Ariyet (Ödünç) Bölümü

Musannif ivazla (bedelle) menfaati temlik bölümünü bitirince, ivazsız menfaati temlik bölümüne'başladı.   -

Sıhâh'da zikredilmiştir ki: «Ariyet, teşdîd ile âriyyet şeklindedir. Sanki o, âr'a mensurdur. Çünkü ariyeti istemek, âr ve aybdır.» Hi-dâye'de: «Ariyet, ariyyedendir. Ariyye ise, atıyye'dir.» denmiştir. Kâ-fî'de ise: «Ariyet, teâvürdendir. Teâvür ise, tenâvüb (nöbetleşme) ma'-nâsmadır. Sanki muîr (ariyeti veren) mülkü ile yararlanmakda, ken­disine geri verilinceye kadar, başkasına nöbet vermiştir.»  denmiştir.
Ariyet [76], lügat yönünden, yukanda zikredilen şeyin temlikidir. Şer'an, ivazsız menfâati temlîkdir. «İvazsız» kaydiyle kiralama (icâre) ta'rîf ten hâriç kalır.
Ariyet; «Sana ariyet verdim:» demekle sahih olur. [77] Çünkü «Â-riyet verdim.» lâfzı, bu ma'nâda açıktır. Yine, «Ben, yerimi sana ifâm eyledim.» demekle ariyet sahih olur. Çünkü ifâm (yedirmek), yer gi­bi yenilmeyen bir şeye izafe edilirse, mahallin adını, o mahaldeki şe­ye vermek kabilinden mecaz olarak, onunla arzın geliri murâd edilir.

Yine, «Ben, sana şu giyeceği verdim!» veya «Şu cariyemi sana verdim!» demekle, hibe murâd edilmt-zse, sahih olur. Çünkü «menh = (vermek)» lâfzı, örf en ayn'ı temlik için kullanılır. Ayn'ın temliki mu­râd edilmediği zaman, temlik, menfaatlere yorumlanır. Bunun aslı; bir deveyi veya koyunu sütünü içmek için vermek, ondan sonra sahi­bine iade etmektir. Bu kelime, ayn'ın temliki ma'nâsında çok kulla­nılır. Şayet onunla hibe murâd edilirse, ayn'ın temlikini ifâde eder. Hîbe murâd edilmezse, asıl ma'nâsı üzere kalır.

Yine, «Seni, şu. hayvanım üzerine yüklettim (bindirdim)!» de­mekle hibe murâd edilmezse, ariyet sahih olur. Çünkü «Seni yüklet­tim veya bindirdim.» lâfzı, örf en hibede kullanılır. Arab'ın: «Emir, fü-lânı ata bindirdi.» demeleriyle temlik murâd ettikleri daha önce geç­mişti.

Lügat yönünden ma'nâsı; «bindirmek)) dir. Hami, bunda da kul­lanılmıştır. Nitekim-, örfen kullanıldığı gibi. İkisinden birine niyyet ederse, ariyet verme, sahîh olur. Niyyet etmedi ise, şübhe ile a'lâya lâzım gelmesin diye, ednâya yorumlanır. O da, bindirmek (irkâb) ma'-nâ sidir.

Ben derim ki: Bu takrir ile Kâfi sahibinin Hidâye üzere i'tirâzı iki vech ile savulur. Biri şudur: Hidâye sahibi (Ariyet Bölümü) nde bu iki lâfzı, yâni; «Sana, verdim!» ve «Seni, bindirdim!» sözlerini, ha­kîkaten ayn'ı temlik ve mecazen menfaati temlik ma'nâsına almıştır. Sonra (Hîbe BÖlümü'mde), hibenin lâfızlarını beyân ederken; «Ben, seni-şu haıyivan üzerine bindirdim, dedikde, şayet bindirmek (humlân) ile hîbe murâd ederse, tıîfoe sahîh olur.» demiştir ve bunun nedenini «Hami ile murâd^ hakîkaten bindirmekdir. Binâenaleyh, ariyet olur. Lâkin, hibeye ihtimâli vardır.» diyerek açıklamıştır.

İkinci i'tirâz şudur: Bu «Sana, verdim!» ve «Seni, bindirdim!» sözleri, hakîkaten ayn'ı temlîk için olunca —halbuki niyyetsiz lâfız­la hakikat murâd edilir — imdi hîbe murâd edilmediği vakitte, men­faati temlîk üzere yorumlanmaz. Belki hibeye yorumlanır.

Birinci i'tirâzın savulması şöyledir: Hidâye sahibi bu iki lâfzı «Â-riyet Bölümü» nde hakîkaten ayn'ı temlîk ma'nâsına almakla, onla­rı Örfen de hakikat yapmıştır. İmdi, bu iki lâfız biz-zarûre örfen men­faati temlîk için mecaz olurlar. Hamli, «bindirmek» ma'nâsında haki­kat yapmakla onu lûgaten hakikat kasdetmiştir. İmdi hami, biz-zarûre lügat .bakımından, ayn'ı  temlik  için  mecaz olur. Bu  takdirde, ikisi arasında birbirine zıddiyet yoktur.

İkinci i'tirâzm savulmuş olmasına gelince; hakikatin lâfz ile kaiîne-siz murâd edilmesi, ancak o hakikate, müsta'mel olan bir mecaz aykırı olmadığı vakittedir. Zira, niyyet ortadan kalkınca, müsta'mel olan örfî ma'nâ ile lûgavî ma'nâ, irâdede müsâvî olurlar. Binâenaleyh, lâfzı a'lâ §übhe ile lâzım gelmesin diye, ednâya yorumlamak vâcib olur. O da, ariyettir.

Yine, «Ben, kölemi sana hizmet için verdim!» demekle, ariyet sa-hîh olur. Çünkü bu lâfız, köle için istihdama izindir. Şu hâlde, ariyet olur.                                              .                           .

Keza, «Evim, senin için. meskendir.», «Benim evim, ömürlük sa­na meskendir.» demekle, ariyet sahih olur. Çünkü «mesken» (süknâ) sözü, menfaat murâd eylemekde muhkemdir.
Ariyet veren kimse, her ne vakit dilerse rücû' eder (geri alır). [78] Çünkü menfaatler, meydana gelmelerine göre, azar azar temellük edi­lirler. Şayet menfaatler bulunmazsa, temellük de bulunmaz. Şu hâl­de, rücû1 sah'h olur.
: Eğer ariyet alınan şey teaddîsiz helak olursa, ariyet alan kimse (müsteîr) onu ödemez. Çünkü ariyet, emânettir. [79] Ariyet, kiraya ve rehine de verilmez. Çünkü ariyet vermek (iare), kiraya vermek (icâ-re) den ve rehnden daha aşağıdır. Bir şey, kendinden yukarısını ta-zammun etmez.
Eğer ariyet alan kimse, ariyet aldığı şeyi kiraya verirse veya rehn koyarsa ve o ariyet helak olursa, ariyeti veren kimse (muîr), kiraya verene veya rehin koyana onu ödetir. Çünkü ariyet, kiralamayı ve reh-ni kapsamayınca, İkisinden her biri gasb olur. Ariyet alan kimse, öde-dikden sonra hiçbir kimseye rücû edemez. Çünkü ödemekle, bu müs-teîrin ken4i mülkünü kiraya verdiği veya rehin koyduğu zahir ol­muştur.
Ya da, helak olan şeyi, ariyeti kira ile tutan kimse ödeyip kendisinden aldanma  (gurur)  [80]  zararını savmak İçin, ona kiraya veren kimseye rucû' eder.

Eğer nuiste'cir kira ile tuttuğu şeyin ariyet olduğunu bilmezse, kiraya veren kimseye rucû' çdcr. Bilirse, rucû' edemez. Çünkü kira­ya veren künse, O'nu aldatmıştır. Bu durumda, gasb olduğunu bildi­ği hâlde, gâsıbdan kiralamış kimse gibi olur.

İntifa' yeri ta'yîn etmese bile, ariyet mutlak surette emânet ve­rilir. Yâni gerek köle ve tarla gibi kullanılması muhtelif olan şey ol­sun ve gerekse destere gibi kullanılması muhtelif olmasın müsavi­dir. Çünkü ariyet menfaatleri temlik için olunca, onu ariyet vermek caiz olur. Zira mâlik olan kimse, temlike mâlikdir. Kira ile tutan kim­senin (müste'cirin), kiraya vermeye mâlik olması ve yine hizmet et­mesi kendisine vasiyyet edilen kimsenin (mûsâ-leh'in) köleyi ariyet vermeye mâlik olması gibi.

Kullanılması muhtelif olmayan şey, eğer intifâ'ı ta'yîn etti İse, ariyet verilir.

Musannif; «Mutlak surette ariyet verilir.» sözü üzerine şu feri mes'eleyi getirmiştir: İmdi bir kimse, bir hayvanı mutlak surette ari­yet alsa, dilediğini üzerine yükletir ve yük için ariyet verir. Kendi­si üzerine biner ve 'başkasını bindirir. Hangisini yaparsa, o teayyün eder ve ondan başkasını yaparsa, zararı öder. Hattâ ariyet alan kim­se (müsteîr) kendisi binerse, başkasını bindirmesi caiz değildir. Çün­kü O'nun binmesi aynen belli olmuştur. Eğer başkasını bindirirse, kendisinin binmesi caiz değildir. Hattâ binerse, zararı Öder.
Eğer ariyet veren kimse (nruîr) intîfâ'ı, vakitte ve nev'ide mut­lak söylerse (mutlak kılarsa) [81], hangi vakitte dilerse intifa' eder. Çünkü ariyet alan kimse (raüsteîr), başkasının mülkünde tasarruf etmek d e olup kendisi için izin verilen veehe göre tasarrufa mâlik olur. Eğer ariyet veren kimse (muir) kayd koydu ise, ariyet alan kimse yalnız kötülük tarafına doğru muhalefet ederse, öder. Takyîd, ya va­kittedir, nev'îde değildir, ya da nev'îdedîr, vakitte değildir. Yâhûd her ikislndedir. Şayet ariyet alan kimse, kayda uygun amel ederse, ödemeyeceği açıktır.  Eğer kötülük tarafına  doğru muhalefet ederse, öder. Misline yâhûd hayr tarafına muhalefet ederse ödemez.
İki semenin (altınla gümüşün) ariyeti ve ölçülen şeylerin (me-kîllerin) yâni buğdayın ve arpanın ariyeti, tartılan şeyinin (mevzu­nun) ve mütekârib olan ma'dûnun, yâni cevizin ve yumurtanın ari­yet verilmesi, karzdır [82]. Çünkü ariyet vermek, menlaati temliktir. Bu zikredilen şeyler ile yararlanmak ise, ancak ayn'îannı tüketmek­le olur. Bunların tüketimine (istihlâkine) ise, ancak onlara mâlik olursa me'zûndur. Şu hâlde, biz'zarûre onların aynlarım temlik etmek gerekir. Bu ise, hibe veya karz ile olur. Karz, zarar yönünden ikisinin ednâsıdır. Çünkü karz, mislinin geri verilmesini gerektirir. Bu, cihet ta'yîn etmediğine göredir. Şayet cihet ta'yîn ederse --meselâ dir­hemleri, terazi ayar etmek için veya dükkân süslemek için ve bunla­rın benzeri işler için ariyet alsa - bu takdirde, emaneten ariyet olur. Ariyet alan kimse (müsteîr), unlan tüketmek (ihlâk) ile intifa' ede­mez. Bu takdirde, süs eşyasının ve süslenmiş kılıcın ariyet alınması gibi olur.

Musannif, ariyetin karz olduğu üzerine şu sözle tefrî' yapmıştır: İmdi karz olunca, intifadan önce lıeiâk olmasiyle müsteîr öder. Ni­tekim, karzin hükmü budur.

Üzerine (bina yapmak ve ağaçlar dikmek için arzı ariyet vermek sahilidir. Çünkü arzın menfaati rna'iûmdur. Kiralama ile temellük edilir. Ariyet vermekle de-temellük edilir. Ariyet veren kimsenin nıcû' etmesi, yâni arzı geri alması da caizdir. Çünkü ariyet vermek, lâzım değildir. Bina ve dikilen ağaçların sökülmeleri teklif edilir. Zîrâ ariyet alan kimse, o yeri kendi mülkü ile meşgul etmiştir. İmdi, boşaltma­sı emredilir. Ancak yer, bina ve dikilen ağacın sökülmesiyle zarar gö­rürse ve ariyet veren kimse bina ve dikilen ağacı kıymetleri ile almak isterse, bu takdirde ariyet veren, bina ve dikilen ağacın sökülmüş ol­dukları hâlde kıymetlerini öder. Bina ve dikilen ağaç, ariyet veren kimsenin olurlar. Tâ ki, kendi yeri aleyhine itlaf edilmiş olmasın ve kendisine mahsûs kalsın. Çünkü ariyet veren kimse, asıl sahibidir. Yer, sökmekten zarar görmezse, terk etmek ancak ariyet veren kim­se ile ariyet alan kimsenin ittifak etmesiyle caiz olur. Sökmekde, it­tifak şart değildir. Belki sökmeyi her hangisi isterse, diğerinin icabet etmesi gerekir.

Yer sahibi, eğer ariyete vakit ta'yîn etti ise, bina ve dikilen ağaç­tan, sökmekle eksilen şeyi öder. Çünkü ariyet alan kimse, onun için vakit teayyün etmesi bakımından, ariyet veren tarafından aldatıl­mıştır. Zahir olan, muirin ahdine veiâ etmesi (sözünde durması) dir. Bu takdirde, kendisinden zararı savmak içi», ariyet alan kimse (müs-teîr), ariyet verene (muire) rucıV eder.

Ta'yîn edilen vakitten önce, ariyet veren kimsenin, Ariyeti geri alması mekrûhdur. Çünkü onda, sözünde durmamak vardır. Eğer ari­yet veren kimse, tarlasını ekmek için ariyet verdi ise, hasa d vaktine ikadar tarlayı alamaz. Yâni ariyet alan kimse için, hasâd vakti ge­çinceye kadar tarlayı mutlaka terk eder. Yâni gerek vakit ta'yîn et­sin, gerekse etmesin müsavidir. Çünkü ekin için belli nihayet ve tar­layı bu vakte kadar terk etmekde muîr ve müştekin haklarını gözet­mek vardır.

Ağaç -dikmek, ekin ekmenin aksinedir. Çünkü onun belli bir ni­hayeti yoktur. Şu hâlde mâlikden zararı savmak için sökülür. Şayet müsteîr senet yazarsa; »Sen, bana yerini ifâm ettin, iare etmedin!» diye yazar. Yâni çıplak bir arazî, ekmek için ariyet verilirse, ariyet alan kimse senete; «Sen, bana ekeyim diye fülân yeri ifânı ettin.i diye yazar. Yoksa, «Bana ariyet verdin.» diye yazmaz. Bu, İmâm A'-zam' (Rh.A.) a göredir. İmâmeyn {Rh. Aleyhimâ); «Sen, bana yeri­ni ariyet verdin.» diye yazar. Çünkü ariyet vermek (iare) sözü, bu akd için konulmuştur, konulmuş sözü yazmak evlâdır, demişlerdir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: İfâm lâfzı, murada iare (ariyet vermek) den daha çok delâlet eder. Çünkü ifâm lâfzı zirâa­ta maJîsûsdur. Yerin ariyet verilmesi ise, kâh zirâat, kâh bina ve ça­dır kurmak için olur. İmdi gayesi zirâat olduğu bilinsin diye, ifâm lâfzı ile yazmak evlâdır.

Ariyet alan kimsenin, ariyeti ve gâsıbın mağsûbu geri vermesi için bir kimseyi vekîl etmeleri sahîhdir. Çünkü vâcib fiili iltizâm etmiştir.

Eğer ödünç alan kimse, ariyeti geri vermek için bir kimseyi vekîl etse, o vekîl ariyeti, muîrin evine götürmesi için zorlanmaz. Belki onu bul­duğu yerde, ariyeti ona verir. Çünkü vekîl, bir şeyi Ödemez. Belki âmir üzere teberru' eylemeye va.'d eder. Kefil, bunun aksinedir. Çünkü ke­fil, öder.

Borcu ödemeye vekîl olan kimse gibi, ki şayet borcu ödemekdeu kaçınsa, ödemek için zorlanmaz.

Ariyet alan kimsenin (müsteîrin), ariyet aldığı hayvanı geri ver­mesi, velev ki ariyet alanın (müsteîrin) kölesi ile veya yıllık ya da aylık ücretli işçisi (ecîri) ile beraber göndermiş olsun —günlük iş­çisi ile geri göndermesi caiz değildir—   hayvanın mâlikinin  keudisine değil de, onun ahırına geri göndermesi vcyâ ariyet alanın (müs-teîrih) ariyet aldığı köleyi, kölenin mâlikinin kendisine değil de, onun evine geri göndermesi veya götürmesi, (bunların hepsi) teslimdir. Hattâ hayvan veya köle helak olsa, ariyet alan kimse (müsteîr), is-' tihsânen, ödemez. Kıyâs ise, ödemek İdi. Çünkü ariyet alan kimse, ariyeti mâlikine ve mâlikinin vekiline de geri vermemiştir. Belki, zayi' etmiştir. İstihsâmn vechi ise şudur: O kimse, örf olan teslimi yapmıştır. Zîrâ, ariyeti mâlikin, hayvan bağladığı yere veya evine ge­ri götürmüştür. Bunlar ise, hükmen mâlikin elindedir. Sanki o müs­teîr, hayvanı veya köleyi mâlikin eline geri vermiş gibi olur. Nitekim ariyet alan kimse (müsteîr), hayvanı ariyet verenin (muîrin) köle-siyle beraber geri göndermesi mutlak surette caizdir. Yâni gerek o köle, o hayvanın hizmetiyle uğraşan bir kimse olsun, gerekse olma­sın müsavidir. Sahih olan budur. Ya da, ariyet veren kimsenin (mu­îrin), yukarıda zikredildiği gibi, yıllık veya aylık işçisiyle ariyeti geri göndermesi de caizdir. Çünkü hayvanın mâliki, âdeten buna ra­zıdır.                         

Eğer ariyet alınan şey, nefîs değil ise, bu* caizdir. Yâni ariyet alı­nan şeyin, sahibinin kölesi veya ücretli işçisi eliyle gönderilmesinin; keza evine veya ahırına koymasının caiz olması, ancak âdeten köle­nin veya ücretli iğcinin elinde bulunan şeyler hakkındadır. Amma ari­yet böyle olmazsa, yâni inci dizisi ve emsali kıymetli şeyler olursa ve müsteîr, ariyeti mâlikinin kölesine geri verirse veya evine ya da ahı-nna koyarsa, bu takdirde ariyet alan kimse (müsteîr), onu öder. Çün­kü bunları iade hususunda âdet bu değildir. Bundan dolayı» mudi* emâneti sahibinin kölesine verirse zararı öder.
Yabancı, böyle değildir. Yâni ariyet alan kimse (müsteîr), ariyeti yabancı ile beraber geri gönderirse» müsteîr öder. Emânetin ve mağ-sûbun, mâlikin evine geri verilmesi de zikredilenin aksinedir. Çünkü kendisine emânet konan kimse (mûda') ve gâsıb şayet emâneti ve mağsûbu mâlikin evine geri verse veya koysa ve ikisinde de mâlike teslim etmese, öder. Emâneti ödemesinin sebebi; emânet hıfz etmek İçin olup, [başkasının hıfzına razı olmadığı içindir. Böyle olmasa, O'-nun yanına emânet etmezdi.

Gâsıbın ödemesine gelince; gâsıbın üzerine vâcib olan, gasb fii­lini ibtâl etmektir. Bu ise, mâlike geri vermekle hâsıl olur.

Me'zûn olan köle, elinde olan şeyi ariyet vermeye mâükdir. Hu-»lâsa'da da böyle denmiştir. Mahcur olan köle, şayet bir şeyi ariyet alıp helak etse, âzâd edilmesinden sonra öder. Çünkü ariyet veren kimse, o mahcur köleyi, ariyeti itlaf üzere musallat kılmış ve onun üzerine ödemeyi şart etmiştir. Bu durumda muîrin taslîti (musallat etmesi) sa'hîh ve efendinin hakkında şart bâtıl olmuştur. Bu mahcur köle, kendi gibi bir mahcura ariyet verse, o da ariyeti helak etse, ikin­ci mahcur köle ariyeti hâlen öder. Çünkü mahcur köle, inal itlaf et­mesiyle öder.

Bir kimse, bir altını ariyet alıp, bir küçük çocuğun boynuna tak­sa; o altın çocukdan çalınsa; eğer çocuk, altını kendi üzerinde koru­maya kadir ise, ariyet alan kimse (müsteîr) ödemez. Çünkü ariyet alan kimse, o altını zayi' etmemiştir. Ariyet alan kimsenin (müsteirin), ariyet vermesi ise caizdir.

Eğer küçük çocuk, üzerinde olan şeyi korumaya kadir değil İse, müsteîr öder. Çünkü, ariyet alman şeyi, korumaya akıl erdiremiyen küçük çocuğun yanma koymakla zayi' etmiştir. Muhît'de de böyle denmiştir.

Müsteîr, ariyeti Önüne koyup uyudukda, ariyet zayi* olsa; eğer otururken uyumuş ise,, ödemez. Çünkü bu şekilde -uyumak, âdeten korumaktır. Eğer yanı üzere yatıp uyurken ariyet zayi' oldu ise, Öder.

Çünkü böyle yapmakla, onu korumayı terk etmiş olur.

Babanın, küçük çocuğunun malını ariyet vermesi caiz değildir. Huıâsa'da da böyle denmiştir.
Ariyetin, emânetin, kira ile tutulan malın, gasbedilen malın ve rehnin geri verilmesinin ücretine gelince; ariyetin ücretim müsteîr; , emânetin ücretini emânet koyan (mudi1), kira ile tutulan şeyin ücre­tini kiraya veren (mucir), gasb edilen malın ücretini gâsıb ve rehnin ücretim rehin alan kimse (mürtehin) verir. Çünkü menfaat, onlar için hâsıl olmuştur. [83]
[1] Selef; Iraklılara göre, hem vezin, hem de ma'nâ i'libânyle selem demektir. Hicâzlılara göre ise; zimmette mevsûf bulunan bir şeyi peşin para île satmaktır ki, şer'arı ta'rifı de budur. Bununla beraber Mezheb İmamlarının la'rifleri arasında az çok fark vardır.

Selem; Sâîd b. Müseyyeb (Rh.A.) müstesna, bütün ulemâya göre meşrudur ve bey'de şart olan her şey bunda da şarttır. Re'si-mâl da o mecliste teslim edilir. Yalnız tmâm Mâlîk (Rh.A.) semenin bîr veya iki gün ertelenmesine cevaz vermiştir.
Alış-verişte semen denilen gey, selemde «re'si-mâi» dir. Keza alış-verişte mebt' yâni satılık mal, selemde «müslemiin fîh» adım alır. (Selamet Yollan Alımed Davudoğlu c. 3)
[2] Bk. Bakara aûresi, âyet : 282
[3] Kürr: Bir ton civarında bir ölçek.
[4] Kâfur: Hindistan'da yetişen bir ağacı» zamkından yapılım boyu/, kokulu nı.kiılcJİr.
(Fazla bilgi için; c. 1, s. 283'e bakınız.)
[5] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 315-321.
[6] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 321-322.
[7] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 323-326.
[8] Selefe : Üzerinde bulunan şeyler.
[9] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 326-330.
[10] Istılah:   Lûgatta,   İttifak   anlamınadir.   İlim   dilinde;   Belli   bir   topluluğun,   bîr   meslek erbabının, bir lâfzı lûgav? anlamından çıkararak başka bir anlamda oy birliği ile kul­lanmalarıdır.
[11] Kırât-ı yeri; beş  adet orta büyüklükde arpa  ağırlığından ibarettir.

Kırât-ı örfî; ba'zi fakihlerin beyânına göre beş, ba'zılarınm beyânına göre de, dört mütevassıt arpa ağırlığından ibarettir. Bu fark, beldelerin ayrılığına veya örfün değiş­mesine dayanmaktadır.

Kıratlar, hafif ağırlık Ölçülerinden olup, elmas gibi kıymetli eşya ve cevherleri ölçmekde kullanılır.
Bir kırat ise; 0,206046 gram, yâni; bîr kırat, bir gramın milyonda iki yüz bin kırk altısına müsavidir. (Hukûk-u Islâmiyye ve îstılâhat-ı Fıkhiyye Kâmûsu, ö. Nasûhi Bilmen, c. 4, s. 121)
[12]Dânık (Denk):   Bir dirhemin  altıda  biridir.   Çoğulu;  «Devâmk»  tır.   Bir  denk,  sekiz habbe ile bir habbenin beşde ikisine eşit sayılmaktadır. Bir dânık, 0,801 gramdır.
[13] Habbe: Bir dirhemin kirksekizde birine eşit bir mikdârdtr. Çoğulu; «habbât» ve «hıi-bûb» dur. Bir habbe, 0, 066812 gramdır.
[14] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 331-337.
[15] Bey" biFvefâ: Bir malı, semenini iade ettikde geri vermek üzere, bir kimseye şu ka­dar liraya satmaktır ki; satan, o semeni müşteriye geri verince, müşteri de satm al­mış olduğu  şeyi  satana iade  eder.  Bu   muamele,   müşterinin   mebî' ile yararlanmasına nazaran, bey-i sahih hükmündedir.  Ve iki tarafın  bunu  feshe muktedir olmasına na­zaran,   bey-i fâsid  hükmündedir.  Müşteri   bu  vechle  satın   aldığı  şeyi,   başkasına  sata-mıyacağı cihetle de bu, rehin hükmündedir ve bu rehniyyet yönü gâlibdir.

Vefa;  yapılan   ahde,  verilen  söze riâyet etmek,  demektir.
[16] Mecdle'nin 3, maddesinde şöyle İfâde edilmiştir: «Ukûd'da iJ(tbâr makaasıt ve nıaıkniy-yedir, elfaz ve mebânfye değildir.» Binâen-alâ-zâlik (bey' bi'1-vefâ) da rehin hükmü cereyan eder.
[17] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:338-339.
[18] Şuf'a: Şefi1, kelimesinden alınmıştır. Şefi' kelimesi, îûgatta îek'İn zıddı olan, çift an­lamına gelir.  Katmak ve   toplamak (zam  ve  cem') anlamına  da   gelir.  Ba'zı  âlimler; «Şefâattan   alınmıştır»   demişlerdir.   Çünkü   bununla,   şefaat   eden   ile   hakkında  şefaat olunan kimse birleşmiş olur. Nitekim,  Peygamber' (S.A.V.) in şefaati iie günahkârlar, âbidler zümresine katılıp onlar ile ,gift bulunmuş olacaktır.

istilânda İse:' Satılan veya ivaz şartıyle hîbe edilen bir akarı veya o hükümde olan bir malı; müşteriye veya kendisine hibe edilene, her kaça mâl olmuş ise, o mik-- târ ile müşteriden veya satıcısından veya mevhûbun lehden cebren alıp, temellük et­mektir. Böylece şuf'a sahibi, malı mülküne katmış olur.

Diğer bir ta'rîfe göre; Satılan bir akarı, ona komşu veya ortak olan kimsenin ön­celikle satın alabilme hakkıdır.

Şefi' ise, şuf'a hakkı olan kimsedir.
[19] Ulv (ılv): Her şeyin  üstü ve yukansıdır ki, aşağısı ve altı  anlamına gelen  süfl  (veya sifl) İn zıddıdir. «Ulv'ud-dâr» evin veya binanın üstü; «süfl'üd-dâr» ise, evin veya bi-, nânın  altı  demektir.
Mecelle'nin 1011. maddesi şöyledir: «Bir binanın üst katı birinin ve alt katı di­ğerinin mülkü olduğu surette yek diğere câr-i mülâsık (bitişik komşu) sayılır.»
[20] Şuf]a ashabı üçtür : Birincisi, nefs-i mebî'de ortak olmaktır; nitekim iki kimsenin bir akarda şayian ortak olmaları gibi. ikincisi, hakk-i mebîde halit olmaktır. Niıekim, hakk-ı şirb-i hâss ve tarîk hâsda ortaklık gibi. Üçüncüsü de, mebî'e câr-ı mülâsık ol­maktır,  (Mecelle, madde:   1008)
[21] Halît: Su hissesi ve yol hissesi gibi hukûk-ıı  mülkde ortak olan  kimse (nuişıtrik), de­mektir. (Mecelle,  madde :  954)
[22] Müvâsebe : Şuf'a hakkı  için, satışı  duyan şefî'in  hemen  hâkime baş vurmasıdır.
Diğer bir ta'rîfe göre; 'Ta!eb-i müvâsebe: Bir akarın satıldığını haber alan bir hissedarın veya halîtin veya câr-j mülâsıkın o haber aldığı mecIİsde hemen şuf'ayj ta­lebe delâlet eden bir söz söylemesi, meselâ; ben o satılan akarın şuPadârıyım deme-sidir. (Hukûk-u Islâmiyye ve Istılâhal-i Fıkhıyye Kamusu; Ö. Nasühî Bilmen, c. 6, s.   132)
[23] İşhâd:  Bir kimseyi,   bir husus hakkında şâhid  tutmak; bir   olayı   ona sahicilik,  edecek kimseye  gösterip  hikâye  etmek demektir,   Buna  (istfşhâd)   da denir.  Bununla beraber istişhâd,  şâhid   istemek   anlamında  da   kullanılır.
[24] Zi'l-yed: Lûgatta, el sahibi  demektir.

Istılah fo;  bir  ayn'a bif'fiil  el   koynu   ey;ı   bir ayrıda, mâlik   kimselerin   tasarruflun gibi  tasarrufu sabit  olan  kimse demekıir.  Karşılı; «Hâriç»  d'.r.

Şuf'ayı   teslim   etmek   (Tcslîm-i   suf'a» :   Şuf'a   hakkını   kulkmnf;ıyıp   burulan   IVr^.at etmek, yapslan  satı^ muamelesine  razı  olmakhr.  ki  bıuuınb  sırfa hakkı Jüser.
[25] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 340-350.
[26] Nefy-i mahsur: İki nefy arasında katan cümledir.-Bundan, isbât iîkuiûsı çıkar. «La Uâhe i)laU&» cümlesi gibi, ki harfiyyen ma'nâsı; «ilâh yoktur, olmadı bir AHah'vardır.» demektir.  Bu  türlü   cümleler   Arabca'va  mahsfısdur.
[27] Şeyhayn: Fıkıh'da; İmâm A'zâm Ebû Banîfe (Rh.A.) ile Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a denir.
[28] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 351-359.
[29] Hibe eden  kimseye «vâhib»,  hibe  edilen   mala  «mevhûb»  ve  oım   kabul  eden   kimseye de «mcvhöbun leh», denir.
[30] Meryem sûresi, âyet: 5
[31] Şûra  sûresi,   âyet :   49                                                                    
[32] Ömürlük (Ömrâ): (Ayıı) in fltüresi ve (Râ) mu feihası ile önırâ. bir kimsenin ev, yer veya başka bir mülkünü bir kimseye; «Ömrüm oldukça veya sunin ömrün olduk-ca, sana verdim; öldüğün zaman mal yine benim olsun.» demektir.
[33] Mâide sûresi;  âyet:  89
[34] Emânet: Lûgatla, emin olmak anlamın a dır, Istılâhda : «Emin sayılan veya ittihâz edi­len kimsenin yanında  başkasına âid bulunan maldır.»
[35] Ariyet: Menfaati birine meceâuen,  yani;  bir bedel karşılığında olmaksızın,  geri alın­ması mümkün olmak ii/cre fU'hâl (hemen) temlik edilen maldır.
[36] Vedia; Lûgatta, metruk anlamına gelir. Istılâhda : «Bir veya bir kaç kişiye, muhafaza etmesi için emânet bırakılmış olan maldır.»
[37] Mûdâ': Bir malın  ihale edilen  mu hu f azasını   kabul  eden   kimsedir.
[38] Meceîle'nin 852, maddesinde, «Bir tıfla (küçük gocuğa) ahar kimse (başkası) bir şey hibe ettikde, velisinin yâhûd niürebbîsiııhı kub/ı ile hîbe tamâm olur.» şeklinde ifâde edilmiştir.
[39] Hami: Ana karnındaki çocuk.
[40] Mecelle'nin  835.  maddesinde sadaka şöyle In'rif edilmiştir:  «Sadaka,  sevâb için hîb« olunan maldır.»
[41] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 360-369.
[42] Mecelle'nin 866.  maddesinde şöyle ifâde edilmiştir:

«Bir kimse usûl ve fürûuna ya birader ve hemşiresine ya bunların evlâdına yâhûd peder ve raaderinİp birader ve hemşiresine bir şey hîbe ettikden aonra rücû'
[43] Mecelîe'nin 869. maddesinde şöyle ifâde edilmiştir:

«MJU-ı mevhûb (hîbe olunan mal) art (yer) olup da mevhûb-un leh (hibeyi kabul eden) anın üzerine bina ihdas (yapmak) yâhüd ağaç gars etmek (dikmek) veyâhûd mev-hûb zebûn (zayıf) hayvan olup da mevhûb-un-leh yaııaıda semizlenmek gibi ziyâde-i muttasıla (bir şeyden ayrılması kabil olan fazlalık) hâsıi uidukda veyâhûd buğday olup da un edilmek gibi mevkûbun ismi değişecek surette tağyir (değişme, bozma) olımduk-da, hibeden riicû* sahih olmaz. Amma, ziyâde-i munfasıla (ayrılması mümkün olan faz­lalık) mâat'-i rücû' ofanaz.»
[44] Bu  engel  Mecelîe'nin 872.   maddesinde  şö>Ie   ifâde  edilmiştir:

«Vâhib ile mevhûb-un-Iehden birinin vefatı  mâni'-İ rücû'dur.»
[45] «Hibeye İvaz Yerilip de, rahibin dahi kabz etmesi rââni'-i rücüdur.» Mecelle, madde : 868
[46] M ece İle'n in #70. maddesinde de; «Mevhı'ıb-iJn-U'h, moıhı'ıbu bey' île yâhûd hîbe ve tes­lim üe Oiü'tkünden îhrâc eylese, vâhibîn riicû'a M.'!âhi>ycli kaini:»/.» seklinde İfâde edil' mişıir.
[47] MecelieViîn   867.  maddesinde şövle ifâde edilmiştir:

«Zr/cc ile zevceden biri bcynlerinde (aralarında) zevciyyet (karı - kocalık) kâimken (devam, ederken) diğerine bir şey hîbe ve lı-siînı etıilvtkn sonru artık andan rik-û' ı-Je-   (dönemez).»
[48] Me ielie'nin  871.  maddesinde şö>ie  ifâıic  edilmişin':

«Mevhûb-uıı-ieh (hibeyi kabul edeni yed'inde (elinde) iiK-vhûb (hibe ohınan mail  olsa  (helak   olsa;   bilip,   tiıkensc')   rütıVa   nıatuıl   kalma/.»
[49] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 370-377.
[50] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 378-379.
[51] İcâre: Lûgalta, ücret anlamında olduğu gibi, bir şeyf kiraya vermek anlamında da kul­lanılır,   istilânda;   «Cinsen   ve   kaderen   ma'lûnı, bir   menfaati   malûm  bir   bedel   (ivaz) karşılığında   satmaktır.»   Yâni;   menfaati   belli   bir   zaman   için   başkasına   temlik   veya ibâha kılmaktır. Bu bedel, bir aylı olabileceği gibi, bir menfaat de olatiilir. Elverir ki, kiralanan menfaatin cinsinden olmasın.  Bir( evi, di&er bir eve  k.-trjilık kiralamak gibi.
[52] Ücret: Menfaat bedelidir.   Meselâ;  bir cin   içinde  oturulması  süreliyle  oları   menfaati karşılığında verilen bedel, bir ücrettir.   Buna (kira) da denir.
[53] Kira :  Ücret  anlamına  geldiği   gibi. icfuv  anlamında  ila kullanılır.
[54] Mucir: Bİr şeyi kiraya veren kimsedir, buna «âcir» de denir.
[55] Ecr: Ücret ve mükâfaat anlamına gelir, Ecîrc verilecek ücret, ki iki kısma ayrılır:
Biri, ecr-I misildir ki; garazdan hâlî, yâni : Mucir ile müste'cire, ilgili olmayan vukuf ehlinin (Bilirkişilerin) takdir edecekleri  ücrettir.  (Mecelle; madde: 414)
Diğeri, ecr-i müsemmâdır ki^ akd zamanında, zikr ve ta'yîn edilen ücrettir. (Me­celle, madde: 415) Bir evin, bir aylık kirası olan bin lira gibi.
[56] Müste'cİr: İsticar eden, bir şeyi kiralayan kimsedir.  (Nfecelie, madde: 410)
[57] Ecir-İ müşterek: Ecir; bir işi yapmak için kendisini kiraya veren kimsedir. Ecîr-İ müş­terek :   Müste'cirİnden  başkasına  islememek garttyle  mukayyed  olmayan ecirdir.  Hammal, terzi ve saatçi gibi. Böyle bir kimse, bankasına iş görmese de, yine müşterek ecir sayılır. Çünkü, bu işi görmeğe yetkisi  vardır.
[58] Ecîr-i hâss: Yalnız müste'cirİne işlemek üzere tutulan ecîr (igçi) dir. Aylıklı hizmetkâr gibi.  (Mecelle; madde:  422)  Buna «Ecr-i  vahd» de denir.
[59] Nişasta,   bilindiği   gibi,   buğday  ve   benzeri   tahılların   dânelerîndeu   ve   patatesden  özel usûllerle elde edilen unumsu bîr maddedir.

Nişasta, sıcak suda kola (nişasta peltesi) denilen jelatinimsi bir kütle hâlini alır. Ayrıca,  iyot etkisiyle maviye boyanır.

Nişasta, eczacılıkta, çamaşırların kolalanmasında ve özellikle gıda sanayiinde kul­lanılır.

Burada, «Nijasta ile yıkayan çamaşırcı» dan muksâd; «Çamaşırları kolalayan ça­maşırcı» dır.
[60] Noksân-ı   arz:   Bir  yerin   zirâatını  önceki   değeri   ulan. ücretle   ^irâalicn  sonntki   değeri olan   ücret   arasındaki  farktır.
[61] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 380-389.
[62] Târî şüyu':   İcâre   akdinden   sonra   ânz   olan   şüyıVdur.
[63] Bakara  sûresi;  âyet:- 189
[64] BIc. Talak  sûresi,   âyel :   6
[65] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 390-398.
[66] Mecclle'nin  422.  maddesinde  şöyle ifâde  edilmiştir: «Ecîr (ücrette çaJışan) iki  kısımdır,

Kı$m-ı evvel (birinci  kısım),  ecîr-i hâsdır  ki  yalnız müsic'cİre  (kiralayana) işlemek üzere tutulan eyîrdir; 

aylıklı hizmetkâr gibi.

Kism-ı sânı (ikinci kısım), ecîr-i müşterektir, ki miistc'cîrdyn bekasına işlememek gartıylc mukayjed olmayan ecirdir.»
[67] Hacâmet: Boynuz veya şişe ile vücûdun bîr organına kanı topladıktan' sonra neşter (bis­turi, doktor bıçağı) ve mengene denilen âletlerle kan almaya verilen isimdir. . Kelimenin aslı,  «hlcâmct» dir.
[68] Hagefe: Erkek tenasül âletinin, sünnet yerine kadar olan baş kısmı.
[69] Mecelle'nin 425.  maddesi hükmü şöyledir:

«Ectr-İ hâssın Ücrete istihkakı, müddet-i icârede hazır bulunmasıyladır. Yoksa bilfiil islemesi jart değildir. Fakat, amelden imtina edemez ve ederse ücrete müstehik ola­maz.»
[70] Mecelle'nin 610.  maddesinde; «Ecîr-i hâss, emindir.» denilmiştir.

Ecîr-İ hâss;  elinde veya çalışması esnasında telef olan $ey için,  ancak  kusurlu   ve kasıdlı olursa, tazminat öder.
[71] Terdîd:   iki  veya  üç ihtimâlle  fikir   anlatmak   veya   istekde  bulunmaktır.   Ya   da,   İki veya üç gey arasında bir kimseyi  muhayyer kılmaktır. TcreddiidKİ bırakmak.
[72] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 399-406.
[73] Muhâlaa:  Kadının,   kocasının   kendisini   boşaması  için   mal   vererek,   onun   karşılığında kendisini serhest biraktırmasıtiır.
[74] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 407-410.
[75] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 411-413.
[76] Ariyet, kelimesi (Yâ) nın teşdîdiyle de, tahfîfiyle de okunur. Bu lâfız, «Teâviir» keli­mesinden ismi masdar olan «âre» kelimesine mensûbdur. Teâvür ise; teııâvüb, tenâvü!, yâni; nöbetleşme, biribirimlen alma anlammadır. Ariyet (Ödünç) verilen şey, veren ile ulan arasında nöbetle kullanılması bakımından bu adı almış demektir.

Bir de ariyetin sür'atle gidip gelmek anlamına gelen «âre» den alındığını beııim-. seyenler de vardır. Ya da, ariyet, «arâ, ya'rî» fî'lindeiı bir İsimdir, meccânen verilip, ivazdan ârî olduğu için bu adı  almıştır.

Bazı âlimlere göre, ariyet (âr) lâfzına mensûbdur. Âr; ayıb demektir. Ariyet mal istemekte bir çeşit zillet ve ayıb bulunduğundan ariyet, âr'a njsbet edilmişdir. Fakat bu nisbet, pek doğru görülmemiştir.

Muîr; ariyet veren; müsteîr, ariyet alan kimsedir. İare; ariyet vermek, istiare ise; ariyet almaktır.

Ariyet, istilânda: «Menfaati birine meccânen, yâni; bîr bedel karşılığında olmak­sızın, riicûu kabil olmak üzere hemen temlik edilen inaldır.»
[77] Mecelle'nin 804. maddesinde de şöyle denmiştir.

«İare, îcâfa ve kabul ile ve tcâti ile mün'iikiâ olur.»
[78] Mecelle, madde 806'da, «Muîr, istediği vakit iareden rücû edebilir.» şeklinde ifâde edil­miştir.
[79] Mecelle,   madde  813'de,  Ariyet, müsteîr  yedinde emânettir.  Bilâ - teaddi ve lâ - taksir (tecâvüz ve hatâ olmaksızın) telef ya zâyİ' olsa yâhûd kıymetine noksan gelse, zaman (tazminat) lâzun gelmez.» seklinde ifâde edilmiştir. [80]

GurÛr: Bir kimsenin, kendi kendine aldanmasıdır.

«Tağrîr» ise,  aldatmaktır. Aldatana; «Gârr», aldatılan  kimseye de; «Mağrur» de­nir.
[81] Mutlak (mutlaka): Kayıtsız,  şartsız,  genel olarak demektir.  Itlak ise,  genelleştirmek, genel kılmaktır.  Mutlak'ın karşıtı ise, «Mukayyed» dir.

Mukayyed; kayıt ve şartla bağlı demektir.
[82] Karz: Ödünç verilen mal demektir. Bir kimsenin para m: nıokîhtt gibi bir malını bilâ­hare mislini olmak üzere bir şahsa vermesine de karz  ve ikraz denilir.
[83] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 414-421.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..