Öldürmede Şahadet Ve Öldürme Hâline İ'tibâr Babı
Ölüm hâlinde kısas, öldürülen kimsenin vârisleri için ibtldâen sabit olur, yoksa verâ&et yoluyla sabit olmaz, Ma'lûm olsun ki, burada iki yol vardır. Birincisi, hüâfet yoludur. Bu yol, muris hakkında mün'akid olan sebeble, ibtidâen, vâris için mülk sabit olmasıdır. Nitekim köle hîbe kabul ettiğinde, o hîbe edilen mülk ibtidâen köleden hilâfet yolu ile efendi için sabit olduğu gibi. Çünikü köle, mülke ehil değildir.
İkinci yol, veraset yoludur. Bu yol, .mülk, murise sabit olduktan sonra muristen vârise nakl ile vâris için sabit olmasıdır.
İmâmeyn (Rh. Aleyhİmâ), veraset yolunu kabul edip demişlerdir ki: Kısas, ölüden mîrâs olarak alınır. Hattâ onda, vârislerin hisseleri icr& olunur ve ölmezden önce afvı sahîh olur. Kısas, mala dönüştükde; ölenin borçları ondan ödenir ve yine ondıan vasiyyetleri yerine getirilir. Diyette olduğu gibi.
İmâm Azam (Rh.A.) birinci yolu kabul «dip demiştir ki: Kısas, mîrâs olarak alınmaz. Çünkü, o Ölümden sonra intikam ve öc almak için sabit olur. Ölü ise» bunun ehlinden değildir. Kısas, ancak ölen için mün'akid olan sebeble hilâfet yolu ile vârislere sabit olur. Yâni vârisler, ölen kimsenin yerine geçip, Ölü için sabit olmadan, ibtidâen müs-tehık olurlar. Çünkü kısas, yaralanan kimsenin ölümünden sonra mahallinde fiilin mülküdür. Ölüden ise, fiil tasavvur edilmez. Bundan dolayı yaralanan kimsenin ölümünden Önce, vârislerin afvı sahîh olur. Yaralanan kimseyi afvın sahîh olmasına sebeb, yaralanan kimse İçin mün'akid olduğundandır. Allah Teâlâ' (C.C.) mu:
«Haksızyere öldürülenin velîsine bir yetki tammışızdır.» [116] âyet-i kerîmesi, kısasın ibtidâen mirasçılar için bir hak olarak sübût bulduğuna nassdır. Borç ile diyet bunun aksinedir. Çünkü ölen kimse, malın mülkü için ehildir. Bundan dolayı bir kimse ağ kurup, 6 öldükden sonra, ağa av tutulsa, ölen kimse ona mâlik olur. İhtilâfın aslı şuraya râ-cîdir: İmâm A'zam1 (Rh.A.) a göre, kısas hakkım almak, vârislerin hakkıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre ise; ölünün hakkıdır. İmdi kısas, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ibtidâen vârisler için sabit hak olunca, onlardan birisi diğerlerinden vekâletsiz, onların haklarım isbâtta hasım olamaz. Hâzır olanın delîl (beyyine) getirmesiyle, gâib hakkında kısas sabit olmaz.
Şayet onlardan biri kardeşinin bulunmaması hâlinde babasının öldürülmesi üzerine delîl (beyyine) getirse, bulunmayan kardeşi hâzır oldukda, kısas hakkını almaya kudret hâsıl olması için; o delili (beyyi-neyi) tekrar getirir. Hâzır olan, delîl getirdikde kaatil, bi'Mcmâ habs olunur. Çünkü kaatil, öldürmekle itham edilmiştir. İtham edilen ise, habs edilir.
Yanlışlık (hatâ) ile öldürmek ve borç bunun aksinedir. Eğer öldürme yanlışlıkla olursa delili tekrar getirmeye hacet yoktur. Çünkü mu'-cebi maldır ve sübûtunun yolu mîrâsdır. Borç-da böyledir. Şayet vârislerden biri, babasının fülân kimsede şu kadar alacağı vardır, diye delîl getirse, kardeşi hâzır oldukda delili tekrar getirmez. Kaatil, gaibin afv ettiğine delîl getirse, hâzır olan hasımdır ve kısas düşer. Yâni, vârislerin ba'zısı gâib ve ba'zısı hâzır olsa, kaatil, hâzır olana; gâib olanın afv ettiğine dâir delîl gösterse, bu durumda hâzır olan hasmdır.- Çünkü kaatil, kısâsda hâzırın hakkının düşmesini ve mala intikâlini iddia ediyor. Hakkın düştüğüne -hükmedilince, hâzıra tâbi olarak gaibin üzerine hüküm verilmiş olur.
Keza iki adamın (ortak) kölesi kasden öldürülse, o iki adamın biri gâib olsa, kaatil, hâzır olan ortağa; gâib olanın kısâsdan afv ettiğini iddia etse, hâzır olan hasındır. Eğer isbât ederse, zikredilen sebebden dolayı kısas düşer.
İki velî- ortaklarının afv ettiğini haber verseler, bu onlar tarafından kısası aiv sayılır. Yâni, bir adam kasden öldürülse ve O'nun üç velîsi olsa, o üç velînin ikisi, ortaklan olan üçüncü velî afv etti, diye şahadet etse, o İkisinin ihbarı kendileri nâmına kısası afvdır.
Bu mes'ele dört vech üzeredir. Musannif birinci yechi: «Eğer katil ile ortak o iki muhbiri tasdik ederlerse, o ortak için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü, tasdiki ile nasibini ibtâl etmiştir. İki muhbir için, diyetin üçteikisi vardır,. Çünkü onların paylan, mal olmuştur.
Musannif ikinci vechi: «Ortak ile kaatil o iki muhbiri yalanlarlar ise, muhbirler için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü ikisi de, ihbarları ile kısâsda olan haklarını düşürüp, kısas mala dönüşmüştür.* Kaatil ile ortağın yalanlaması sebebiyle, muhbirler için mal da yoktur. İki muhbirin ortağı için, diyetin üçtebiri vardır. Çünkü muhbirlerin hakkı, kısâsda düşünce; ortaklarının hakkı da sakıt olur. Zira parçalanmayı kabul etmez ve kısas hakkı, mala intikâl eder. Maldaki hakları dahî düşer. İmdi, o ikisinin ortağının hakkı kaldı. O da, diyetin üçtebiridir.
Musannif üçüncü vechi: «Eğer, yalnız kaatil tasdik edip, bir ortak o iki velîyi yalanlarsa, üç velîden her biri için diyetin üçtebiri vardır.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü kaatil o iki muhbiri tasdik edince, onlar için diyetin üçteikisini ikrar etmiştir. Böyle olunca, diyet lâzım gelir, ortağın hakkının bâtıl olduğunu iddia etmiş, fakat tasdik olun-mayıp mala dönüşmüş ve kaatil diyetin üçtebirine borçlanmıştır.
Musannif dördüncü vechi şu sözü ile zikretmiştir: «Eğer o iki muhbiri yalnız ortak tasdik edip, kaatil yalanlarsa, ortak için diyetin üçtebiri vardır.» Yâni kaatil, diyetin üçtebirine borçlu olur. O da, ortağın hissesidir.
O üçtebir, iki muhbire sarf olunur. Çünkü ortağın zannına göre: Kendisini afv etmiştir. Çünkü o iki muhbiri tasdik etmiştir. Binâenaleyh kaatilde, onun bir hakkı yoktur. İki muhbirin, kaatilden diyetin üçteikisini almaya hakları vardır. Kaatilin elinde kalan diyetin üçtebiri, kaatilin malı olup, o mal iki muhbirin hakkı cinsindendir. Şu hâlde, onlara sarf olunur. Kıyâs, kaatile bir şey lâzım gelmemek idi. Çünkü o iki muhbir, kaatil üzere mal iddia etmişlerdi. Kaatil ise, inkâr etmektedir. Bu durumda, sabit olmaz-. Kaatilin ortak için ikrar ettiği şey, yalanlaması île bâtıl olmuştur. (Yâni, O'nun bende hakkı vardır, demesiyle afv etmiştir.)
İstihsânın vechi şudur: Kaatil, iki muhbiri yalanlamakla meşhudun aleyh için diyetin üçtebirini ikrar etmiş olur. Çünkü onun zanmn-ca kısas, onların afvı haber vermeleri ile sakıt olmuştur. Bu tıpkı ibti-dâen afv etmelerine benzer. Mukarrun leh, (kendisi için ikrar edilen kimse) 'kaatili gerçekten yalanlamamıştır. Belki vücûbu, başkasına mu-zâf kılmıştır. Bunun benzerinde, ikrar geri dönmez. Meselâ; bir kimse; «Fülân kimsenin'bende yüz dirhemi vardır.» dedikde, o fülân; «Benim değildir. Lakin o yüz dirhem fülâmndır.» dese; bu durumda mal, ikinci fülân için olur. Burada da böyledir.
-Öldürme olayının iki şahidi; Öldürmenin zamanında veya mekânında veya âletinde ihtilâf etseler, ikisinden biri sopa ile ve diğeri kılıç üe öldürdü, dese veya bir şâhid sopa ile öldürdü, deyip diğer şâhid Öldürme âletini bilmiyorum, dese, o şâhidlik geçersiz olur. Çünkü öldürmek; zamanın, mekânın ve âletin değişmesi ile değişir. Hükümleri de değişir. Mutlak, mukayyede aykırıdır. İmdi her katle, tek kişi şahadet etmiş olur. Böyle olunca, red edilir.
İki kişi, bir kimsenin öldürülmesi hakkında şâhidlik edip: «Öldürme âletini bilmiyoruz.» deseler, bu takdirde kaatile diyet vâcib olur. Kıyâs, bir şey vâcib olmamak idi. Çünkü öldürmek, âlete göre değişir. Böyle olunca şâhidlik edilen şey bilinmemiş olur. İstihsâlim veehi şudur: Onlar mutlak ölüme şahadet etmişlerdir. Mutlak, mücmel değildir, iki beyândan önce onunla amel imkânsız olsun. Şu hâlde öldürmenin iki mu'cebinden az olanı vâcib olur. O da, diyettir ve kaatilin malından vâcib olur. Çünkü öldürmede asi olan, kasddır. Öyleyse, âkıleye bir şey lâzım gelmez. Nitekim, sebebi daha önce defalarca geçti.
İki adamdan her biri Zeyd'i öldürdüklerini ikrar etseler ve Zeyd'in velîsi; «O'nu, ikiniz öldürdünüz.» dese, o velînin, onları Öldürmesi caiz
olur. Çünkü o iki adamdan her biri, tek başına Öldürmenin tümünü ve üzerine vâcib olan kısası ikrar etmiştir. Mukarrun leh (kendisi için ikrar edilen), üzerine öldürmenin vücûbu hakkında da onu tasdik, etmiştir. Lâkin velî, mukim (ikrar edeni), tek başına öldürmede yalanlamıştır. Mukarrun lehin, mukim ikrar eylediği şeyin ba'zısıruia yalanlaması geri kalanında ikrarını ibtâl eylemez. Çünkü bu yalanlama, mu-kırrın tefsîkını. (fâsık sayılmasını) gerektirir, Mukırrm fışkı, ikrarının doğruluğunu menetmez.
İkrar yerine, şahadet olursa geçersizdir. Yâni, iki adam; «Zeyd, Amr'ı öldürdü.?) diye şahadet etse ve diğer iki kişi de; «Amr'ı, Bekr öldürdü.» diye şahadet etse; bu iki şahadet geçersizdir. Çünkü meşhudun leh olan velînin, şahidi şahitlik ettiği şeyin ba'zısmda yalanlaması şâ-hidliğini ibtâl eder. Çünkü yalanlamak, fâsık saymaktır. Şahidin fıs-ki ise, şahadetinin reddini gerektirir.
Ikİ kişi bir kimsenin yanlışlıkla öldürüldüğüne şahitlik edip, diyet ödenmesine hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet olunan kimse diri olduğu halde çıkagelse, âkile diyeti velîye ödetir. Çünkü, velî diyeti haksız yere almıştır. Ya da şahitlere ödetir.' Çünkü mal, onların şahadeti Üe telef olmuştur.
Şâhidler de, velîden alırlar. Çünkü şâhidler, ödenene mâlikdirler. O da, velî'nin elinde olan şeydir. Gâsıbm; gâsıbını, gâsıbına Ödetmesi gibi olur.
Kasd, hatâ gibidir, ancak rücûda değildir. Yâni, eğer şahadet kas-den öldürdü de, bu sebeble kendisi de öldürüldü, diye yapılır da; bundan sonra öldürüldü denilen kimse, diri olarak gelirse, öldürülen kimsenin vârisleri diyeti velîye ödetmek ile şâhidlere ödetmek arasında muhayyer kılınır. Eğer şâhidlere ödetirlerse, şâhidler velîden alamazlar. Bu, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü onlar, burada velî için mal olmayan şeyi vâcib kılmışlardır. O da, kısâsdır. İmdi, mal almalarına vech yoktur. Çünkü, ikisi arasında benzerlik yoktur. İmânıeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, velîden alırlar. Hatâda olduğu gibi.
Şâhidler, kaatilin yanlışlıkla yâhûd kasden öldürdüğünü ikrar ettiğine şâhidlik etseler, o kimse diri olarak gelse, bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalanları ortaya çıkmamıştır.
Başkalarının hatâ hakkındaki şahadetleri üzerine şâhidlik etseler de; âkile üzerine diyetle hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet edilen kimse, diri olarak gelse, yine bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalan söyledikleri ortaya' çıkmamıştır. Zira meşhudun bih, usûlün (asıl şâhidlerin) öldürmek üzere şahadetidir. Yoksa, öldürmenin kendisine şahadet değildir.
İki surette de velî, diyeti âkıleye öder. Çünkü, velînin âkıleden diyeti haksız yere aldığı ortaya çıkmıştır.
£undan sonra musannif, öldürmek hakkında şahadet mes'elelerini açıklamayı bitirince, öldürme hâlinin i'tibâra alındığı mes'eleleri açıklamaya 'başlayıp şöyle dedi: İ'tibâr, atma hâlinedir, ulaşmaya değildir. Ma'lûm ola ki, asi olan; daman. [117] (ödetme) ve helâl olma hakkında i'tibâr, atma vaktinedir. Çünkü ödetme, ancak cinayetle vâcib olur ve kişi ancak kendi ihtiyarı altına giren bir fiil ile suçlu olur. O fiil de atmaktır, ulaşmak değildir. Binâenaleyh, bir kimse bir Mü si umana ok atsa ve kendisine ok atılan Müslüman Allah korusun mürted olsa yâni dinden çıksa ve ok O'na ulaşıp ölse, İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre; oku atan kimse, o mürtedin ğelınez, demişlerdir. Çünkü telef, ma'sûm olmayan mahalde hâsıl olmuştur, Ma'sûm olmayanın itlafı hederdir, yâni boşa gider.
İmâm A'zanV (Rh.A.) m delili şudur: Ok atılan kimse, atma vaktinde ma'sûmdur. t'tibâr cia, atma vaktinedir.
Kendisine ok atılan köleye ok, efendisi Onu âzâd eUikden sonra ulaşıp Ölse, kölenin kıymetini efendisine ödemek gerekir. Çünkü köle, oku atma vaktinde memlûktur. İmâm Muhammed {Rh.A.); «Vurulduğu hâldeki kıymeti ile vurulmazdan önceki kıymeti arasındaki fazlalığı Ödemek gerekir.» demiştir.
Ava ok atıp da ihramdan çıkan Hacıya, akabinde ok ava isabet ettiği takdirde, ceza vâcib olur. Çünkü muhrim, oku atma vaktinde ihrâm-lı idi.
İhramlı olmayan kimse ava ok atıp, muhrim olduktan sonra ok ava ulaşsa, ceza gerekmez. Çünkü, oku atma vaktinde ihrâmlı değildir.
Bir kimse; recm hükmünü giyen birine ok atar da ok, şahidi vazgeçtikten sonra vâsıl olursa, bir şey ödemez. Çünkü recmedilme&ine hükmedilen .kimsenin, atma vaktinde kam mubâhdır.vârislerine diyeti öder; İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ; atan kimsenin bir şey ödemesi gerekmez ve O'na bir şey lâzım[118]
[1] Sultân; lügat bakımından kahr ve tegaİİüb anlamına gelen bir mastardır. Sultân kelimesinin; hüccet, delil, aydınlık ve ışık gibi daha başka sözlük anlamları da vardır.
Bütün bu ma'nâlar ile ilgili olarak, adalet, zabt ve ihtimâmiyle memleketleri aydınlatmış olan, kudret ve kuvvet sahibi Müslüman pâdişâh ve valilere SULTÂN adı verilmiştir.
[2] Kısas; bazı suçlarda, suçlunun islediği suçun benzeri cezayı görmesidir. Meselâ, öldürenin öldürülmesi, bir uzvu kesen veya yaralıyanın aynı cezayı görmesidir.
[3] Müştehât: Fukahâ'ya göre müştehât; erkeklerin rağbet ettikleri, şehveti uyandıran, dokuz yaşındaki kadın veya kızdır. Fetva da buna göredir. Şeyhayn; «Benzeri (misli) iştah uyandınrsa, beş yaşındaki kız müştehâttır.» demişlerdir. İmâm Muhammed (Rh.A.)'e göre; eğer iri olursa sekiz veya dokuz yaşındaki kız müştehâttır,
(Keşşâf-u Istılahat'Ü-Fünûn, C.I)
[4] Nikâh mülkü; bir erkeğin nikahlanmak suretiyle sâhib olduğu kadındır. Sağ elinin mâlik olduju ise, efendinin mâlik olduğu köle ve cariyeleridir.
[5] İştibâh şübhesi: Bazı hukuk ve ahkâmın cereyanından ileri gelen bir şübhe demektir.
[6] İmâm: Bu kelimenin çok çeşitli anlamlan vardır.
İlm-i Kelâm ve Fıkh terimi olarak İmâm; en büyük Din ve Devlet Başkanı olup, Dînî hükümleri uygulayan, Resûlüllah (S.A.V.)'ın Halîfesine denir, ilk Halifeler; Pîn ve Devlet Başkanlığı, Camide imâm-hatiblik, orduya komutanlık ve mahkemede hâkimlik gibi görevler yaparlardı. Sonradan bu görevlerin bir kısmı ayrı ayrı şahıslara verilmiştir.
İmâm'ın daha başka anlamlan da vardır. Meselâ; bir Mezhebde, kendisine uyulan kimseye de tmâm denir. İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed (Rh.A.) gibi.
Bir ilim veya fende sözü senet tutulacak kimseye de imâm denir. İmâm Gazali (Rh.A.) ve İmâm Buhârî (Rh.A.) gibi.
Bu terim, kurrâ' ve müfessirler için de kullanılır. Hattâ Sahabe (R. Anhüm)'nin, Hz. Osman (R.A.)'m emri ile istinsah edip, çoğalttıkları ilk yedi Mushaf'ın her birine de İmâm pdi verilmiştir.
[7] Müslim'de; Büreyde' (R.A.) den rivayet edildiğine göre; «Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e ge'niiş; fakat Resûiüllah (S.A.V.), O'nu geri çevirmiş. Sonra ertesi gün, O'na tekrar gelmiş, Resûiüllah (S.A.V.), kendisini yine geri çevirmiş. Bilâhare kavmine haber göndererek: -
Bunun aklında bir bozukluk biliyor musunuz? diye sormuş.
O'nu, ancak aklı başında iyilerimizden biri olarak tanırız, demişler.
Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e üçüncü defa gelmiş. Resûiüllah (S.A.V.), yine kavmine haber göndererek, kendilerine sormuş. Onlar da, Mâiz' (R.A.) de ve aklında bir kusur olmadığını haber vermişler. Dördüncü defa gelince, artık Resûiüllah (S.A.V.), O'na bir kuyu kazarak, kendisini recmetmiştir.»
Aynı ma'nâda bir hadîsi; Jmâm Atımca b. Hanbel (Rh.A.) ile ishak b. Rahaveyh (Rh.A.) «Müsned» lerinde, lbn-j Ebî Şeybe (Rh.A.) «Musaunef» inde tahrîc etmişlerdir.
(Selâmet Yolları; Ahmed Davudoğlu, c. 4, s. 14)
[8] Muhsan : Evli veya dul olan erkektir. Evli kadına muhsâne derler. Bekârlara ise; gayr-İ muhsan denilir.
Zina yapan muhsan ve muhsânelerin hükmü, recm olunmak, yâni taşlayarak öldürmektir.
Zina yapan gayr-i muhsanlara ise, yüz değnek vurulur.
[9] İhsan: Şer'i cezaların yerine getirilebilmesi için hukuk yönünden bulunması lâzım gelen bazı vasıfların bir şahısla toplanmasıdir.
[10] Bk. Nisa sûresi; âvet: 25
[11] Kilâb ve Sünnetten sonra, İslâm Hukukunun üçüncü kaynağını teşkil eden Jcmâ'ın Mizlük ma'nâsı; bir şey üzerinde azm ve ittifak etmektir. Terim olarak, bunun çeşİıü ta'rineri yapılmıştır. İbu Hacîb; «tema', bu Ümmetin müctehidlerinJn, herhangi bir asırda bir mes'ele üzerinde uyuşmalarıdır.» diye ta'rîf eder. M. Ebû Zehra ise; «İcmâ', Uz. Peygamber'dcn sonraya âid bir çağda, amelî bir mes'elcuin seri hükmü üzerinde mücfehidlerİn birleşmesİdir.» diye ta'rîf etmiştir.
[12] Bk. Nur sûresi; âyet: 2
[13] Bk. Nisa sûresi; âyet: 25
[14] Bu kadın hakkında Müslim'den şöyle bir rivayet vardır:
jnırâıı b. Hıısayn' (ft.A) dan rivayet olunduğuna göre; Ciiheyne'den bir katlın (Gâmidiyye), zinadan gebe olarak, Peygambei (S.A.V.)'e gelmiş ve:
Yâ Nebîyyallah, başıma hadd fîcâb eden bir hâl) geldi. Binâenalejh, banu hadd vur, demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.), O'nun velisini çağırmış e;
Buna iyi muamele et: doğurduğu zaman kendisini bana geiir, demiş. Velimi, de öyfe yapmış.
Akıbet; Peygamber (S.A.V.l, kadını (n getirilmesini) emretmiş ve üzerine elbisesini bağlamışlar. Sonra kadını (n recmini) emrefmis ve recmolunmuş. BtniıJan sonra Resûlüllah (S.A.V.), O'nun Cenaze Namazını kılmış. Ömer (R.A.)
Bu kadın zina etliği hâlde, bir rfe O'nun Cenaze Namazını mı kılıyorsun, yâ Nebîyyallah? demiş. Resûl-İ Ekrem (S.A.V.):
Vaİİâhî, bu kadın Öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Med İn el İl erden yetmiş kişi arasında taksim edilse, onlara yeter artardı.. Sen, tanını Allah Teâlâ için feda edenden daha cfdal bir kimseye hiç rastladın mı? buyurmuşlardır.
(Selâmet Yolları, Ahnied Davudoğlu, c. 4, s. 24, 25)
[15] Recm: Lûgatta; öldürmek, kovmak, terk etmek, lâ'net etmek demektir.
Atılan taşa da, recm denilir.
istilânda; muhsan olup, zina eden erkek iie nuıhsâııe olup, zina eden kadını, kendine ;ıid bir tarzda taşlayarak öldürmektir.
[16] Peygamber1 Efen d i m izin ism-i şeriflt anıldığı zaman; «Allah (C.C.) O'na salât etsin, gânını yüceltsin. Selâm ve .selâmet versin (her türlü kusurdan uzak kılsın).» mealinde söylenen duadır.
Salât: Meşhur olan kavJc göre saîâl, lûgatta dua ma'nâsına gelir. Şeriat örfünde; bildiğimiz ve husûsî erkân ve ezkâr ile kıldığını!?, namaz demektir.
Dazı bilginlere göre salât, Allah1 (C.C.) dan olursa, rahmet; Meleklerden olıırs3, istiğfar; mü'minlerdetı olursa, ha/ısının bazısı için duâ etmesi ma'nâsına gelii. (Bk. Keşşaf)
Peygamber (S.A.V.) Efemi İm izin adı anıldığı zaman salât-ü selâm okumanın hükmüne gelince : Bunun farz veya vâcib olduğunu söyleyenler vardır. Ahzâb sûresinin 56. âyetinde Allah Teâlâ (C.C.) bu konuda meâlejı şöyle buyurur:
«Bir gerçektir kî, Allah ve O'nun Melekleri, Peygambere hep salât ederler. Ey mü'miuler, siz de hep O'na salât (ve duâ) ediniz. Ve hulûs ile selâm veriniz!»
Ru âyette salâtın ma'nâsı; Peygamber (S.A.V.) Efendimize ta'zîm, tebrik ve duadan ibarettir. (Bk. Buhârî, Tere. C, 2)
Bu âyet imlikden sonra Ashâb (R. Anhünı) tarafından; «Yâ Resülallâh! Sana selâm vermeyi biliyoruz. Fakat, nasıl salât edeceğiz?» diye sorulmuş. Resûliülah (S.A.V.) de namazlarımızın tahiyyâtlarında okuduğumuz salavât-ı şeril'elerle salavât okunmasını talîm buyurmuşlardır.
Bazı İslâm bilginlerine göre; yukarıdaki âyet-i kerime gereğince Peygamber (S.A.V.) Efendimize &alât-u selâmlarımızla, saygılarımızı arz etmek farz-ı ayn kılınmıştır.
Hanefî İmamlarından Gerhı (Rh.A.); Her Müslümana en kısa cümle ile olsun, (AHâhümme sallı ala Muhammedi yâni, «Allah'ım, Muhammed'i rahmetinle tebrik et ve O'nu esen kıl!» diye duâ edip, selâmlaması farz olduğunu bildirmiştir. Peygamberimize; (Sallallâhu aleyhi ve sellem) diye de salât-ü selâm okunur. Bİz bunu; tercümesini sunduğumuz kitabın içinde (S.A.V.) şeklinde kısaltarak yazdık. Böylece okuyucularımıza, Peygamberimize salât-ü selâm getirmelerini hatırlatmış oluyoruz.
Bir kısım müetehidler, «Peygamberimizin adı; her anıldıkça salavût getirilip, ta'zîm edilmesi vâcibdir,» demiştir. Bazıları da, «Bir mecliste, Peygamberimizin adı ne kadar andırsa anılsın, bir defa salavât edilmesi vâcibdir.» demişlerdir.
[17] Bk. Nûr sûresi; âvet: 2
[18] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 3-12.
[19] Hadd: Lûgatta, men anlammadır. İnsanların girip çıkmaktan menettiğİ için. kapıcıya, gardiyana (zindancıya), haddâd denilmiştir. Bir şeyin mâhiyetini ta'rif ve ta'yin eden geye de, hadd denilmiştir: Çoğulu, hudûd gelir.
GayrimenkuHerin sınırlarına da hudûd denir. Çünkü bunlar gayrimenkullerin sınırlarını ta'yin, başkalaijına karışmalarını menederler. işte bundan dolayı bir kısım cezalara da hudûd adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar, mazarratları bütün beşeriyete dokunan bir takım kötü davranışlardan insanları alıkorlar ve menederler. Bunlar suç işleyenler hakkında birer ukubet olduğu gibi, müşâhidler hakkında da birer ibret ve uyarma vesilesi olur.
[20] Bk. Duhâ sûresi; âyet: 8
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 13-18.
[22] Kıyâs'ın sözlük ma'nâsı, bîr şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki gey arasındaki benzerlikleri tesbit etmektir. Bu kelime Arapça olup, İslâm Hukuku terimi olarak «talil» (deduetion) adı da verilir.
Kıyâsın çeşitli ta'rifleri yapılmıştır. Bunların en açık ve geneli şu ta'rîftir: «Kıyâs, her ikisinde de hükme esâs teşkil eden ÜJet aynı olduğu için, hakkında
nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olaj in hükmüne
eşit kılmaktır.»
[23] İstihsân: Arapça'da istîhsân sözü, güzel olmak ma'nâsına gelen «husn» kökünden gelmekte olup, sözlükte bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek demektir.
İslâm Hukukçularının kabul ettiği istilâhi ma'nâsı ise, kıyâs gibi benzerlik esâsından hareket ederek değil, kamu yararına ve adalet esâsına göre, şahsî takdire dayanarak hüküm vermektir. Bir hukuk terimi olarak istihsânı şöyle ta'rif edebiliriz: «İstihsân, bir olayın şer1! bir delil icâbı olan hükmünden, yine şer'î bir delil icâbı olan başka bir hükme udûl etmektir.» Kısacası istibsân, şer'an mu'teber olan tercihi nıu'-cib bir sebebe dayanarak bir delili, buna aykırı düşen başka bir delilden üstün tutmaktır.
[24] Nİsâb: Hırsızlık ve zina haddi gibi, bazı cezaların vâcib olmasına alâmet olmak üzere, Şâri'i Hakîm tarafından oasb edilen belirli bir miktardır.
[25] Akile: Hatâ ile adam öldüren kimsenin diyetini (kan bahâsını) ödeyen kimselerdir. Hatâ ile öldürdüğü için diyetin ödenmesine yârdım ederler. Bu terimin geniş bir şekilde açıklaması (Ma'kuleler Bolümü) nde gelecektir.
[26] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 19-24.
[27] İçkilerin haram oluşu; Kitap, Sünnet ve tcrnâ ile sabittir.
Kitap'lan delili; Meâlcn :
«Ey mü'minler! Şarâb (İçki içmek), kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları hep Şcytân'ın işinden pis (haram) birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, ktırtıllasınız.» (El-Mâİde sûresi; âyet: 90)
Simnet'ten delili: KlüsIİm'in İbn-i Ömer'den tahrîc ettiği şu hadİs-i şerifdir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Her sarhoş eden şey şarâbdır, her şarâb da haramdır.»
Ayrıca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden tevatür yolu ile haram olduğu zamanımıza kadar gelmiş ve İCMÂ île de sabit olmuştur.
[28] inâye sahibi şöyle demiştir: «Sarhoş olan kimsenin sözlerinin çoğu saçmadır. Eğer scuünün yansı doğru olursa, sarhoş değildir. Âlimlerin çoğu, bu kavli kabul etmişlerdir.»
[29] İbn-i Velîd (Rh.A.), bir gün Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a haddi gerektiren sarhoşluğu sormuş, Ebû Yûsuf (Rh.A.) da;
Sarhoş olan kimseye, El-Kâfirûn sûresi okutulur. Eğer yamhrsa, sarhoştur, diye cevâb vermiş. Bunun üzerine İbn-i Velîd (Rh.A.);
Bu sûrede, sarhoş olmayan da yanılır. Bu takdirde, bu sûre okutulmakla sar-- hoşluk nasıl ta'yîn edilir? diye sormuş. Bunun üzerine Ebû Yûsuf (Rh.A.) şu cevâbı
vermiş:
Bir kimse şarâb içip Namaza başladı ve namazda bu sûreyi okuyamadı. Bunun üzerine, şarâbı haranı kılan âyet-t kerîme, bu kimse hakkında nazil oldu.
[30] Banotu (Bangotu): Patlıcangillerden, hekimlikte kullanılan uyuşturucu ve zehirli bir yaban bitkisidir. Bataklık ormanlarda ve harabelerde yetişir. Esrar, konca, ğııbâr, haşhaş, hayâl yaprağı, tılây-i kalenderiyye ve müdâmo-i hayderîyye gibi isimleri vardır.
[31] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 25-27.
[32] Kâzif: Zina isnadında bulunan.
[33] Makzûf: Kendisine zina isnadı yapılan kimsedir.
[34] Muhtass: Bir kimseye veya şeye mahsûs olan.
[35] Asabe; baba tarafından, erkek tarafından akraba olanlardır.
[36] Mülâane: Birbirine beddua etme, ilenme; birbirinden nefret etme;
[37] Arabca'da; Zina eden erkeğe, Zâni denir.
[38] Arabca'da, Zina eden kadına, Zâniye denir.
[39] Haram liaynihî: Aslı ve maddesi i'tibâriyle haram olan şeylerdir. Domuz eti, akan kan, §arâb gibi.
[40] Müste'men: Ecnebi tebaasından olan kimse.
[41] Tafsil: Uzun uzadıya anlatma, açıklama.
[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:28-34.
[43] Ta'zîr: Ta'zîr, (azr) kökünden olup, lûgatta; azarlamak, menetmek ve red anlamlarına gelir. Şer'an, hadd denen cezadan daha aşağı derecede bir te'dîb şeklidir.
Ta'zîr ile hadd arasındaki fark şudur: Hadd, mukadderdir, ta'zîr İse, İmâmın reyine bırakılmıştır. Hadd, şübhelerle savulur. Ta'zîr ise, şübhelerle bile uygulanır.
Küçük çocuğa, hadd gerekmez. O'nu ta'zîr etmek ise, meşrudur. Eğer mukadder ise, Zimmiyc uygulanan cezaya hadd denir. Ta'zîr ise, Zimmî hakkında kullanılmaz. Zimmîye uygulanana, ukubet denir. Çünkü ta'zîr, temizlemek İçin meşru olmuştur. Kâfir ise, temizleme (tathîr) ehlinden değildir. Eğer mukadder değil ise, ehl-i zimmet hakkındaki azarlama ve menetme cezasına ukubet adı verilir. (Bk. Keşşâf-u Istılâhâtil-Fünûn, C. 2)
[44] Nass; sözİük anlamı bakımından! açıklık ve kesinlik demektir.
İlmî terim olarak anlamı, Kur'iîıı-i Kerîm'de vejâ Hadîs-i Şorİf'de bir îj veya mes'ele hakkında olan açıktama ve bu açık sözdür.
[45] Bk. Nûr sûresi; âyet: 4
[46] Fâsık: Allah' (C.C.) m emirlerini tanımayan, günâh işle>eıı, fesada..
[47] Kâfir: Allah' (C.C.) in varlığına ve birliğine inanmayan.
* Habis: Soysuz, kötü, alçak.
* Fâcir: Günahkâr, fena huylu; kadına düşkün erkek.
* Muhannes: Kadın tabiatlı, alçak.
* Hâin: Nankörlük eden.
* Lûtî,: Lût kavminm 'çirkin hâllerini tekrarlayan kimse, homoseksüellik, Ku-
lampara. Lûtîlik, büyük gtinâhdır.
* Zındık (zindîk): Münafık, Âhirete inanmayan, dıştan Müslüman, içten kâfir
olan kimse.
* Hırsız: Başkasının malini çalan kimse.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 35-40.
[49] Ceyyid, iyi şey demektir. Burada karışık ve sahte olmayan akça anlamına gelir.
[50] Allah Teâlâ (C.C.) malı, can ve ırzı muhafaza için yaratmıştır.
Hırsularin ellerinin kesilmesi, ilâhî bir hükümdür. Allah Teâlâ ıC.C.i Et - Mâide sûresinin 38. âyet-i kelimesinde şöyle buyurmuştur:
«Erkek hırsızla kadın hırsızın, yaptıklarına karşılık ve Allah'dan bir azâb olmak üzere, (sağ) ellerini kesin. Allah, mutlak gâlibdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
[51] Mücmel: söyleyenin açıklamasından başka maksadı anlamaya bir yol buhımmnan soz-riür. Mücmelin hükmü, hakikatini i'tikâd ederek açıklama gelinceye kadar beklemek, yâni bîr ma'nâ vermemek, açıklamadan sonra da gerekirse üzerinde durmak, düşünmektir.
[52] Kalkan: Eskiden oktan ya da kılıçtan korunmak için savaşçıların taşıdığı yassı, çoğu tekerlek biçiminde korunmalik.
[53] Zahir rivayet (veya zâhîr'ul-rnezheb): Bir fıkıh terimi olan zahir rivayet, İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) in telif etmiş olduğu; Mebsût,. el-Câmi'uI-Kcbîr, cl-Câmi'us-Sağir ve es-iıiyer'ııl-Kebîr gibi Fıkıh Kitaplarındaki güvenilir ve sağlam rivayetlerdir. Pek güvenilir olmayan zayıf rivayetlere ise, «Nâdîr'ur-Rivâye» adı verilir.
[54] Üd (Ödağacı): Hindistan'da yetiden bir ağaçtır. Hintçe'de (İd) diye bilinir. Yakıldığı zaman güzel koku verir. İlmî adı. aquillaria agollochia'dır.
[55] Misk: Asya'nın yüksek dağlarında .yaşayan bir erkek Ccylân'ın karın derisi alımdaki bir bezden çıkartılan güzel kokulu maddedir.
[56] Za'ferân (Safran): Süsengillerden, soğanlı ve güzel çiçekli bir bitkidir. 'Çiçeğinin tepecikleri kurutulup, boya olarak kullanılır. Ayrıca, katıldığı şeylere özel bir tad ve güzel bir koku verir. İlmî adı, Crocus'dur.
[57] Anber (Amber) : Anber baliğinin bağırsaklarından çıkarılan veya dışkısıyle deııî/e dökülen, kül renkli, güzel kokulu bir maddedir. (Fazla bilgi için, C. 1, S. 328'e bakınız.)
[58] Lal: Yakut gibi kırmızı renkli, kıymetli bir taşdır.
[59] Fîrûzec (Feyrûzec): Halk arasında finize olarak bilinen; gök mavili veya vcştl renkli kıymetli bir taştır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiştir.
Buna, «Hacer'iil-ayn», yâni, «Göztaşı» da derler.
[60] ZIRNIK (ARSENİK): Kimya'da Arsenik'e verilen isimdir. Sembolü, (A&) dır.
Dcmirkın renginde, 5, 7 yoğunluğunda, normal sıcaklıkta katı iken 400 dereecve doğru gaz durumuna geçen bir elementtir.
Ateşe atılınca etrafa sert bir sarımsak kokusu yatarak, uçup gider; ok^iiloşinco zehir olur. Halk arasında sıçan otu olarak da tanınır.
[61] Tanbûr (Tambur): Yay ,va da mızrapla çalınan: uzun saplı, telli, (uhta ^
[62] Arjıbca'ılji z.ırif; nâzik kimso demektir.
[63] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 41-48.
[64] lmâın Suyûti (Rh.A.) İbnü'l-Cezerî' (Rh.A.) den kırâatlaruı, senetleri yönüoâen, allı (eşit olduğunu nakletmiştir;
a) Mütevâtir: Mütevâtir kirâatlar, yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, diğer bir kalabalıktan rivayet ettikleri kırâatlardır. Kirâatlar içerisinde en üstün olanı budur.
b) Meşhur: Meşhur kirâatlar, zabt ve adalet sahibi kimselerin rivayet etmesiyle senedi sahîh, Arab Gramerine ve Osmânî Mushaflara uygun olan kırâattardir. Bu çeşit kırâatlaı; kıraat İmamları katında meşhur olmuş ve onlar tarafından yanlış veya şâz sayılmamışlardır. Şu kadar var ki, bu kirâatlar, tevatür derecesine yükselemcmiş-lerdir. Bu İki çegit kıraat okunur; onlara iuanmak vâcib, onlardan herhangi birisini inkâr etmek caiz değildir.
c) Ahâd,: Âhâd larâatlar, senedi sahîh olup, ya Osmânî Mushaf'a veya Arab . Gramerine uymayan veya zikredilen şöhrete ulaşamayan kırâatlardır. Bu kirâatlar
okunamaz ve bunlara inanmak da vâcib değildir;
d) Şâz: Şâz karâatlar, senedi sahîh olmayan kırâatlardır.
e) Mevdu': Mevdu' kirâatlar, asılsız olarak, bir kimseye nisbet edilen kırâallardır. O Müdrec: Müdrec kirâatlar, şekli i'tibâriyle hadîsin çeşitlerinden el-Mütlrec'e
benzer. Bu kırâatlarda, tefsir bakımından ziyâde yapılmıştır.
[65] Müsteîr; ödünç alan, iğreti alan,
[66] Mudârib; bîr ortaklığa, çalışması, işi ve emeği ile katılan kimsedir.
[67] Mürtehin; rehn alan kimse.
[68] Müstehzi'; bir şeyi sermaye yapan kimsedir.
[69] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 49-54.
[70] Küçük Hırsızlık (Serikat-i sıığrâ) : Mükellef bir şahsın en az, hâlis gümüşlen darbedil-miş ve damgalanmış on dirhem (32,070 gr.) veya kıymetçe bu miktar malı bulunduğu yerden gizlice alıp, dışarı çıkarmasıdır,
* Büyük Hırsızlık (Serikat-i kübrâ): Yolkesicilik süreliyle yapılan hırsızlıktır.
[71] Nisâb; küçük hırsızlıkta olduğu gibi, madrûb olan on dirhem (32, 070 gr.) miktarıdır,
[72] Haydûd; dağ hırsızı, yolkesici, eşkiyâ demektir. Kelimenin aslı Macarca olup «Hayduk» dur.
[73] Bk. Mâide sûresi; âyet: 33.
[74] Yol kesicilik (Kat'-ı tarîk); can ve mala karşı yapılan bir saldırıdır. Seyahat emniyye-tini ortadan kaldırdığı gibi, şehirlerarası rnaî naklini de tehdîd eder. Bu sebeble de, memleket içinde beşerî, ticarî faaliyetler önemli derecede fele olur. Bunun içindir ki, yolkesicİlik, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah' (C.C.) a ve Peygamberi Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimize karşı açılmış bir harp olarak vasıflandırılmıştır.
[75] Yânî, sağ eli ve sol ayağı kesilir.
[76] Bk. Mâidc sûresi, âyet: 34
[77] Zî-rahm: Lûgat'ta, mutlaka karabet sahibi (nesebi akraba) demektir. Isiilâh'da: «Terikeden sülüs, rubu' gibi belli pa.vı olmayan ve terikeyİ asabeden utmak sifamle ihraz etmeyen herhangi karîb» demektir. Çoğulu; Zevil'erhâm'dır.
[78] Yol kesen'e «kat'ı- tarik», denildiği gibi «muhârib» de denilir. Yolu kesilene de «maktu'un aleyh» denilir.
[79] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 55-59.
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60.
[81] Hamr'a; bütün memnu' içkilerin esâsını teşkil eltiyi için «Ümnı-ül habâis» yânı «Pis şejlerin anası» da denilir.
[82] İçki haranı kılınmazdan önce Müslümanlar onu içerlerdi. Bu onlar için hulâldi. Sonra, Hz. Ömer (R.A.) ve .Sahabe' (R. Anhüm) den bir topluluk:
«Ey Allah'ın Elçisi, bize hamr (içki) hakkında fetva yer. Çünkü o, aklı giderici ve malı yok edicidir.» dediler. Bunun üzerine:
«Peygamberim! Sana hamrın (içkinin) ve kusana hükümlerini soruyorlar. -Sen, onlara bunlarda büyük günâh bulunduğunu söyle.» (Bakara sûresi; âyet: 219) âyet-i kerîmesi nâzü oldu. Bu âyet indikten sonra, bir kısım Müslümanlar İçmeye devam ettiler, diğer bir kısmı da içkiyi terk ettiler.
Sonra bir gün, Abdurrahman b. Avf (R.A.) bir cemâat da'vet edip, içki içtiler ve sarhoş oldular. Abdurrahman (R.A.), cemâatten bâzısına imâm olup, namaz kıldırdı ve namazda, «Kâfirim» sûresini (a'budu mâ taTmdûn) yâni, «Ben, sizin taptıklarınıza (putlara) taparım.» diye yanlış okudu. Bunun üzerine:
«Ey imân edenler, sarhoş olduğunuz hâlde namaza yaklaşmayın!» (Nisa sûresi; âyet: 43) âyeti nazil oldu. Bu âyetin ^inmesinden sonra içkiyi içenler azaldı.
Sonra bir gün, Utbân b. Mâlik (R-A.), bir cemâat da'vet edip, yeyip İçtiler ve sarhoş oldular. Birbirleri ite münâkaşaya ve dövüşmeye başladılar. Bu olay üzerine Hz. Ömer (R.A.):
«Allah'ım, biz mü'minlere hamt (içki) hakkındaki hükmünü açık, şifâ verici bir surette bildiri» diyie, duâ etti. Bundan sonra Mâide sûresinin 90 ve 91 inci âyetleri nazil oldu:
Meâlen: «Ey inananlar! fçki, kumar, putlar ve fal okları şübhesiz Şeytân i$İ pis liklerdir, bunlardan kaçının ki mutluluğa eresiniz. Şeytân, şübhc&iz içki ve kumar yüzünden aran i/a düşmanlık ve kin sokmak ve sîzi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz geçersiniz değil mi?» Hz. Ömer'e, bu âyetler okununca: «Vaz geçtik, yâ Rabbil» dedi.
Hz. Ali' (R.A.) nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Şayet bir kuyuya içkiden bir damla düşse ve o kuyunun yerine bir minare yapılsa, o minarenin üzerinde *zân okumam. Ve yine bir denize düşse, sonra denizin suyu kuruyup orada ot bitse, orada hayvanımı otlatmam.»
(MedârikuVTenzîl, Cilt: 1, S. 109)
[83] Seker: Piştrilmeyip kendi kendine kabaran ve şiddetlenip müskir bir hâle gelen yaş hurma suyudur.
[84] Nakî-i temr: Kendi kendine kabaran ve kuvvetlenerek müskir hâle gelen pişirilmiş kuru hurma suyudur. Nakî-i zebib ise; kendi kendine kabaran ve kuvvetlenip, müskir bir hâle gelen pişirilmemiş kuru üzüm sırasıdır.
[85] lbn-İ Mâce ve Tirmizî'de »rivayet edilen bir hadisde:
«ResûIÜlİah (S.A.V.), içki hakkında on kişiye lanet etmiştir. Sıkana, sıktırana (yâni, içkiyi yapana ve yaptırana), içene, taşıyana, kendisine takındığı kimseye, içirene, satıcısına, onun parasını yiyene, onu satın alan kimseye ve kendisine satın alınan kimseye.»
[86] Hanefî İmamları, bilhassa şarâb üzerinde ün noktadan süz etmişlerdir:
a) Şarâbın mahiyeti, sarhoşluk veren ii/üm sırasıdır. Hanır, >âııi saralı ismi Lisân Âlimlerinin ittifakîle yalnız bu içkiye verilmiştir. Sair içkilerin adlan da başka, hükümleri de şarâbdan farklıdır. Me:,elâ, şarâbın haram olduğu kat'i delil ite, diyerle-riııİn ise zannî delil ite sabittir.
b) Şarâb ismi verilebilmek için, kükreyea şıra'nın köpüğünü atması İmâm-ı A'tam (Riı.A.) a güre, şart; İmâmeyn (Rh. Aleyhinıâ) e göre; sari değildir.
c) Şarâb'm ayıı'if yâni kendisi haramdır. O. sarhoşluk vermekle niulemlinlemem "Vâkıâ bâ2i kimseler; «Şarâbın kendisi değil, sarhoş etlen miktarı haramdır.» dem işlerse de, bu söz doğrudan doğruya âyet-i kerîmeyi inkâr ma'nâsina geldiğinden Haneli imamları, buna kail olanların küfrüne hükmetmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri şarâb için «rics» demiştir. Rics, aıı'ı haram o!an şeydir...
d) Şarâb, bcvl gibi necâset-i galî/a'dir. Zira hükmü, kat'i delillerle sabit olmuştur.
e) Şarâbı helâl i'tikâd eden, kat'î delili inkâr ettiği için, dinden çıkar.
f) Müslüman hakkında şarâbın hiçbir nıâiî kıymeti }oktur. Çünkü ona kıymet takdir etmek, ona bir mevki ve şeref tanımak demektir. Halbuki Allah Teâlâ {C.C), onu necaset addetmekle, kıymetini hiçe indirmiştir.
g> Şarâbdan, hiçbir surette faydalanmak helâl değildir. Zira, ondan kalınmak.em-rolunmuştur. Ondan istifâdeyi; kalkışmak ise, ona yaklaşmak demektir, h) Şarâbın bir damlasını bile içene hadd vurulur. ı) Şarâbı kaynatmak dahî te'sîr etmez. O, yine haramdır, i) Hanefilere göre, şarâbdan' sirke yapılabilir.
(Selâmet Yollan, Ahmed Daudoğlu, e. 4, s. 72, 73).
[87] İekiier hakkında ResîîlüUah (S.A.V.) ile Ashâb-ı Kiram (R. Anbünı) (lan muhtelif te'lif eserler vârid olmuştur. Bu eserlerde isimleri geçen içkiler; tılâ. bâzak, bit', ci'a, mizr, seker, fadîh. ve sükrüke, halîtayıı gibi şeylerdir.
Bejhakî, Ebû Mâiîk-i Eş'arî'dcn 511 hadîsi tahrîc etml^ür^
Peygamber (S.A.V.), şöyle buyurdular:
«Ünmıetimden bir takım insanlar, şarâbı mutlaka içecekler; ona isminden başka bir ad takacaklar; tepelerimle çalgılar çalınacak. Allah, onları yere batıracak ve onlardan bir takım maymunlar ve domuzlar yaratacaktır.»
Eserlerde vârid olan içkilerin yapılışı şöyledir:
* Tılâ*: Üçte birinden biraz fa/la kalıncaya kadar kaynatılan üzüm sırasıdır. Eğer, yarısı buharlaşıp kaybolursa,, ona «munassaf» derler.
,* Bâzak: Tilâ'nın, Farsça adıdır. Kelimenin aslı «bade» dir.
* Bit': Bal- şerbetinden yapılan içkidir.
* Ci'a: Arpa suyundan yapılan içkidir.
* Mizr: Darıdan yapılan içkidir-
* Seker: Ateşte kaynatmadan, suda ıslatılarak kuru hurmadan yapılan içkidir. Aynı şekilde, hurma koruğundan yapılana «fadîh» derler. *
* Sükriike: Mısır ve darıdan yapılan içkidir.
* Hülitayn : Kum hurma İle koruk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir. Uyuşturucu maddeler, yâni esrar, eroin, kokain, morfin gibi maddeler, şarâb gibi,
yasak edilen şeylerdendir. Nitekim, Ebû Dâvûd' (Rh.A.) un tahrîc ettiği şu hadîsden de sarahaten anlaşılmaktadır.
«ResûlüHah (S.A.V.), sarhoş eden ve uyuşukluk veren her şeyden nehî buyurdu.» (Selâmet Yollan, Ahmed Davudoğiu, e. 4, s. 74, 75) Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60-63.
[88] Resûlüllah (S.A.V.)'denf Biti' (içkisinin hükmü) sorulmuştu -ki bu Biti', Yemen halkının içtikleri, baldan yapılmış İçki idi- Resûlüllah (S.A.V.):
«Sekir (sarhoşluk) veren, her içki haramdır» diye cevâb verdi.
(Buhârî, Kitâbu'l-Eşribe)
Peygamberimiz1 (S.A.V.)İn bu hadis-1 şerifi, içkinin mâhiyetini genel bir kanun hâlinde ta'rîf ediyor. Her içki, bununla Ölçülmelidir. Şu hâlde, rakı, votka, likör, kanyak... v.s. gibi sarhoşluk veren bütün içkiler, kıyâs yolu ile haramdır. Ancak şarâbın haram olduğu, kat'î delil İle, diğerlerinin haram olduğu ise, zannt delil ile sabit olduğu için onların harâmlik derecesi şarâbdan biraz aşağıdır,
[89] İbn Hibbân (Rh.A.) ile Tahâvî' "(Rh.A.) nin tahrîc (rivayet) ettikleri bir hadîade Re-sûl-i Ekrem (S.A.V.):
«Siıl, çoğu sarhoşluk veren şeyin azından da nehi ediyorum» buyurdu. Bu ma'-nida hadîsler çoktur. Şu varki, bunlar birbirlerini takviye ederler.
[90] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 64-66.
[91] Cinayet; Zararlı olan her memnu' fiildir. Bu fiil ba'zen insanın kendine, ba'zen de başkalarına âid olur.
Başkalarına yapılan cinayet; ya cana, ya mala, yâhûd ırza karşı işlenir.
[92] Harbî; İslâm memleketi dışında yaşayan gayr-i müslimdir. Bunların memleketine «Dâr-ı harp» denir.
İslâm memleketinde ve Müslümanların idaresi altında yaşayan gayr-i müslimlere ise; «Zimmî» adı verilir.
[93] Müste'men, İslâm ülkesine emân ile girip, geçici olarak kalan gayr-i miislimlere denir. Gayr-i müslimlerin ülkesine emân ile giren Müslümana da, müste'men adı verilir.
[94] Bk. Nisa sûresi, âyet: 93 ' .
[95] Bk. Bakara sûresi; âyet: 178
[96] Bk. Nisa sûresi; âyet: 92
[97] İşkâl (Müşkİl): Bir lâfzın kendisinden ne murâd edildiği teemmülsüz bilinemeyecek derecede ma'nâca kapalı olmasıdır. Bu kapalılık, ya ma'nâsındaki incelikten, derinlikten veya kendisindeki bir istiâre-i bedîiye'ıten ileri gelir. Böyle lâfızlara, müşkil denir.
Bir başka ifâdeyle işkâl; bilinen bir lâfzı kapalı kılma, bir lâfzın ma'nâsmın an-Jaşılamayacak derecede kapalı olmasıdır.
[98] Haber (veya hadîs-i şerifler) şiiyü derecesine göre; ya mütevâıir, ya da haber-i vâhid olur. Uabcr-i vâhid veya âhad, lügat bakımından, yalnız bir kişinin rivayet ettiği haber demek ise de, ıstılah bakımındım mütevâtir mertebesini bulmayan haber anlamına-dir. Râvîsi ister bir,-ister iki, isterse daha çok kişi olsun, yine haber-i vâhid olur.
Haber-i vâhid de; meşhur, arfz veya garib kısımlanna ayrılır.
Mütevâtir haber: Yalan söylemek için anlaşmalarına âdetan akıl imkân vermeyecek kadar kalabalık cemâatlerin, her nesilde kendileri gibi kalabalık cemâatlere rivayet etmeleri suretiyle gelen haberdir. Haberin en makbulü, budur. Mütevâtir olan Haber-i Resûl'ü inkâr eden, kâfir olur.
[99] Âmm: Sayilamıyacalc kadar çok şeylere delâlet eden sözdür. Âmmin hükmü: Hâss gibi, kat'iyet İfâde etmektir. Tahsis: Âmm olan bir sözün delâlet ettiği ma'nâlardan bazılarını hükümden çıkarmaktır. Çıkarmaya yarayan delile, «muhassis» derler,
Hâss İle âmm kuvvet bakımından birbirine denk oldukları için, târihleri bilinirse, göyle hükmolunur: İkisi beraber vârid olmuşsa, bâss âmmı tahsis eder. Âmm önce. hâss sonra gelmişse; hâss, âmmı nesheder. Yâni, hükmünü kaldırır. Hâss önce, fimnı 3onra ise; âmm, hâssı nesheder.
[100] Bk. Bakara sûresi; âyet: 179
[101] Bk. Nisa sûresi, âyet: 92
[102] Bk. Nisa sûresi, âyet: 92
[103] Âkile: Kaatilin diyetini yükleaip, ödemek gereken baba tarafından akrabası (asabe). aşireti, mestekdaşları v.b. dir.
[104] Cinayetlerin nev'i ve hükümlerini şöylece özetleyebiliriz: Hanefilcrc göre cinayetler beş çeşittir.
a) KASDEN ÖLDÜRME (Amelen öidiirme):
Silâhla veya silâh yerine kullanılan sivri tahta veya taş veya ateşle kasıdlı olarak işlenen cinayettir.
Hükmü: Günahkârlığı ve kısası gerektirir. Ancak maktulün velileri bağışlarlarsa, kısas kalkar. Bunda keffâret yoktur,
b) YARİM KASIDLI ÖLDÜRME (Şibh-i amil):
«Kasde benzeyen öldürme» diye cie bilinen bu cinayet şöyle ta'rîF edilir.
İmâm Ebû Haııifc' (RhiA.) je göre; silâh olmayan ve silah yerine kullanılmayan bir âletle kasıdlı olarak vurmak şûreliyls irknen cinayettir.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e fiorc: kocaman bir taş veyâ kalın bir otlunla vurarak öldürürse, bu kasden cinayettir; yarım kasıdlı öldürme ise; çoğunlukla öldürücü olmayan bir âletle kasıdlı vurarak işlenen cinayettir.
Hükmü: "Bu cinayet her iki görüşe göre; günahkârlığı ve keffâreti gerektirir. Bunda kısas yoktur, fakat kaatilin baba tarafından akrabalarının ödemekle yükümlü oldukları ağır diyet vardır.
c) HATÂ İLE ÖLDÜRME : İKİ yönlüdür:
aa) Kasıdda yanılma: Bu, avlanmakta olan kişinin, av zannederek bir adamı vur-masıdır.
bb) Fiilde yanılma; Bu da, hedefe atış yaparken, bir insana isâbel etmesidir. Hükmü: Her iki durumda da; keffâreti ve âkİleyc (baba tarafından akrabaların ödemekle yükümlü oldukları) diyeti gerektirir. Bunda günahkârlık yoktur.
d) HATA YERİNE GEÇEN CİNAYET:
Meselâ uyuyan kişinin, bir İnsanın üzerine düşüp, O'nu öldürmesi gibi olan cinayetlerdir.
Hiikmü: Hatâ ile öldürmenin hükmü gibidir. Yâni, keffâret ve âkile'ye diyet gerekir.
e) SEBEBLE ÖLDÜRME: (Bîsebebin kati)
«Tesebbüben öldürme» de denilen bu cinayet şöyle ifâde edilir.
Bir kimsenin kendisinin mülkü olmayan bir yere kazdığı kuyunun içine, bir insanın düşerek ölmesine sebeb olması gibi hâllerde olur.
Hükmü: Bu davranış, bir insanın ölümüne sebebiyyet verdiği takdirde, âkiîeje diyet Ödemek düşer. Bunda keffâret yoktur. (Kudurt)
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 67-75.
[105] Kaved: Alel'itlâk kısas ma'nâsınadır. Bununla beraber çok kere (kısas fİnnefs) ma'nâ-sında kullanılır. Kaatüin boynuna ip takılarak kısas yerine götürülmesi bakımından kısasa, kaved denilmiştir. Kâid'in, hayvanı yedici kimse anlamına olduğu malûmdur.
[106] Bk. Bakara sûresi, âyet: 178
[107] Bk. Mâide süresi, âyet: 45
[108] Diyet; kan bahâsı, demektir. ÖkUırülen veya yaralanan bir kimse için bu işi yapanın ödemesi gereken maldır. Kısas ise; öldüren kimsenin öldürülmesi ve yaralıyan kimsenin de yaralanması suretiyle uygulanan cezadır. Şeriatte; bir kimseye yaptığının mislini yapmaktır.
[109] Kisâs'da hayât vardır. Delili; Bakara sûresinin I79'uncu âyet-I kerîmesidîp. Bu âyet-: kerîmede Allah-ü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurmaktadır.
Meâlen: «9£y akı] sahihleri! Sizin için kısâsda hayât vardır. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız.»
Beyzâvî' (Rh.A.) irin beyânı veçhile bu âyet-i kerime; fesahatin en yüksek taba-kasındandır. Zira; elfâzı gayet kısa ve ma'nâsı gayet çoktur. Çünkü kısas; maktulün bedelinde o maktulü katleden kaatilin hayâtını ifna etmekten ibaret olduğu hâlde, zıddı olan bir çok hayâta vesile olacağı beyân olunmuştur.
«Kaatilin hayâtını izâle etmekten ibaret olan kısas, zıddı olan hayâta nasıl vesile olabilir?» diye sorulacak olursa; şu cevâb verilir:
Kaatil; bir kimseyi katlederse, o kimse bedelinde kendinin kati olunacağını bilince, katledeceği kimsenin katlinden vazgeçmekle; hem kendi nefsini, hem de katledeceği kimsenin nefsini telefden muhafazayla hayâtlarını ziya'dan kurtarmış olur. Şu hâlde kaatil olacak kimse, kısası gÖzönünc getirip düşünmesiyle, İki ldji ölümden kurtulmuştur.
Kısâs'ın meşrûiyyeti bir çok hayâtı muhafazaya sebeb olduğu gibi, bir şahsın katli sebebiyle insanlar arasında çıkacak ve binnetice âlemin bir çok yerlerini ihata edecek olan fitne ateşini dahî teskin ile alemin sükûnet ve istirahatına sebeb olduğuna çübhe yoktur.
Şu hâlde kısâs'ın meşrûiyyetindekî hikmet; nüfus-u beşeri telefdetı muhafaza ve katil sebebiyle zuhur edecek fitneyi teskin ve ahâlinin istirahatını ve kabileler ara-and» sulh ve raüsâlemetin (barış içinde olmanın) devgmim te'mln ve filemin intizâmını bozulmaktan korumaktır. KısâVda, dünyâ'da hayât olduğu gibi âhirefde de hayât yardır. Zira; kaatil dün-yâ'da kısas olununca, âhirefde katil azabından kurtulup; hayât-ı ebediyye'ye nail olacağından kısas, âhiret'de O'nun hayâtına vesile olacak ve bu surette mes'üliyyetden kurtulacaktır. Lâkin kısas olunmazsa -isterse dünyâ'da müebbeden küreğe mahkûm olsun ve o cezasını çeksin- âhiret'de katilden yine ınes'ûl olup, müddet-i nıedide (uzun zaman) Cehennem'd» kalacağından, âhiretee hayâtını haleldar edeceğinde şübhe yoktur. (Hulâsat'ül Beyân fî Tefsîr'il Kıır'ân, Mehmed Vehbi, c. 1. s. 301-303.)
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 76-86.
[111] Sirayet: İşlenen bir suç neticesinde meydana gelen yarık veya yaranın dâiresini genişleterek yayılması veya ölüme götürmesine denir.
[112] Mu'ceb : îcâb etmiş, lâzım gelmiş; bir soz veya eniri:* îı-aljctliçi şey, netice.
[113] Hatâi'tı kail: Bir insanı, kasUe mukann olmaksızın ;ıniı;:lıkl;ı öklumu-ktir Hatâm cerh: Bir. insanı, kasık- nuıkârin olmaks'/m yariışiıkl.; -ar.ıt;»!!
[114] Bk. Mâide sûfesi; âyet: 45
[115] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 87-95.
[116] Bk. tsrâ sûresi; âyet: 33
[117] Daman (zımân); olmuş veya olacak bir zarara karşı verilen sağlamlık nesnesidir. Ya da zımân; bir başka.kimse üzerindeki vâcib olan hakkın iltizâmından ibarettir. Me-eelle'nûı 416. maddesine göre zaman (daman); bir şeyin misliyyâttan ise mislini ve kıye-miyyâttan ise kıymetini vermektir.
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı Eser Nesriyat: 3/96-101.
İkinci yol, veraset yoludur. Bu yol, .mülk, murise sabit olduktan sonra muristen vârise nakl ile vâris için sabit olmasıdır.
İmâmeyn (Rh. Aleyhİmâ), veraset yolunu kabul edip demişlerdir ki: Kısas, ölüden mîrâs olarak alınır. Hattâ onda, vârislerin hisseleri icr& olunur ve ölmezden önce afvı sahîh olur. Kısas, mala dönüştükde; ölenin borçları ondan ödenir ve yine ondıan vasiyyetleri yerine getirilir. Diyette olduğu gibi.
İmâm Azam (Rh.A.) birinci yolu kabul «dip demiştir ki: Kısas, mîrâs olarak alınmaz. Çünkü, o Ölümden sonra intikam ve öc almak için sabit olur. Ölü ise» bunun ehlinden değildir. Kısas, ancak ölen için mün'akid olan sebeble hilâfet yolu ile vârislere sabit olur. Yâni vârisler, ölen kimsenin yerine geçip, Ölü için sabit olmadan, ibtidâen müs-tehık olurlar. Çünkü kısas, yaralanan kimsenin ölümünden sonra mahallinde fiilin mülküdür. Ölüden ise, fiil tasavvur edilmez. Bundan dolayı yaralanan kimsenin ölümünden Önce, vârislerin afvı sahîh olur. Yaralanan kimseyi afvın sahîh olmasına sebeb, yaralanan kimse İçin mün'akid olduğundandır. Allah Teâlâ' (C.C.) mu:
«Haksızyere öldürülenin velîsine bir yetki tammışızdır.» [116] âyet-i kerîmesi, kısasın ibtidâen mirasçılar için bir hak olarak sübût bulduğuna nassdır. Borç ile diyet bunun aksinedir. Çünkü ölen kimse, malın mülkü için ehildir. Bundan dolayı bir kimse ağ kurup, 6 öldükden sonra, ağa av tutulsa, ölen kimse ona mâlik olur. İhtilâfın aslı şuraya râ-cîdir: İmâm A'zam1 (Rh.A.) a göre, kısas hakkım almak, vârislerin hakkıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre ise; ölünün hakkıdır. İmdi kısas, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ibtidâen vârisler için sabit hak olunca, onlardan birisi diğerlerinden vekâletsiz, onların haklarım isbâtta hasım olamaz. Hâzır olanın delîl (beyyine) getirmesiyle, gâib hakkında kısas sabit olmaz.
Şayet onlardan biri kardeşinin bulunmaması hâlinde babasının öldürülmesi üzerine delîl (beyyine) getirse, bulunmayan kardeşi hâzır oldukda, kısas hakkını almaya kudret hâsıl olması için; o delili (beyyi-neyi) tekrar getirir. Hâzır olan, delîl getirdikde kaatil, bi'Mcmâ habs olunur. Çünkü kaatil, öldürmekle itham edilmiştir. İtham edilen ise, habs edilir.
Yanlışlık (hatâ) ile öldürmek ve borç bunun aksinedir. Eğer öldürme yanlışlıkla olursa delili tekrar getirmeye hacet yoktur. Çünkü mu'-cebi maldır ve sübûtunun yolu mîrâsdır. Borç-da böyledir. Şayet vârislerden biri, babasının fülân kimsede şu kadar alacağı vardır, diye delîl getirse, kardeşi hâzır oldukda delili tekrar getirmez. Kaatil, gaibin afv ettiğine delîl getirse, hâzır olan hasımdır ve kısas düşer. Yâni, vârislerin ba'zısı gâib ve ba'zısı hâzır olsa, kaatil, hâzır olana; gâib olanın afv ettiğine dâir delîl gösterse, bu durumda hâzır olan hasmdır.- Çünkü kaatil, kısâsda hâzırın hakkının düşmesini ve mala intikâlini iddia ediyor. Hakkın düştüğüne -hükmedilince, hâzıra tâbi olarak gaibin üzerine hüküm verilmiş olur.
Keza iki adamın (ortak) kölesi kasden öldürülse, o iki adamın biri gâib olsa, kaatil, hâzır olan ortağa; gâib olanın kısâsdan afv ettiğini iddia etse, hâzır olan hasındır. Eğer isbât ederse, zikredilen sebebden dolayı kısas düşer.
İki velî- ortaklarının afv ettiğini haber verseler, bu onlar tarafından kısası aiv sayılır. Yâni, bir adam kasden öldürülse ve O'nun üç velîsi olsa, o üç velînin ikisi, ortaklan olan üçüncü velî afv etti, diye şahadet etse, o İkisinin ihbarı kendileri nâmına kısası afvdır.
Bu mes'ele dört vech üzeredir. Musannif birinci yechi: «Eğer katil ile ortak o iki muhbiri tasdik ederlerse, o ortak için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü, tasdiki ile nasibini ibtâl etmiştir. İki muhbir için, diyetin üçteikisi vardır,. Çünkü onların paylan, mal olmuştur.
Musannif ikinci vechi: «Ortak ile kaatil o iki muhbiri yalanlarlar ise, muhbirler için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü ikisi de, ihbarları ile kısâsda olan haklarını düşürüp, kısas mala dönüşmüştür.* Kaatil ile ortağın yalanlaması sebebiyle, muhbirler için mal da yoktur. İki muhbirin ortağı için, diyetin üçtebiri vardır. Çünkü muhbirlerin hakkı, kısâsda düşünce; ortaklarının hakkı da sakıt olur. Zira parçalanmayı kabul etmez ve kısas hakkı, mala intikâl eder. Maldaki hakları dahî düşer. İmdi, o ikisinin ortağının hakkı kaldı. O da, diyetin üçtebiridir.
Musannif üçüncü vechi: «Eğer, yalnız kaatil tasdik edip, bir ortak o iki velîyi yalanlarsa, üç velîden her biri için diyetin üçtebiri vardır.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü kaatil o iki muhbiri tasdik edince, onlar için diyetin üçteikisini ikrar etmiştir. Böyle olunca, diyet lâzım gelir, ortağın hakkının bâtıl olduğunu iddia etmiş, fakat tasdik olun-mayıp mala dönüşmüş ve kaatil diyetin üçtebirine borçlanmıştır.
Musannif dördüncü vechi şu sözü ile zikretmiştir: «Eğer o iki muhbiri yalnız ortak tasdik edip, kaatil yalanlarsa, ortak için diyetin üçtebiri vardır.» Yâni kaatil, diyetin üçtebirine borçlu olur. O da, ortağın hissesidir.
O üçtebir, iki muhbire sarf olunur. Çünkü ortağın zannına göre: Kendisini afv etmiştir. Çünkü o iki muhbiri tasdik etmiştir. Binâenaleyh kaatilde, onun bir hakkı yoktur. İki muhbirin, kaatilden diyetin üçteikisini almaya hakları vardır. Kaatilin elinde kalan diyetin üçtebiri, kaatilin malı olup, o mal iki muhbirin hakkı cinsindendir. Şu hâlde, onlara sarf olunur. Kıyâs, kaatile bir şey lâzım gelmemek idi. Çünkü o iki muhbir, kaatil üzere mal iddia etmişlerdi. Kaatil ise, inkâr etmektedir. Bu durumda, sabit olmaz-. Kaatilin ortak için ikrar ettiği şey, yalanlaması île bâtıl olmuştur. (Yâni, O'nun bende hakkı vardır, demesiyle afv etmiştir.)
İstihsânın vechi şudur: Kaatil, iki muhbiri yalanlamakla meşhudun aleyh için diyetin üçtebirini ikrar etmiş olur. Çünkü onun zanmn-ca kısas, onların afvı haber vermeleri ile sakıt olmuştur. Bu tıpkı ibti-dâen afv etmelerine benzer. Mukarrun leh, (kendisi için ikrar edilen kimse) 'kaatili gerçekten yalanlamamıştır. Belki vücûbu, başkasına mu-zâf kılmıştır. Bunun benzerinde, ikrar geri dönmez. Meselâ; bir kimse; «Fülân kimsenin'bende yüz dirhemi vardır.» dedikde, o fülân; «Benim değildir. Lakin o yüz dirhem fülâmndır.» dese; bu durumda mal, ikinci fülân için olur. Burada da böyledir.
-Öldürme olayının iki şahidi; Öldürmenin zamanında veya mekânında veya âletinde ihtilâf etseler, ikisinden biri sopa ile ve diğeri kılıç üe öldürdü, dese veya bir şâhid sopa ile öldürdü, deyip diğer şâhid Öldürme âletini bilmiyorum, dese, o şâhidlik geçersiz olur. Çünkü öldürmek; zamanın, mekânın ve âletin değişmesi ile değişir. Hükümleri de değişir. Mutlak, mukayyede aykırıdır. İmdi her katle, tek kişi şahadet etmiş olur. Böyle olunca, red edilir.
İki kişi, bir kimsenin öldürülmesi hakkında şâhidlik edip: «Öldürme âletini bilmiyoruz.» deseler, bu takdirde kaatile diyet vâcib olur. Kıyâs, bir şey vâcib olmamak idi. Çünkü öldürmek, âlete göre değişir. Böyle olunca şâhidlik edilen şey bilinmemiş olur. İstihsâlim veehi şudur: Onlar mutlak ölüme şahadet etmişlerdir. Mutlak, mücmel değildir, iki beyândan önce onunla amel imkânsız olsun. Şu hâlde öldürmenin iki mu'cebinden az olanı vâcib olur. O da, diyettir ve kaatilin malından vâcib olur. Çünkü öldürmede asi olan, kasddır. Öyleyse, âkıleye bir şey lâzım gelmez. Nitekim, sebebi daha önce defalarca geçti.
İki adamdan her biri Zeyd'i öldürdüklerini ikrar etseler ve Zeyd'in velîsi; «O'nu, ikiniz öldürdünüz.» dese, o velînin, onları Öldürmesi caiz
olur. Çünkü o iki adamdan her biri, tek başına Öldürmenin tümünü ve üzerine vâcib olan kısası ikrar etmiştir. Mukarrun leh (kendisi için ikrar edilen), üzerine öldürmenin vücûbu hakkında da onu tasdik, etmiştir. Lâkin velî, mukim (ikrar edeni), tek başına öldürmede yalanlamıştır. Mukarrun lehin, mukim ikrar eylediği şeyin ba'zısıruia yalanlaması geri kalanında ikrarını ibtâl eylemez. Çünkü bu yalanlama, mu-kırrın tefsîkını. (fâsık sayılmasını) gerektirir, Mukırrm fışkı, ikrarının doğruluğunu menetmez.
İkrar yerine, şahadet olursa geçersizdir. Yâni, iki adam; «Zeyd, Amr'ı öldürdü.?) diye şahadet etse ve diğer iki kişi de; «Amr'ı, Bekr öldürdü.» diye şahadet etse; bu iki şahadet geçersizdir. Çünkü meşhudun leh olan velînin, şahidi şahitlik ettiği şeyin ba'zısmda yalanlaması şâ-hidliğini ibtâl eder. Çünkü yalanlamak, fâsık saymaktır. Şahidin fıs-ki ise, şahadetinin reddini gerektirir.
Ikİ kişi bir kimsenin yanlışlıkla öldürüldüğüne şahitlik edip, diyet ödenmesine hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet olunan kimse diri olduğu halde çıkagelse, âkile diyeti velîye ödetir. Çünkü, velî diyeti haksız yere almıştır. Ya da şahitlere ödetir.' Çünkü mal, onların şahadeti Üe telef olmuştur.
Şâhidler de, velîden alırlar. Çünkü şâhidler, ödenene mâlikdirler. O da, velî'nin elinde olan şeydir. Gâsıbm; gâsıbını, gâsıbına Ödetmesi gibi olur.
Kasd, hatâ gibidir, ancak rücûda değildir. Yâni, eğer şahadet kas-den öldürdü de, bu sebeble kendisi de öldürüldü, diye yapılır da; bundan sonra öldürüldü denilen kimse, diri olarak gelirse, öldürülen kimsenin vârisleri diyeti velîye ödetmek ile şâhidlere ödetmek arasında muhayyer kılınır. Eğer şâhidlere ödetirlerse, şâhidler velîden alamazlar. Bu, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü onlar, burada velî için mal olmayan şeyi vâcib kılmışlardır. O da, kısâsdır. İmdi, mal almalarına vech yoktur. Çünkü, ikisi arasında benzerlik yoktur. İmânıeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, velîden alırlar. Hatâda olduğu gibi.
Şâhidler, kaatilin yanlışlıkla yâhûd kasden öldürdüğünü ikrar ettiğine şâhidlik etseler, o kimse diri olarak gelse, bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalanları ortaya çıkmamıştır.
Başkalarının hatâ hakkındaki şahadetleri üzerine şâhidlik etseler de; âkile üzerine diyetle hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet edilen kimse, diri olarak gelse, yine bir şey ödemezler. Çünkü, şahadetlerinde yalan söyledikleri ortaya' çıkmamıştır. Zira meşhudun bih, usûlün (asıl şâhidlerin) öldürmek üzere şahadetidir. Yoksa, öldürmenin kendisine şahadet değildir.
İki surette de velî, diyeti âkıleye öder. Çünkü, velînin âkıleden diyeti haksız yere aldığı ortaya çıkmıştır.
£undan sonra musannif, öldürmek hakkında şahadet mes'elelerini açıklamayı bitirince, öldürme hâlinin i'tibâra alındığı mes'eleleri açıklamaya 'başlayıp şöyle dedi: İ'tibâr, atma hâlinedir, ulaşmaya değildir. Ma'lûm ola ki, asi olan; daman. [117] (ödetme) ve helâl olma hakkında i'tibâr, atma vaktinedir. Çünkü ödetme, ancak cinayetle vâcib olur ve kişi ancak kendi ihtiyarı altına giren bir fiil ile suçlu olur. O fiil de atmaktır, ulaşmak değildir. Binâenaleyh, bir kimse bir Mü si umana ok atsa ve kendisine ok atılan Müslüman Allah korusun mürted olsa yâni dinden çıksa ve ok O'na ulaşıp ölse, İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre; oku atan kimse, o mürtedin ğelınez, demişlerdir. Çünkü telef, ma'sûm olmayan mahalde hâsıl olmuştur, Ma'sûm olmayanın itlafı hederdir, yâni boşa gider.
İmâm A'zanV (Rh.A.) m delili şudur: Ok atılan kimse, atma vaktinde ma'sûmdur. t'tibâr cia, atma vaktinedir.
Kendisine ok atılan köleye ok, efendisi Onu âzâd eUikden sonra ulaşıp Ölse, kölenin kıymetini efendisine ödemek gerekir. Çünkü köle, oku atma vaktinde memlûktur. İmâm Muhammed {Rh.A.); «Vurulduğu hâldeki kıymeti ile vurulmazdan önceki kıymeti arasındaki fazlalığı Ödemek gerekir.» demiştir.
Ava ok atıp da ihramdan çıkan Hacıya, akabinde ok ava isabet ettiği takdirde, ceza vâcib olur. Çünkü muhrim, oku atma vaktinde ihrâm-lı idi.
İhramlı olmayan kimse ava ok atıp, muhrim olduktan sonra ok ava ulaşsa, ceza gerekmez. Çünkü, oku atma vaktinde ihrâmlı değildir.
Bir kimse; recm hükmünü giyen birine ok atar da ok, şahidi vazgeçtikten sonra vâsıl olursa, bir şey ödemez. Çünkü recmedilme&ine hükmedilen .kimsenin, atma vaktinde kam mubâhdır.vârislerine diyeti öder; İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ) ; atan kimsenin bir şey ödemesi gerekmez ve O'na bir şey lâzım[118]
[1] Sultân; lügat bakımından kahr ve tegaİİüb anlamına gelen bir mastardır. Sultân kelimesinin; hüccet, delil, aydınlık ve ışık gibi daha başka sözlük anlamları da vardır.
Bütün bu ma'nâlar ile ilgili olarak, adalet, zabt ve ihtimâmiyle memleketleri aydınlatmış olan, kudret ve kuvvet sahibi Müslüman pâdişâh ve valilere SULTÂN adı verilmiştir.
[2] Kısas; bazı suçlarda, suçlunun islediği suçun benzeri cezayı görmesidir. Meselâ, öldürenin öldürülmesi, bir uzvu kesen veya yaralıyanın aynı cezayı görmesidir.
[3] Müştehât: Fukahâ'ya göre müştehât; erkeklerin rağbet ettikleri, şehveti uyandıran, dokuz yaşındaki kadın veya kızdır. Fetva da buna göredir. Şeyhayn; «Benzeri (misli) iştah uyandınrsa, beş yaşındaki kız müştehâttır.» demişlerdir. İmâm Muhammed (Rh.A.)'e göre; eğer iri olursa sekiz veya dokuz yaşındaki kız müştehâttır,
(Keşşâf-u Istılahat'Ü-Fünûn, C.I)
[4] Nikâh mülkü; bir erkeğin nikahlanmak suretiyle sâhib olduğu kadındır. Sağ elinin mâlik olduju ise, efendinin mâlik olduğu köle ve cariyeleridir.
[5] İştibâh şübhesi: Bazı hukuk ve ahkâmın cereyanından ileri gelen bir şübhe demektir.
[6] İmâm: Bu kelimenin çok çeşitli anlamlan vardır.
İlm-i Kelâm ve Fıkh terimi olarak İmâm; en büyük Din ve Devlet Başkanı olup, Dînî hükümleri uygulayan, Resûlüllah (S.A.V.)'ın Halîfesine denir, ilk Halifeler; Pîn ve Devlet Başkanlığı, Camide imâm-hatiblik, orduya komutanlık ve mahkemede hâkimlik gibi görevler yaparlardı. Sonradan bu görevlerin bir kısmı ayrı ayrı şahıslara verilmiştir.
İmâm'ın daha başka anlamlan da vardır. Meselâ; bir Mezhebde, kendisine uyulan kimseye de tmâm denir. İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed (Rh.A.) gibi.
Bir ilim veya fende sözü senet tutulacak kimseye de imâm denir. İmâm Gazali (Rh.A.) ve İmâm Buhârî (Rh.A.) gibi.
Bu terim, kurrâ' ve müfessirler için de kullanılır. Hattâ Sahabe (R. Anhüm)'nin, Hz. Osman (R.A.)'m emri ile istinsah edip, çoğalttıkları ilk yedi Mushaf'ın her birine de İmâm pdi verilmiştir.
[7] Müslim'de; Büreyde' (R.A.) den rivayet edildiğine göre; «Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e ge'niiş; fakat Resûiüllah (S.A.V.), O'nu geri çevirmiş. Sonra ertesi gün, O'na tekrar gelmiş, Resûiüllah (S.A.V.), kendisini yine geri çevirmiş. Bilâhare kavmine haber göndererek: -
Bunun aklında bir bozukluk biliyor musunuz? diye sormuş.
O'nu, ancak aklı başında iyilerimizden biri olarak tanırız, demişler.
Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e üçüncü defa gelmiş. Resûiüllah (S.A.V.), yine kavmine haber göndererek, kendilerine sormuş. Onlar da, Mâiz' (R.A.) de ve aklında bir kusur olmadığını haber vermişler. Dördüncü defa gelince, artık Resûiüllah (S.A.V.), O'na bir kuyu kazarak, kendisini recmetmiştir.»
Aynı ma'nâda bir hadîsi; Jmâm Atımca b. Hanbel (Rh.A.) ile ishak b. Rahaveyh (Rh.A.) «Müsned» lerinde, lbn-j Ebî Şeybe (Rh.A.) «Musaunef» inde tahrîc etmişlerdir.
(Selâmet Yolları; Ahmed Davudoğlu, c. 4, s. 14)
[8] Muhsan : Evli veya dul olan erkektir. Evli kadına muhsâne derler. Bekârlara ise; gayr-İ muhsan denilir.
Zina yapan muhsan ve muhsânelerin hükmü, recm olunmak, yâni taşlayarak öldürmektir.
Zina yapan gayr-i muhsanlara ise, yüz değnek vurulur.
[9] İhsan: Şer'i cezaların yerine getirilebilmesi için hukuk yönünden bulunması lâzım gelen bazı vasıfların bir şahısla toplanmasıdir.
[10] Bk. Nisa sûresi; âvet: 25
[11] Kilâb ve Sünnetten sonra, İslâm Hukukunun üçüncü kaynağını teşkil eden Jcmâ'ın Mizlük ma'nâsı; bir şey üzerinde azm ve ittifak etmektir. Terim olarak, bunun çeşİıü ta'rineri yapılmıştır. İbu Hacîb; «tema', bu Ümmetin müctehidlerinJn, herhangi bir asırda bir mes'ele üzerinde uyuşmalarıdır.» diye ta'rîf eder. M. Ebû Zehra ise; «İcmâ', Uz. Peygamber'dcn sonraya âid bir çağda, amelî bir mes'elcuin seri hükmü üzerinde mücfehidlerİn birleşmesİdir.» diye ta'rîf etmiştir.
[12] Bk. Nur sûresi; âyet: 2
[13] Bk. Nisa sûresi; âyet: 25
[14] Bu kadın hakkında Müslim'den şöyle bir rivayet vardır:
jnırâıı b. Hıısayn' (ft.A) dan rivayet olunduğuna göre; Ciiheyne'den bir katlın (Gâmidiyye), zinadan gebe olarak, Peygambei (S.A.V.)'e gelmiş ve:
Yâ Nebîyyallah, başıma hadd fîcâb eden bir hâl) geldi. Binâenalejh, banu hadd vur, demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.), O'nun velisini çağırmış e;
Buna iyi muamele et: doğurduğu zaman kendisini bana geiir, demiş. Velimi, de öyfe yapmış.
Akıbet; Peygamber (S.A.V.l, kadını (n getirilmesini) emretmiş ve üzerine elbisesini bağlamışlar. Sonra kadını (n recmini) emrefmis ve recmolunmuş. BtniıJan sonra Resûlüllah (S.A.V.), O'nun Cenaze Namazını kılmış. Ömer (R.A.)
Bu kadın zina etliği hâlde, bir rfe O'nun Cenaze Namazını mı kılıyorsun, yâ Nebîyyallah? demiş. Resûl-İ Ekrem (S.A.V.):
Vaİİâhî, bu kadın Öyle bir tevbe etti ki, tevbesi Med İn el İl erden yetmiş kişi arasında taksim edilse, onlara yeter artardı.. Sen, tanını Allah Teâlâ için feda edenden daha cfdal bir kimseye hiç rastladın mı? buyurmuşlardır.
(Selâmet Yolları, Ahnied Davudoğlu, c. 4, s. 24, 25)
[15] Recm: Lûgatta; öldürmek, kovmak, terk etmek, lâ'net etmek demektir.
Atılan taşa da, recm denilir.
istilânda; muhsan olup, zina eden erkek iie nuıhsâııe olup, zina eden kadını, kendine ;ıid bir tarzda taşlayarak öldürmektir.
[16] Peygamber1 Efen d i m izin ism-i şeriflt anıldığı zaman; «Allah (C.C.) O'na salât etsin, gânını yüceltsin. Selâm ve .selâmet versin (her türlü kusurdan uzak kılsın).» mealinde söylenen duadır.
Salât: Meşhur olan kavJc göre saîâl, lûgatta dua ma'nâsına gelir. Şeriat örfünde; bildiğimiz ve husûsî erkân ve ezkâr ile kıldığını!?, namaz demektir.
Dazı bilginlere göre salât, Allah1 (C.C.) dan olursa, rahmet; Meleklerden olıırs3, istiğfar; mü'minlerdetı olursa, ha/ısının bazısı için duâ etmesi ma'nâsına gelii. (Bk. Keşşaf)
Peygamber (S.A.V.) Efemi İm izin adı anıldığı zaman salât-ü selâm okumanın hükmüne gelince : Bunun farz veya vâcib olduğunu söyleyenler vardır. Ahzâb sûresinin 56. âyetinde Allah Teâlâ (C.C.) bu konuda meâlejı şöyle buyurur:
«Bir gerçektir kî, Allah ve O'nun Melekleri, Peygambere hep salât ederler. Ey mü'miuler, siz de hep O'na salât (ve duâ) ediniz. Ve hulûs ile selâm veriniz!»
Ru âyette salâtın ma'nâsı; Peygamber (S.A.V.) Efendimize ta'zîm, tebrik ve duadan ibarettir. (Bk. Buhârî, Tere. C, 2)
Bu âyet imlikden sonra Ashâb (R. Anhünı) tarafından; «Yâ Resülallâh! Sana selâm vermeyi biliyoruz. Fakat, nasıl salât edeceğiz?» diye sorulmuş. Resûliülah (S.A.V.) de namazlarımızın tahiyyâtlarında okuduğumuz salavât-ı şeril'elerle salavât okunmasını talîm buyurmuşlardır.
Bazı İslâm bilginlerine göre; yukarıdaki âyet-i kerime gereğince Peygamber (S.A.V.) Efendimize &alât-u selâmlarımızla, saygılarımızı arz etmek farz-ı ayn kılınmıştır.
Hanefî İmamlarından Gerhı (Rh.A.); Her Müslümana en kısa cümle ile olsun, (AHâhümme sallı ala Muhammedi yâni, «Allah'ım, Muhammed'i rahmetinle tebrik et ve O'nu esen kıl!» diye duâ edip, selâmlaması farz olduğunu bildirmiştir. Peygamberimize; (Sallallâhu aleyhi ve sellem) diye de salât-ü selâm okunur. Bİz bunu; tercümesini sunduğumuz kitabın içinde (S.A.V.) şeklinde kısaltarak yazdık. Böylece okuyucularımıza, Peygamberimize salât-ü selâm getirmelerini hatırlatmış oluyoruz.
Bir kısım müetehidler, «Peygamberimizin adı; her anıldıkça salavût getirilip, ta'zîm edilmesi vâcibdir,» demiştir. Bazıları da, «Bir mecliste, Peygamberimizin adı ne kadar andırsa anılsın, bir defa salavât edilmesi vâcibdir.» demişlerdir.
[17] Bk. Nûr sûresi; âvet: 2
[18] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 3-12.
[19] Hadd: Lûgatta, men anlammadır. İnsanların girip çıkmaktan menettiğİ için. kapıcıya, gardiyana (zindancıya), haddâd denilmiştir. Bir şeyin mâhiyetini ta'rif ve ta'yin eden geye de, hadd denilmiştir: Çoğulu, hudûd gelir.
GayrimenkuHerin sınırlarına da hudûd denir. Çünkü bunlar gayrimenkullerin sınırlarını ta'yin, başkalaijına karışmalarını menederler. işte bundan dolayı bir kısım cezalara da hudûd adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar, mazarratları bütün beşeriyete dokunan bir takım kötü davranışlardan insanları alıkorlar ve menederler. Bunlar suç işleyenler hakkında birer ukubet olduğu gibi, müşâhidler hakkında da birer ibret ve uyarma vesilesi olur.
[20] Bk. Duhâ sûresi; âyet: 8
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 13-18.
[22] Kıyâs'ın sözlük ma'nâsı, bîr şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki gey arasındaki benzerlikleri tesbit etmektir. Bu kelime Arapça olup, İslâm Hukuku terimi olarak «talil» (deduetion) adı da verilir.
Kıyâsın çeşitli ta'rifleri yapılmıştır. Bunların en açık ve geneli şu ta'rîftir: «Kıyâs, her ikisinde de hükme esâs teşkil eden ÜJet aynı olduğu için, hakkında
nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olaj in hükmüne
eşit kılmaktır.»
[23] İstihsân: Arapça'da istîhsân sözü, güzel olmak ma'nâsına gelen «husn» kökünden gelmekte olup, sözlükte bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek demektir.
İslâm Hukukçularının kabul ettiği istilâhi ma'nâsı ise, kıyâs gibi benzerlik esâsından hareket ederek değil, kamu yararına ve adalet esâsına göre, şahsî takdire dayanarak hüküm vermektir. Bir hukuk terimi olarak istihsânı şöyle ta'rif edebiliriz: «İstihsân, bir olayın şer1! bir delil icâbı olan hükmünden, yine şer'î bir delil icâbı olan başka bir hükme udûl etmektir.» Kısacası istibsân, şer'an mu'teber olan tercihi nıu'-cib bir sebebe dayanarak bir delili, buna aykırı düşen başka bir delilden üstün tutmaktır.
[24] Nİsâb: Hırsızlık ve zina haddi gibi, bazı cezaların vâcib olmasına alâmet olmak üzere, Şâri'i Hakîm tarafından oasb edilen belirli bir miktardır.
[25] Akile: Hatâ ile adam öldüren kimsenin diyetini (kan bahâsını) ödeyen kimselerdir. Hatâ ile öldürdüğü için diyetin ödenmesine yârdım ederler. Bu terimin geniş bir şekilde açıklaması (Ma'kuleler Bolümü) nde gelecektir.
[26] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 19-24.
[27] İçkilerin haram oluşu; Kitap, Sünnet ve tcrnâ ile sabittir.
Kitap'lan delili; Meâlcn :
«Ey mü'minler! Şarâb (İçki içmek), kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları hep Şcytân'ın işinden pis (haram) birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, ktırtıllasınız.» (El-Mâİde sûresi; âyet: 90)
Simnet'ten delili: KlüsIİm'in İbn-i Ömer'den tahrîc ettiği şu hadİs-i şerifdir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
«Her sarhoş eden şey şarâbdır, her şarâb da haramdır.»
Ayrıca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden tevatür yolu ile haram olduğu zamanımıza kadar gelmiş ve İCMÂ île de sabit olmuştur.
[28] inâye sahibi şöyle demiştir: «Sarhoş olan kimsenin sözlerinin çoğu saçmadır. Eğer scuünün yansı doğru olursa, sarhoş değildir. Âlimlerin çoğu, bu kavli kabul etmişlerdir.»
[29] İbn-i Velîd (Rh.A.), bir gün Ebû Yûsuf (Rh.A.)'a haddi gerektiren sarhoşluğu sormuş, Ebû Yûsuf (Rh.A.) da;
Sarhoş olan kimseye, El-Kâfirûn sûresi okutulur. Eğer yamhrsa, sarhoştur, diye cevâb vermiş. Bunun üzerine İbn-i Velîd (Rh.A.);
Bu sûrede, sarhoş olmayan da yanılır. Bu takdirde, bu sûre okutulmakla sar-- hoşluk nasıl ta'yîn edilir? diye sormuş. Bunun üzerine Ebû Yûsuf (Rh.A.) şu cevâbı
vermiş:
Bir kimse şarâb içip Namaza başladı ve namazda bu sûreyi okuyamadı. Bunun üzerine, şarâbı haranı kılan âyet-t kerîme, bu kimse hakkında nazil oldu.
[30] Banotu (Bangotu): Patlıcangillerden, hekimlikte kullanılan uyuşturucu ve zehirli bir yaban bitkisidir. Bataklık ormanlarda ve harabelerde yetişir. Esrar, konca, ğııbâr, haşhaş, hayâl yaprağı, tılây-i kalenderiyye ve müdâmo-i hayderîyye gibi isimleri vardır.
[31] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 25-27.
[32] Kâzif: Zina isnadında bulunan.
[33] Makzûf: Kendisine zina isnadı yapılan kimsedir.
[34] Muhtass: Bir kimseye veya şeye mahsûs olan.
[35] Asabe; baba tarafından, erkek tarafından akraba olanlardır.
[36] Mülâane: Birbirine beddua etme, ilenme; birbirinden nefret etme;
[37] Arabca'da; Zina eden erkeğe, Zâni denir.
[38] Arabca'da, Zina eden kadına, Zâniye denir.
[39] Haram liaynihî: Aslı ve maddesi i'tibâriyle haram olan şeylerdir. Domuz eti, akan kan, §arâb gibi.
[40] Müste'men: Ecnebi tebaasından olan kimse.
[41] Tafsil: Uzun uzadıya anlatma, açıklama.
[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:28-34.
[43] Ta'zîr: Ta'zîr, (azr) kökünden olup, lûgatta; azarlamak, menetmek ve red anlamlarına gelir. Şer'an, hadd denen cezadan daha aşağı derecede bir te'dîb şeklidir.
Ta'zîr ile hadd arasındaki fark şudur: Hadd, mukadderdir, ta'zîr İse, İmâmın reyine bırakılmıştır. Hadd, şübhelerle savulur. Ta'zîr ise, şübhelerle bile uygulanır.
Küçük çocuğa, hadd gerekmez. O'nu ta'zîr etmek ise, meşrudur. Eğer mukadder ise, Zimmiyc uygulanan cezaya hadd denir. Ta'zîr ise, Zimmî hakkında kullanılmaz. Zimmîye uygulanana, ukubet denir. Çünkü ta'zîr, temizlemek İçin meşru olmuştur. Kâfir ise, temizleme (tathîr) ehlinden değildir. Eğer mukadder değil ise, ehl-i zimmet hakkındaki azarlama ve menetme cezasına ukubet adı verilir. (Bk. Keşşâf-u Istılâhâtil-Fünûn, C. 2)
[44] Nass; sözİük anlamı bakımından! açıklık ve kesinlik demektir.
İlmî terim olarak anlamı, Kur'iîıı-i Kerîm'de vejâ Hadîs-i Şorİf'de bir îj veya mes'ele hakkında olan açıktama ve bu açık sözdür.
[45] Bk. Nûr sûresi; âyet: 4
[46] Fâsık: Allah' (C.C.) m emirlerini tanımayan, günâh işle>eıı, fesada..
[47] Kâfir: Allah' (C.C.) in varlığına ve birliğine inanmayan.
* Habis: Soysuz, kötü, alçak.
* Fâcir: Günahkâr, fena huylu; kadına düşkün erkek.
* Muhannes: Kadın tabiatlı, alçak.
* Hâin: Nankörlük eden.
* Lûtî,: Lût kavminm 'çirkin hâllerini tekrarlayan kimse, homoseksüellik, Ku-
lampara. Lûtîlik, büyük gtinâhdır.
* Zındık (zindîk): Münafık, Âhirete inanmayan, dıştan Müslüman, içten kâfir
olan kimse.
* Hırsız: Başkasının malini çalan kimse.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 35-40.
[49] Ceyyid, iyi şey demektir. Burada karışık ve sahte olmayan akça anlamına gelir.
[50] Allah Teâlâ (C.C.) malı, can ve ırzı muhafaza için yaratmıştır.
Hırsularin ellerinin kesilmesi, ilâhî bir hükümdür. Allah Teâlâ ıC.C.i Et - Mâide sûresinin 38. âyet-i kelimesinde şöyle buyurmuştur:
«Erkek hırsızla kadın hırsızın, yaptıklarına karşılık ve Allah'dan bir azâb olmak üzere, (sağ) ellerini kesin. Allah, mutlak gâlibdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
[51] Mücmel: söyleyenin açıklamasından başka maksadı anlamaya bir yol buhımmnan soz-riür. Mücmelin hükmü, hakikatini i'tikâd ederek açıklama gelinceye kadar beklemek, yâni bîr ma'nâ vermemek, açıklamadan sonra da gerekirse üzerinde durmak, düşünmektir.
[52] Kalkan: Eskiden oktan ya da kılıçtan korunmak için savaşçıların taşıdığı yassı, çoğu tekerlek biçiminde korunmalik.
[53] Zahir rivayet (veya zâhîr'ul-rnezheb): Bir fıkıh terimi olan zahir rivayet, İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) in telif etmiş olduğu; Mebsût,. el-Câmi'uI-Kcbîr, cl-Câmi'us-Sağir ve es-iıiyer'ııl-Kebîr gibi Fıkıh Kitaplarındaki güvenilir ve sağlam rivayetlerdir. Pek güvenilir olmayan zayıf rivayetlere ise, «Nâdîr'ur-Rivâye» adı verilir.
[54] Üd (Ödağacı): Hindistan'da yetiden bir ağaçtır. Hintçe'de (İd) diye bilinir. Yakıldığı zaman güzel koku verir. İlmî adı. aquillaria agollochia'dır.
[55] Misk: Asya'nın yüksek dağlarında .yaşayan bir erkek Ccylân'ın karın derisi alımdaki bir bezden çıkartılan güzel kokulu maddedir.
[56] Za'ferân (Safran): Süsengillerden, soğanlı ve güzel çiçekli bir bitkidir. 'Çiçeğinin tepecikleri kurutulup, boya olarak kullanılır. Ayrıca, katıldığı şeylere özel bir tad ve güzel bir koku verir. İlmî adı, Crocus'dur.
[57] Anber (Amber) : Anber baliğinin bağırsaklarından çıkarılan veya dışkısıyle deııî/e dökülen, kül renkli, güzel kokulu bir maddedir. (Fazla bilgi için, C. 1, S. 328'e bakınız.)
[58] Lal: Yakut gibi kırmızı renkli, kıymetli bir taşdır.
[59] Fîrûzec (Feyrûzec): Halk arasında finize olarak bilinen; gök mavili veya vcştl renkli kıymetli bir taştır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiştir.
Buna, «Hacer'iil-ayn», yâni, «Göztaşı» da derler.
[60] ZIRNIK (ARSENİK): Kimya'da Arsenik'e verilen isimdir. Sembolü, (A&) dır.
Dcmirkın renginde, 5, 7 yoğunluğunda, normal sıcaklıkta katı iken 400 dereecve doğru gaz durumuna geçen bir elementtir.
Ateşe atılınca etrafa sert bir sarımsak kokusu yatarak, uçup gider; ok^iiloşinco zehir olur. Halk arasında sıçan otu olarak da tanınır.
[61] Tanbûr (Tambur): Yay ,va da mızrapla çalınan: uzun saplı, telli, (uhta ^
[62] Arjıbca'ılji z.ırif; nâzik kimso demektir.
[63] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 41-48.
[64] lmâın Suyûti (Rh.A.) İbnü'l-Cezerî' (Rh.A.) den kırâatlaruı, senetleri yönüoâen, allı (eşit olduğunu nakletmiştir;
a) Mütevâtir: Mütevâtir kirâatlar, yalan üzerine ittifak etmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalığın, diğer bir kalabalıktan rivayet ettikleri kırâatlardır. Kirâatlar içerisinde en üstün olanı budur.
b) Meşhur: Meşhur kirâatlar, zabt ve adalet sahibi kimselerin rivayet etmesiyle senedi sahîh, Arab Gramerine ve Osmânî Mushaflara uygun olan kırâattardir. Bu çeşit kırâatlaı; kıraat İmamları katında meşhur olmuş ve onlar tarafından yanlış veya şâz sayılmamışlardır. Şu kadar var ki, bu kirâatlar, tevatür derecesine yükselemcmiş-lerdir. Bu İki çegit kıraat okunur; onlara iuanmak vâcib, onlardan herhangi birisini inkâr etmek caiz değildir.
c) Ahâd,: Âhâd larâatlar, senedi sahîh olup, ya Osmânî Mushaf'a veya Arab . Gramerine uymayan veya zikredilen şöhrete ulaşamayan kırâatlardır. Bu kirâatlar
okunamaz ve bunlara inanmak da vâcib değildir;
d) Şâz: Şâz karâatlar, senedi sahîh olmayan kırâatlardır.
e) Mevdu': Mevdu' kirâatlar, asılsız olarak, bir kimseye nisbet edilen kırâallardır. O Müdrec: Müdrec kirâatlar, şekli i'tibâriyle hadîsin çeşitlerinden el-Mütlrec'e
benzer. Bu kırâatlarda, tefsir bakımından ziyâde yapılmıştır.
[65] Müsteîr; ödünç alan, iğreti alan,
[66] Mudârib; bîr ortaklığa, çalışması, işi ve emeği ile katılan kimsedir.
[67] Mürtehin; rehn alan kimse.
[68] Müstehzi'; bir şeyi sermaye yapan kimsedir.
[69] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 49-54.
[70] Küçük Hırsızlık (Serikat-i sıığrâ) : Mükellef bir şahsın en az, hâlis gümüşlen darbedil-miş ve damgalanmış on dirhem (32,070 gr.) veya kıymetçe bu miktar malı bulunduğu yerden gizlice alıp, dışarı çıkarmasıdır,
* Büyük Hırsızlık (Serikat-i kübrâ): Yolkesicilik süreliyle yapılan hırsızlıktır.
[71] Nisâb; küçük hırsızlıkta olduğu gibi, madrûb olan on dirhem (32, 070 gr.) miktarıdır,
[72] Haydûd; dağ hırsızı, yolkesici, eşkiyâ demektir. Kelimenin aslı Macarca olup «Hayduk» dur.
[73] Bk. Mâide sûresi; âyet: 33.
[74] Yol kesicilik (Kat'-ı tarîk); can ve mala karşı yapılan bir saldırıdır. Seyahat emniyye-tini ortadan kaldırdığı gibi, şehirlerarası rnaî naklini de tehdîd eder. Bu sebeble de, memleket içinde beşerî, ticarî faaliyetler önemli derecede fele olur. Bunun içindir ki, yolkesicİlik, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah' (C.C.) a ve Peygamberi Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimize karşı açılmış bir harp olarak vasıflandırılmıştır.
[75] Yânî, sağ eli ve sol ayağı kesilir.
[76] Bk. Mâidc sûresi, âyet: 34
[77] Zî-rahm: Lûgat'ta, mutlaka karabet sahibi (nesebi akraba) demektir. Isiilâh'da: «Terikeden sülüs, rubu' gibi belli pa.vı olmayan ve terikeyİ asabeden utmak sifamle ihraz etmeyen herhangi karîb» demektir. Çoğulu; Zevil'erhâm'dır.
[78] Yol kesen'e «kat'ı- tarik», denildiği gibi «muhârib» de denilir. Yolu kesilene de «maktu'un aleyh» denilir.
[79] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 55-59.
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60.
[81] Hamr'a; bütün memnu' içkilerin esâsını teşkil eltiyi için «Ümnı-ül habâis» yânı «Pis şejlerin anası» da denilir.
[82] İçki haranı kılınmazdan önce Müslümanlar onu içerlerdi. Bu onlar için hulâldi. Sonra, Hz. Ömer (R.A.) ve .Sahabe' (R. Anhüm) den bir topluluk:
«Ey Allah'ın Elçisi, bize hamr (içki) hakkında fetva yer. Çünkü o, aklı giderici ve malı yok edicidir.» dediler. Bunun üzerine:
«Peygamberim! Sana hamrın (içkinin) ve kusana hükümlerini soruyorlar. -Sen, onlara bunlarda büyük günâh bulunduğunu söyle.» (Bakara sûresi; âyet: 219) âyet-i kerîmesi nâzü oldu. Bu âyet indikten sonra, bir kısım Müslümanlar İçmeye devam ettiler, diğer bir kısmı da içkiyi terk ettiler.
Sonra bir gün, Abdurrahman b. Avf (R.A.) bir cemâat da'vet edip, içki içtiler ve sarhoş oldular. Abdurrahman (R.A.), cemâatten bâzısına imâm olup, namaz kıldırdı ve namazda, «Kâfirim» sûresini (a'budu mâ taTmdûn) yâni, «Ben, sizin taptıklarınıza (putlara) taparım.» diye yanlış okudu. Bunun üzerine:
«Ey imân edenler, sarhoş olduğunuz hâlde namaza yaklaşmayın!» (Nisa sûresi; âyet: 43) âyeti nazil oldu. Bu âyetin ^inmesinden sonra içkiyi içenler azaldı.
Sonra bir gün, Utbân b. Mâlik (R-A.), bir cemâat da'vet edip, yeyip İçtiler ve sarhoş oldular. Birbirleri ite münâkaşaya ve dövüşmeye başladılar. Bu olay üzerine Hz. Ömer (R.A.):
«Allah'ım, biz mü'minlere hamt (içki) hakkındaki hükmünü açık, şifâ verici bir surette bildiri» diyie, duâ etti. Bundan sonra Mâide sûresinin 90 ve 91 inci âyetleri nazil oldu:
Meâlen: «Ey inananlar! fçki, kumar, putlar ve fal okları şübhesiz Şeytân i$İ pis liklerdir, bunlardan kaçının ki mutluluğa eresiniz. Şeytân, şübhc&iz içki ve kumar yüzünden aran i/a düşmanlık ve kin sokmak ve sîzi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz geçersiniz değil mi?» Hz. Ömer'e, bu âyetler okununca: «Vaz geçtik, yâ Rabbil» dedi.
Hz. Ali' (R.A.) nin şöyle dediği rivayet edilmiştir :
«Şayet bir kuyuya içkiden bir damla düşse ve o kuyunun yerine bir minare yapılsa, o minarenin üzerinde *zân okumam. Ve yine bir denize düşse, sonra denizin suyu kuruyup orada ot bitse, orada hayvanımı otlatmam.»
(MedârikuVTenzîl, Cilt: 1, S. 109)
[83] Seker: Piştrilmeyip kendi kendine kabaran ve şiddetlenip müskir bir hâle gelen yaş hurma suyudur.
[84] Nakî-i temr: Kendi kendine kabaran ve kuvvetlenerek müskir hâle gelen pişirilmiş kuru hurma suyudur. Nakî-i zebib ise; kendi kendine kabaran ve kuvvetlenip, müskir bir hâle gelen pişirilmemiş kuru üzüm sırasıdır.
[85] lbn-İ Mâce ve Tirmizî'de »rivayet edilen bir hadisde:
«ResûIÜlİah (S.A.V.), içki hakkında on kişiye lanet etmiştir. Sıkana, sıktırana (yâni, içkiyi yapana ve yaptırana), içene, taşıyana, kendisine takındığı kimseye, içirene, satıcısına, onun parasını yiyene, onu satın alan kimseye ve kendisine satın alınan kimseye.»
[86] Hanefî İmamları, bilhassa şarâb üzerinde ün noktadan süz etmişlerdir:
a) Şarâbın mahiyeti, sarhoşluk veren ii/üm sırasıdır. Hanır, >âııi saralı ismi Lisân Âlimlerinin ittifakîle yalnız bu içkiye verilmiştir. Sair içkilerin adlan da başka, hükümleri de şarâbdan farklıdır. Me:,elâ, şarâbın haram olduğu kat'i delil ite, diyerle-riııİn ise zannî delil ite sabittir.
b) Şarâb ismi verilebilmek için, kükreyea şıra'nın köpüğünü atması İmâm-ı A'tam (Riı.A.) a güre, şart; İmâmeyn (Rh. Aleyhinıâ) e göre; sari değildir.
c) Şarâb'm ayıı'if yâni kendisi haramdır. O. sarhoşluk vermekle niulemlinlemem "Vâkıâ bâ2i kimseler; «Şarâbın kendisi değil, sarhoş etlen miktarı haramdır.» dem işlerse de, bu söz doğrudan doğruya âyet-i kerîmeyi inkâr ma'nâsina geldiğinden Haneli imamları, buna kail olanların küfrüne hükmetmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri şarâb için «rics» demiştir. Rics, aıı'ı haram o!an şeydir...
d) Şarâb, bcvl gibi necâset-i galî/a'dir. Zira hükmü, kat'i delillerle sabit olmuştur.
e) Şarâbı helâl i'tikâd eden, kat'î delili inkâr ettiği için, dinden çıkar.
f) Müslüman hakkında şarâbın hiçbir nıâiî kıymeti }oktur. Çünkü ona kıymet takdir etmek, ona bir mevki ve şeref tanımak demektir. Halbuki Allah Teâlâ {C.C), onu necaset addetmekle, kıymetini hiçe indirmiştir.
g> Şarâbdan, hiçbir surette faydalanmak helâl değildir. Zira, ondan kalınmak.em-rolunmuştur. Ondan istifâdeyi; kalkışmak ise, ona yaklaşmak demektir, h) Şarâbın bir damlasını bile içene hadd vurulur. ı) Şarâbı kaynatmak dahî te'sîr etmez. O, yine haramdır, i) Hanefilere göre, şarâbdan' sirke yapılabilir.
(Selâmet Yollan, Ahmed Daudoğlu, e. 4, s. 72, 73).
[87] İekiier hakkında ResîîlüUah (S.A.V.) ile Ashâb-ı Kiram (R. Anbünı) (lan muhtelif te'lif eserler vârid olmuştur. Bu eserlerde isimleri geçen içkiler; tılâ. bâzak, bit', ci'a, mizr, seker, fadîh. ve sükrüke, halîtayıı gibi şeylerdir.
Bejhakî, Ebû Mâiîk-i Eş'arî'dcn 511 hadîsi tahrîc etml^ür^
Peygamber (S.A.V.), şöyle buyurdular:
«Ünmıetimden bir takım insanlar, şarâbı mutlaka içecekler; ona isminden başka bir ad takacaklar; tepelerimle çalgılar çalınacak. Allah, onları yere batıracak ve onlardan bir takım maymunlar ve domuzlar yaratacaktır.»
Eserlerde vârid olan içkilerin yapılışı şöyledir:
* Tılâ*: Üçte birinden biraz fa/la kalıncaya kadar kaynatılan üzüm sırasıdır. Eğer, yarısı buharlaşıp kaybolursa,, ona «munassaf» derler.
,* Bâzak: Tilâ'nın, Farsça adıdır. Kelimenin aslı «bade» dir.
* Bit': Bal- şerbetinden yapılan içkidir.
* Ci'a: Arpa suyundan yapılan içkidir.
* Mizr: Darıdan yapılan içkidir-
* Seker: Ateşte kaynatmadan, suda ıslatılarak kuru hurmadan yapılan içkidir. Aynı şekilde, hurma koruğundan yapılana «fadîh» derler. *
* Sükriike: Mısır ve darıdan yapılan içkidir.
* Hülitayn : Kum hurma İle koruk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir. Uyuşturucu maddeler, yâni esrar, eroin, kokain, morfin gibi maddeler, şarâb gibi,
yasak edilen şeylerdendir. Nitekim, Ebû Dâvûd' (Rh.A.) un tahrîc ettiği şu hadîsden de sarahaten anlaşılmaktadır.
«ResûlüHah (S.A.V.), sarhoş eden ve uyuşukluk veren her şeyden nehî buyurdu.» (Selâmet Yollan, Ahmed Davudoğiu, e. 4, s. 74, 75) Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60-63.
[88] Resûlüllah (S.A.V.)'denf Biti' (içkisinin hükmü) sorulmuştu -ki bu Biti', Yemen halkının içtikleri, baldan yapılmış İçki idi- Resûlüllah (S.A.V.):
«Sekir (sarhoşluk) veren, her içki haramdır» diye cevâb verdi.
(Buhârî, Kitâbu'l-Eşribe)
Peygamberimiz1 (S.A.V.)İn bu hadis-1 şerifi, içkinin mâhiyetini genel bir kanun hâlinde ta'rîf ediyor. Her içki, bununla Ölçülmelidir. Şu hâlde, rakı, votka, likör, kanyak... v.s. gibi sarhoşluk veren bütün içkiler, kıyâs yolu ile haramdır. Ancak şarâbın haram olduğu, kat'î delil İle, diğerlerinin haram olduğu ise, zannt delil ile sabit olduğu için onların harâmlik derecesi şarâbdan biraz aşağıdır,
[89] İbn Hibbân (Rh.A.) ile Tahâvî' "(Rh.A.) nin tahrîc (rivayet) ettikleri bir hadîade Re-sûl-i Ekrem (S.A.V.):
«Siıl, çoğu sarhoşluk veren şeyin azından da nehi ediyorum» buyurdu. Bu ma'-nida hadîsler çoktur. Şu varki, bunlar birbirlerini takviye ederler.
[90] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 64-66.
[91] Cinayet; Zararlı olan her memnu' fiildir. Bu fiil ba'zen insanın kendine, ba'zen de başkalarına âid olur.
Başkalarına yapılan cinayet; ya cana, ya mala, yâhûd ırza karşı işlenir.
[92] Harbî; İslâm memleketi dışında yaşayan gayr-i müslimdir. Bunların memleketine «Dâr-ı harp» denir.
İslâm memleketinde ve Müslümanların idaresi altında yaşayan gayr-i müslimlere ise; «Zimmî» adı verilir.
[93] Müste'men, İslâm ülkesine emân ile girip, geçici olarak kalan gayr-i miislimlere denir. Gayr-i müslimlerin ülkesine emân ile giren Müslümana da, müste'men adı verilir.
[94] Bk. Nisa sûresi, âyet: 93 ' .
[95] Bk. Bakara sûresi; âyet: 178
[96] Bk. Nisa sûresi; âyet: 92
[97] İşkâl (Müşkİl): Bir lâfzın kendisinden ne murâd edildiği teemmülsüz bilinemeyecek derecede ma'nâca kapalı olmasıdır. Bu kapalılık, ya ma'nâsındaki incelikten, derinlikten veya kendisindeki bir istiâre-i bedîiye'ıten ileri gelir. Böyle lâfızlara, müşkil denir.
Bir başka ifâdeyle işkâl; bilinen bir lâfzı kapalı kılma, bir lâfzın ma'nâsmın an-Jaşılamayacak derecede kapalı olmasıdır.
[98] Haber (veya hadîs-i şerifler) şiiyü derecesine göre; ya mütevâıir, ya da haber-i vâhid olur. Uabcr-i vâhid veya âhad, lügat bakımından, yalnız bir kişinin rivayet ettiği haber demek ise de, ıstılah bakımındım mütevâtir mertebesini bulmayan haber anlamına-dir. Râvîsi ister bir,-ister iki, isterse daha çok kişi olsun, yine haber-i vâhid olur.
Haber-i vâhid de; meşhur, arfz veya garib kısımlanna ayrılır.
Mütevâtir haber: Yalan söylemek için anlaşmalarına âdetan akıl imkân vermeyecek kadar kalabalık cemâatlerin, her nesilde kendileri gibi kalabalık cemâatlere rivayet etmeleri suretiyle gelen haberdir. Haberin en makbulü, budur. Mütevâtir olan Haber-i Resûl'ü inkâr eden, kâfir olur.
[99] Âmm: Sayilamıyacalc kadar çok şeylere delâlet eden sözdür. Âmmin hükmü: Hâss gibi, kat'iyet İfâde etmektir. Tahsis: Âmm olan bir sözün delâlet ettiği ma'nâlardan bazılarını hükümden çıkarmaktır. Çıkarmaya yarayan delile, «muhassis» derler,
Hâss İle âmm kuvvet bakımından birbirine denk oldukları için, târihleri bilinirse, göyle hükmolunur: İkisi beraber vârid olmuşsa, bâss âmmı tahsis eder. Âmm önce. hâss sonra gelmişse; hâss, âmmı nesheder. Yâni, hükmünü kaldırır. Hâss önce, fimnı 3onra ise; âmm, hâssı nesheder.
[100] Bk. Bakara sûresi; âyet: 179
[101] Bk. Nisa sûresi, âyet: 92
[102] Bk. Nisa sûresi, âyet: 92
[103] Âkile: Kaatilin diyetini yükleaip, ödemek gereken baba tarafından akrabası (asabe). aşireti, mestekdaşları v.b. dir.
[104] Cinayetlerin nev'i ve hükümlerini şöylece özetleyebiliriz: Hanefilcrc göre cinayetler beş çeşittir.
a) KASDEN ÖLDÜRME (Amelen öidiirme):
Silâhla veya silâh yerine kullanılan sivri tahta veya taş veya ateşle kasıdlı olarak işlenen cinayettir.
Hükmü: Günahkârlığı ve kısası gerektirir. Ancak maktulün velileri bağışlarlarsa, kısas kalkar. Bunda keffâret yoktur,
b) YARİM KASIDLI ÖLDÜRME (Şibh-i amil):
«Kasde benzeyen öldürme» diye cie bilinen bu cinayet şöyle ta'rîF edilir.
İmâm Ebû Haııifc' (RhiA.) je göre; silâh olmayan ve silah yerine kullanılmayan bir âletle kasıdlı olarak vurmak şûreliyls irknen cinayettir.
İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e fiorc: kocaman bir taş veyâ kalın bir otlunla vurarak öldürürse, bu kasden cinayettir; yarım kasıdlı öldürme ise; çoğunlukla öldürücü olmayan bir âletle kasıdlı vurarak işlenen cinayettir.
Hükmü: "Bu cinayet her iki görüşe göre; günahkârlığı ve keffâreti gerektirir. Bunda kısas yoktur, fakat kaatilin baba tarafından akrabalarının ödemekle yükümlü oldukları ağır diyet vardır.
c) HATÂ İLE ÖLDÜRME : İKİ yönlüdür:
aa) Kasıdda yanılma: Bu, avlanmakta olan kişinin, av zannederek bir adamı vur-masıdır.
bb) Fiilde yanılma; Bu da, hedefe atış yaparken, bir insana isâbel etmesidir. Hükmü: Her iki durumda da; keffâreti ve âkİleyc (baba tarafından akrabaların ödemekle yükümlü oldukları) diyeti gerektirir. Bunda günahkârlık yoktur.
d) HATA YERİNE GEÇEN CİNAYET:
Meselâ uyuyan kişinin, bir İnsanın üzerine düşüp, O'nu öldürmesi gibi olan cinayetlerdir.
Hiikmü: Hatâ ile öldürmenin hükmü gibidir. Yâni, keffâret ve âkile'ye diyet gerekir.
e) SEBEBLE ÖLDÜRME: (Bîsebebin kati)
«Tesebbüben öldürme» de denilen bu cinayet şöyle ifâde edilir.
Bir kimsenin kendisinin mülkü olmayan bir yere kazdığı kuyunun içine, bir insanın düşerek ölmesine sebeb olması gibi hâllerde olur.
Hükmü: Bu davranış, bir insanın ölümüne sebebiyyet verdiği takdirde, âkiîeje diyet Ödemek düşer. Bunda keffâret yoktur. (Kudurt)
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 67-75.
[105] Kaved: Alel'itlâk kısas ma'nâsınadır. Bununla beraber çok kere (kısas fİnnefs) ma'nâ-sında kullanılır. Kaatüin boynuna ip takılarak kısas yerine götürülmesi bakımından kısasa, kaved denilmiştir. Kâid'in, hayvanı yedici kimse anlamına olduğu malûmdur.
[106] Bk. Bakara sûresi, âyet: 178
[107] Bk. Mâide süresi, âyet: 45
[108] Diyet; kan bahâsı, demektir. ÖkUırülen veya yaralanan bir kimse için bu işi yapanın ödemesi gereken maldır. Kısas ise; öldüren kimsenin öldürülmesi ve yaralıyan kimsenin de yaralanması suretiyle uygulanan cezadır. Şeriatte; bir kimseye yaptığının mislini yapmaktır.
[109] Kisâs'da hayât vardır. Delili; Bakara sûresinin I79'uncu âyet-I kerîmesidîp. Bu âyet-: kerîmede Allah-ü Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurmaktadır.
Meâlen: «9£y akı] sahihleri! Sizin için kısâsda hayât vardır. Artık Allah'a karşı gelmekten sakınırsınız.»
Beyzâvî' (Rh.A.) irin beyânı veçhile bu âyet-i kerime; fesahatin en yüksek taba-kasındandır. Zira; elfâzı gayet kısa ve ma'nâsı gayet çoktur. Çünkü kısas; maktulün bedelinde o maktulü katleden kaatilin hayâtını ifna etmekten ibaret olduğu hâlde, zıddı olan bir çok hayâta vesile olacağı beyân olunmuştur.
«Kaatilin hayâtını izâle etmekten ibaret olan kısas, zıddı olan hayâta nasıl vesile olabilir?» diye sorulacak olursa; şu cevâb verilir:
Kaatil; bir kimseyi katlederse, o kimse bedelinde kendinin kati olunacağını bilince, katledeceği kimsenin katlinden vazgeçmekle; hem kendi nefsini, hem de katledeceği kimsenin nefsini telefden muhafazayla hayâtlarını ziya'dan kurtarmış olur. Şu hâlde kaatil olacak kimse, kısası gÖzönünc getirip düşünmesiyle, İki ldji ölümden kurtulmuştur.
Kısâs'ın meşrûiyyeti bir çok hayâtı muhafazaya sebeb olduğu gibi, bir şahsın katli sebebiyle insanlar arasında çıkacak ve binnetice âlemin bir çok yerlerini ihata edecek olan fitne ateşini dahî teskin ile alemin sükûnet ve istirahatına sebeb olduğuna çübhe yoktur.
Şu hâlde kısâs'ın meşrûiyyetindekî hikmet; nüfus-u beşeri telefdetı muhafaza ve katil sebebiyle zuhur edecek fitneyi teskin ve ahâlinin istirahatını ve kabileler ara-and» sulh ve raüsâlemetin (barış içinde olmanın) devgmim te'mln ve filemin intizâmını bozulmaktan korumaktır. KısâVda, dünyâ'da hayât olduğu gibi âhirefde de hayât yardır. Zira; kaatil dün-yâ'da kısas olununca, âhirefde katil azabından kurtulup; hayât-ı ebediyye'ye nail olacağından kısas, âhiret'de O'nun hayâtına vesile olacak ve bu surette mes'üliyyetden kurtulacaktır. Lâkin kısas olunmazsa -isterse dünyâ'da müebbeden küreğe mahkûm olsun ve o cezasını çeksin- âhiret'de katilden yine ınes'ûl olup, müddet-i nıedide (uzun zaman) Cehennem'd» kalacağından, âhiretee hayâtını haleldar edeceğinde şübhe yoktur. (Hulâsat'ül Beyân fî Tefsîr'il Kıır'ân, Mehmed Vehbi, c. 1. s. 301-303.)
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 76-86.
[111] Sirayet: İşlenen bir suç neticesinde meydana gelen yarık veya yaranın dâiresini genişleterek yayılması veya ölüme götürmesine denir.
[112] Mu'ceb : îcâb etmiş, lâzım gelmiş; bir soz veya eniri:* îı-aljctliçi şey, netice.
[113] Hatâi'tı kail: Bir insanı, kasUe mukann olmaksızın ;ıniı;:lıkl;ı öklumu-ktir Hatâm cerh: Bir. insanı, kasık- nuıkârin olmaks'/m yariışiıkl.; -ar.ıt;»!!
[114] Bk. Mâide sûfesi; âyet: 45
[115] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 87-95.
[116] Bk. tsrâ sûresi; âyet: 33
[117] Daman (zımân); olmuş veya olacak bir zarara karşı verilen sağlamlık nesnesidir. Ya da zımân; bir başka.kimse üzerindeki vâcib olan hakkın iltizâmından ibarettir. Me-eelle'nûı 416. maddesine göre zaman (daman); bir şeyin misliyyâttan ise mislini ve kıye-miyyâttan ise kıymetini vermektir.
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı Eser Nesriyat: 3/96-101.
Konular
- Cezalar Bölümü
- Haddi Gerektiren Veya Gerektirmeyen Cima Babı
- Zinâ'ya Şahadet Ve Ondan Dönmek Babı
- İçki İçmenin Cezası Bâbı
- Kazfin Cezası Babı
- Ta'zîr Faslı
- Hırsızlık Bölümü
- Hırsızın Sağ Elinin Kesileceğine Dâir Bir Fasıl
- Yol Kesme Babı
- İçkiler Bölümü (Eşrîbe)
- Haram Olan İçkiler :
- Helâl Olan İçecekler :
- Suçlar Bölümü (Cinayetler)
- Kısas Gerektiren Ve Gerektirmeyen Şeyler Babı
- İnsan Öldürmekten Daha Aşağı Şeylerde Kısas Bâbı
- Öldürmede Şahadet Ve Öldürme Hâline İ'tibâr Babı
- Diyetler Bölümü
- Bir Fasıl Baş Yarıklarında Kisas Yoktur. Ancak Kasden Yapılıp, Kemiğe Varan Yarıklarda Kısas Vardır
- Karnına Vurulup Çocuğunu Düşüren Hür Kadin Hakkında Bir Fasıl
- Yolda Ve Başka Yerde Meydana Getirilen Şeyler Babı
- Hayvanın Suç İşlemesi Ve Hayvan Üzerinde Suç İşlemek Babı
- Kölenin Suç İşlemesi Ve Köleye Karşi Suç İşlemek Babı
- Öldürülen Veya Sakatlanan Köle Hakkında Bir Fasıl
- Kölenin Öldürmesi Veya Öldürülmesi Hakkında Bir Fasıl
- Kasame Babı (Kaatîlî Bilinmeyen Maktul Sebebiyle Yemin Ettirmek)
- Meâkıl Bölümü (Diyetlerin Ödenmesi)
- Kaçak Köle (Âbık) Bölümü
- Kayıp (Mefkûd) Bölümü
- Terk Edilmiş Çocuk (Lakît) Babı