87- ŞÜFA DA'VÂSININ İRAYDI

Burda üç nevi talebin beyanı vardır: Birincisi: Bir illet sebebiyle da'vayı red.

Bu da'va da, şehâdette bir şey söylenmemiştir. Şefî, fevri olarak şahit dinletme talebinde bulunur. Şahitler hudutları, hudut sahiplerini, satın alanı ve satanı açıklarlar. Vacip olan, satıcının, satınalana ve hudutların bilinmesidir.

Müşteriden, "o yeri teslim ahp-almadığı" sorulur.

Satıcıdan da o yerin elinde ohıp-olmadığı sorulur.

Şayet, o yer satıcının elinde değilse; Şeyhu'l-İslâm, Şerhi'nde şöyle buyurmuştur: "îstihsanen, bu talep sahih olur. Kryâsen ise, talep sahih olmaz.

Şeyh Ebû'I-Hasan el-Kudûrî, şerhinde; N âti fi, Ecnâs'ında, İsa m, Muhtasar'ında: "Söylenilmeyen da'vâ, bu şeylerde yakını terk eylerde uzağı kasdeylerse, kıyâsen de istihsanen de sahih olmaz buyurmuşlardır.

Şayet tamamı bir şehirde ise, şuf'ası batıl olmaz.

Şeyhu'l-İslâm, şerhi'nde ve İs a m, Muhtasar'ında böyle buyurmuşlardır. Çünkü, şehir, -etrafı ile birlikte- mekân-ı vahid gibidir.
Hassâf, Edebü'1-Kâdi isimli kitabında, şöyle buyurmuştur: Eğer şefi, şuf a talebinde bulunmaz ve bir yakınıria icazet verirse; şüf a bâtıl olur.

Saduru'ş-Şehîd de, Vâkıal isimli kitabında böyle buyurmuştur. Şayet, o yerler iki şehirde veya bir kaç şehirde olursa yine böyledir. Eğer, o şeylerden birisi şeftin yanında olur ve onu bir şehire bıra­karak, kendisi başka bir şehire giderse; şüfasi bâtıl olur.

Şefi, yalnız basma bir şehirde olur; müşteri, satıcı ve ev de başka bir şehirde bulunur ve şefî yakını bırakıp uzağa giderse; âlimler, bu hususta ihtilaf etmişlerdir.

Ba'zılari: "Şüf'ası bâtıl olur." demişler, ba'zılan da: "Bâtıl olmaz." buyurmuşlardır.

Natıfî, Ecnâsı'nda böyle buyurmuş'tur.

Buna binâen, iki yol olursa ve yakın yolu bırakıp da uzak yola giderse; şuf ası bâtıl olur.

İsam, böyle söylemiştir.

Nâtıfî'nin kıyasına göre ise, şüf ası bâıl olmaz.

Bundan sonra, yakın olan şehre gelirse; isteğinin sahih olması için, şart vardır: Satan da, alan da o şehirde olacaktır. Ma'ruf ve meşhur olan şart budur. Kâdî'l-Jmâm Ebû Zeyd el-Kebîr yer ile satıcı ve alıcının arasım ayırdı ve şöyle buyururdu: "Satıcı ve alıcının bir yerde olması şarttır. Yerin, aynı yerde olması şart değildir. Belkide hangi şehirde olursa olsun, şefi' tehirsiz talepde bulunabilir ve talebi sahih olur. Buna, İmâm Muhammed (R.A.), "bağy ehlinin şuf ası" babında işaret eylemiştir.

Buna binâen, ev şafîin şehrinde olursa; Kâdî'I-lmâm'a göre, o yerin yanında talep şart değildir.

Şayet, satıcı ve alıcı aynı şehirde bulunuyorlarsa, bil-ittifak o yerin yanında talepte (= istekte) bulunacakdır. Muhıyt'te de böyledir.
Buhâra'da, mahkemeye Humeyrîli Haydar isimli bir adam gelir ve kendiyle beraber, Humeyri'H Osman namında bir adam daha getirir ve Haydar, Osman'a karşı da'va ederek: "bu adam, bana tam cüsseli, şu senenin şu ayında, şu kadar dirheme bir dişi eşek sattı. Ben de ondan satın aldım. Aramızda teslim ve tesellüm de cereyan eyledi. Sonra ben, o dişi merkebi, filanın oğlu Ahmed'e, belirli bir fiatla sattım. O da, benden o belirli fiatla satın aldı. Aramızda da, teslim-tesellüm cereyan eyledi. Sonra, Ahmed de, o dişi merkebi Muhammed'in oğlu Aliye sattı. Ondan sonra da Zeyd, o dişi merkebe hak sahibi çıktı ve Muhammed oğlu Ali, Nesefin Küre kasabası hâkiminin huzurunda, (ki bu şahıs Şeyhu'1-tmâm cl-Kâdî mumüd-din bin filan'dır ve o gün, Nesefin ve havalisinin hâkimidir; Kâdı-el-tmâm Alâud-din Ömer bin Osman tarafından tâyin edilmiştir ve o da Semerkant'm ekseri yerlerinin hâki­midir. Âdil beyyine ile Mâverâun-Nehir'de kalır.) cereyan eden mah­keme sonucu, dişi merkep Ali bin Muhammed'e hükmedilmişti. Sonraki mahkeme Kâdî'1-İmâm Sedldü'd-Dîn Tahir, (Buhârâ hâkiminin, Buhâra'da, Buhara ve çevresinin hüküm işlerine bakan Sadruddin Ahmed bin Muhammed'in naibidir) Aliye, "o merkebi kendisine satana, müracaat edip; verdiği parasını almasını" hükmeylemiştir.

Ona, Ahmed bin Muhammed, merkebin bedelini ödemiş; o da Sedîdüd-din'e başvurup, onun hükmüyle ödediği; parasını," merkebi kendisine satandan almıştır. En son müşteri, o merkebi kendisine satandan, parasını isteyince; o, onun da'vâsini inkâr eylemiş ve: "Bu da'vâcının, bende bir alacağı yoktur." demiştir. İddiacı da da'vâsı hakkında şahitler dinleterek, da'vâsının doğruluğuna fetva almıştır.

"Bu da'vâda, bir kaç yönden halel vardır." denilmiştir.

Birincisi: İddiacı: "Kâdî Alâü'd-Dîn vekâlete me'zun {= izinli) dir." demedi. Çünkü, o şart idi. Zira, vekâleti sahih olmayan kimse, hüküm veremez. Ve, Müîni'd-din hâkim olamaz.

İkincisi: "Müîni'd-din'in, hâkim tâyin ediliş tarihini" söylemedi. Acaba, o günde, o zat hakim mi idi? Ve, "onun, Semerkant kadısı olduğu" söylenmedi. Ali'nin sarâheten, MâverâÜ'n-Nehir'de hâkim olması gerekirdi.

Da'vâlının yanında yapılan iddiada, beyyine hâkim tarafından, tasrih edilmedi. O cihetten hüküm sahih olmaz.

Bunun için, Kadı Muînü'd-din, "beyyinenin müşteri tarafından ikrarını" "bu merkep hak sabinindir." diye söylemedi. Onun için de, müracâata hakkı yoktu.

Şayet, hak sahibinin hakkr tebeyyün etseydi, rücû hakkı olurdu. Hüküm ihtilaflı oldu.

Sonra, Kadı İmâm Sedüddin (Buhârâ hakimin naibi) hükmeyledi. îşte onun için, kendine merkep hükmedilen şahsın, parasını almak için müracaatında, "bu satış, kadı Sedidüddin'in hükmü ile sabittir." demedi. Bu, feshi gerektirir. Ve, bu da hükme halel getirir. Ancak, parasını almaya hak sahibi olması için, satışın hakimin hükmüyle yapılması gerekirdi. Onun için, hakim, "bu hükmün geçersizliğine" hükmediyor.

Sonra da müşteri satıcıya müracaat ediyor ve verdiği bedeli alıyor. Veya, hükmeylemedi ve KâdH-lmâm Sadruddin, "iddiacının red hakkının döndüğünü" söylemiş. Biz de onu söyledik. Bedeli iddia olu­nanın bedelini söylemedik. O, da'vâsında "Bu dirhemler, burda geçerlidirler." demedi.

Şayet, o dirhemler, o beldede yoksa veya var da revaçda değilse; uygun olanı, kıymetini iddia eylemek. Ve: "Bana, bu gün, üzerinde olan dirhemlerin kıymeti üzerinden ver." demekdir.

Bedel da'vâsı ise sahih değildir. O zaman, iddiacı, da'vâsina karşı şahitlerini getirir ve da'vâsmm sıhhati için fetva ister.

Şöyle denilmiştir.

Bu da'vâ için bir takım yönlerden halel (= arıza) vardır:

Birincisi: Gerçekden iddiacı: "Kadı Alâuddin me'zun değildir." demedi; bu şart idi. Çünkü, me'zun değil ise, hükmü sahih olamazdı. Muînü'd-din de kadı değildi.

İkincisi: Muînü'd-dîn'in tayin tarihini söylemedi ki o tarihe bakılsın; o tarihte kadı mıdır, değil midir? "Nesefîn, Semerkant vilâye­tine âk olduğunu da" söylemedi. Ancak, Mâverâü'n-Nehre bağlı" dedi. Halbuki, Mâverâü'n-Nehrin pek çok köyü, kasabası vardır. Nesefın adı zikredilmedi.

"Kadı Mtıînü'd-dîn âdil beyyine ile hükmeyledi." dedi de, beyyi­nenin neler olduğunu söylemedi. Bu beyyine, da'vâlının huzurunda olmalı idi; da'vâh yoktu. O olmayınca da, o beyyine ile hükmetmek sahih olmaz.

Sonra, "hüküm, Kadı el-lmâm, Buhârâ hakiminin naibi Sedidü'd-dîn'in hükmüyle cereyan etti." dedi; hak sahibinin satıcıdan parasını alması için, "satışın hâkim tarafından sabit olduğunu" söyle­medi. İşte bunlar arızadırlar. Çünkü, pasına rücû, satış hükmünün hakim tarafından tesbitinden sonra olur ki feshine hükmeylesin.

Sonra müşteri, hâkimin hükmüyle satıcıya müracaat eder. Hâkim ise, ya hükmeder veya hükmetmez.

Burada da "Kadı el-îmâm Sadru'd-din'in o zaman hüküm vermeye izinli olup olmadığını" da söylemedi. Söylemesi gerekirdi. Çünkü, iddiacı bedel da'vâsında bulunuyor.

Kadı el-İmâm Lâmisî şöyle buyurmuştur:

Semerkant'a tâyin edilen bir kadı, kendisinden önceki hâkimin tes­cili ile amel eylemez. O günün hâkimi, o günün sicillerini tutar. Semer­kant hâkimi, Buhara hâkimi değildir. Bir hâkim, hâkimi olmadığı bir yerin "hâkimiyim." derse; bu hâlis yalan olur. Yalancı ise, nasıl hâkim olur?
Ba'zı âlimler de şöyle buyurmuşlarda-: "Semerkant'm hâkimi, serî hükümlerde, Mâverâü'n-Nehrin neresinde hükmederse etsin caiz olur. Ona, * 'Mavârâü'n-Nehrin hâkimi'' denebilir. [156]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..