İslâm Askeri, Dâr-i Harbde Nasıl Davranır

İslâm askerlerinin, dâr-i harbde, bulduklarını alıp yemelerinde ve hayvanlarını otlatmalarında, yiyeceklerini almalarında bir sakınca yoktur.

Ekmek, et, yağ, bal, zeytin, sirke, yağ ve benzeri şeyleri alıp yeme­lerinde de, bir beis yoktur.

Yenilmediği halde, hayvanları yağlamakta kullanılan yağlarla, benefsec ve gül yağı gibi yağlarında da, bir sakınca yoktur.

Ancak, yenilmeyen ve içilmeyen şeyleri, az olsun, çok olsun, islâm askerlerinin almaları ve ondan faydalanmaları uygun olmaz.

Savaşmak niyyeti ile değil de, ticâret yapmak maksadı ile, islâm askerleriyle birlikte, dâr-i harbe giren tüccarların, onların birşeylerini alıp yemeleri ve hayvanlarını otlatmaları caiz olmaz.

Ancak, bu şahısların, bunları, bedeli ile almış olmaları hâlinde caiz olur.

Ancak, bunlar, harbîlerden, bir şey alıp yerler veya hayvanlarını otlatırlar ve yiyeceklerini alırlarsa; bunları da, tazmin 'etmeleri gerekmez. Bu şeylerden artıp, ellerinde kalan şeyleri de alabilirler.

Askerlere gelince; bunların, harbîlerin bu gibi malları ile, kendi­leriyle birlikte gelmiş bulunan kölelerini doyurmalarında ve onların yol­culuklarına yardımcı olmalarında, bir beis yoktur.

Askerlerin, kadınları ve çocukları hakkındaki hüküm de böyledir.

Fakat, askerlerin hizmetçileri, bu mallardan yiyebilirler.

Hasta ve yaralıları tedâvî için gelen kadınlar da, —bu mallardan—yiyip içerler ve hayvanları ile kölelerini de doyururlar. Sirâcü'l-Vehhâc'da da böyledir.

Bu yiyeceklerin, yenmek için hazırlanmış olmaları ile olmamaları arasında da bir fark yoktur.

Hatta, koyun, inek, deve gibi hayvanlarını, kesip yemeleri caizdir. Bu gibi hayvanların derilerini, ganimete katarlar.

Keza, yenilmesi âdet olan, hububat, şeker, yaş ve kuru meyveleri de yiyebilirler. Ancak, bu hak, ganîmete müstehak olanlara mahsustur. Ganîmete müstehak olan kimsenin, zengin veya fakir olması ile de, bu hüküm değişmez.

Hizmetçiler   ve ticâret ehli olan kimseler, bunlardan yiyemezler.

Ancak,ekmek ve pişmiş et olursa; bunların, onlardan yemelerinde bir beis yoktur. Tebyîn'de de böyledir.

Bir   askerin,   hayvanlarının   yiyeceğini,   kendi   yiyeceklerini, kullanacağı odunu, yağları ve savaşta kullanacağı silâhlan satması, caiz olmaz.

Bir asker, şayet, bu gibi şeyleri satarsa; bedelini ganîmet malına katar.

Askerlerin, aldıkları ganîmet malım, saklayıp, bekletmeleri de caiz olmaz. Gâyetü'l-Beyân'da da böyledir.

Kullanılması âdet olan, çörek otu, soğan, biber, baklagiller ve benzerlerini, islâm askerlerinin kullanmalarında bir sakınca yoktur.

Deva için kullanılan veya kokulu olan şeyleri almak caiz değildir. Bu hükümlerin hepsi, komutanın, askerlere, bunlardan faydalan­malarını yasaklamaması hâlinde geçerlidir.

Şayet, komutan, bunu yasaklarsa; askerlerin bunlardan faydalan­ması doğru olmaz.

Yemek pişirmek veya ısınmak için, ateş yakılmasına ihtiyaç hasıl olunca, askerlerin, buldukları odun, kamış ve benzeri şeyleri yakma­larında, bir beis yoktur.

Ancak, bu gibi şeyler, —yakmak için değil de— eşya yapımında kullanılabilecek bir durumda olur ve bir değer taşırsa; onları yakmak mubah olmaz.

İslâm askerleri, hayvanlarına yedirmek için, arpa bulamazlarsa; onlara, buğday yedirmelerinde, bir beis yoktur.

Müslüman askerlerin, ihtiyaçları olmadığı halde, harbîlerin,sabun­larını ve diğer temizlik eşyalarını almaları uygun olmaz. Ancak, zaruret hâli müstesnadır.

İslâm askerlerinin,kıymet taşımayan şeyleri, zarûretsiz olarak, kul­lanmaları da caizdir.

İslâm askerlerinden biri, hayvanını doyurması için, bir hizmetçi kiralar; o da, gidip, yerinden ot, yonca, saman veya benzeri bir şey alıp getirir ve: "Ben, bunları kendim için aldım. Senin verdiğin ücreti, sana geri veriyorum*' der; icarlayan şahısta, bu hizmetçiye ödediği ücretten bir şey almaya razı olmaz ve bu durumda ecir (- ücrete çalışan kimse), o şeyi, müstecirin (= ücretle tutanın, iş verenin) ücretine karşılık . getirdiğini ikrar ederse; —her ikisi de o şeye muhtaç olurlar veya her ikisi de, muhtaç olmazlarsa— o şeyleri müste'cire verir.

Ancak, buna, ecir muhtaç olur; müste'cir ise muhtaç olmazsa; o şeyi ecire verir ve bu durumda ona ücret ödemez.

Müste'cir, bir şahsı, ot toplamak için icarlasa, mes'ele yine,yukan-dakinin aynıdır.

Şayet, müste'cir ona muhtaç olmaz, ecir muhtaç olursa; o şeyi, müste'cir ecire verir; fakat, bu durumda, ona ücret ödemez. Zahîriyye'de de böyledir.

İslâm askerleri, dâr-i harbde, ağaçlara rastlayıp, onlardan odun alırlar ve bunlar o beldede kıymetli şeylerden olursa; bunlardan fayda­lanmazlar.Bunlardan, ancak, yemeklerini pişirecek ve soğuktan ısınacak kadar alırlar.

Şayet, bunların, o beldede bir kıymeti olmaz; fakat, bunlar san'atta kullanılınca kıymet taşıyacak bulunursa; bundan faydalanmalarında bir beis yoktur.

Şayet, islâm askerleri, bunları, dâr-i İslama çıkarırlar ve imâm da, ganimetleri taksim etmeyi murad ederse; bunların ma'mul olmaması hâlinde, imâm muhayyerdir: Dilerse, onlardan, san'atta kullanılacak olanları alıp, san'at bedelini vererek, onu, ganimete katar.

İsterse, onları satar; işlenmişle işlenmemişin kıymetini ayırır ve işlenmiş olanın, san'at değerim, san'atkânna öder. Ma'mul olmayan­ların kıymetini de, ganimete katar. Ganîmet ehlinin hakkını kesmez.

Şayet, bu gibi şeylerin, dâr-i islâm'da da, dâr-i harbde de bir kıymeti yoksa; imâm, bunları, getiren askerlere teslim eder. Muhıyt'te de böyledir.

Bir asker, bir evde, çok miktarda yiyeceğe rastlar ve onu başka bir yere nakletmeyi düşünür; bazı askerler de, bu yiyeceklerden isterlerse; ilk asker, bu evdeki yiyeceklerden, isteyen askerlere hisse düşmediğini bilirse; bu durumda, ona mâni olmasında bir beis yoktur. Aksi takdirde, ona mâni olması helâl olmaz.

Birinci askerin ihtiyacı olduğu halde, ikinci bir asker, yiyeceği ondan alır ve birinci de, onu, —daha aldığını yemeden— dâva eder ve imâm (= devlet başkanı, komutan) da, birincinin ona muhtaç olduğunu bilirse; o yiyeceği alıp, birinci askere verir.

Şayet, —birinci asker değil de— ikinci, o yiyeceğe muhtaç ise, imâm, onu, ondan almaz.

Eğer, bunların her ikisi de, o yiyeceğe muhtaç değillerse, imâm, onu ikinciden alır ve bunların hiç birine vermeyip; başka bir şahsa verir.

Bu söylediklerimiz, mescitlerde, namaz vaktini beklemek için oturan; hac maksadı ile, Mina'da, Arafat'da konaklayan ve benzerleri gibi, bütün müslümanlar hakkında geçerlidir.

Meselâ: Bîr kimse, mescidde bir yere oturmuş olsa; işte, orada durmaya en haklı olan, odur.

Bir kimse, bir mescide, —oturmak üzere— bir hasır sererse; bunu, başka bir şahsın emri ile sermiş olsa bile, o yer, onundur. Âmirin, onu, kendi nefsi için serdirmiş olması hâli de müsavidir.

Şayet, birinin emri olmaksızın sermişse o yer (de oturma hakkı) onu serenindir; istediğine verebilir.

Keza, bu şahıs, Mina'ya veya Arafat'a bir çadır kurarsa; o yer (de oturma hakkı) onun olur.

Şayet, bu şahıs, ihtiyacından fazîa yer işgal etmişse; bir başka şahıs da, oraya inebilir.

ihtiyacından fazla yer işgal etmiş bulunan bu şahıstan, iki kişi, çadırına inmeyi ister ve bunların ikisi de, oraya inmeye muhtaç bulu­nursa; çadır sahibi, hangisine, önce (izin) vermişse; —orada oturma hakkı— onun olur.

Ancak, diğeri, daha çabuk davranarak, oraya iner; önce alan da, kendisi konaklamak ister; diğeri de buna razı olmazsa; bu durumda çadır sahibi: "Ben, onu, önce vermiş bulunduğum şahıs için aldım." diye yemin ederse; o zaman, diğer şahıs oradan çıkarılır.

Bu hüküm, insan ve hayvan yiyeceklerinde de böyledir.

Bir kimse: "Ben, onu, filanın emriyle aldım." derse; o şey, onun olur.

İki islâm askerinden birisi arpa, diğeri de yonca bulup, bunları, birbirleri ile değişseler; bunları her birinin satın almaya ihtiyacı bulun­masına rağmen, her ikisi de, satın almak istediği şeyi birbirinden almış bulunduğu için, bu "satın" olmaz. Çünkü, bunlardan her birine, ihtiyacı kadar, hayvan yiyeceği isabet etmiştir.

Bunlar, birbirinin rızâsı ile değişik yapmış ve birbirine, karşılıklı bağışta bulunmuş olurlar. Bunun benzen şudur:

Bir sofra başında bulunan misafirlerin hepsinin de, yanında olan arkadaşının rızası olmadan, onun önüne el uzatması men edilmiştir.

Ancak yanındakinin rızâsı olması halinde, hepsi de, birbirinin önünden, —bu aslında mübâh olduğu için— yiyebilir.

Şayet, bunlardan her biri, —yiyebilmek için— arkadaşının verme­sine muhtaç ise; bu durumda da, birisi, verdiğini noksan vermek İsterse; böyle yapması doğru olmaz.

Satıcı, verdiği şeye, kendisi muhtaç olduğu halde; alıcı, ona muhtaç

değilse; bu satıcının, verdiğini almak ve aldığını vermek hakkı vardır. Satıcı, satarken, aldığını geri vermeyi irade eder; arkadaşı da, onu, bir başka muhtaca verirse; onu, ondan almış sayılmaz. Zahîriyye'de de böyledir.

Her ikisi de zengin veya her ikisi de fakir veya biri fakir, diğeri zengin olan iki şahıs, karşılıklı alış-veriş yapsalar; birisi alana kadar, diğeri almayıp terk ederse; onun için, almamak, terketmek —hakkı vardır.

Her ikisi de zengin veya her ikisi de muhtaç olan, iki kişiden birisi, arkadaşına, —mislini alma karşılığında— borç olarak bir şey verir; o da zayi olursa; borç alana bir şey gerekmez.

Şayet, bu şey zayi olmaz ve geri vermek isterse; borç, ona daha uygun ve rnüstehaktır.

Alıcı ona muhtaç olduğu halde veren muhtaç olmazsa; verdiği şeyi, ondan geri alması doğru olmaz.

Borç alınması esnasında, her ikisi de, o şeye muhtaç olmadığı halde; zayi olduktan sonra, her ikisi de ona muhtaç olmuş bulunursa; bu durumda veren, daha çok hak sahibidir.

Önce* alan muhtaç durumda olduğu halde; sonra, veren muhtaç duruma düşerse; onu almasına yol yoktur.

Bu iki kişiden birisi, arkadaşlarından, ganimet malı olan buğdaylardan, dirhemler karşılığında, satın alırsa; bu dirhemler, satm alan şahsa aittir.

Şayet, dirhemleri vererek, buğdayı satın almışsa; bu durumda, o, bu buğdaya da muhtaç ise, başkasından daha münâsiptir.

Henüz, buğday dururken, iki taraftan birisi, bu satıştan dönerse; satm alan kimse, buğdayı verir; dirhemlerini geri alır. Bu, her ikisinin de, o buğdaya muhtaç olmamaları veya satan muhtaç olduğu halde, alanın muhtaç olmaması hâlinde geçerlidir.

Şayet, satm alan şahıs, o buğdaya muhtaç olursa; satan kimsenin, hem o buğdayı, hemde bedelini, tamamen, satm alan kimseye geri ver­mesi gerekir.

Şayet, satm alan şahıs, onu zayi etmişse; satan şahıs, bedelini geri verir.

Şayet, satm alan şahıs, geri gitmiş olduğundan, satan şahıs, onun dirhemlerini, geri verme imkânına sahip olamıyorsa; bu durumda, o dirhemler,  bu şahsm elinde, bulundu menzilindedir.  Ve o miktarı borçludur.

Ancak, bunu: "Sattığıma bedeldir." diyerek, ganîmet sahibine verirse; bu caiz olur.

Dirhemlerin sahibi, bundan sonra geri gelirse, bakılır: Ganîmet sahibinin, satıma izin vermesinden önce, buğday zayi olmuşsa; (bitmişse) dirhemler rsahibine geri verilir.

Bu buğday, icazetten sonra helak olmuşsa (bitmişse), bedeli olan dirhemler, ganimete katılır.

Şayet, satın alan kimse: "Ben, buğdayı satılmasına izin verilmeden önce, yedim." diyerek dirhemlerini geri ister ve böyle olduğuna yemin ederse; onun, izin verilmeden önce, yediğine dair, şahit getirene kadar, ona inanılmaz ve dirhemleri geri verilmez. Ancak, bu şekilde, şahit geti­rirse; dirhemleri geri verilir.

Ganîmet ehlinden iki kişiden birine buğday, diğerine de elbise isabet ederse; bunlar, bu şeyleri, karşılıklı olarak birbirlerine satamazlar. Ancak böyle yaparlar ve dâr-î harbde iken, birbirlerinden aldıkları şeyler helak olursa; ikisine de tazminat gerekmez. Fakat, bu durumda, elbiseyi satan da, satın alan da, günahkâr olur.

Ancak, bunlar helak olmadan, dâr-i İslama girerlerse; her ikisinin , de, ellerinde bulunan bu şeyleri, ganîmete katmaları îcâbeder.

Şayet, zayi etmiş olurlarsa; bedellerini öderler.

Bunlar dâr-i harbde iken, elbise, helak olmadan elinde bulunan şahıs, onu, ganîmete teslim eder

Fakat, elinde buğday olanla ilgili hüküm, önceki fasıldaki hüküm gibidir. Satıcının da, alıcının da, ona olan ihtiyacı, itibare alınır. Muhiyt'te de böyledir.

Bir kimse, —ganîmet malından— bir ata biner veya bir elbise giyer yahut taksim edilmeden önce, bir silâh alır ve bunu ihtiyacı olduğundan dolayı almış olursa; bunda bir beis yoktur.

Ancak, harp bittikten sonra, bunu, ganîmet'e iade eder. Fakat, iade etmeden Önce zayi olursa; ödemesi gerekmez.

Fakat, bu gibi şeyleri, ihtiyacı olmadığı halde alırsa; meselâ: Elbi­seyi, kendi elbisesini korumak maksadı ile alıp giyerse ve ata da, kendi atını dinlendirmek için binerse; bu mekruh olur.

Ancak, zayi olmuş olursa; bu durumda da ödemesi gerekmez. Tahâvî Şerhi'nde de böyledir.

Cihâd eden topluluğun tamamı ortak bulunduğu için, taksim edilmeden önce, ganîmet malından, ihtiyaç bulunmadan, bir eşya veya bir elbise alıp, ondan faydalanmak, mekruh olur.

Ancak, imâm, ganimeti, ihtiyaçları olduğu için, dâr-i harbde, bu mücâhidler arasında taksim ederse; bu durumda mekruh olmaz.

Sözün özü: Ganîmet malından, ihtiyacı olan, mücâhidin fayda­lanması, mubahtır.

Eğer, bütün gazilerin buna ihtiyacı olursa; bu durumda, ganîmet, dâr-i harbde taksim edilir.

Ancak, esire ihtiyacı olan kimsenin durumu, bu hükmün hilafı-nadir. Yani, esirler, —dâr-i harbde— taksim edilmez.

Çünkü, esîre, ya cima' için veya hizmet etmesi için ihtiyaç duyulur. Bunlar ise, fuzûlî ihtiyaçlardır. Kâfî'de de böyledir.

Askerler toplanıp,  imâmdan (=   devlet başkanından,  komu­tandan)   ganîmetin,   dâr-i   harbde   taksim   edilmesini   isteseler;   bu durumda, imam atıyyede bulunduğu halde, askerler bunu da kabul etmeseler;  bu durumda,  fitne çıkmaması için,  imâm,  ganimeti, bu askerlerin arasında taksim eder.

Keza, imâmın yanında, ganîmet mallarını taşıyacak vasıta olmazsa; herkese, kendi hissesini taşıma külfetini vermek için, bu ganîmeti, askerler arasında taksim eder. Muhıyt'te de böyledir.

Müslümanlar, dâr-i harbden çıktıkları zaman, hayvanlarının ve kendilerinin yiyeceklerini, ganîmet mallarından almaları caiz olmaz.

Yanında, fazla yiyeceği ve fazla hayvan yiyeceği bulunan bir asker, ganimet taksim edilmemişse; bunları iade eder.

Şayet, taksim yapılmışsa; o zaman, bu asker, o fazlalıkları, —kendisi zengin ise— tasadduk eder. Zengin değilse; bunlardan kendisi faydalanır.
Eğer, asker, ganîmet malını, ihrazdan [49]  sonra harcamışsa; ve bu asker, zengin ise, bu malın kıymetini, ganîmeti taksim eden zâta verir. Fakir ise, bir şey gerekmez. Kâfî'de de böyledir.

Dâr-i harbde, müslüman olan ve küçük çocuklarına da islâmiyeti öğreten bir harbî, müslümanlar, orayı zabtetmeden önce, müslüman olmuş ise, ne âlâ! Fakat, bundan daha sonra müslüman olmuşsa; bu şahıs köledir.

Keza, bu şahıs, küçük çocukları ve,malları alındıktan sonra, müs­lüman olmuşsa, yine köledir.

Bu kimsenin, kendi yanında bulunan malları; bir müslüman veya zimmînin yanında, emaneten duran malları; —büyük çocukları hariç—çocukları; karısı ve onun yanında taşıdığı malları; akarı; savaşan köleleri ve bir zimmînin elinde bulunan, gasben alınmış malları; İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre, fey olur.

Dâr-i harbe, emânla girmiş ve orada, eline mal geçmiş olan, bir müslüman veya bir zimmî, bu malı elde ettikten sonra; o beldeyi, müs-lümanlar zabtederse^ bu şahıs hakkındaki hüküm, dâr-i harbde, müs­lüman olan şahıs hakkındaki hüküm gibidir.

Ancak, bu şahsın malı hakkındaki hüküm, harbînin elindeki mal hakkındaki hüküm gibi değildir. Harbînin elindeki mal, ganîmet; bu şahsın elindeki mal ise, feydir.

Bu hükümlerin tamamı, müslümanların, o dâr-i harbi, zabdettiği zaman geçerlidir.  

İmâm Muhammed (R.A.)'e göre, müslümanlar, bu beldeyi zab-tetmeden de, hüküm aynıdır.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)'ye göre ise, kendi nefsi ve küçük çocukları hariç, bu şahsın bütün malları feydir. Dâr-i harbde, müslüman olan kimse hakkındaki hüküm budur. Muhiyt'te de böyledir.
En doğrusunu bilen, Allahu Teâlâ'dır. [50]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..