Kefalet   Bölümü


Kefalet; [100] lügat yönünden, mutlak surette eklemek (zamm) ma'nâsınadır. Şer'an; nefsin veya malın yâlıûd teslimin mutâlebesin-de (sorumluluğunda) zimmeti zimmete eklemek ma'nâsınadır,

Hidâye, Kâfî ve diğer fıkıh kitaplarında; «Kefalet, mutâlebe hu­susunda zimmeti zimmete ekltmekdir.» denilmiştir. Ba'zılan da: «Borç hususunda zimmeti zimmete eklemektir.)» demişlerdir. Birinci söz da­ha doğru (esah) dır.
Ben derim ki: Birinci söz, esah olmak şöyle dursun, sahih bile de­ğildir. Çünkü, neis ile kefalet ondan hâricdir. Bununla beraber Ulema1 kefaleti ta'rîfden sonra, nefs ile kefalet ve mal ile kefalet kısımlarına ayırmışlardır. Bundan sonra onların kefaleti iki kısma ayırmaları ke­faletin sâdece iki kısma münhasır olduğunu bildirir. Halbuki Ulemâ' mes'eleler arasında, üçüncü bir kısmın, yânî «Malın teslimine kefa­letin» varlığına delâlet [101] eder.-sözler söylemişlerdir. Nitekim, yakın­da açıklaması gelecektir. Bundan dolayı ben, metinde açık ve seçik olarak bütün kısımları içine alan doğru (sahih) bir ta'rif seçtim.
Kefaletin rüknü [102], îcâbdır [103]. Yânî kefilin; «Ben, fülân kim­seye, fülân için şu husûsda kefü oldum.» sözüyle icâbıdır.

Kefaletin bir rüknü de kabuldür. Yânî kefîl olan talibin kabul et­mesidir. Kefîl olan talibe, mekfûl-ün leh denir. Kefaletin mutlak ola­rak şartı mekfûl-ün bih'in, yânî kefil olunan şeyin, nefs veya mal ol­sun, kefîl tarafından teslim edilebilir olmasıdır. Hattâ, hadd ve kısas­larda bundan dolayı kefalet sathîn değildir. Yakında açıklaması gele­cektir.

Borçda kefaletin şartı, borcun aahih olmasıdır, Kaıtâ kitabet be­deline kefalet caiz olmaz. Nitekim, yakında açıklaması gelecektir.

Kefaletin hükmü, kefile mutâlebenin (sorumluluğun) lâzım gel­mesidir. Asil üzere lâzım gelen şeyin — nefs olsun, mal olsun — so­rumluluğu kefile de lâzımdır.

Kefalete ehl olan kimse, hür ve mükellef olmak suretiyle teberru'a ehil olandır. Binâenaleyh, köleden, küçük çocukdan ve mecnûndan sa-; hîh olmaz. Lâkin köle, mal ile kefîl olsa, âzâddan sonra mutâlebe olu­nur. Hulâsa'da da böyle denmiştir.
Müddeî, (da'vâci) mekfûl-ün leh'dir. Çünkü, kefaletin faydası ona râci olur. Müddeâ  aleyh   (da'vâlı), mekfûl-ün  anh'dir. Buna  asil de denir. Nefs ile kefalette, nefs; yâhûd malla kefalette mal, mekfûl-ün bih'dir. Şu hâlde, mekfûl-ün anh ve mekfûl-ün bin, nefs ile kefalette aynı şeydir. Mutâlebe kendi üzerine lâzım gelen kimse kellidir,  [Bu­rada dört şey ma'lûrrı olmuştur. Alacaklı — ki müddeîdir — ona mek­fûl-ün leh, denir. Borçlu  —ki müddeâ aleyh'dir—   ona mekfûl-ün anh denir. Borçlunun borcuna veya kendisine zamiri olan kimseye ke­fil, denir. Nefse veya mala, mekfûlün bih, denir.]

Kefalet ya nefse olur —velev ki başka başka olsunlar, yânî nefse kefalet ve nefs başka başka olurlar. Birinciye misâl; bir kefil aldıkdan. sonra başka bir kefîl almak, ikinciye misâl; mekfûl-ün bih olan ne­fislerin müteaddid olmasıdır. Bu, caizdir. Nitekim çok borçlara kefalet de caizdir, — Yâhûd mala veya mala müteallik teslime olur.

Nefse kefalet;  «Nefsine kefîl oldum.» demekle salıîh olur. Ya da; baş, yüz, boyun, gırtlak, cesed ve beden gibi, nefs ma'nâsını ifâde eden sözlerle sahîh olur. Meselâ; ben bunun basma veya yüzüne yâhûd boy­nuna veyâhûd cesedine veya bedenine kefîl oldum, demekle sahîh olur. Yine, borçlunun şayi' bir cüz'üne kefîl oldum, demekle, meselâ; yansına; üçte birine veya dörtte birine kefîl oldum, demekle  sahîh olur. «Ben, ona zâmin (garantör)  oldum.» demekle ve «Benim üzeri­me olsun.» demekle de sahîh olur. Çünkü «Benim üzerime  (aleyye)» lâfzı ilzam içindir. Ma'nâsı: «Ben, bunun teslimini iltizam ediciyim.» demektir. «Bana (ileyye)» demek dahî «aleyye» ma'riâsınadır.

tcBen, buna zaîm'im.» demekle de kefalet sahîh olur. Çünkü zea­met, kefalettir. Ya da, «Ben, buna kabÜ'im.» demekle de sahih. olur. Çünkü kabil, zeîm ma'nâsmadır.

«Ben,  bunun tamnmışlığma  zâmin'im.»   demekle  kefalet  sahîh olmaz. Çünkü kefaleti gerektiren, teslimi iltizâm etmektir. Bunu diyen kimse ise, tanınmışlığma kefü olmuş; teslime olmamıştır.

«Bunun tanınmışlığı için kefilim.» veya «Bunun tanınmışlığı üze­rine kefilim.» sözleri hakkında ihtilâf vardır. Hulâsa'da da böyle den­miştir.

Eğer kefîî, teslim vaktini ta'yîn etti ise, taleb olunduğu zaman, İltizâm eylediği şeye riâyeten, o vakitte borçluyu İhzar eder.

Yine, meselâ; «Ben, bunun nefsine kefilim, istediğin zaman sana teslim ederim.» yâhûd «İstersen teslim ederim.» demekle kefîl, kefâleti mutlak söylese, borçluyu ihzar eder. Yâhûd ta'mîm ederek; meselâ;
«Her istediğinden veya «Her ne vakit istersen teslim ederim.» demek de böyledir. [Alacaklı her ne zaman isterse, kei'il, mekiûi-ün bih'i ih­zar eder.] Eğer kefîl, mekfûl-ün bih'i ihzar etmezse; kâdî. kefili habs eder. Çünkü üzerine lâzım gelen hakkı ifâdan kaçınmıştır. Lâkin ilk çağırıldıkda habs eylemez. Çünkü ne için çağrıldığını bilmemesi caiz­dir. Eğer kendisine kefil olunan borçlu gâib olup; kefîl, borçlunun ye­rini bilirse, kâdî kefile gidip gelecek kadar zaman mühlet verir. Eğer hâkimin ta'yîn ettiği mühlet geçip kefîl borçluyu getirmezse, kâdî, kefili habs eder. Eğer kefîl, gâib olan borçlunun yerini bilmezse, ke­fîl mekfûl-ün bih ile mutâlebe olunmaz. Çünkü kefîl âcizdir. Tâlib, yâni kelli alan kimse onun yerini bilmediğini doğrulamıştır. Binâen­aleyh, fakirliği sübût bulan borçlu gibi olur.

Eğer ketfl ile alacaklı İhtilâf etseler; kefîl: «Ben, borçlunun yerini bilmem!» deyip, tâlib (alacaklı): «Bilirsin!» dese, bakılır: Eğer borç­lunun belli bir çıkacak yeri oiup her vakit ticâret için bilinen bir yere çıkarsa, söz alacaklının sözüdür. Kefile, o yere gitmesi emredilir. Çün­kü zahir alacaklıya şehâdetdir. Aksi hâîde, söz kefilin sözüdür. Çünkü kefil aslı ele almıştır. O da. bilmem esliktir ve mutâlebenin lüzumunu inkâr etmektedir. Eğer kefîl, mekfûl-ün bih'in teslimini kâdînîn mec­lisinde şart kıldı ise, orada teslim eder. Başka yerde teslimi caiz olmaz. Bizim zamanımızda fetva bununla verilir. Çünkü hakkı yerine getir-mekde insanlar tembellik ediyorlar. Bunu Zeylaî (Rh.A.) ve başkaları zikretmiştir.

Bir kimse bir aya kadar nelse kefil oîsa, bir ay sonra kefaletinden sorumlu olur. Yâni; «Fülânın nefsine senin için bir aya kadar kefîl oldum!» dese, o kefîl, o ayda nefsi teslim ile mutâlebe olunmaz. Bir ay geçtikden sonra teslim ile mutâlebe olunur.

Şems'ül-Eimme el-Hulvânî (Rh.A.) demiştir-ki: Bu, avamın san­dığı şeyin hilâfına delâlet eder. Çünkü avam derler ki: Şâyed bir adam Farsça, başkası için:

«Ben, fülân kimseyi senin İçin bir yıla kadar kabûi ettim!» dese, o kimse müddet geçmezden önce yıl içinde nefsin teslîmiyle mutâlebe olunur. Müddet geçtikden sonra nefsin teslimi ile mutâlebe olunmaz. Sems'üİ-Eirnrne i Rh.A. i demiştir ki: Mes'eîe onların sandıklan gibi değildir. Belki cevâb, zikredilenin aksinedir. Şu kadar var ki, avam kefalette:

«Her ne vakit istersen sana onu teslim ederim.» sözünü eklerse, bu takdirde yıl içinde ve yıldan sonra mutâlebe olunur. Hulâsa'da da böyle denmiştir. Yine Hulâsa'da denmiştir ki: Mutâlebenin düşmesin­de hile şudur-: Kefil, kefaletinde ziyâde olarak: cBen. fülânın nefsine fülân vakitten fülân zamana kadar kefilim, ondan sonra benim üze­rimde senin için kefalet yoktur ve beriyim.» sözünü ekler. Eğer kefîl bu sözü. söylerse, o anda ve müddet geçtikden sonra mutâlebe olun­maz.
Kefil, Ölmekle kefaletten beri olur. Çünkü ölümünden sonra mat­lûbu teslimden acz-ı ktillî hâsıl olmuştur. Kefilin vârisleri ise, tâlib için bir şeye kefîl olmamışlardır. Onlar kefilin yararına olan şeyde halîfe [104] olurlar, zararına olan şeyde olmazlar. Ve kefilin terekesi i'tibâriyle kefâiet bakî kalmaz. Çünkü, nefsin maldan alınması im­kânsızdır. Mal ile kefalet bunun aksinedir. Nefse kefîl olan kimse, mat-lûb olan nefsin Ölmesiyle de berâet kazanır. Çünkü teslim imkânsızdır.  Her ne kadar mekfûl-ün bihâ olan nefs kefilin kölesi olsa da, kefa­letten kurtulur. Böyle demesine sebeb, kölenin mal olduğu zannını def içindir. Teslimi imkânsız olunca, kıymeti lâzım gelir. Bu, kölenin üzerinde sorumlu olduğu mal bulunup kölenin nefsine bir kimse ke­fîl olduğu zamandır. Amma mutâleb (istenilen şey), kölenin rakabesi olursa —yalanda açıklaması gelecektir ki— o köle ölüp hasım da'-vâsını isbât etse, kefîl kölenin kıymetini Öder.

Talibin ölümüyle kefîl, kefaletten kurtulamaz. Belki talibin vâri­si veya vasisi kefili mutâlebe eder. Yine kefîl veya me'mûru (kefilin emrettiği kimse) — gerek vekil, gerekse elçi olsun — istenen şeyi tes­lim etmesiyle kefaletten kurtulur.
Ya da, o borçlu kendisini talibe teslim etmekle, — muhâsama mümkün olan yerde teslim ederse —  kefîl, kefaletten kurtulur. Yâni kefîl, kefîl olduğu kimseyi, da'vâ mümkün olan yerde talibe teslim et­se, her ne kadar; «Onu, sana teslim edersem, kefaletten kurtulurum (beriyim) î» demese de, kefaletten kurtulur. Hattâ bir beriyye [105] de veya bir sevâd [106] da teslim etse, yâhûd tâlibden başkasının îıabs et­tiği zindanda teslim etse, kefaletten kurtulmaz. Me'mûrun teslim et­tiği surette: «Matlûbu ben, sana kefîl tarafından teslim ettim!» diyerek veya matlûb kendisini teslim suretinde: «Ben kendimi, sana kefilden teslim ettim!» diyerek teslim etse, yine kefaletten kurtulmaz.

Kâdîhân (Rh.A.) demiştir ki: Nefsine kefîl olan kimse, eğer nefsini mekfûl-ün leh'e teslim edip ve: «Ben, kendimi sana kefîl nâmına tes­lim ettim!» dese, kefîl kurtulur. .(Kefil nâmına teslim ettim!.) demez-se, kefîl kefaletten kurtulmaz. Keza kefîl, bir adama mekfûî-ün bih'in nefsini talibe tesiîm etmek için emretse; me'mûr, talibe; «Matlûbun nefsini sana kefilden tesiîm ettim.» dese, kefîl kurtulur. Matlûbu ya­bancının tesliminde, «Kefilden teslim ettim!» demesiyle beraber ta­libin kabul etmesi şarttır.

Kâdîhân (Rh.A.) denüştir ki: Eğer yabancı bir adam me'mûr de­ğil iken mekfûl-ün bih'i talibe teslim edip; «Ben. bunu sana kefîl nâ­mına tesiîm ettim!» dedikde, eğer tâiib kabul ederse, kefîl kurtulur; sükût ederse de kabul ettim demezse, kefîl kurtulmaz.

Bir kimse, bir adamın nefsine kefîl olup: «Sğer yarınki gün bu nefsi sana teslim etmezsem, onun üzerinde olan borcu öderim.» de-dikden sonra yarınki gün, kefîl olduğu nefsi teslim etmezse, kefaletin ikisi de sahih olur. Yâni hem nefse kefîl, hem de mala kefîl olur. Yâ­nı bir adamın, başkası üzerinde yüz dirhemi olup, bir başka kimse onun nefsine mezkûr vech üzere kefîl olsa, kefaletin ikisi de sahih olur. Eğer ertesi gün, o adamı teslim etmezse, yüz dirhemi ödemesi lâ­zım gelir. Çünkü o kimse, mala kefaleti adamı getirmemeye bağlamış­tır. Bu bağlama (ta'îîk) ise, her ne kadar kıyâsa uygun değilse de, on­da insanların teamülü olduğu için sahilidir. Teamül ile; kıyâs, alım -satım (bey') da terk edilir. Nitekim satıcının, benzerini yapmak için pabuç (na'l) satın alması böyledir. Bununla beraber alım - satım ka­pısı, kefalet kapısmdan daha dardır. Binâenaleyh teberrûattan oldu­ğu için kapısı daha geniş olmakla burada kıyâsın terkedilmesi evlâ­dır. Kefîl o adamı getiremeyip kendisine mal lâzım gelince nefse ke­faletten berâet edemez. Çünkü iki kefalet arasında çelişme yoktur. Eğer matlûb ölürse, kefalet hükmüyle kefîl malı öder. Ya da, kefîl ölürse vârisi öder veya tâlib ölürse vârisi ister.
Bir kimse, bir adamda yüz dînâr alacağı olduğunu iddia edip, o dînârm iyi mi, yoksa kötü mü; eşrefiyye mi yoksa efrenciyye [107] mi olduğunu — da'vâ sahîh olması için — beyân etmeyip adamın nef­sine bir başka kimse, eğer yarınki gün ödemezse yüz dinarı ödeyece­ğine kefîl olsa. İmâm A'zam Üe İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) a göre, kefaletin ikisi de sahîh olur. İmâm Muhanımed (Hh.A.); «Kefa­letin ikisi de sahîh olmaz.» demiştir. Çünkü beyânsız [108] da'vâ sahîh olmaz. Şu hâlde nefsin getirilmesi vâcib değildir. Çünkü buna kefîl olmak sahîh değildir. Kefalet bil-mâl da sahîh olmaz. Zîrâ kefalet bil-mâl, onun üzerine kurulmuştur.

İmâm A'zam ile İmâm Ebû Yûsuf (Rh. Aleyhimâ) un delili şudur: Mal, muarrefen (belirli) zikredilmiştir. Şu hâlde mal, borçlunun ve­receğine yorumlanır. Bu takdirde da'vâ, beyân i'tibâriyle sahîh olur.

Eğer beyân edilirse asi, da'vâya katılır ve ilk kefaletin sahih olduğu meydana çıkar, ikinci kefalet de onun üzerine terettüb eder. Beyân hususunda söz, kefilindir. Şâyecî beyânın varlığında ve yokluğunda ih­tilâf etseler, söz. kefilin olur. Çünkü kefil, sıhhat iddia etmektedir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, harîd ve kısâsda kefil vermesi için kimse mutlak olarak zorlanmaz. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, kazf haddinde kefîl vermesi için zorlanır.  Çünkü kazf haddinde kul

hakkı vardır. Kısâsda da kefîl vermesi için zorlanır. Çünkü kısas hâlis kul hakkıdır. Hâlis Allah Teâİâ (C.C.) hakkı olan hadler bunun aksi-; nedir. Meselâ, içki haddi gibi. Zira onda kefalet bir vech ile sahih ol­maz.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Bunların hepsinin temeli hadd vurmayı def etmekdir. Şu hâlde bunlarda işi sağlama bağlamak vâcib değildir. Diğer haklar Allah' (C.C.) in hakkının aksinedir. Çünkü bu haklar, şübhelerle def edilmez. Binâenaleyh, onlar için (kefil vermek ve kefil almak suretiyle)  işi sağlama bağlamak lâyık olur.

Eğer üzerinde hadd ve kısas olan kimse zorlanmaksizın kefîl ve­rirse, haddin mucibinin terettübü onun üzerine mümkün olmakla caiz olur. O da, nefs ile mutâlebedir.

Hâli mestur İki kimse veya bir âdil kimse şehâdet edinceye kadar, hadd ve kısâsda habs yoktur. Çünkü habs, burada töhmet içindir. Bu ise; şehâdetin iki tarafından biri ile sabit olur. Bundan maksâd; ya aded veya adalettir. Mallarda habs, bunun aksinedir. Çünkü mallar hakkında habs, cezanın gayesidir. Şu hâlde, ancak kâmil hüccet

sabit olur. Mal ile kefalete gelince; her ne kadar mekfûl-ün bih bilin­mese de, eğer borç sahih borç olursa, mal ile kefalet sahîh olur. Sahih borç bir borçtur ki. ancak ödemek veya ibra ile düşer. Bu, kitabet be­delinden ihtirazdır. Yakında açıklaması gelecektir.

«Ben ona bin akça ile kefîl oldum!», «Senin, ondaki alacağına ke­fîl oldum!» ve «Bu alış - verişte sana gelen şeye kefîl oldum!» demek­le kefalet sahîh olur. Buna, zemân-ı derek adı verilir. O da zemân-ı istihkaktır, Yânî satılan şeye (mebî'e) nıüstehık zahir olsa, müşteri öder.

«Fülân kimseye yaptığın satışa kefîl oldum!» demekle de kefa­let sahîh olur. Yânî, «Fülâna sattığın şeyin parasını ben öderim. Satın aldığını ödemem. Çünkü ben, satılan mah öderim.» demektir. Çünkü mebî'e kefalet caiz olmaz. Nitekim yakında açıklaması gelecektir. Bu­nun tahkikinin tamâmı «Rehn Bölümü» nde daha önce geçmiş idi.

Ya da,'«Onun üzerinde senin için vâcib olan şeye kefîl olurum!» demekle sahîh olur. Bu zikredilen sûretde «Mâ (şey)» lâfzı şartıyyedir. Ma'nâsi: «Eğer itilâna satarsam* demektir. Şu hâlde ta'lîk ma'nâ-sma olur.
Ya da, kefalet bir şarta bağlanır. Yânî şartın [109] sarihine [110] ta'lîk olunur. Yoksa, yukarıda geçen misâllerde şart ma'nâşı vardır.

Şart, mülayim olmalıdır. Hakkın vâcib olmasının şartı gibi kefalete

münâsib düşmelidir. Meselâ: «Satılan mala müstehık çıkarsa!» demek böyledir. Ya da, istîfâ (almak) mümkün olması için şart olmalı. Me­selâ; «Eğer Zeyd gelirse.» demek gibi. Zeyd, ki mekfûl-ün anh'dir. Yâhûd almanın imkânsızlığına şart olmalıdır. Meselâ: «Eğer mek:ûl-ün anh olan Zeyd şehirden kaybolursa.)) demek gibi, ki bunların ikisi de mezkûr misâllerden anlaşılan şartlar gibi, kefalete münâsibdir. Zîrâ o şartlar, malın vâcib olması için sebeblerdir. Şu hâlde zimmeti, zim­mete eklemeye uygun ve elverişli olur.

Eğer münâsib olmayan şarta bağlanırsa, kefalet sahih olmaz. Me­selâ; «Rüzgâr eserse veya yağmur yağarsa!» demek böyledir.
Hidâye'de denmiştir ki: Mücerred şarta ta'lîk sahih olmaz. «Rüz­gâr eserse!» veya '(Yağmur yağarsa!» demek böyledir. Şu kadar var ki, kefalet sahih olup, hâlen mal vâcib olur. Çünkü kefaletin şarta ta'lîkı sahih olunca, fâsid [111] şartlar ile bâtıl olmaz. Âzâd ve bo­şamanın fâsid şartlar ile bâtıl olmadığı gibi Kâfî sahibi de Hidâye sahibine tâbi' olmuştur. Zeylaî (Rh.A.); «Bu yanılmadır.» demiştir. Çünkü bunda hüküm; ta'lîkın sahih olma­ması ve mal lâzım gelmemesidir. Zîrâ şart uygun değildir. Binâenaleyh eve girmeye ve benzeri münâsib olmayan şartlara bağlamış gibi olur. Bunu, Kâdîhân (Rh.A.) ve başkaları söylemiştir.

Ben derim ki: Zeylaî' (Rh.A.) nin yanılmadır, demeği hatâdır. Çünkü İmâdiyye ve Usturîşnîyye'de zikrediîdiğine göre; kefalet, fâsid şartlar ile bâtıl olmayan şeylerdendir. Burada zahir olan iki rivayet bulunmasıdır. Bu, şunu te'yid eder ki, Sadr'uş-Şehîd (Rh.A.), bir mes'-ele nakletmektedir. Mes'ele şudur: Me'zûn köleye borç îâhık olsa ve mal sahibi, köleyi efendisi âzâd eder, diye korksa, imdi bir adam, mal sahibine; «Eğer bu köleyi efendisi âzâd ederse, senin alacağını ben öderim!» dese, kefalet sahih olur.

Bundan sonra Sadr'uş-Şehîd (Rh.A.) der ki: Bu mes'eîe, müteâref olmayan (âdet olmayan) bir şarta kefaletin ta'lîkı caiz olduğuna de­lildir.

Yine, kefalet, mekfûl-ün anh'm ve mekfûl-ün leh'İn bilinmemesi ile sahih olmaz. Birincisi, yânı mekfûl-ün anh'in bilinmemesi ile sa­hih olmadığına misâl; «Senin insanlar üzerinde olan hakkın veya insanlardan biri üzerinde olan hakkın benim üzerime olsun.» demek gibidir. İkincisi, yânî mekfûl-ün leh'in bilinmemesine misâl; «insan­ların senin üzerinde olan hakkı veya insanlardan birinin senin üze­rinde olan hakkı benim üzerime olsun!» demek gibidir. Bu kefalet sahîh olmaz. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Haddin kendisine ve kısasa kefalet olmaz. Nitekim daha önce se­bebi geçti ki; kefaletin şartı mekfûl-ün bih'in kefil nâmına teslim edi­lebilir olmasıdır. Bu hadd ve kısas ise, böyle değillerdir. Musannifin; «Haddin kendisine ve kısasa.» demesi üzerine hadd ve kısas vâcib olan kimseye kefîl olmaktan ihtiraz içindir. Zîrâ yukarda geçtiği vecihle -bu caizdir.

Yük için kiralanmış belli bir hayvanın yüküne ve keza hizmet için kiralanmış belli bir kölenin hizmetine kefalet, teslimden acz se­bebiyle sahîh olmaz. Çünkü kira ile tutan kimse belli hayvan üzerin­de olan yüke hak sahibidir. Halbuki kefîl, kendi yanında olan hay­vanı verirse, ücrete müstehık olmaz. Çünkü, ma'kûd-ün aleyh'den baş­kasını getirmiştir. Görülmez mi ki, kiraya veren kimse yükü başka hajvan üzerine yükletse, ücrete müstehık olmaz. Şu hâlde kefîl biz'-zarûre âciz olmuştur. Keza, hizmet için olan köle de zikredilen gibi­dir. Fakat hayvan, muayyen olmazsa, böyle değildir. Yâni onda ke­falet sahîh olur. Çünkü mucir (kiraya veren) üzerine vâcib olan mut­lak surette yükü taşımaktır. Kefîl de kendi hayvanı üzerine yüklet-mekle buna kadirdir.

Müvekkil ve mal sahibi (rabb'ul-mâl) için semene kefalet sahîh olmaz. Yânî, bir adam, bir adamın emriyle bir giyeceği satsa, ondan sonra âmir için müşteriye semeni garanti etse yâhûd mudârib, mu-dârebe malını satıp sonra mal sahibi için semene zâmin (garantör) olsa, sahîh olmaz. Çünkü teslim 'alma hakkı vekil ve mudâribindir. Bundan dolayı müvekkilin Ölmesiyle bâtıl olmaz. Hattâ müvekkil Öl­se, vekîl için semeni teslim aîmak hakkı vardır. Keza müvekkil sağ iken vekili, semeni teslim alnıakdan nehyetse, nehy ile amel etmez. Eğer zemân (garanti) sahîh olsa, kendi nefsine zâmin (garantör) ol­muş olur ki, bu caiz değildir.

Şâyed köle, bir pazarlık   (safka-ı vahide)   ile  satılsa,  ortak için kefalet sahîh olmaz. Yânî iki adam, birine, bir pazarlıkla bir köle sat-salar ve ikisinden biri arkadaşının semenden payını garanti etse, bu zemân (garanti) bâtıl olur. Çünkü pazarlık birleşince, semen onlar için müştereken vâcib olur. Eğer biri, arkadaşının şayi' olan payını öderse, kendisi için ödemiş olur. Bu ise, bâtıldır. Eğer hassaten arka­daşının payında sahîh olsa, teslîm almazdan önce borcun taksimine (paylaştınlmasma)  müeddî olur. Bu da. bâtıldır. Çünkü taksim, her birinin haklarının eşit olarak bir yerde ayrılmış olmasını gerektirir. Bu ise, borçda tasa<wur edilemez. Her biri, 'hissesini ayrı satmakla, iki ortak köleyi iki pazarhkda satıp, biri arkadaşının semenden his­sesini ödese, sahih olur. Çünkü pazarlık her biri için ayrıdır. Binâen­aleyh her birinin yaptığı akidle vâcib olan mikdâr hassaten kendinin olur.

Kefalet, uhde ile de sahih oinıaz. Çünkü uhde, müşterek bir isim olup; eski senet, akd, akdin hukuku, derek ve şart muhayyerliği ma'-nâîarmda kullanılır. Şu hâide beyândan önce onunla amel müteaz-zir (imkânsız)  olur. Bundan dolayı zemân  (garanti)  bâtıl olur.

İmâm A'zam' (Rh.A.) a g-öre; «halâs» lâfzıyle de kefalet sahih ol­maz. Çünkü İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bunun ma'nâsı; mebî'i müs-tehıkdan kurtarıp müşteriye teslim etmektir. Bu ise, kefilin kudreti dâhilinde değildir,
tmâmeyn'   (Rh. Aleyhimâ)   e göre;   «halâs»  lâfzıyle kefalet sahih olur. Çünkü onlara göre haiâs'm ma'nâsı; eğer istihkakın vürûdu ile malı teslimden âciz olursa, semenin ödenmesidir. Şu hâlde derek [112] gibi olur.

Kitabet bedeline de kefalet sahih değildir. Çünkü kitabet bedeli, acz ile yok olmaya ma'rûzdur. Binâenaleyh, sahih bir alacak olmaz.

İflâs etmiş ölü kimseye dahi kefalet sahih değildir. Yâni, üzerin­de borç oîan kimse ölüp bir şey bırakmasa, bir adam onun alacaklı­ları için onun adına kefil olsa, İmam A'zam' (Rh.A.) a göre sahih ol­maz. Çünkü asilin zimmetinden düşen bir borca kefil olmuştur. Zira borç, ödenmesi vâcib olan bir borçla zimmetin iştigâlinden ibarettir. Lâkin bu, hükmen maldır. Çünkü borç, netice itibariyle mala döner. Halbuki borçlunun kendisi edadan âcizdir ve kefili ona halîfe olur. Bu takdirde istifanın akıbeti yok olmuştur. Biz-zarûre sukut eder.

Kefalet akdi meclisinde, talibin kefaleti kabul etmesine kefîî ol­mak da caiz -değildir. Bu, ancak bir mes'elede caizdir ki, o da bir has­tanın vârisi, alacaklıları yokken hastaya kefîî olmasıdır. Meselâ: Has­ta, vârislerine veya vârislerinden ba'zısma; '(Benim üzerimde olan bor­ca, alacaklılarım için kefil olun!» deyip, onlar da alacaklıların yok­luğunda buna kefil olurlarsa bu akd istihsânen caizdir. Velev ki, kıyâs caiz olmamasını iktizâ etsin. Çünkü tâlib, gâlbdir. Ödemek (zemân) ise, ancak talibin kabûliyle tamâm olur.

İstİhsânın vechi şudur: Bu iş; borçlunun vârislerine borcunu öde­mek hususunda vasıyyetidir. Bundan dolayı hasta borcunu ve alacaklı­larını belirtmemiş olsa da sahih olur. Çünkü borcun bilinmemesi va-sıyvetîn sahih olmasına mâni' değildir. Bundan dolayı fakîhler: «Bu. ancak mal bıraktığı zaman sahih olur.» demişlerdir.

İmânı Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; kefalet, talibin kabulü olmak­sızın, bir rivayette mutlak surette sahih olur. Diğer rivayette; talibe haber ulaşıp izin verirse sahih olur. Fetva, bununla verilir. Câmi'ul-Ke-bîr'in Telhisinde ve Fetâvâ-yı Bezzâziyye'de böyle zikredilmiştir.

Fukahâ icmâ' etmişlerdir ki; kefîl, «Ben, fulanın îülân üzerinde olan malına kefilim!» diye ihbar yoluyla söylerse, caiz olur. Hulâsa'da da böyle zikredilmiştir.

Kefalet; vedîa. ariyet alınan mai, isticar olunan mal. mudârebe ve şirket malı gibi, emânetlerde ve teslim almazdan Önce mebî'de; teslim aldıkdan sonra merhûn olan şeyde de sahih olmaz. Çünkü kefaletin sahih olmasının şartlarından biri; mekî'ûî-ün bih'in asil üzere maz­mun olmasıdır. Öyle ki, onun kefaletten çıkması ancak zamm ma'nâsı tahakkuk etsin diye mekiûl-ün oih'i veya bedelini vermekle olur. İm­di vermek (def),kefile vâcib olur. Emânetler ise, mazmun değildir. Teslim almazdan önce mebi' dahi zâtı i'tibâriyle değil kıymeti i'tibâ-riyle Ödenir. Nitekim daha önce geçti. Keza rehn alman şey dahi zâ­tı i'tibâriyle Ödenmez. Belki helak olursa, borç düşer. Şu hâlde, bu suretlerde kefile ödetmek icâb etmez. Çünkü asile vâcib değildir.

Emânetlerin, nıebî'in ve merhûnun teslimine kefîl olmak caizdir. Bunlar mevcûdsa, teslimleri vâcib olur. Helak oimuşlarsa, nefse ke­falette olduğu gibi kefile bir şey vâcib olmaz.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki; eğer emânetlerin teslimi ariyet ve icârede olduğu gibi asile vâcib iser ona, yâni teslimine kefalet caizdir. Ak­si takdirde, yâni; vediada olduğu gibi asile teslimi vâcib değil ise, onla­rın teslimine kefalet caiz değildir.

Semene kefil olmak da sahilidir. Çünkü semen, müşterinin öde­mesi gereken sahih borçtur.
Kefalet;  gasb edilmiş olan şeyde   (mağsûb)   sevm-i şirâ  [113]   ile tesiîm alınanda ve^fâsid bey' ile satın alman malda dahî sahîh olur.

Çünkü bunlar mazmundur. Hattâ o kimsenin elinde helak olsa, öde­mesi vâcib olur. Şu hâlde kefile vâcib kılınması mümkündür.

Haraca kefalet sahilidir. Çünkü, kullar yönünden mutâleb olan bir borçtur. Şu hâlde diğer borçlar gibidir. Emvâl-i zahire ve bâîmede olan zekât, zikredilenin aksinedir. Çünkü onlarda vâcib olan fiildir. O da, ibâdettir ve mal cnun mahallidir. Bundan dolayı ölümünden sonra terekesinden alınmaz. Ancak vasıyyeti ile alınır.

Nevâîbe kefalet de sahilidir. Derler ki:, Nevâib; bekçinin ücreti, müşterek olan ırmağın temizlenmesi ve ıslâhının ücreti; askerin teç­hizi ve levazımı için olan muvazzaf mal ve Müslüman esirlerin fidye­si gibi, hak karşılığı olan şeydir.
Ba'zilan demiştir ki: Nevâib hak karşılığı olmayan şeydir. Bizim zamanımızdaki cibâyeler [114] gibi, ki zâlimler haksız olarak alırlar. îmdi birinci ma'nâ murâd edilirse, ona kefalet ittifâkan caiz olur. Çünkü mazmun bir vâcibdir. İkinci ma'nâ murâd edilirse; onda me-şâyihin ihtilâfı vardır.
Kısmete [115] de kefalet sahîh olur. Kısmet, nevâibdir. Şu kadar var ki, kısmet râtib olan şeydir. Yânı mükâfattır. Nevâib, böyle değil­dir. Beyt'ül-mâl'de bir şey bulunmazsa, İmâm  (Devlet Başkanı)  onu ihtiyâç gördüğünde muhtaçlara aylık verir.

Fukahâdan ba'zılan demiştir ki: Kısmet, iki-ortaktan birinin ken­disi ile arkadaşı arasında taksimden .kaçınmasıdır. İmdi onu, bir şa­hıs garanti eder. Zîrâ kısmet, vâcibdir.

Derek'e kefalet de sahih olur. Bunun beyânı evvelce geçmişti. Baş yangının ersine kefalet de sahih olur. Şecce, yara demektir. Buna ke­falet; «'Ben, bu yaranın muceblne kefîl oldum!» demekle olur ki, o da erş, yânı diyettir.

El ve ayak kesmenin mûcebi kısas değil de diyet olursa, onlara kefîl olmak dahî sahilidir. Zîrâ, bu takdirde vâcib olan edası vâcib maldır.

Bir kimse, borçlu bir adama; «Ben, sana onu veririm.» veya «Öde­rim!» dese, kefalet olmaz. Ancak o kimse, borçlunun borcunu iltizâma delâlet eden bir şey söyler veya iltizâmı ta'lîk ederse, kefalet olur.

Hulâsa'da denilmiştir ki; «Fetâvâ-yı Nesefî'de şu ibare vardır: Bir kimse, alacak sahibine; «Senin füîân üzerinde olan borcunu, ben sa­na veririm yâhûd öderim.» dese, iltizâma delâlet eden bir şey söyle­medikçe, meselâ; «Kefîl oldum!» veya «Garanti ederim!» .yâhûd «Be­nim üzerime olsun!» veyâhûd «Borç, bana âid olsun!» demedikçe ke­falet olmaz. Fakat ta'lîk suretiyle söyler de; meselâ; «Eğer, fülân eklemezse, ben öderim.» derse, kefalet sahih olur.
Borcu isteyen kimsenin (talibin), asîl olan borçludan kefîl ile beraber mutâlebe etmesi caiz olur. Çünkü kefaletin mefhûmu- — ki mutâlebede zimmeti zimmete katmaktır— birinci zimmetin kıyamı­nı iktizâ eder. Mutâlebeden kurtulmayı (berâeti) iktizâ etmez. Ancak berâet şart kılınırsa, "bu takdirde kefalet ma'nâya i'tibâr ile havale [116] olur. Nitekim muhîlin berâeti bulunmamak şartiyle havale, kefalet­tir.

Yine, talibin, asîl ile kefilin ikisinden birisine mutâlebe etmesi caizdir. Velev ki diğerini mutâlebeden sonra olsun. Çünkü kefaletin muktezâsı eklemek ve katmakdır. Temlik değüdi-r. Mâlik bunun aksi­nedir. O, iki kâdîden birisini seçerse; kâdî onunla hükmedince, ona temlik tazammun eder ve ikinciye temlik mümkün olmaz. Bir kimse; . «Senin onda olan alacağına» diye kefîl olursa; yânı; «Ben, fülânda olan alacağına kefîl oldum!»  derse, tâlib bin akçaya delîl getirdiği takdirde, o bin akça kefile  lâzım gelir.  Çünkü şâhid ile sabit  olan, lyânen (gözle görmekle) sabit olmuş gibidir.

Eşer tâlib isbât edemezse, kefil ikrar eylediği mikrîârda yemini ile tasdik edilir. Çünkü kefil, fazlalığı inkâr etmektedir. Yoksa kefil hakkında asilin ikrar eylediği ziyâde ile asil tasdik edilmez. Yâni asiî. kefilin ikrar ettiği mikdâr üzere fazlalığı i'tirâf etse, kefili aleyhine tasdik edilmez. Çünkü başkası aleyhine ikrardır. O kimsenin başka­sına velayeti yoktur. Eelki, kendi hakkında ikrarı tasdik edilir.

Mekfûl-ün anh'in emri ile ve emri olmaksızın kefalet caiz olur. Çünkü Resûlüllah' (S.A.V.) m :

«Kefil, borcu yüklenen kimsedir.» kavl-i şerifi mutlaktır.
Şâyed mekfûl-ün anh'in emri iie kefil olsa ve borca edâ [117] et­se; yânî kefil, zâmin olduğu şeyi edâ etse, edâ ettiği miktarı mekfûl-ün anh'den alır. Çünkü kei'îl, borçlunun emriyle borcunu ödemiştir. Şu hâlde onu borçludan ahr. Şâyed kefil, zâmin olduğunun hilafını edâ etse, zâmin olduğu şeyi ahr. Ödediğini almaz. Hattâ kefil iyiye kefîl olsa ve züyûf (kalp olanı) ödese ve mekfûl-ün • anh üzerinde dirhem­leri olan kimse züyûfu kabul etse. kefil ceyyidi (hakikî olanı) ahr. Kalp 'olana kefil olup, iyiyi verirse, kalp olanı alır. Çünkü kefilin dö­nüp alması, kefalet hükmiyledir. O, ancak kefalet altına giren şeyi is­teyebilir. Borcu Ödemekle rae'rnûr olan kimse, bunun aksinedir. O, ödediği şeyi alır. Çünkü me'mûr üzerine bir şey vâcib olmaz, ki edâ ile ona mâlik olsun. Belki o ödünç vermiştir (mukrizdir). Böyle olun? ca verdiğini geri alır. Kefil, kendisine malla 'kefîl olunan şahısdan mekfûl-ün l&h'e edâ etmezden önce bir şey isteyemez. Çünkü kefîl, mekfûl-ün anh'in zimmetinde olan şeye mâlik olmaz. Ona ödedikden sonra mâlik olup, verdiğini alır.

Kefîl,mekfûl-ün anh'in  emri olmaksızın ödese,  ödediği şeyi  alamaz. Çünkü her ne kadar, mekfûl-ün anh Öğrendikden sonra izin ver­se de. kefil onu teberru' etmiş (müteoerri') sayılır. Zîrâ her kefalet, reddi "vnûclb olmayarak mün'akid olur. Ebeden mûcib elmasa dönüş­mez. İnayede de böyle denmiştir.

Bir kimse, bir adama; «Fülânın bendeki bin akçasına zâmin ol.*» dese, o da zâmin olup ödese, âmirden alamaz. Ancak, âmir; «Benim nâmıma zâmin ol!» dedi ise, alır. Nitekim kefalet bin'nefsde daha ön­ce geçti.

Eğer mülâzeme olunursa; yâni; tâlib, kefilin mal istemesi için pe­şine düşerse, kefil de mekfûl-ün anlı'in peşine düşer. Eğer kefîl habs edilirse, kefil de mekfûl-ün anh'i habs eder. Çünkü kefilin basma-ge­len, ancak mekfûl-ün anh tarafından gelmiştir; şu hâlde mekfûl-ün anh de onun gibi cezalandırılır.

Tâlib, ;asîli ibra ettikde, asil ibrayı kabul etse, asîl ve kefilin ikîsi de beraberce beri olurlar. Ya da; tâiib, istediğini asilden te'îıîr etse, asıl ve kefilin ikisinden de te'hîr etmiş olur. Çünkü asîl, asıldır ve kefîl asile tâbi'dir. İbrada ve te'hirde bunun aksi yoktur. Zîrâ asîm, fer'a tâbi' olmasını gerektirir. Eğer tâlib sâdece kefili ibra etse, her ne kadar ibrayı kabul etmese de, kefîl beri olur. Çünkü kefilin üzerinde borç yok ki kabule muhtaç olsun. Belki onun üzerine mutâlebe var­dır. O mutâlebe de ibra ile düşer.

Şâyed tâlib, borcunu, zengin ise kefile hibe; fakir ise, tasadduk et­se, kabul etmesi şarttır. Nitekim hibenin ve sadakanın hükmü kabul­dür. Borcu, üzerinde borç olmayan kimseye hibe etmek, şâyed borç­lu, üzerine musallat ederse, sahih olur. Halbuki kefîl fil'cümle (kısmen), borç üzere musallattır. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Hibeyi veya sadakayı kabûî ettikden sonra kefilin, asilden alması caiz olur. Tâtarhâniyye'de de böyle denmiştir.

Tâlib; asil ile kefilden biriyle bin dirhemden beşyüz dirheme sulh olsa, ikisi de beri olurlar. Çünkü o, sulhu bin dirhem borca muzâf kıl­mıştır. Halbuki bin dirhem asilin borcu olup, talibi beşyüz dirhemden ibra etmiştir. Asilin berâeti, kefilin de berâetini gerektirir. Kefîl, beş­yüz dirhemi ödemiş oîsa, asilin emri ile kefîl olduysa, ödediği beş-yüzü asilden alır. Çünkü kefîl, ödemekle asilin zimmetinde olana mâ­lik olup, dönüp istemeye hak kazanır.

Eğer tâlib, başka cins üzere suih oldu İse kefîl, asilden bin dirhem alır. Çünkü başka cins üzere sulh, mübadeledir. Şu hâlde kefîl, asilin zimmetindekine mâlik olur. Öyle ise, binin hepsini asilden alır.

Tâlib, kefîl ile kefaletin mucebinde sulh olsa, asîl beri olamaz. Çün­kü Sefaletin mucebi mutâlebedir ve kefilin ondan İbrası, asîün ibra­sını gerektirmez.

Tâlib, kefile; «Sen, bana olan maldan berisin.» dese, kefîl, asilden alır (rücû' eder). Çünkü bu berâet, kefilden malı teslim almayı ikrardır. Çünkü berâeti kefile isnâd etmiş ve bana diyerek kendi nefsine isnâ-den sınırlandırmıştır. Kefilden başlayıp tâlibde son bulan berâet, an­cak ifâ ile olur. Binâenaleyh bu söz, ondan teslim aldığını ikrardır. Onun için emriyle kefîl olduysa, dönüp istemeye hakkı vardır. «Seni ibra ettim.» sözünde dönemez. Çünkü bu ibradır. Kefilden teslim al­dığını ikrar değildir. «Beri oldun.» sözünde ihtilâf edilmiştir. Yâni tâ­lib, kefile; «Sen-beri oldun!» dese, ve «Bana karşı ettin!» demese, bu, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre ibradır. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göre; teslim atmayı ikrardır. Bütün bunlar, tâlib gâib olduğu vakittedir. Eğer tâlib hâzır ve mevcûd ise. beyan için ona müracaat olunur. Çün­kü icmal (kısa bırakılan söz) ondan sâdır olmuşdur.
Kefaletten berâeti (kurtulmayı) şarta bağlamak sahih olmaz. Me­selâ; «Eğer yarınki gün gelirse, sen kefaletten berisin!» denilmez.-Çün­kü ibrada, borçdan ibra etmek gibi temlik ma'nâsı vardır. Bu cevâb, borcun kefîl üzere sübûtunu kabul eden kimsenin sözüne göre zahir­dir. [118] Sâdece mutâlebenin sübûtunu kabul edenin sözüne göre da­hî temlik ma'nâsı vardır. Çünkü berâette, mutâlebeyi temlik vardır. O da, borç gibidir. Zîrâ mutâlebe, borca vesiledir. Temlik ise, şarta bağlamayı (ta'lîkı) kabul etmez.

Ulemâdan ba'zılan elemiştir kî: Kefaletten berâeti şarta bağlamak sahîhdir. Çünkü onda, kefîl üzerine sabit olan —sahih kavle göre — mutâlebedir, borç değildir. Şu hâlde bu berâet, boşama ve âzâd gibi hâlis ıskat olmuştur.

Ba'zılan demişlerdir ki: Şarta bağlamak; meselâ, yarınki gün ge­lirse demek gibi, tâlib için asla menfaat olmayan şeylerdense, caiz ol­maz. Eğer şarta bağlamak, uygun ve müteâref olup ve onda tâlib için fayda olursa, caiz olur. Nitekim mal ve nefse kefîl olur da; «Eğer ya­rınki gün sana bunu ödersem; ben maldan beriyim!» der ve tâlib de kabul ederse, kefîl yarınki gün ödediği takdirde maldan berî olur. İnâ-ye'de de böyle denmiştir.

Kefîl vakit gelmeden önce ölse, borç kefilden hâlen mutâlebe olu­nur ve kefilin vârisi borcu öderse, müddet gelmezden önce asîl borçlu­dan alamaz. Çünkü kefîl, lx>rcu müeccelen (veresiye) iltizâm etmiştir.

Şâyed kefilin vârisleri muaccelen (peşinen) dönüp isteseler; halbuki o muaccel maliyette müeccelden daha çok olsa, ribâ olur. Şâyed müd­det dolmazdan önce matlûb (kendisinden istenilen) ölürse; matlûb üzere yalnız müddet hâl (peşini olur. Eğer kefîl ve mekfûl-ün anh, yâni borçlu, ikisi de ölürlerse, tâlib borcu, herhangisinin terekesinden dilerse alır. Çünkü talibin alacağı, hâî-i hayâtta olduğu gibi, asil ve kefilden her birinin üzerine sabittir.
Asîl, talibine vermek üzere kefiline Ödediği şeyi geri alamaz. Ve­lev ki kefîl, onu talibine vermemiş olsun. Çünkü borcu Ödemesi ihti­mâli üzerine kefile hak tealluk etmiştir. Binâenaleyh, bu ihtimâl bakî kaldığı müddetçe, geri almak caiz olmaz. Zekâtında acele edip, onu vergi tahsildarına (sâî'ye) [119] veren kimse gibi.
Eğer kefîl, borçludan teslim aldığı malı talibe vermezden önce onunla kâr sağlasa, kefîl için helâl olur. Çünikü kefîl, o mala teslim almasiyle mâlik olmuştur. Şu hâlde, kâr onun mülkünün bedeli olur. Kefilin kârı, borcu ödeyene — yâni asîl'e — geri vermesi, buğday ve arpa gibi ta'yin ile müteayyin olan şeyde, mendûbdur. 3u mendûb, asîl borcu ödediği vakittedir. Eu söz, İmâm A'zam' (Rh.A.) indir. Yi­ne, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan rivayet edilmiştir ki: Kefîl, o kârı ta-sadduk eder. İmâmeyn (Rh. Aleyhimâ): «Kâr, kefü için helâl olmaz.» demişlerdir. Bu da, İmâm A'zam' (Rh.A.) dan bir rivayettir.

Bir kimse, kefiline numune (veresiye) kumaşı satmayı emretse, o da satsa; mebî' kefilin olur. Satıcı için hâsıl olan kâr ve kazanç ke­filin aleyhinedir; âmirin aleyhine değildir. Bunun açıklaması şöyledir: Asîl, kefile numuneyi (veresiye) satmasını emredip: «Var git, insan­lardan bir nev'î kumaş satın al, ondan sonra sat, satıcının senden et­tiği kâr ve senin ettiğin ziyan benim üzerime olsun!» der, kefîl de bir tacire gelip ondan borç almak istedikde, tacir ondan kân ister amma faiz olacağından korkar ve ona kıymeti meselâ; on akça eden bir giyeceği veresiye onbeş akçaya satar. Kefîl onu pazarda on akça­ya satar. Ve kefîl için on akça hâsıl olur. Amma satıcı için müddet tamâm oldukda, onbeş akça borcu vardır.

Ya da, kefîl tacirden onbeş akça borç alır. Ondan sonra tacir on akçalık bir giyeceği onbeş akçaya satar ve borç verdiği onbeş akçaya giyeceğin semeni olmak üzere alır. Kefîl üzerinde borç, onbeş akça kalır. Şâyed kefîl, bu minval üzere amel ederse, kefîl nâmına geçerli olur. Tâcirin kazandığı kâr, kefile lâzım gelir. Âmire bir şey lâzım gelmez. Çünkü âmir, ya kefilin ettiği ziyana zâmindir. Nitekim ba'zıları; «Be­nim üzerime olsun.w dediği sözüne bakarak, böyle demiştir. Onun; «Eenim üzerime.» sösü vücûb ifâde eder. Şu hâlde, caiz olmaz. Nitekim bir kimsenin, çarşıda bir satıcıya; «Ettiğin ziyan benim üzerime ol­sun!» demesi böyledir. Ya da âmirin kefile eniri, satın almaya vekil etmektir. Nitekim ulemâdan bir kısmı; kefile verilen emre bakarak böyle demişlerdir. Giyeceğin nevi ve semeni bilinmediği için bu da caiz değildir. Bu çeşit satışa «I'yne» adı verilir. Çünkü, bunda ödünç vardır. «Veresiye sattı.» denilir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.
Bir kimse, bir adama bir adam için vâcib olan şeye veya üzerine hükm olunan şeye yâhûd ona lâzım gelen şeye kefîl olsa ve asîl gâib olup nıüddeî kefîl üzerine beyyine getirip kendisinin asîl üzerinde şu kadar alacağı olduğunu isbât etse, reddolunur. Yâni müddeînin kefîl üzerine getirdiği burhanı [120] asîl olan gâib, gelip de aleyhine hükm olununcaya kadar red edilir. Çünkü kefîl üzerine malın vâcib olması­nın şartı asîl üzerine malın hükmedilmesidir. Asîl, gâib olmakla hüküm bulunmamıştır.
Bir kimse, «Gâib olan Zeyd'de şu kadar alacağını var. Şu adam da onun kefilidir.» diye delîl getirirse, kefîl aleyhine hükm olunur. Çün­kü iddia olunan şey, burada mutlak maldır. Onun îsbâtı mümkün­dür. Daha önce geçen mes'ele bunun aksinedir. Çünkü, o mes'eie mut­lak değil; malın asîle hükmolunması (nıakzıyyen bih) ile mukayyed-dir. Eğer «kefilidir)) sözüne «Onun emri ile.» ifâdesini ziyâde ederse, her,ikisinin (asîl ile kefîl) üzerine hükm olunur. Çünkü asilin emri-ile kefalet ibtidâen teberru'dur. Sonu bakımından muâvazadır (malı malla değiştirmek). Emri olmaksızın ise, hem başlangıç hem de sonuç i'tibâriyle teberru'dur. Şu hâlde ikisinden birine hükm, diğerine hükm sayılamaz. Şâyed emri ile kefalete hükm verilirse, asilin emri sabit olur ve bu malı' ikrarı mütezanimin olur. Şu hâlde, aleyhine hükm olur. Emiri olmaksızın kefalet ise, asîl tarafına dokunmaz. Çün­kü kefaletin sıhhati kefilin zannınca borcun mevcudiyetine dayanır.1 Şu hâlde borcun vücûbu, kefilden asîle geçmez. Emr ile.kefalette kefîl, Ödediği şeyi âmirden alır.

Bir kimsenin derek'e kefîl olması; mebî' teslim ve mebî'de bir hakkı olmadığını ikrardır. Hattâ bu kefaletten sonra mebî'in mül-kiyyetini da'vâ etmesi caiz olmaz. Şehâdetini bir senede yazmak gibi ki, o senetde; «Fülân kimse mülkünü sattı.» yazılıdır. Yâhûd «Kesin ve geçerli bir satış iîe sattı» diye yazılıdır. Bu da mebî' için teslimdir ve o kimse tarafından mebî'de hakkı olmadığını ikrardır. Yokea şe­hâdetini mülkiyetten kesin ve geçerli olmak kaydından mutlak bu­lunan satış senedine yazması mebî'i teslim değildir. Belki, ondan son­ra mülkiyet da'vâsı dinlenir. Çünkü bunda satıcı  için mülkü ikrara delâlet eden bir şey yoktur. Zîrâ satış ba'zan mâlikden başkasından sudur eder. Olabilir ki,  şehâdeti, o vak'ayı  bellemek için yazmıştır. Daha önce geçen mes'eie  bunun aksinedir.   Çünkü  zikredilen  şeyle mukayyeddir. İki âkidin ikrarları üzere şehâdetini yazmak böyledir. Bu dahi teslim olmaz. Çünkü, buna hüküm tealluk etmez. Bu, ancak mücerred bir ihbardır. Eğer;  «Fülân, kimse bir şey sattı.» diye ihbar eylese, o şeyi da'vâ etmesi caiz olur. Kefîl, talibe; «Ben, senin hakkın için bir aya kadar kefîl oldum.» deyip ve o da; «Hâlen (şimdi) kefil ol­dun.» dese, söz kefîl olanındır. Yâni kefîl, talibe;  «Fülânda olan bin akçan için bir aya kadar sana kefîl oldum, şimdi isteme!» dese ve o da; «Şimdi kefîl oldun!» dese, söz yeminiyle kefilindir. Bu zikredilen mes'elenin aksi şudur: Biri;  «Senin, bende bir aya kadar yüz akçan vardır!» der, diğeri; «Senin borcun şimdidir!» iddiasında bulunur. İki­sinin arasındaki fark şudur: Kefîl, borcu ikrar etmemiştir. Çünkü sa­hih kavle göre, onun üzerinde borç yoktur. Nitekim daha önce defa­larca geçti. Belki kefîl bir aydan sonra onun yalnız mutâlebe hakkı olduğunu  ikrar etmiştir.  Tâîib  ('borcu  isteyen)   mutâlebenin fi'l-hâl olduğunu iddia etmekte, o ise inkâr etmektedir. Bu durumda söz, ye­miniyle münkirindir. Mukir, borcu ikrar edip, ondan sonra kendisi için hak iddia etmiştir. Bu 'hak, mutâlebenin bir aya .kadar ertelenmesi­dir. Binâenaleyh onun sözü, beyyinesiz kabul edilmez.

Derek'e kefîl olan kimse, satılan şeye müstehık zahir oldukda, sa­tıcıya semeni ödemekle hükm olunmazdan muaheze edilmez. Çünkü satış, satıcıya semen ödemedikçe, yalmz istihkakla bozulmaz. Öyle ise, semeni asîle geri vermek vâcib olmaz. Kefile geri vermek de vâcib ol­maz.

Bir kimse, bir başkasına; «Şu yolu tut, çünkü bu yol daha emin­dir!» dese, o da o yolu tutsa ve hırsızlar malım alsalar; «Şu yolu tut, emindir!» diyen kimse onun malını ödemez. Eğer o kimse; «Bu yol kor­kulu ise ve senin malın alınırsa, ben Öderim.» derse ve mes'elenin ge­ri kalanı hâli üzere olursa, malı öder. O kimse aldatmış olur.
Bunda asi olan şudur: Aldatılan (mağrur) kimse; aldatana, an­cak eğer aldatma muâvaza zımnında hâsıl olursa rücû' eder. Ya da aldatan kimse, aldatılan için selâmet sıfatına nassan zâmin olur. (Söz­le kefilim, der). Hattâ değirmenci, buğday sahibine; «Buğdayı sepete koy!» deyip; o da koysa; sepetin deliğinden içinde olan buğday suya akıp gitse, halbuki değirmenci, bunu bilse, Öder. Çünkü değirmenci, akd zımnında aldatmışdır. Birinci mes'ele bunun aksinedir. Çünkü orada, akd hükmünce selâmeti tekeffül yoktur. Burada ise; akd selâ­meti iktizâ eder. İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [121]
[1] Gasb: Lûgatta, başkasına âîd bir şeyi kullanmak İçin düşmanlık ve tcgallüb yoJuyla aüvermekdir, o jey gerek mal olsun ve gerekse olmasın.

Istılahda: «Bir kimsenin # mütekavvİm ve muhterem bir malını sarahaten ve delâ-leten veya âdete nazaran izni olmaksızın haksız yere elinden veya tasarrufu dâiresin­den almaktır.»

G â s ı b: Başkasının   malini  elinden  veya   tasarrufu   dâiresinden  zorla  haksız yere

açıkça alan kimsedir,
M a ğ s û b: Başkasından haksız yere zorla ve açıkça alınan şeydir. Bunun istilâ-nen mağsûb sayılabilmesi için mütekavvim, muhterem bir mal olması gerekir. (Hukûk-u felâraiyve re Istüahât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, Ö. Nasûhî Bilmen, cilt: 7, s.: 327)
Meceile'nin 881. maddesinde: «Gasb, bir kimsenin izni olmaksızın malını ahz ve zabt etmektir ki ahz eden kimseye gasıb ve ol -mala mağsûb ve sahibine mağsûb-un-minh denilir.»-şeklinde ifâde edilmiştir.
[2] Bakara »ûreai (2); âyet: 194
[3] Ariyete Istıîâhda;  menfaati birine  meccânen,  yâni;  bîr  bedel  mukabilinde  olmaksızın rücuu kaabil olmak üzere filhâl temlik olunan maldır.
[4] Emânet: Lûgatda. emin olmak ma'nâsmadır.

Istılah'da: Emin sayılan veya ittihaz edilen  kimsenin yanında başkasına âİd bulu­nan maldır.
[5] Câmlayn: îmâm Muhammed' (Rh.A.) in telif etmiş olduğu «El-Câmİ'm-Sağlr» ve «EI-Cami'ul-Kebîr» adlı fıkıh kitaplarıdır.
[6] Mecelle'nin 899. maddesi hükmü de şöylodir: «Gâsıb (zorla alan) eğer mal-ı mağsübu (zorla alman malı) ismi değişecek surette tağyir ederse (değiştirirse) zâmin olur (tazmin eder) ve ol mal kendine kalır.»
[7] Mağsûb'mt minh: Elindeki veya dâire-i tasarrufundaki bir malı başkası tarafından zorla ve açıkça alınan kimsedir.
[8] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 3-11.
[9] Mi'zef; Yemen halkının kullandığı bir çeşit tanbûrdur.                 
[10] Mizmâr; ney, düdük, kaval veya flüt gibi bir çalgı âletidir.            
[11] Tavzih sahibinin beyânına göre; düğünde def veya ona benzer şeyler çalınmasında ule­mâ ittifak etmişlerdir. Böylece nikâh ilân edilmiş- oluyor. Düğünlerden, başka zamanda def, çalgı v.s.'yi İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.); aile içinıfe kadınların, çocukların çalıp eğ-lenroeierini de caiz görmüştür.

Bu konuda Hz. Âişe (R. Anhâ) den şöyle bir hadîs-i şerif rivayet edilmiştir: Hz. Âİşe (Rh. Anhâ) terbiyesi altında bulunan bir kızı Ensâr'dan bir kişi ile evlendirmişü. Nebî-i Ekrem (S.A.V.):
«Yâ Aişe Hani sizin def çatan ve şiir söyleyen muganniyenin yok mu? EnsârJm böyle oyun hoşuna gider.» buyurmuştur. (Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, c: 2 hadîs No: 1811)

Söz İle olsun, saz ile olsun mûsiki hakkında ulemânın ihtilâfı çoktur. Kimi tahri-mine icmâ' kimi hillinc icmâ' olduğunu, söylemiştir. Ba'zıiarı: «Düğünlerde, bayramlar­da; def, yânı pulsuz dâire çalmanın mubah olmasından; ud ve keman gibi diğer sazla­rın da o menzilede olması gerekmez» demişlerdir. (Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercemesi.
c. 3, s. 160)
Ba'züan da; fitne çıkmasından emîn olunduğu zaman, şarkı söyleyen kadının se­sini dinlemenin caiz olduğunu, söylemişlerdir. (El-Lü'lü, .. . 1/193)

«Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı» adlı eserde ise* bu konuda şöyle denilmektedir: .Şar­kı, helâl olmayan bir kadınla veya tüysüz bir delikanlı ile bir fitneyi gerektirdiği za-' man mümteni' olur. Yânî kendisinden men edilir. Nitekim onun üzerine, şarâb içmeyi teşvik veya vakti zayi' etmek yâhüd lâzım olan şeyleri yerine getirmekten uzaklaşmak terettüb ettiği zaman men olunur. Fakat, onun üzerine bunlardan bir şey terettüb et­mediği zaman,-yânı onlan yapmakla bunlardan bir şeyin yapılmasına sebebiyet veril­mediği zaman onun yapılması mubah olur.
[12] Bukağı (Kayd): Kölelerin veya harb esirlerinin kaçmalarını önlemek için ayağına yâ­hûd her hangi bir uzvuna takılan demir halka; köstek,
[13] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 12-17.
[14] İkrah: Lûgatta: bir kimseyi İstemedii-î  bir sözü söylemeye  veya bir işi yapmaya zorla­maktır.

Istılâhda; bir kimseyi tehdîd ile, korkutmakla nzâsı olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi işlemeye haksız yere sevk etmektir.

Kendisine böyie cebr edilen kimseye «Mükreh», cebr edilen şeye «Mükreh-ün-aleyh», müfcreh'İn korkmasını gerektiren, rızâsını sâlib oian şeye de «Mükreh-iin-bih» denir, tkrâhda bulunan şahsa da «Mükrih», (Mücbir), (Hâmil) denir.

Cebr (İcbar): İkrah demektir. Cebr edene «Mücbir» denir. Cebrin karşıtı «fhti-yân> dır. «Kerâhat» in karşıtı da «Rızâ» dır.
ticâ: Sevk etmek, bir şeyi yapmaya icbar etmektir. Bir takım olayların meydana gelmesine sebeb olan şeylere «İlcaât-i zemânc» denir. (Hukûk-u İslâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhİvve Kâmûsu: Ömer N'asûhi Rumen. c. 7, >. 270)
[15] Burhan: Kesin   olan   delil   demektir,   Mukaddimât-ı   yakiniyyeden   müteşekkil,   şartlarını câmİ' olan mantıkî bir kıyâsdır ki, netice hakkında ilmi yakın ifâde eder.

*  Hüccet: Kesin olsun, olmasın mutlaka delil ma'nâsinadır.

*  Beyyine: Şâhid,  bir daVâyı isbâtlamak için  gösterilen   hüccet,  vesika  ma'nâsına gelir.

*  Delil: Bir şeydir ki,  kendisine sahih  bir nazar sayesinde bir matlûb-i haberiye vukuf mümkûo olur.
(Hukûk-u tslâmiyye ve Istılahât-ı Fikhiyye Kâmûsu; ö.'Nasûhî Bilmen c. 1, s, 15)
[16] İkrâh-ı mülcî: Nefsi İtlaf, uzvu  kesmek veya bunlardan  birine vardıracak şiddetli dövme ile yapılan ikrâhdır. ki mükreh'in rızâsını izâle, ihtiyarını ifsâd eder. Bununla be­raber, asıl ihtiyarı yine sabit bulunur.
(Hukük-u tslâmiyye ve Istifahât-ı Fıkhiyye Kâmûsuı Ö. Nasûhi Bilmen, c. 7, s. 270)
[17] En'âm sûresi (6), âyet: 119
[18] olmuştur. Müşrikler, kendisine pek çok eziyet etmişlerdir. Babası Yâsir (R.A.) ve anası Sümeyye (R.Anhâ) de sahâbîlerden olup Müslümanlık uğruna pek çok eziyetlere kat­lanmışlardır. Sümeyye (R.Anhâl yi   Ebû  Cehl (Aleyhilla'ne)  şehîd  etmişti.  İslâm'da, ilk şehid edilen muhterem kadındır.
Ammâr  (R.A.)   Hazretleri,   fafcih,. mtk'âhid   bir   zât   idi.   Kendisinden  (62)   hadis*işerif rivayet edilmiştir.
Müseyümefül-Kezzâb'a karşı Yemâme olayında bulunmuştur. Hz. Ömer (R.A.) ta­rafından   bir  aralık Küfe  valiliğine  atanmış,   sonra  azl   edilmiştir.   Cemel  ve  Sıffeyn olaylarında İmâm AH (K.V.) Hazreıİeri tarafında bulunup Sıffeyn olayında dpksandort yaşında olduğu hâlde şehid düşmüştür kî,  Hicrî 37''Miladî 657    yılına  müsadiftir.
[19] NTahl sûresi <16 âyet: 106.
[20] Mübâşereten itlaf: Bir şeyi biz?at telef etmektir ki; eden kimseye. «Fâil-i mübaşir» de­nilir.
[21] Tescbbüben itlaf: Bir şeyin  tekfine sebeb oimakdır. Sebeb olana, «Müsebbib» denilir.
[22] İkrâh-i  gayri mülcî:    Nefsi itlafa, uzvu kesmeye vardırmayıp yafnız gam ve elemi gerektirecek derecedeki dövme   ve  habs gibi  şeyler ile  yapılan ikrâhdır ki,   mükrehin  rı­zâsını izâle ederse de ihtiyarını ifsada vardırmaz. (Hukuk-ıı fsiûmiyye ve Tsulahât-t Fıkhiyye Kamusu: Ömer Nasühi Bilmen, e. 7, s. 270)
[23] Tav'an:   Bir işi isteyerek: gönüllü olarak, zorlanmadan yapmaktır. * Kerhen: Bir işi isiemiyerek. zorla yapmaktır.
[24] Ebû Dâvud (Rh.A.) un rivayet.(tahric) ettiği bir hadîs-i şertfde Peygamberimiz (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:

«Üç şey vardır ki, bunların ciddisi de ciddî, şakası da ciddîdir: Nikâh, talâk, köle âzâdı.»

Ba'zı  rivayetlerde (köle âzâdı) yerine  (yemîn ba'zılanncîa  ise  fric'at) diye buyu-rulmuştur.
[25] Nikâh-ı müt'a: Mut'a, temettü' veya istimtâ' gibi bir tâbir ile bir müddet için yapılan nikâhtır. (Fazla bilgi İçin: c. 2. s. 114'deki dipnota bakınız.
[26] Zıhâr: Kocanın,  karısını   veya   onun  bütün bedeninden   kinaye olabilecek  bir cüz'ünü yâhûd yarı, çeyrek gibi şayi' cüz!ünü (annesi gibi) nikâhı kendisine ebediyyen haram olan bir kadinin, bakılması ebediyyeıı haram bir yerine benzetmektir. (Fazla bilgi için c 2, s. 232'ye bakınız.)
[27] tlâ : Lügatta. yemin etmek ma'nâsınadiristila hela; «Karısına yaklaşmamak, yâni cinsi ilişkide bulunmamak üzere yapılan yemindir.»

tlâ'dan fey' İse: Karısı ile cinsî İlişkide bulunmamak üzere yapılan yeminden kef-fârelini vererek dönmektir ki. fiilen ve bn'zi durumlarda sözle vuku bulur.

Itkâni fRh.A.): «Bu. iıışâen ve ifcrâren ric'at gibidir.» demiştir. (Şürünbüalî; Dürcr Haşiyesi).
[28] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 18-26.
[29] Tasarruf: Bir şeyi, bir malı dilediği gibi sarfetmek.   kullanmak demektir.
[30] Cünûn : Delilik, demektir. Böyle kimseye «Mecnûn» denir, tki kısma ayrılır.

Biri; «Mecnûn-î mutbik» dır ki, deliliği en az bir ay içinde ve diğer bir kavle gÖ-re; bir yıl içinde bütün vakitlerini kaplamış bulunur, cinneti aralıksız devam eder.

Diğeri;  «Mecnûn*!  gayr-i  mutbik»  dır   ki.  bir  ay veya bir yıl   İçinde ba'zan   deli olup ba'zan da ayık olan kimsedir, deliliği iinılıksı? devam etmez.
[31] Sabi  f Sağır): Henüz bulûğ   çağına ermemiş   çocuk   demektir.   «Mümeyyiz»   ve   «Gayr-İ mümeyyiz»  kısımlarına ayrılır.  Şöyle  ki:

«Sağîr-i mümeyyiz»; alış-verişi anlayan, yâni; satmanın mülkü izâle ettiğini, satın almanın da mülkü câlib olduğunu bilen ve onda beş aldanmak gibi gabn-i fahiş olduğu zahir ve herkesçe ma'lûm olan bir gabni, gabn-i yesîrden ayırabilen çocukdur.

«Sağir-i gayr-i mümeyyiz» ise; satmanın sâlib. satın almanın câlib olduğunu bil­meyen; gabn-i fahişi, gabn-İ yesirden ayird etmeye kadir olmayan çocuk demektir.
(Hukûk-u Islâmiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye, Kâmüsu: Ö. Nasûhî Bilmen c: 7, s: 268)
[32] Maslahat: Bir işin salâhına, hayriyyetine. bâis ve saik olan şeydir. Dînî ve dünyevî kı­sımlarına vesâireye ayrılır. Karşıtı; «Mefsedet» dir.
[33] Mahcur: Muayyen bir şahsı kavli tasarruflardan menetmeye «Hacr» ve böyle bir şahsa da «Mahcur» denir.
[34] tzn: Lûgatda; mutlaka ittâk  yânı. salıvermek  anlamına gelir. İbâhaye,  müsaadeye,  ilâ­ma. fekk-İ hacre de izin denilir.

Istüahda; bir şahıs hakkındaki hacri kaldırmak, meni' hakkını iskât eylemek, ta-sarrufâtta bulunmasına müsâade vermek demektir. Kendisine böyle izin verilen kişiye, de «Me'zûn» denilir ki, «Me'zûn-un leh» demektir.
[35] Sefih: Malını boş ve faydasız yere harcayan, masraflarında saçıp savurmakla mülkünü tüketen kimsedir. Bu hâle: «Sefeh», «Sefâhet» denir.

Sefih'in çoğulu; «Süfehâ» dır.

Revasına uyup dînin hükümlerine uygun davranmayan, dînin gereklerini yerine getirmeyen kimse de süfehâ'dan sayılır.

Budala ve sâde dil olmak yüzünden kazanç yolunu bilemeyip, alış-veri$lerinde al-danan kimse de «Sefih» demektir.
[36] Müslüman!ıkda, İyiliği emretmek demek olan «Emr-i bi"l-ma>ûf-> ve kötüiükden menet­mek, sakındırmak anlamına gelen «Nehy-i anî'l-miinker»; hayır dilemek, insanları çe­şitli şekillerde ikâz ve irşâd etmekten ibarettir. Hu işi yapmaya Arahça'da. «Hisbe» ve bu işi yapana da. «Muhtesib» denir.

Şübhe yok ki. hısbe Allah' iC.C.) m kitâb'ımıu ve Ru'sûlüllah' (S.A.V.) m Sün-net'inde mü'minlere emredilmiş ,farz-ı kifâye derecesinde dîni '.e içtimâi bir görevdir.
İslâm cemiyetinin bozulmadan ve dağılmadan, dîn ve ahlâktan uzaklaşmadan, hu­zur ?e mutluluk İçinde yaşayabilmesi için emr-i bi'1-marûf ve nehy-i ani'I-münkcr, yâni hisbe yapmak şarttır.

Bu görevi yapmanın sevabı çok büyük olduğu gibi, kadir olduğu hâlde yapmama­nın cezası ve vebali de çok acırdır. Bu konuda pek <,*uk âyet ve hadis vardır. Peygam­berimiz' (S.A.V.) in bir hadîs-i şerifini burada teberrüken naklediyoruz:

«Nefsim kudret elinde olan Zât'a yemin ederim ki, ya marufu emr ve münkerden

nehyedersiniz; ya da AİIah-u Teâlâ, sîze azâb gönderir. Sonra Allah'a» yalvarırsınız; lâ­kin duanız kabul edilmez.»   (Tirmizil
[37] Ribet-fadl: Karşılığında hiçbir şey bulunmaya» ziyâdedir. Bunda, müddet filân yoktur. Hükmü: VVdesiz fâîz, demek oian bu işlem dört mezhebe göre haramdır. (Seiâmet Yollan, Ahmed Davudoğlu, c. 3, s. 70-74)
[38] İctihâd: Lûgatda;  Külfet  ve meşakkati gerektiren herhangi  bîr emri   tahsil  hususunda bütün gücü harcamaktır.

IstUâh'da:

«Fakİhin, herhangi bir şer? hüküm hakkında bir zann elde etmek için bütün gü­cünü harcaması, yapabileceğini yapmasıdır.» Bu iş için bütün ilmî gücünü harcayan kimseye «Müctehîd»; bu yolla elde edilen zannî şer'î hükme; yâni hakkında kat'î ddîl bulunmayan mes'eleye de «Müctehed'iin-fİh»cnir.

Bütün  gücü   harcamanın  ma'nâsı,   mûctchidin   artık  daha   fazlasını   yap.tmıy açkına Jâir kendisinde acz hissetmesidir.

«Fukîh» kaydı; fskîh olnuıyandiin ihtirazdır. Çünkü fakih olmayan bir kimse, me­selâ bir lügat âlimi, i'râbın vecihlerini bümek hususunda bütün ilmî gücünü harcasâ, ve yine bir mütekellim, Tevhid ve Allah' (C.C.) in sıfatlan hususunda bütün ilmi gü­cünü harcasa, müetehid sayılmaz.

«Zann»  kaydı   ise,   «Kat'(kesinlik)»   den ihtirazdır.   Çünkü   kesin   oian  hükümlerde (Lat'iyyâtta) ictihâd olmaz.

«ŞerT» kaydı ise, aklî ve hissi hükümlerden ihtirazdır.

«Her hangi bir hüküm* denmesi ise, müetehidin, ahkâmın hepsini ve onların me­darını bü'fîîl ihata etmiş olmasının şart olmadığına işarettir. «Bütün gücünü harcaması» diye yaptığımız kaydın aitında, bu dâhil deüildîr. Nitekim ba'zı müctehidler, ba'zı ahkâm hakkında «Lâ edrî (bilmiyorum)» demişlerdir. Meselâ, İmâm Mâlik' (Rh.A.) e kırk mes'ele sorulmuş, bundan otuz altısına «Lâ edri (bilmiyorum)» diye karşılık vermiştir. Keza İmâm Ebû lîanife (Rh.A.) de, sekiz mes'ele hakkında «Lâ edri (bilmiyorum)» de-mişıir.

Mücichiddc şu Ski şartın bulunması gerekir:

a)    Allah'  (.C.C.)  ı   ve O'nun  sıfatlarını   bilip   tanımak,  Nebî-i   Ekrem'   (S.A.V.)   i mu'cizeleri   ite   ve îmân   ilminin   üzerine tevakkuf ettiği  diğer  şeyleri   tasdik   etmektir. Bunların hepsini icmali delillerle bilmektir.

b)    Ahkâmın   medârikini ve   kısımlarını,  onların   isbât yollarını,   delillerinin  vecih­lerini,  şartlarının   tafsilâtını   ve   mertebelerini,   çelişik   iseler  tercih   yönlerini   bilmiş  ol­maktır. Yine râvîlerin hâlini, cerh ve ta'dîl yollarını,  ahkâm ile ilgili nasların kısımla-' nnı, lügat, sarf, nahiv ve benzerleri gibi edebî ilimleri bilmektir. Bu saydıklarımız şe­riatta ictihâd eden mutîak müetehid hakkındadır. (Keşşâf-u Istılahat'iF-Fünûn)
Diğer bir deyim ile içtihadın şartiarr şunlardır: Lûgaten .ve şer'an bütün ma'nâlan ve hâss,  âmm,  mücmel, nâsih ve mensûb  gibi kısımları  ile Kİtâb'ullâh'i  metin, ve se-- nedi ile Sünnet'i. icmâ yerlerini ve kıyâs vecihlerini bilmektir. (Seiâmet Yollan; Ahmed Davudoğlu, c.  1, s. U)

Fakîhlerin ise, bir çok tabaka veya dereceleri vardır. Büyük Türk bilgini İbn-i Ke-mâî, fukahâjı şu yedi tabakaya ayırmıştır:

a)    Dînde ictihâd sahibi olan mutlak müetehid: Dört mezhebin sahihleri olan imâm-iar gibi.

b)    Mezlıcbde müetehid: imâm Muhammed, Ebû Yûsuf ve İmâm Züfer (Rh. Aley­him) gibi.

c)    Meselelerde müetehid: Hassâf, Tahâvî,  Kerhî, Kâdîhân  (Rh.  Aleyhim) gibi.

d)    Tahrîc erbabı: Ebû Bekr Râzî ve Ebû Abdullah Cürcânî (Rh. Aleyhim) gibi.

e)    Tercih' erbabı:   Kudûrî,   Burhâneddin   Merğmâni   ve  İbn-i  Hümâm   (Rh. Aley­him) gibi.
0 Temyiz erbabı: Dört metin adı ile ma'rûf olan (Kenz, Muhtar, Vİkâye. Mec-ma1) sahihleri gibi.

g) Sırf Mukallîd: Bu yedinci tabakada bulunanların ictihâd kudretleri yoktur. Ka­villeri tercih ve temyiz de edemezler. En büyük meziyetleri; binlerce fıkıh mea'elesı ez­berlemek, yaş-kuru bakmaksızın buldukları mes'eleleri eserlerine dercetmektir. Bun­lar fakın değil, fıkhı taşıyan kimselerdir. Ezberledikleri mes'eleler; delillerden mücerred,kuru nakilden ibarettir.
[39] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 27-33.
[40] En'âm sûresi (6), âyet: 152
[41] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 4, Eser Neşriyat: 34-35.
[42] Fekk-i   hacr: Hacri   kaldırmak,   mahcûre   me'zûniyet   vermek,   mahcurun   tasarrufâtına müsâade etmektir.
[43] Uhde: Semen,   hak,  senet,   teahhüd,   emaneten   teslim   ediien  şey,  mes'ûliyet   gibi   manâlara gelir.
[44] Şirket-i İnan: Ticâret gibi bir maksâdla iki veya daha çok kimse tarafından sermâye ko­nularak akd edilen bir şirkettin Bu şirkette, ortakların arasında tam eşitlik şart değildir. Meselâ; birinin sermâyesi bin. diğerinin sermâyesi beşyüz lira olabilir.
[45] Cünûn-i mutbık: Mutbık;   itbâk kelimesinden   alınmıştır.   Bir şeyi  tamamen  örtüp kap­layan,  bir şeyden   asla ayrılmayan  ş


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..