin Kaldırılışı)
- Vaka-İ Hayriyye'den Sonra
- Tanzimata Dogru
- Takvim-İ Vekayii Mukaddemesi
- Tanzimat-I Hayriye'ye Açılım Mı?
- İrade-İ Senıye Sureti
- Batı Tarzında İşler
- Büyük Mustafa Reşıd Paşa-Kavalalı M. Ali Paşa-Damad Halil Paşa'nın Biyografileri
- Sultan 2. Mahmüd'ün Halk Gözünden Düşüş Sebebi
- Yeniçeri Vak'ası
- Vaka-İ Hayriye
- Sultan 2. Mahmid'ün Şahsiyeti
- 2. Mahmgd'ün Hanımları Ve Çocukları
- Sultan 2. Mahmud'un Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
- Muasırları Kimlerdi?
- Okuma Parçası: Alemdar Mustafa Paşa (Kahraman-I Hürriyet)
- Mukaddime
- Giriş
- İrtica Ve Sebebleri
- Alemdar Vakası Ve İrticaın Sonu!
- Alemdar Mustafa Paşa'nın Biyografisi
- Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa
- Başvekilin Şehadeti
- Alemdarın Tesbiti
- Kumanda Zafiyeti